H.İbrahim CAN |
|
ABD’ye göre Türkiye’nin dış politikasının görünümü |
Diplomatik 11 Eylül olarak nitelenen Wikileaks belgeleri, bütün dünyada çok farklı yorumlara sebep oldu. Her ülke kendisiyle ilgili konularda yalanlamalar ve açıklamalar yapma ihtiyacı hissediyor. ABD de diplomatlarının haklarında aşağılayıcı, kötüleyici veya düşmanca sözler söylediği yabancı devlet adamlarından özür dileme telâşında. Aynı zamanda Wikileaks’e ulaşılmasını engelleme derdinde. Ama dünyanın önemli basın organlarına da bu belgelerin gönderilmiş olması, engellemeyi imkânsız kılıyor. Bu olayın tartışılması, üzerinde kafa yorulması gereken bir çok yönü var. Bir askerin ABD gibi bir devin çoğu gizlilik içeren bu kadar çok sayıda diplomatik belgesini ele geçirdiği iddiası bize pek inanılır gelmiyor. İşin iç yüzü zamanla ortaya çıkacak. Bugün burada şu ana kadar çok azı ulaşılabilir hale gelen belgelerden Türkiye’nin son yıllardaki dış politikasına ilişkin olarak ortaya çıkan bazı ilginç değerlendirmeleri kısa başlıklarla değerlendirmek istiyoruz.
AB’YE ÜYELİK Amerikalılar da tıpkı bizim gibi Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne alınacağına inanmıyorlar. Ama yine de ülkemize sempatik görünmek için, üyeliğimizi sürekli destekleyen açıklamalar yapmanın bizi yanlarına çekmek için yararlı olacağını düşünüyorlar. Bize göre; ABD’lilerin bile anladığı bu hususu AB’lilerin artık itiraf etmesi ve hükümetin de buna göre yeni bir yol haritası çizmesi yararlı olacaktır.
İRAN ABD’nin Türkiye’nin İran’la ilgili konularda arabuluculuk etme çabalarından, İran’a yaptırım uygulanmasına ve füze savunma kalkanı projesinde bu ülkenin hedef gösterilmesine karşı çıkmasından hayli rahatsız görünüyorlar. Bu konudaki tavrımızı “inatçı” ve “ikiyüzlü” gibi ifadelerle dile getiriyorlar. Aslında bu değerlendirme bile bizim bu konuda doğru yolda olduğumuzun bir delili. İran bizim komşumuz. Oradaki yangından mutlaka biz de etkileneceğiz. Bu açıdan yapıcı, arabulucu, koruyucu ve sıcak bir politika izlememizin yararlı olduğunu, bunu yaparken Batıyı karşımıza almama fobisinden kurtulmamız gerektiğini düşünüyoruz. Ancak bu çerçevede İran’a silâh gönderilmesine göz yumulduğu iddiası bize pek doğru gelmiyor. Aynı ABD’nin Gates aracılığıyla hükümeti ABD şirketlerinden askerî araç almaya ikna etmeye çalışması ilginç bir tezat.
AZERBAYCAN Azerbaycan Cumhurbaşkanı Aliyev’in Türkiye’nin enerji ağının merkezi haline gelmesinden rahatsız olduğu, bu yüzden Rusya ile doğalgaz anlaşması yaptığına ilişkin yazışmalar, Aliyev’in hükümetten hoşnut olmadığı yönündeki belge ile birleştirildiğinde, Azerbaycan’ı samimiyetimize ikna edemediğimiz sonucu çıkıyor. Ermenistan’la ilişkilerimizi bile onları gücendirmemek için askıya almamıza rağmen Aliyev memnun olmamış. Bu durumda Dışişlerine bu dost ve kardeş ülkeyi samimiyetimize ikna etme konusunda daha çok iş düşüyor.
İSRAİL İsrail’in “one minute” ve Gazze Konvoyu saldırılarıyla başlayan ve Başbakan Erdoğan’ın açık ve ağır eleştirileriyle bölge gündemine yerleşen ilişkilerde soğukluk ve hatta kopmadan büyük rahatsızlık duyduğu anlaşılıyor. Bunun için ABD’nin dolaylı yardımının istendiği anlaşılıyor. Ankara’nın İsrail karşıtlığını bölgede kendi nüfuzunu güçlendirmek için kullandığı iddiaları belgelerde yer alıyor. Bizce İsrail’in bölgede yalnızlaşmasının asıl sebebi kendi insanlık dışı politikaları. Diğer İslâm ülkelerinin bu konudaki etkisizliği de dikkate alındığında, hükümetin bu konudaki sert tavrı –diplomatik ilişkileri tamamen kesmek gibi aşırılığa varmamak kaydıyla- uluslar arası kamuoyunu harekete geçirme açısından önemli görünüyor. Kısacası; Türkiye’nin bölgesinde ve genelde dış politikada etkinliğini arttırması, Davutoğlu’nun aktif ve samimî ilişkiler kurma çabaları, ABD tarafından “tehlikeli” bulunuyor. Ama genel olarak bakıldığında; Türkiye’nin dış politikasının –onlar beğenmese de- doğru yolda olduğu kanaatine varmak mümkün. Umarız tabuları yıkma çabalarıyla “deli”, “Yeni Osmanlıcı” nitelemesine muhatap olan sayın Davutoğlu, dengeli ama inisiyatifi elinde tutan dış politika anlayışını sürdürür. 02.12.2010 E-Posta: [email protected] |
Mikail YAPRAK |
|
Yeni Asya “özgün” bir gazetedir |
Her zaman bizzat merak ederek değil de, ara sıra denk geldikçe, bazı “özgün“ yazarların, dünyayı makaraya saran Pazar yazılarını keyifle okumuşsunuzdur. Bunun da, öylesi bir yazıya dönüşmesine dâvamız pek yüz vermese de, havamız gülümsüyor. Yüksek müsaadelerinizle, havayı bozmadan, dâvayı da küstürmeden, izah ve mizah kıvamında ve Pazar keyfinde bir yazı olsun. Sevsinler şu “özgün“ kelimesini ki, gelip yakama yapıştı. Biz de onu sevelim ve sevdirelim bâri!. Sathî ve basit anlamıyla, “özgün“ olamadıysam da, “özgün“ yazamıyorsam da, üzgünüm dostlar, üzgün!.. Gerçi bu üzgünlükle gelen gizli bir "özgünlük“ de vardır. Zira bu; kaynağı dünyalık olmayan, dünyevî hiçbir sebebe dayanmayan bir üzgünlük. Bu üzgünlükte, Hazreti Üstâd’ın, “Bana ıztırap veren İslâmın maruz kaldığı tehlikelerdir“ cümlesinde özgünleşen haykırışın kırıntıları vardır. Yeni Asya’nın umum yazarlarının ruhunu saran bir duygu da bu olsa gerektir. Özgün bir üzgünlük. Mukaddes bir çile.. Üzgünüm, zira özgünlüğü gazetemizin haricinde arayan bir yaklaşım, öyle uzaklarda değil, hemen yanıbaşımda peydahlandı. Kulağımı tırmalayan bir dost fısıltısı. SentezHaber’deki bir yazıya gelen küçük bir yorum.. Sağolsun, yaşasın o iki kardeşimiz ki, birisi yüzüme savrulan şecaatiyle, öbürü yorumuyla, bizde gizli olanı, görünmeyeni hatırlattılar. Ve böyle bir yazıya vesile oldular. Neymiş.. Gazetemizin “özgün“ yazar ve yazılara da ihtiyacı varmış. Bundan olmalı ki, en çok da “basından seçmeler“ okunuyormuş. Aslında çok su götüren bir iddia! Ama olsun! Okunsun da, varsın en çok “basından seçmeler“ okunsun. Zira onlar “seçilmiş“ yazılar. Gazetemizin yayın anlayışına uygun yazılar. İnsan haklarını, din ve vicdan hürriyetini ve demokrasiyi savunan yazılar. Fikriyatımızı destekleyen yazılar. Gerek 12 Eylül darbesine karşı durduğumuzda, gerek yasakların kalkmasını savunduğumuzda ve gerekse son referandumdaki serbest ve özgün duruşumuzda yanımızda olan yazılar. Ve çook dostlarımızdan daha çok bizi anlayan yazılar! Kendine özgü nitelik taşıyan, orijinal, yani “özgün“ yazılar! Ve, o yazılar asıl Yeni Asya’nın sayfalarında özgünlüğün doruğuna ulaşıyor. Yeni Asya onlara iltifat ediyor, fikir platformunda değerlendiriyor. Magazin ve reklâm sayfaları arasından çıkartarak, fikir sofrasına getiriyor. ««« Mâna olarak “özgünlük“, yani orijinalite Risâle-i Nur’da, Bediüzzaman’ın şahsiyet ve duruşunda olduğu kadar, başka bir şahıs ve eserde bulunamaz. İşte “özgün“ olmanın bir başka tarifi de, “bir buluş sonucu olan, nitelikleri bakımından benzerlerinden ayrı ve üstün olan“ şeklindedir. Ve Üstâd’ın ifadesiyle, “Risâle-i Nurlar, Kur’ân’ın yüzden fazla tılsımını keşfetmiştir." Bugün dillere pelesenk olmuş anlamıyla hangi “özgün yazar“ var ki, eserleri milyonlar satsın ve eserlerini milyonlar canla başla ve ders disiplini içinde okusun. İşte “özgünlük“ budur, işte orijinalite budur! Nitelikleri bakımından, benzerlerinden ayrı ve üstün olma vasfı, gerek muhteva gerekse üslûp bakımından Risâle-i Nur’da var olduğu kadar başka bir eserde ne bu çağda, ne de çağlarda görülebilir. Yeni Asya da, bu “özgün“ ve seçilmiş eser külliyatının rehberliğinde yayın yapıyor. Başkasını taklid etmeden, kopya çekmeden, fikir çalmadan, sadece kendine has orijinal fikirlerle yeni bir tarz, yeni bir trend oluşturuyor, yani “özgün“ bir duruş sergiliyor. Böyle “özgün“ bir gazetenin, kendi yazarı “özgün“ olsa ne, olmasa ne! Hem onlar zaten öyle “özgün“ olma sevdasına kapılmazlar. Özgünlük de, seçilmişlik de şahs-ı manevîmize ve gazetemize has olsun. Bu dâvânın emirber neferleri olmak, bizim için en büyük şan, en büyük şereftir!
HİCRET DUYGULARI Hicrî yılbaşıyla yeniden alevlenen hicret duyguları, yavaş yavaş ruhları sarıyor, maneviyat dünyamızı kuşatıyor. Nebiyy-i Zîşan Efendimizi, Mekke’den Medine’ye göçe zorlayan hadiseleri yeniden hatırlarken, yürekler yanıyor, vicdanlar sızlıyor. Sevgililer sevgilisi, güzeller güzeli, güllerin ve gülyüzlülerin sultanı bir zâtın ayaklarının altına serilmek, ona kurban ve hayran olmak yerine, ona eziyet ve işkenceye kalkışmak, ona savaş ilân etmek, onun mübarek ve muhteşem vücudunu ortadan kaldırmaya kalkışmak; küfrün ve şirkin mahiyetini gözler önüne sermeye yetiyor. Bir yandan da, hicret emrinin nasıl bir Sultan’dan geldiğini ve ne kadar çok mânâ ve hikmet yüklü olduğunu düşünmek de insana apayrı bir iştiyak vererek, hicreti mânen bâkileştiriyor. O gece Resûlullah’ın yatağına yatan Hazret-i Âli ve yol arkadaşı Hazret-i Ebûbekir gibi Peygamber dostlarını hatırlamak ise, iman mertebelerinin en zirvesine imânen baktırıyor. Yaklaşan Hicrî Yılbaşının ruhumda estirdiği hicret duyguları, ciddî ve hüzünlü bir yazıya şayeste iken, bir kelimenin muzipliği devranımı değiştirerek, izahı mîzahla karıştırdı.. Yaklaşan Hicrî yeni yılınızı hicret duygularıyla tebrik eder, selâm ve muhabbetlerimi arz ederim. 02.12.2010 E-Posta: [email protected] |
Ahmet BATTAL |
|
Türk soylu yabancılar |
Demokratik açılım projesinin mimarı görünen Başbakan, bu konuda, bilgi ya da itikat eksikliği dolayısıyla olsa gerek, zaman zaman yalpalıyor. Başbakan bir konuşmasında hukuk nazarında ve kanunlar önünde bütün Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının eşit haklara sahip hale gelmiş olduğunu iddia etti. Yani bundan sonra hak istemenin aslında başka mânâya geleceğini ima etti. Gerçekten, hak isteyen bazı Kürtlerin amacı aslında devleti köşeye sıkıştırmak ve konuyu içinden çıkılmaz bir hale getirerek bundan bazı yararlar elde etmek olabilir. Ama kanaatimce yine de Başbakan’a düşen, istenen hak gerçekten hak ise bu hakkı sahibine vermek konusunda istekli ve iradeli olmaktır. Üstelik kanunlarda Türkiye’de yaşayan Türklere tanınan haklar ile diğer unsurlara tanınan haklar arasında bazı farklar halen de vardır. Bu farkların giderilmesi ise başta Meclis ve hükümet olmak üzere herkesin görev ve sorumluluğundadır. Ben bu yazımda bunlardan birine işaret edeceğim. Danışmanları başbakana anlatırlar diye ümit ediyorum. “Türk soylu yabancıların Türkiye’de meslek ve san'atlarını serbestçe yapabilmelerine, kamu, özel kuruluş veya işyerlerinde çalıştırılabilmelerine ilişkin 2527 sayılı kanun” 25.09.1981 tarihinde yani TBMM’nin silâh zoruyla kapalı tutulduğu dönemde darbecilerce yürürlüğe konulmuş, darbe mirası bir kanun. Bendeniz, bir hukukçu olarak, bu kanunu fakülte yıllarımda değil hayat okulunda hem de acı bir dersle öğrendim. Güneydoğudaki hakimlik yıllarımda, bir sohbet ortamında yerel halka şimdi Başbakan’ın dediği gibi “Ne hakkı istiyorsunuz, eşit haklara sahibiz” deyip dururken devlet yanlısı bir korucubaşı muhtar sözümü kesti ve bu kanunu bana öğretti. Cahilliğime mi şaşırayım, kanuna mı şaşırayım, şaşırdım. Kanunun adı dahi gösteriyor ki Türk soylu yabancı olmakla Türk soysuz yabancı (!) olmak arasında fark var. Bunun derinden okunuşu aslında şöyle: Türk soylu Türk olmakla Türk soylu olmayan Türk olmak arasında fark var. Buna göre Türk soylu Türklerin meselâ Bulgaristan’dan ya da Yunanistan’dan gelen kardeşleri Türkiye’de Türk vatandaşı gibi çalışma hakkına sahip oluyor. Nitekim seksenli ve doksanlı yıllarda bu uygulama, kaçan ya da kitleler halinde göç eden “soydaşlar” için yapıldı. Yapılan doğruydu. (Gerçi gelenlerin çoğunun gözü, sonradan, Bulgaristan’ın Avrupa Birliğine girmesinden sonra geriye dikildi, ama neyse). Buna karşılık meselâ Türk soylu olmayan