28 Temmuz 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Kazım GÜLEÇYÜZ

“OYAK’a kıyak”


A+ | A-

27 Mayıs ürünü kurumlardan biri olarak yarım asırdır varlığını sürdüren ve farklı sektörlerdeki faaliyetleriyle devâsâ bir holding haline gelen OYAK bu konuma, 50 yıldır TSK personelinin maaşlarından düzenli olarak kesilen aidatlarla beslenerek ve ayrıca kuruluş kanunu ile bahşedilen imtiyazlarla erişti.

Vergi imtiyazları başta olmak üzere holdingin sahip olduğu bu ayrıcalıklar ve ayrıca iç işleyişindeki haksız uygulamalar zaman zaman tartışılır.

Söz konusu imtiyazlarla holdingin eriştiği büyüklük o hale geldi ki, İstanbul sermayesinin önde gelenleri dahi bu durumun meydana getirdiği haksız rekabete karşı itirazlarını kayda geçirdiler.

Maaşlarından her ay OYAK aidatı kesilen astsubayların kurum yönetiminde temsil hakkından mahrum edilmesi ise iç işleyişteki sorunlardan.

OYAK’ın dış ilişki ve ortaklıkları da tartışmalı.

Meselâ Erdemir’in özelleştirme sürecinde OYAKa satılmasını “Oh, dışarı gitmedi, millî bir kuruma devredildi” diye alkışlayanlar, kısa bir süre sonra hisselerin önemli kısmının dünya çelik devi Arcelor’a devredilmesinin şokunu yaşadılar.

OYAK’ın Renault ve Axa gibi Fransız firmalarıyla olan ortaklıkları da, özellikle Ermeni soykırımı gibi konularda yaşananlar gerginlikler sebebiyle Fransa’ya tepkilerin tırmandığı dönemlerde sürekli tartışma konusu oldu, ama sonuç değişmedi.

Yani OYAK bildiğini okumaya devam etti.

OYAKBank’ı da bir Hollanda grubuna sattı.

Holding son olarak, kendisine ait bir çimento şirketinin bir kamu ihalesine girmek istemesi, ama bunun yargı kararıyla engellenmesi sonrası Mecliste “Bizi kamu ihale mevzuatının dışına çıkarın” talebiyle yaptığı kulislerle gündeme geldi.

Ve 21.7.2010 tarihli Sabah ve Zaman gazetelerinin haberlerine göre, AKP kurmaylarını ikna etti.

Haberlerde, bu kulis sürecinde bizzat Genelkurmay Başkanının araya girip Millî Savunma Bakanını aracı olarak devreye soktuğu belirtildi.

Hattâ Sabah, AKP’lilerin “OYAK’la iştirakleri ayrı değerlendirilmeli. Bu şirketlere kamudan kaynak aktarılmıyor, bütün vergilerini ödüyorlar, imtiyazlı değiller, taleplerinde haklılar. İhalelerde kamu kurumlarıyla aynı statüde değerlendirilmeleri yanlış. Bunu düzelteceğiz” dediklerini yazdı.

“Düzeltme,” Mecliste görüşülen “torba kanunu tasarısı”na eklenecek bir maddeyle yapılacaktı.

Bu haberlerden hareketle Yeni Asya 22 Temmuz’da “OYAK’a AKP kıyağı” diye manşet attı.

Ve o gün hava değişti. OYAK’a “Haklısınız, düzelteceğiz” sözü verdiği belirtilen isimlerden AKP Genel Başkan Yardımcısı Nurettin Canikli, böyle birşeyin söz konusu olmadığını ifade etti.

Canikli, kamu ihalelerine girme müsaadesinin, ancak OYAK’a kanunla verilen ayrıcalıkların kaldırılması halinde gündeme gelebileceğini söyledi.

Ama Genelkurmay ve OYAK, bu şartı reddetti.

Böylece, Meclisin tatil öncesinde çıkardığı son kanun olan torba kanununa, kaşla göz arasında, el çabukluğu marifet yöntemiyle bir madde ekleyerek, OYAK’ın mevcut ayrıcalıklarına bir yenisini ilâve etme planı son anda suya düşmüş oldu.

Son durum: OYAK’a son dakika kıyağı direkten döndü, ama eski ayrıcalıklar aynen sürüyor.

Canikli, holdinge tanınan ve yarım asırdır devam eden vergi ayrıcalıklarının kaldırılması için “Son derece önemli bir adım olur” diyor, ama “Henüz bu konuda olgunlaşmış bir kararımız yok” diye ilâve ediyor. Yani, OYAK saltanatına dokunulması belirsiz bir tarihe ertelenmiş oluyor.

Bu durumda, OYAK’a son dakikada yeni bir imtiyaz daha bahşedilmesi planı suya düştüğü için memnun mu olmalıyız, yoksa mevcut ayrıcalıklar aynen devam edeceği için üzülmeli miyiz?