Türklerden bir grup olan Gürcü kökenli vatandaşlarımızın Gürcistan’dan gelen kardeşleri olan Gürcüler bu kanundan yararlanamıyor. Aynen Türk soylu olmayan Türklerin diğer bir grubu olan Kürtlerin 1987-1988 yıllarında Iraktan kaçıp gelen kardeşleri olan Peşmergelerin bir süre “tanrı misafiri” denilip ülkemizde tutulduktan sonra geriye gönderilmeleri gibi. Akla gelecek olan şudur: Ne yani! Ülkemizdeki çingenelerin dışarıdaki kardeşlerine de mi kucak açalım! Evet, elbette evet. Gelmek istiyorlarsa bizim için onurdur, onur olmalıdır, zira misafirperverlik hamiyetin yüksekliğindedir. İmparatorluk bakiyesi olmak kolay değil. Yetmişiki milleti bir arada tutacaksanız size Türklük yetmez. Başka bir mayaya ihtiyacınız var demektir. Gördüğünüz gibi demokratik açılım için yapılacak daha çok iş var. ««« Bir okuyucum yazıyor: Bayram haftasında yolumuz Hatay-Belen’e düştü. Dostlarımızın tavsiyesiyle, meşhur bir millî pehlivanın adını kullanan bir yol üstü lokantasına girip bahçesine oturduk, siparişimizi verdik. Yemeğimizin çoğunu yedikten sonra başka bir masaya içki servisi yapıldığını gördük. Garsona “Burası içkili lokanta mı” diye sorduk ve evet cevabını aldık. Oysa lokantanın girişindeki isim levhasında içkili lokanta olduğunu gösterecek biçimde alkollü içecek reklâmı değil, içkisiz olduğunu gösterecek biçimde alkolsüz içecek reklâmı vardı ve bu görüntü girerken bizi rahatlatmıştı. Görüntünün bizi yanılttığını ise geç anladık. Doğrusu canımız sıkıldı, lokantanın ruhsatına da bakmadık. Ama ruhsatta içkili lokanta olduğu gerçekten yazılı ise ve buna rağmen böyle bir görüntü veriyorlar ise gerçekten önlenmesi gereken bir yanıltmaca var demektir. Ben de soruyorum: İçki satanın bunu gizleyerek yemek satması ve müşteri çekmesi ahlâka uygun mu? Belediyelerin yetkisi yok mu? Helâl gıda sertifikası konusunda sıkı bir çalışma içinde olan hükümetin gerekirse bu konuya da el atması lâzım değil mi? 02.12.2010 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
İman ilmini öğrenmenin âdâbı |
İrfan Bey: “Risâle-i Nur’u okumanın ve dinlemenin âdâbı üzerinde durur musunuz?”
İlim öğrenmek farzdır. Kur’ân birçok âyetinde bize ilmi, öğrenmeyi1, okumayı, düşünmeyi, akıl erdirmeyi, tefekkür etmeyi, öğrendiklerini yaşamayı2, öğrendiklerini öğretmeyi3 teşvik eder, tavsiye eder, emreder. Hiç şüphesiz ilmin başı Allah’ı bilmektir. Peygamber Efendimiz’e (asm) soruldu ki: “Ya Resûlallah! En efdal amel hangisidir?” Resûl-i Ekrem (asm): “Allah’ı bilmektir!” buyurdu. Denildi ki: “Hangi bilgiyi kast ediyorsunuz?” Peygamber Efendimiz (asm): “Allah’ı noksan sıfatlardan münezzeh, kemâl sıfatlarla muttasıf olarak bilmeyi kast ediyorum!” buyurdu. Bu defa soruldu ki: “Biz amelden soruyoruz; siz ilimden cevap veriyorsunuz!” Resûl-i Ekrem Efendimiz (asm): “Allah’ı bilerek yapılan az amel fayda verir. Fakat Allah bilinmeden yapılan çok amel fayda sağlamaz” buyurdu.4 Risâle-i Nur baştan sona iman ilmidir, Allah’ı bilmek ilmidir. İman ilmini öğrenmek için dört ayrı koldan hareket ederiz: Okumak, dinlemek, derslere devam etmek, öğrendiğin ile amel etmek. Şüphesiz okumak üzerinde çok sık durmalıyız. Şahsî okumalar bizi biz yapan temel harçların başında gelir. Bizi yoğurur, bizi oldurur, bizi erdirir. Çünkü muhatap doğrudan nefsimizdir. Doğrudan nefsimizi muhatap alarak, açlıkla ve ihtiyaç duyarak okumak, ihtiyaç hissettiğimiz her an okumak, bütün boş vakitlerimizi okumak lehine zaptetmek, bütün boş işlerimizi okumak lehine bırakmak, okumaya daha çok zaman ayırmak öncelikle atmamız gereken adımlardan. Okumaya vakit namazların ardından başlamalı, bütün benliğimizi satırlar arasında hissetmeli, eritmeli; kendimizi orada bulmalı ve sırf Allah rızası için okumalıyız. Bedîüzzaman’ın beyan ettiği dört ihlâs düsturu gerek şahsî okumalarımız için, gerekse öğrendiklerimizi yaşamamız için çok ehemmiyetlidir. Bu düsturlar hem daire içi ihlâs ve uhuvvetin muhafazası, hem hizmette muvaffakiyet ve verimliliğin artması, hem Allah’ın rızasını tahsil, hem de iman ilminden azamî feyiz ve bereketi almamız için birer altın prensip hüviyetindedir. Bu düsturları kısaca hatırlayalım: 1- Amelimizde tek hedefimiz Allah’ın rızasını kazanmak olmalıdır. Eğer O razı ise, bütün dünya küsse de ehemmiyet verilmemelidir. Ateşe atılmak üzereyken, kendisine yardım etmek için gelen meleğe Hazret-i İbrahim’in (asm), “Eğer Rabb’im razı ise, bu bana yeter! Bana Allah yeter! O ne güzel Vekîl’dir!” beyanındaki ihlâs, sadâkat ve bağlılığı hatırlamamız bu makamda bize yeter. 2- Kur’ân hizmeti esnasında, bu hizmeti yürüten kardeşlerimizi tenkit etmemek, onların üstünde faziletimizi “satarcasına” gıpta damarını tahrik etmemek ihlâs için önemli bir düsturdur. Bunu sağlamak için îmân ilmini öğrenmek üzere gelen herkese kucağımızı açmak, tevâzû noktasında âdetâ bir “toprak kesilmek”, Kur’ân’ın; Ashab-ı Kiramın (ra) ve Müslüman’ların sıfatı olarak saydığı ve övdüğü, “kendi aralarında merhametli”5 veya “mü’minlere karşı alçakgönüllü”6 olma vasfını tam yaşamak veya yaşama gayreti içinde olmak lâzımdır. 3- Bütün kuvvetimizi ihlâsta ve hakta bilmeliyiz. 4- Kardeşlerimizin meziyetlerini ve faziletlerini kendimizde bilmeli ve onların şerefleriyle şükrederek iftihar etmeliyiz.7 Allah’ın izzet ve azametini, tevhid ve celâlini ve sair iman esaslarını öğrendiğimiz Risâle-i Nur dersleri esnasında; mümkün mertebe aklen, fikren, kalben, hissen ve bütün hücrelerimizle derste, sayfalar ve satırlar arasında hazır bulunmalı ve konuya kendimizi vermeliyiz. Öyle ki, ders esnasında bizim yanımızda melekler de hazır bulunmakta ve bütün o yüksek manzarayı, bütün o sözleri, bütün o tesbih, tekbir, tehlil, tahmid, istek, duâ ve istiğfar ifadelerini ve kalbimizin bütün sâfiyetini resmederek Cenâb-ı Hakk’a takdim etmekte, hüsn-ü şehâdette bulunmaktadırlar.
DUÂ Ey Veliyy-i Vekil! Amellerimde rızanı, emellerimde rahmetini, kulluğumda feyzini, duâmda icabetini, işlerimde tevfikini esirgeme! Dinimde sa’yü gayret, himmetimde bereket, hizmetimde sadakat, davamda istikamet nasip eyle! Müslüman’ı Müslüman’a kardeş kıl! Kardeşler arasında tefani sırrını ikame eyle! Kusurlarımızı affet! Âmin!
Dipnotlar: 1- Zümer Sûresi, 39/9. 2- Fâtır Sûresi, 35/28. 3- Bakara Sûresi, 2/283. 4- Gazâlî, İhyâ, 1/23. 5- Fetih Sûresi, 48/29. 6- Mâide Suresi, 5/54. 7- Lem’alar, s. 164-166. 02.12.2010 E-Posta: [email protected] |
Ali Rıza AYDIN |
|
Dara düşmüş gönüllere ümit veren enerji! |
Duâ ânı, ümitlerin harman oluş ânıdır. İnsan, kimden umar, kimden ister hâceti? Elbette ki, bizi bilen, bize merhamet eden; bizim en ince hatırât-ı kalbimizdekinden haberdar olan Rabbimizden başka el açacak kim var ki? Duâ, Rabbimizin kapısına varmaktır. Diğer bir ifade ediş şekliyle duâ, Sevgilinin sinesine yaslanmak… Duâ, bir mü'minin hayatının aşı, ekmeği; tuzu, biberi. Çünkü, duâsız bin hayatın, duâsız bir rahatın, duâsız bir istirahatın tasavvuru ne mümkün! Zaten duâ, insanın insanlığına kıymet kazandıran hâl. Duâ, kulun ümit ışığıdır ve Rabbine bağlılığın en güzel ifadesidir. Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerim’de: “(Resûlüm!) De ki: Kulluk ve yalvarmanız olmasa, Rabbim size ne diye değer versin?” 1 buyurmaktadır. İnsanların dar anında, zor anında, ıztırar lisanıyla yaptıkları duâyı Mevlâ görüyor, duyuyor; elbette ki, haberdar. Bir gün, Kâbe’deki saflarda bir siyâhî zat gördüm. Başı yönelmiş havaya, elleri açılmış semâya… Ellerini çırpa çırpa, sesi ise, avaz avaz yalvarırken Rabbine, göz yaşları sel idi. Öyle samimi bir yakarış, öyle ısrarlı bir yalvarıştı ki hâli, duygulandım orada. Ben de katıldım duaya. Ellerimi açarak: “Ver yâ Rabbi, ver! Şu kulunun matlubuna cevap var!” dedim, destek oldum o anda. O, bunu fark etmedi ama, ben onun yanındaydım, mü'min kardeş olarak. Her duaya cevap veren Rabbimiz, onu duyuyordu o an; onu görüyordu her an. Demek, müşterek bir dil oluyor, zor anlarda duâlar! Bediüzzaman "bir mü'minin diğer bir mü'min kardeşine 'Bizahri’l-gayb', yani gıyaben ona duâ etmesinin” 2 makbul olduğunu söylüyor. Madem öyle, bizler de, birbirimize duâlarımızla yardım edelim; öyle destek verelim. Umulur ki Rabbimiz, belki kabul buyurur. Çok sevdiğim bir kişi, bana gönderdiği mesajında benden duâ istiyor. Bir bakıma, yukarıdaki paragrafa zımnen atf ediyor gibi: “Sevenin sevdiğinden istediği tek şeydir, duâ. “Ayrı bedenleri bir mabette birleştirendir duâ. “Çaresizlerin tek limanıdır duâ. “Kulun Rabbiyle teke tek buluştuğu ândır, duâ. Dualarınıza her daim misafir olmak dileğiyle, hayırlı Cumalar…” diyor, ruhundan gelen sesle. Ben de andım, o Cuma, duâlarım içinde. Dua, zaten, bizatihi ibadetten birisi. Neticesi, Mevlâ’dan… Bütün mevcudatın sesini işiten Rabbim, bizden yüz çevirir mi hiç? Duâ, müminlerin hayatına kıymet katan değerdir; Allah’a (cc) yaklaşmanın, en müstesna bir hâldir. Aksi hâlde: Kıymetimiz nedir ki?..
Dipnot: 1- Furkan Suresi, 77. 2- Said Nursî, Mektubat, 270. 02.12.2010 E-Posta: [email protected] |
M. Latif SALİHOĞLU |
|
Devlet sırları |
Hemen her devletin gizli–saklı ve sadece üst düzey yöneticilerinin bildiği birtakım sırları vardır. Bu sırların açıklanma şekli ve süresi, devletten devlete değişiyor. Meselâ, İngiltere'de daha evvel elli sene olan "gizli bilgileri açıklama" süresi bilâhare otuz yıla indirgendi. İsteyen hemen herkes, belli bir ücret mukabilinde bu bilgileri edinebiliyor. Meselâ, Almanya'da ikamet eden bir dostumuz, İngiliz devlet arşivlerinden Birinci ve hatta İkinci Dünya Savaşı dönemine ait "eski gizli" belgelerin orijinal kopyalarını ücret karşılığında satın aldığını ve bunlara dayanarak bir dosya çalışması yaptığını söyledi. Bu belgelerde, meselâ 1915–18 yılları arasında Suriye–Filistin–Sînâ Cephesinde vuku bulan ve bazı İttihatçı paşaların gafleti ve hatta ihaneti sonucu yaşanan ağır hezimetlere dair öyle bilgiler/belgeler var ki, görüp okuyunca dehşete kapılıyorsunuz. Binlerce Osmanlı askerini kasten tuzağa düşürttüren, onları bölgedeki vahşî İngiliz askerleri ile Suriye'deki kızgın Ermenilerin insafına terk ederek katliâm edilmelerine sebebiyet veren eski İttihatçı paşaların mârifetleri ortaya çıktığında, zaten yalan–dolan üzerine bina edilmiş yakın tarihimizin yeni baştan yazılmasının artık bir zaruret halini aldığına kat'î kanaat getireceksiniz. * * * Türkiye Cumhuriyeti Devletinin gizli sırlarına gelince... Türkiye, dünya devletleri arasında belki de en çok ve en uzun süreli "devlet sırrı"na sahip ülkelerin başında geliyor. Kuruluş tarihi olan 1923'ten bu yana resmî yoldan açıklanmış bir tek "devlet sırrı"nı hatırlamıyorum. (Aradan yaklaşık 90 yıla yakın bir zaman geçmiş.) Devlet sırrı bir yana, kendi imkânlarınızla normal resmî belgelere dahi ulaşamıyorsunuz. Dilekçeli müracaatların bile çoğu ya cevapsız kalıyor, ya da yarım yamalak bir karşılıkla geçiştiriliyor. Bugün değil bir araştırmacı, yahut bir akademisyen, devletin tepesindeki şahıslarn dahi ferdî imkân ve inisiyatifleriyle meselâ bir İstiklâl Mahkemesi belgelerine, hatta Latife Hanımın notlarına ulaşması neredeyse imkânsız.
Nursî'de "devlet sırrı" ihtimali
Bu vesileyle, önemli bir hususu tekraren de olsa nazara vermek istiyoruz. Kat'î bir kanaat ile ifade edelim ki: Bediüzzaman Said Nursî hakkında, devletin gizli bir dosyası olduğu kuvvetle muhtemeldir. Zira, (kaderî cihet ayrı) eğer zahirî cihet öyle olmasaydı; 1) 1923 yılı başlarında devletin başındaki reislerle şiddetli münakaşası olmazdı. (Emirdağ Lâhikası, s. 214) 2) 1925'te patlak veren Şeyh Said Hadisesi bahanesiyle, Erek Dağındaki inzivagâhından alınarak Batı Anadolu'ya nefyedilmezdi. 3) Hiçbir suçu ve sâbıkası olmadığı halde, asayişi ihlâl edecek en ufak bir harekette bulunmadığı, hatta ders ve nasihatlerle yatıştırıcı olduğu halde, otuz beş sene müddetle diyâr diyâr sürülmez, mahkemeden mahkemeye dolaştırılmaz, temel insan hak ve hürriyetlerinden mahrûm edilmezdi. 4) Bediüzzaman'ın serâpa imân, ahlâk, fazilet dersi veren eserleri (Risâle–i Nurlar), yıllarca takibata uğramaz ve her defasında kazandığı beraat kararına rağmen, tutup bin beş yüz defa mahkemelik edilmezdi. 5) Devletin imkânları, yarım asır müddetle Bediüzzaman, eserleri ve talebeleri aleyhinde seferber edilmez, o zâtın on dokuz defa zehirlenmesi cihetine gidilmezdi. 6) Bediüzzaman, tâ vefat ettiği güne kadar, daimî bir takip ve tarassudat ile mecburî ikamete tâbi tutulmazdı. 7) Vefat ettikten sonra, hiç olmazsa mezarında rahat bırakılırdı; bir bahane ile mezarı parçalanmaz ve naaşı bir meçhûle doğru götürülmezdi. 8) Nur Talebelerinin desteğine mazhar olan Demokrat iktidarlar, askerî muhtıra ve darbelerle örselenip alaşağı edilmezdi. 9) Bediüzzaman'ın temsil ettiği dâvânın nâşir–i efkârı olmayı en büyük şeref addeden Yeni Asya, aynı darbe ve muhtıracıların en muhasım hedefi olmaz, en ağır cezalara çarptırılmazdı. 10) Bediüzzaman'ın hatırasını taşıyan Nur Menzillerine saldırıda bulunulmaz, tutup dağ başındaki asırlık hatıra ağaçları (Çam Dağındaki çam ve katran ağacı) havadan indirmeli motorlu testere timi ile kesilmesi cihetine gidilmezdi. Evet, mezarına ve hatta hatıra ağacına bile saygı göstermeyip saldıran bir kuvvetli cereyan var ki, bu cereyanın "derin devlet"ten başka sığınacak bir yerinin olmadığı fikir ve kanaatini uyandırıyor.
2002 yılının karlı bir kış gününde Üstad Bediüzzaman'ın Barla Çam Dağındaki hatıra ağaçlarını motorlu testere ile kesip deviren kuvvet ve zihniyet, o aziz zâta dünyayı zindan eden ve onu mezarında dahi rahat bırakmayan kuvvet ve zihniyetten başkası olamaz. 02.12.2010 E-Posta: [email protected] |
Raşit YÜCEL |
|
Prof. Dr. Süleyman Kurter |
Elimde bir broşür var. 1977 yılında basılmıştı. “İslâm’ın Hayatlanmasında Bediüzzaman Modeli” başlıklı. O yıllarda bu güzel tebliği okumuş ve sevinmiştik. Bu tebliği “Dr. Süleyman Kurter” ve “Dr. Osman Bilge” sunmuşlardı. Broşürün takdim yazısında şunlar yer alıyordu: “Amerika-Kanada Müslüman Cemiyeti (M. S. A) her yıl Mayıs ayının son, Haziran ayının birkaç günü içerisinde dört gün süren kongre yapar. Amerika’da kongreye yaklaşık 2500 öğretim üyesi, ilim adamı, talebe teşekkülleri temsilcileri katılır. Dört gün boyunca kongreye iştirak edenler Asr-ı Sadet’teki kardeşlik ve ulvî hava içinde kaynaşırlar ve İslâmı ilgilendiren ortak meseleler hakkında konuşurlar, teklifler ileri sürerler ve karar alırlar. “1977 yılında yapılan kongrenin ağırlık merkezini dünyadaki yeni İslâmî modeller teşkil ediyordu. Teklifler okundu, modeller tetkik edildi, tartışıldı. Kongreye Türkiye adına katılan iki Türk ilim adamı Sayın Süleyman Kurter ve Osman Bilge; diğer delegeler tarafından sunulan modeller (Mevdudi, Seyyid Kutub, Hasan El Benna ve Malik Bin Nebî Modelleri) yanında ‘Bediüzzaman modelini’ sundu ve ‘Bediüzzaman modeli’ kongre üyeleri tarafında alkışlarla karşılandı. “Bir Pakistanlı profesör, Bediüzzaman modelinin mutlaka üniversitelerde okunması gerektiğini söylerken; diğer bir ilim adamı da Bediüzzaman modelinin son derece orijinal ve cazip olduğunu ifade ediyordu. “Ve model şu başlıklardan oluşuyor: 1- İman zaafını tedavi ve ferdî şuurun inkişafı: 2- İslâmî hizmetin, cemaat tarzında yapılması: 3- Birlik ve beraberlik düsturlarının tesisi. a) Müslüman fertler arasında. b) Müslüman devletler arasında: c) İnanmayanlara karşı diğer inanç sahipleri ile müşterek bir cephe.” Bu çalışma hem ülkemizde, hem de İslâm dünyasında çok müsbet bir tesir bırakmış, bizler de şevklenmiştik. Nejat Eren Beyin Amerika’ya son seyahatindeki hizmet hareketlerini zevkle takip ettik. Dönüşte, Süleyman Kurter Beyin Nejat Bey ile birlikte gelmesi, bazı illerimizdeki dostlarımızla hizmet faaliyetlerini paylaşması, Flaş TV’de “Gerçek Gündem” programında Amerika’daki hizmetleri dile getirmesi ve son temsilciler toplantısına da katılması bana bu 33 yıl önceki muhteşem hizmetleri hatırlattı. Kendilerini gönülden kutluyorum. Yeni Asya’nın kıt’alar ötesindeki çalışmalarını bütün ruhu canımla kutluyor ve bütün dostlarımızı da tebrik ediyorum. Çağımızın bu yüksek mesajı, her ülke ve her kıt’aya ulaşmalıdır. Bunun için akademik kariyer sahibi ve yüksek ideâlli bir çok insanımıza ihtiyaç vardır. Bediüzzaman’ın ”Sesim yetişse bütün Küre-i Arz’a bağırarak derim” diye hasret duyduğu mânâ işte budur. Gençlerimiz, özellikle lisan ve akademik kariyer noktasında kendilerini bu yüksek ideâle hazırlamaları gerekiyor. İşte size örnek, Süleymen Kurter Beydir. Hem akademik kariyere, hem de dâvâsına sahip. Kendilerini bir daha kutluyor ve muhabbelerimi iletiyorum. Diğer kardeşlerimize de selâm ve muhabbelerimi iletiyorum. Yolunuz açık olsun. 02.12.2010 E-Posta: [email protected] |
Ali OKTAY |
|
Dede Efendi |
Kasım ayı özellikle müziğimizin zirve isimlerinin birer birer madde âleminden mânâ âlemine göç ettiği aylardandır. İşte o isimlerden biri de Yahya Kemal'in ''Ölünce ülkede muhteşem bir güneş battı'' dediği Dede Efendi ya da tam adıyla Hammâmizâde İsmâil Dede Efendi'dir. Dede Efendi, 1778 yılının Kurban Bayramı'nın 1. günü Şehzadebaşı'nda doğdu. Bu münasebetle İsmâil adı verildi. Babasının hamam işletmesi dolayısıyla Hammâmizâde adıyla anılmaktadır. Küçük yaşlardan itibaren Yenikapı'daki Mevlevî Dergâhı'na devam etti. 1001 gün yani yaklaşık 3 yıl süren çile'sini tamamlayıp 'Dede' oldu. Çilede iken 'Zülfündedir benim baht-ı siyahım' isimli Bûselik şarkısının ünü saraya kadar ulaşınca Dede Efendi'ye de şöhret yolları açılmış oldu. 3 yaşındaki oğlu Sâlih'in vefatı üzerine,
''Bir gonca femin yaresi vardır ciğerimde Ateş dökülürse yeridir, ah-ı serimde Her lâhza hayali duruyor didelerimde Takdire ne hacet bu da varmış kaderimde"
şeklindeki Beyâti eserini oğluna mersiye olarak besteledi. Sultan 3. Selim, II. Mahmud ve Abdülmecit zamanında sarayda itibar gördü. Son zamanlarında Dede Efendi, karşısında henüz 16 yaşlarında olan Abdülmecit'in Batı müziğine daha çok ilgi duyması ve önceki padişahlar gibi usûlden, makamdan anlamayan bir hükümdarla karşı karşıya olması onu mutsuz ediyordu. Talebelerinden biri olan Dellalzâde'ye birkaç defa 'artık bu işin tadı kalmadı' dedi. Hacca gitmek için Sultan Abdülmecit'ten izin aldı. Çok samimî bir mü'min olan İsmail Dede tavaf sırasında heyecanlandı, ağladı. Yunus Emre'nin haccı terennüm eden şiirini irticâlen Şehnaz'dan Evsat usûlünde besteledi :
Yürük değirmenler gibi dönerler El ele vermişler Hakka giderler Gönül kâbesini tavaf ederler Muhammed'in (a.s.m) kösü çalınır burada Ol sultanın demi sürülür burada.
Bu Dede'nin son eseridir. Bu suretle 48 yıl süren bestekârlık hayatı sona eriyordu. O yıl pek çok kişi gibi Dede'de Hacc'da koleraya yakalandı. Ateşler içinde tavaf etti. Mina'ya geldi. İki talebesinin kollarında son nefesini verdi. Dede Efendi 29 Kasım 1846 yılında 69 yaşında iken vefat ettiğinde tevafuka bakınız ki yine doğum günü olan Kurban Bayramının 1. günü idi. Dede Efendi, Hz. Hatice Efendimizin ayak ucunda medfûndur.
DEDE EFENDİ İÇİN NE DEDİLER:
Alaeddin YAVAŞÇA: ''Dede Efendi nice şarkılarıyla gönüllere taht kurmuş, kabına sığmayan bir deha olduğunu defalarca kanıtlamıştır. Dede birçok yüzyılları tutan ve gelecek yüzyılları da aydınlatacak olan bir Türk Musikisi sembolüdür.''
Nezih UZEL: ''Hakk'ın tertemiz kullarındandı. Ruh dünyamızın mimarları arasına katıldı. Cenâb-ı Hakk'ın bizlere bağışladığı nimetlerin en güzelleri arasında bulunan sesin ustasıydı. Bizi kendi yoluna soktu, yüreğimizi titretti.''
Prof. Dr. Mustafa TAHRALI: ''Dede ayinleri ve ilahileriyle bir yandan dinî duygularımızı en yüksek seviyede ifade etmiş, lâdini denilen eserleriyle musikî sanatımızı en yüksek seviyede dile getirmiş ve köçekçeleri ve benzeri eserleriyle de eğlence musikimizin en güzel örneklerini vermiştir.''
Prof. Dr. Selahaddin İÇLİ: ''Dede Efendi geçmişten değerleri özümsemiş, çağının değerlerini yakalamış ve ileriye kancalarını atmış bir bestekârdır, dahidir.''
Tuğrul İNANÇER: ''Ne anlatılsa; o deryadan bir damla, harmandan bir dane, Dede güneşinden bir zerre olur ancak... O musikimizin evliyası....'' 02.12.2010 E-Posta: alioktay@alioktay. net |
Faruk ÇAKIR |
|
Mazlûmların ‘âh’ı mı tuttu? |
Bütün dünya, İsviçre’deki ‘gizli bir merkez’den yayın yapan “WikiLeaks” internet sitesinde yayınlanan ‘belge’leri konuşuyor. ABD’li diplomatların ‘merkez’e gönderdikleri ‘gizli’ rapor ve bilgi notlarını artık herkes biliyor. Belgelerde Türkiye’yi de ilgilendiren iddiâlar var. Bu bakımdan belgelerin yayınlanması iç politika açısından da yeni tartışmaları alevlendirdi. Peki, nasıl oldu da dünyanın jandarması ABD, bu bilgilerin pazara çıkmasına mani olamadı? Uzmanların ifadesine göre ABD, 11 Eylül 2001 ‘İkiz Kule’ saldırılarının ardından çeşitli istihbarat belgelerini rahat paylaşılması ve farklı birimlerin birbirinden haberdar olması için 3 milyon kişinin ulaşabileceği bir platformda tutmaya başladı. Irak’ta görev yapan istihbarat eri Bradley Manning de belgeleri bu sayede gördü ve kopyalayarak Julian Assange’ye (Wikileaks internet sitesinin kurucusu) verdi. Julian Assange siteye yapılan hacker saldırısına rağmen belgeleri yayınlamayı başardı. (Milliyet, 30 Kasım 2010) Tabiî ki yayınlanan belgeler, yayınlanmayı bekleyen belgelerin ancak binde biri. Sözkonusu yayınlanmayı bekleyen belge sayısı 250 bin. Belgelerde hemen her ülkeyi ilgilendiren bilgilerin olduğu ifade ediliyor. Yayınlanan belgelerde Türkiye’yi ilgilendiren konular ise, aslında sürpriz değil. Birebir aynı olmamakla birlikte, benzer ifade ve iddialar daha önce de gündeme gelmişti. Belgelerin açıklanmasıyla birlikte ortalık toz-duman oldu. Bakalım önümüzdeki günlerde yayınlanacak yeni belgeler nasıl karşılanacak? Şu da var ki, bu belgeler kamuoyu nezdinde kabul edilen kanaatleri de bir yönüyle pekiştirmiş oldu. Diplomatların ve devlet idarecilerinin birbirlerine karşı hoş sözler sarfederken, asıl niyetlerini gizledikleri ortaya çıkmış oldu. Bu yönüyle de, açıklanan belgeler Türkiye kamuoyu açısından temelde tanıdık geldi. Netice itibarıyla belgelerin yayınlanması ABD’yi sıkıntıya sokmuş görünüyor. Bizim için ‘normal’ görülen belgeler ya da ifşaatlar, ABD kamuoyu açısından sarsıcı olabilir. Bu belgeler böyle bir netice doğuracaksa, Iraklı ya da Afganistanlı mazlûmların âhının tuttuğu söylenebilir. ABD, en kuvvetli göründüğü bir zamanda kendi içinden hem de belgeli olarak vurulmuş durumda. “Tarihin yeniden yazılacağı” sözleri çok iddialı olabilir, ama hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını söylemek mümkün. Diplomatların bundan sonra konuşurken ve rapor yazarken, raporlarının ve sözlerinin gizli kalmayacağını düşünerek hareket etmek isteyeceği söylenebilir. Açıklanan ilk belgelerde İsrail’le ilgili fazla bir bilgi olmaması, belgeler yayınlanırken ‘gizli bir sansür’ün uygulandığı ihtimâlini de akla getiriyor. Bu belgelerden sonra ülkelerin birbirine iyi gözle bakması da zor olacak. Güven bunalımına sebep olan bu belgelerin açtığı yara, her halde kısa sürede kapanmaz. Meselâ, S. Arabistan’ın ABD’ye “İran’ı vur!” dediği iddiâ ediliyor ki bu iddialar İslâm ülkeleri arasında kurulmak istenen kardeşlik bağlarını temelden sarsacak şeyler. Artık savaşlar silâhlarla değil, ‘belge’lerle yapılmaya başlandı. En iyisi, “En büyük hile, hilesizliktir” prensibiyle hareket etmek. Önümüzdeki yıllar, hilesizliği en büyük hile olarak gören ülkelerin kazançlı çıktığına şahitlik edecek... 02.12.2010 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
“Amerikan belgeleri”yle ABD’nin PKK’ya desteği... (1) |
Dünyayı sarsan “Wikileaks depremi”ndeki “gizli belgeler”de de ifşa edilen vahâmetlerde biri, ABD’nin PKK terör örgütünü desteklediği bir defa daha belgelenmekte. Gerçek şu ki her ne kadar aksi savunulsa da Amerikalı diplomatların şifreli kriptolarla gönderdikleri resmî ve imzalı yazışmaları, gizli Amerikan politikaları ajandasını yansıtmakta. “Gizli belgeler” gölgesinde Dışişleri Bakanı Davutoğlu’ya görüşen Amerikan Dışişleri Bakanı Clinton’un, yalnız gizli belgelerin dışarıya sızmasını eleştirmekle kalıp “ABD’nin oynadığı küresel rol” çerçevesinde iddiaları reddetmemesi, bunun ikrarı. Ve ABD’nin bizzat Bush ve Obama’nın ağzından “stratejik müttefik” ve “model ortak” ilân ettiği Türkiye ile “terörle mücadele” kapsamında “ortak düşman” ilân ettiği PKK terör örgütüne verdiği desteğin deşifresi, vahâmeti ortaya koymakta… Hatırlanacağı üzere uzun süre “stratejik müttefik” ABD’nin PKK’yı “terör örgütü” olarak tanıması ve ortak mücadeleye katılmasını bekleyen Türkiye, nihâyetinde Erdoğan’ın 5 Kasım 2007’de Bush’la Beyaz Saray’da başbaşa yaptığı görüşmede, bu “taahhüdü” aldı. Amerikan yönetimi, bizzat Bush’un ağzından PKK’yı “terör örgütü” ve “ortak düşman” ilân etti. Ankara “ortak mücadele” amacıyla Washington ve Bağdat’la “üçlü mekanizma” kurdu. Buna göre, bölgeyi termal kameralarla tarayan Amerikan casus uçaklarından ve uydularından elde ettiği bilgileri “anlık istihbarat paylaşımı” anlaşmasıyla Türkiye’ye verecekti. Kuzey Irak’ta ve sınırda tesbit edilip Florida’daki komutanlığa gönderilen terörist sızma hareketleri görüntüleri, anında koordinatlarıyla, eylem ve boylamlarıyla derhal Ankara’ya Genelkurmay karargâhına iletecekti. Keza Kuzey Irak Yerel Yönetimi de kontrolündeki bölgede terörün lojistik desteğini kesecek, tasfiyesine zemin hazırlayacaktı…
“TERÖRLE MÜCADELE” SÖZÜNÜ TUTMADI… Ne var ki “anlık istihbarat paylaşımı”ndan sonra terör daha da azdı. Yüzlerce terörist gruplar halinde sınırdaki ve hatta onlarca kilometre içerideki karakolları bastılar, bölgenin dışındaki askerî üslere ve birliklere saldırılarda bulundular. Şehidlerin sayısı 100’leri aştı. Yine Ankara, 248 terörist elebaşının eşkalleriyle ve fotoğraflarıyla yer aldığı listeyi Washington, Bağdat ve Erbil’e resmen iletip terörist elebaşlarının teslimini talep etti. Birinci Körfez Savaşından bu yana Çekiç-Keşif Güç korumasında çeyrek asırdır bölgeyi denetiminde tutan ve son yedi yıldır işgalinde bulunduran ABD, göstermelik üç terörist başının Amerika’daki mal varlığını bloke etmenin dışında, Kuzey Irak’taki ve Avrupa’daki terörist başlarından bir tekinin dahi teslimini sağlamadı. Yüzlerce terörist elebaşısı bölgedeki şehirlerde ve köylerde serbestçe dolaşıyor, Dahası, Kuzey Irak Bölgesel Yönetimi, aynen Amerikan yönetimi gibi güven vermeyen bir politikayla, “Hiçbir PKK yöneticisi topraklarımızda yok, hepsi Türkiye’de” tavrını sergiledi. “Kürt bölgesinde PKK’ya operasyon yapmak için ABD, Irak ve Türkiye arasında anlaşma yapılmadığı”nı iddia etti. İsrail başbakanlarından daha fazla -18 kez- ABD’ye giden Başbakan Erdoğan, PKK’nın “taşeron örgüt” olduğunu tekrarlayıp, “uluslar arası bağlantıları”nı nazara verdi. Dışişleri Bakanı, “üçlü mekanizma”nın amacına dikkat çekerek “PKK’nın lojistik desteğinin kesilmesi”nin önemini vurguladı. Davutoğlu’nun “PKK yasadışı yollarla uluslar arası destek alıyor. Müttefiklerimiz Kuzey Irak’ta terör örgütüne finansal destek veriyor. Müttefiklerimizden teröre karşı tavır ve dayanışma bekliyoruz” sitemi ve şikâyetinden de bir sonuç çıkmadı. Bu arada ABD’nin “nükleer enerji” bahanesiyle hedef yaptığı İran’ı istikrarsızlaştırıp karışıklığa itme maksadıyla bu ülkeye yönelik terörü yapan PKK’nın İran kolu PEJAK’a her türlü silâh ve lojistik desteği verdiği uluslar arası arenada açığa çıktı.
“ABD İLE AÇIK VE İLKESEL DIŞ POLİTİKA”! Kısacası ABD, kontrolündeki Kuzey Irak’taki ve Kandil Dağlarındaki terörü tasfiye sözünü yerine getirmedi. Üstelik, kaos ve kargaşaya sürüklediği Irak’ta etnik ve mezhebî ayırım kotası kontenjanıyla fitne tohumlarını ekti. Anayasayı bu “fitne kotası” üzerine hazırladı. Hükûmetlerin bu kota üzerine kurulmasını zorladı… Gelinen süreçte, Irak’ta PKK bayrağı çekilen terör örgütü büroları kapatılmış değil. Bunun yanı sıra terör örgütünün finans kaynaklarına dokunulmuyor, üstelik lojistik ve finansal destekte bulunuluyor; nüfuz ticaretine, uyuşturucu ve silâh kaçakçılığına resmen göz yumuluyor… Özetle PKK bağlantısı son “skandal belgeler”le sırıtan ABD, belli ki sözkonusu silâhları terör örgütüne vermiş. “Wikileaks belgeleri”nde özellikle ABD’nin Irak’ı işgalinden sonra PKK’nın tamamen CIA ve MOSSAD’ın güdümüne girdiği ifşaatıyla ortaya dökülüyor. Ne var ki AKP hükûmeti bunun hesâbını soracak yerde, hâlâ kamuoyunu oyalama ve ötelemeyle örtbasa uğraşıyor. Başbakan, hâlâ “Hele Wikileaks eteklerindeki taşları bir döksün” diye fevkalâde ciddî iddiaları savsaklayıp öteliyor, bir tek “İsviçre bankalarında sekiz hesabı olduğu” iddiasını yalanlamakla kalıyor. Dişişleri Bakanı, bunca ifşaattan sonra hâlâ tecâhül-ü ârif yapıp, “ABD’yle açık, ilkesel, küresel ve bölgesel barışı hedefleyen dış politika izliyoruz” diye geçiştiriyor… Ne biçim “açık ve ilkesel bir politika” ise… 02.12.2010 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Gizlilik ve açıklık |
Bazı devletler gerek iç işleyişleriyle, gerekse dış ilişkileriyle ilgili resmî belgeler için belli sürelerle koydukları “gizlilik” kayıtlarını, o süreler dolduktan sonra tedrîcen kaldırıyor ve arşivlerinin o kısımlarını açıyorlar. Geçen iki yüzyılda dünya politikasının en etkili gücü olan İngiltere bunların başında geliyor. Gizlilik kayıtları kalkıyor, çünkü ilgili oldukları olaylar ve süreçler çoktan tamamlanmış, sonuçlarını vermiş ve tarihe mal olmuş. Açıklanmaları, sadece tarihin karanlık sayfalarını aydınlatıp, geleceğe ışık tutma anlamında önemli. (Tabiî, bunların gizli olmaktan çıkarılması, uzun bir sürecin yalnızca ilk adımı. Sonrasında içeriklerine ilgi duyan akademisyen ve araştırmacıların arşivlere girip söz konusu belgeleri detaylı şekilde inceleyerek makale ve kitap konusu yapmaları, bunların yayınlanması ve kitle iletişim araçlarıyla kamuoyuna mal edilmesi gerekiyor ve daha ziyade güncele odaklanan medyanın dikkatini bunlara çekebilmek açısından, içeriklerini sıcak gündemle de irtibatlandıran orijinal sunum ve “pazarlama”lara ihtiyaç var.) Belgelerdeki gizliliğin devlet kararıyla kaldırılmasında, bilinçli bir programın, önceden belirlenen takvime göre uygulanması söz konusu. WikiLeaks sitesine ulaştırılan belgelerde ise, —görünüşe bakılırsa—ilgili devletin irade ve inisiyatifi dışında başka aktörler devreye giriyor. Sızdırma, inceleme, denetleme, ayıklama, sansürleme, yayın süreçleri, birbirine bağlı halkalardan oluşan bir zincir halinde, topyekûn bir organizasyonun parçaları olarak gerçekleşiyor. Ve bu durum, birşeyler üzerindeki gizlilik perdesini kaldırma görüntüsü altında, başka birşeyleri örtme gibi bir senaryonun uygulandığı yolunda hayli kuvvetli şüpheler uyandırıyor. Bu gelişme, “diplomaside mahremiyete son” gibisinden değerlendirmelere de konu oluyor. Belki işin bir ciheti itibarıyla öyle. Ama zihinlerde kuşku oluşturan diğer taraflarının da sansürlenmeyip açıklığa kavuşturulması şartıyla. Bu açıdan, dünya politikasında ana statükoyu oluşturan, dengeleri yeniden tanzim eden, sınırları çizen, devletleri tanıyıp onlara bağımsız birer hükmî şahsiyet muamelesi yapan uluslararası anlaşmaların, bütün arkaplanlarıyla birlikte hâlâ aydınlatılmayı bekledikleri de bir vâkıa. Bilhassa Birinci Dünya Savaşından sonra Osmanlı coğrafyasını galipler arasında taksim etmek için yapılıp da tam olarak netice vermeyen ve Lozan’la revize edilen Sevr ve Mondros Anlaşmaları ile, İkinci Dünya Savaşını takiben akdedilen Yalta Anlaşmaları bunun tipik örnekleri. 1989’da SSCB’nin dağılıp demir perdenin yıkılmasından sonra, eski Sovyet cumhuriyetlerinin bağımsız devletlere dönüştüğü süreçler de. Şimdilerde ise, temelinde enerji havzalarındaki aslan payını alma hedefi üzerinde cereyan eden nüfuz ve rekabet yarışı kıyasıya sürüyor. Bu yarışların kimi zaman işgal, kimi zaman renkli devrimler, kimi zaman da kısa süreli çatışmalar şeklinde yaşandığı yerler Irak ekseninde Ortadoğu; Afganistan ve Kırgızistan’a yansıyan boyutlarıyla Orta Asya; Gürcistan, Ermenistan, Azerbaycan, Ukrayna ve Çeçenistan örneklerinde görülen gelişmelerle de Kafkasya. Ve başlı başına adresler olarak İran ve İsrail. WikiLeaks üzerinden gündeme taşınan belgeler, illâ ki bir şekilde bu çatışmalarla irtibatlı. Kapsama alanlarındaki ülkelerin yöneticileri, kurumları, bunların birbirleriyle ilişkileri, muhtemel kriz ve gerilim alanları, etkili konumdaki kişilerin şahsî zaaf ve handikapları, haklarındaki farklı iddialar... bağlamında en sıradan gibi görünen detaylar dahi, “büyük resim” içinde işlev görmesi öngörülen kayıtlar olarak yer almakta. Ve bunları kayda geçiren yazışmaların bütünü, resmî devlet politikalarının oluşturulmasında doğrudan veya dolaylı olarak etkili olmakta. Nüfuz savaşlarında diplomatlar dün olduğu gibi bugün de kilit rol oynamaya devam ediyor. 02.12.2010 E-Posta: [email protected] |