Peki, AB’nin de dikkatini çeken ve birliğin Türkiye raporlarında eleştirilen bu darbe ürünü, tuhaf ve de imtiyazlı kuruma dokunulup neşter atılması için daha ne zamana kadar bekleyeceğiz?

Sivil irade, haksız rekabet oluşturup askere ekonomide de etkin olma fırsatı veren bu imtiyazlı konumu bitirme olgunluğuna ne zaman erişecek?

28.07.2010

E-Posta: [email protected]



Vehbi HORASANLI

Ergenekon: Buzdağının görünen kısmı


A+ | A-

Balyoz darbe planı ile ilgili olarak yüzün üstünde muvazzaf ve emekli subay hakkında tutuklama emri çıktı. Ne yazık ki bunların neredeyse yarısı Bahriyeli, yani Deniz Kuvvetleri mensubu.Tutuklama listesine bakınca içim ürperdi, zira bunlardan en az 20 kişiyle beraber görev yapmıştım. Bazı subayları görmek benim için büyük bir sürpriz oldu. Onların böylesine iğrenç bir çete suçlaması ile karşılaşacakları aklımın ucundan bile geçmezdi. Görebildiğim kadarıyla dine ve dindarlara karşı olumsuz bir yanları da yoktu. Hatta ailesi çok dindar olan kişileri biliyorum. Fakat maalesef mevki ve makam hırsı insanı canavar bir mahlûk haline getirebiliyor. İşte bunun en büyük delili, bu tutuklamalar listesi.

Şu an İzmit’te müze olarak bulunan ve unutamadığım bir çok olayın gerçekleştiği gemide, yaklaşık olarak yedi yıl hizmet ettim. Bahriyede bir subayın bir gemide bu kadar kalması pek nadirdir. Hatta üç defa görev değişikliğim oldu, fakat başka gemiye değil de hep aynı gemiye tayin olmuştum.

Şimdi bunun sebebini gayet iyi anlamaya başladım. Zira beni denge unsuru olarak görüyorlardı. Teğmenliğimin ilk yılında soruşturma geçirmiştim. Bahriyeli öğrencilere namaz kılmaları ve Said Nursî’nin kitaplarını okumalarını tavsiye ettiğim için suçlanmıştım. Bu konudaki detaylı bilgileri “Bahriyede 15 Yıl” isimli kitabımdan takip edebilirsiniz. Benim “radikal bir dindar” olarak soruşturmalara uğramam ve buna mukabil pervasızca hareket etmem birçok insanın gözünü korkutmuştu. Daha gemiye tayin olmadan namım yürümüş özellikle aşırı solculuktan şüpheli ve sakıncalı olanlar bana karşı çok dikkatli davranıyor olmuştu.

Benim de görev yaptığım savaş gemisi ne hikmetse sakıncalı subaylarla doluydu. Bunu gemide çok fazla kişi bilmiyordu, fakat ek görev olarak yaptığım personel subaylığı dolayısıyla bunlardan haberdardım.

İşin ilginç tarafı şimdilerde Ergenekon ve Balyoz çetesi suçlamaları ile gündeme gelen kurmay albaylardan iki tanesi benim yardımcı subaylığımı yapıyordu.

Silâh elektronik subayı iken ilk yardımcı subayım efendi birisiydi. Onunla kısa bir dönem görev yaptık, fakat daha sonra yerine gelen subay pek sağlam ayağa benzemiyordu. Subaydan çok çete mensubu üyesine benziyordu.

Benim namazlarımı açıktan kılmam ve düşüncelerimi kimseden çekinmeden söylemem belli ki bazılarının gözünü korkutmuş. Zira görevim boyunca dinî konularda en küçük bir edepsizlik yapıldığını görmedim. Bilâkis benim yanımda gayet saygılı ve demokrat davranırlardı.

Bir defasında şimdi amiral olan silâh subayı, bu durumdan rahatsız olmuş, bana bir kumpas kurmuştu. Gemide oynatılması yasak olan iğrenç bir filmi oynatırlarken beni de kâğıt oynamaya dâvet etti. Ben de keyfimi bozmadan ve filme karşı sırtımı dönmüş olarak oyun oynuyordum. Filmi seyredenlere hakarete yakın sözler sarf ettim. Yaşı benden büyük olan subayların bir kısmı yapmış oldukları terbiyesizlikten dolayı utandı, hatta kendileri de bizzat itiraf ederek böylesine iğrenç filmlerin gemide oynatılmasına karşı olduklarını söylediler.

Benim için yürütülen kumpas tam tersi bir etki yapmış gemideki her türlü iğrenç filmlerin ortadan kaldırılması için çalışmalar başlamıştı. Nöbetçi subayları dinlenme salonlarına olmadık zamanlarda baskın yapıyor ne kadar kaset varsa toplayıp imha ediyorlardı.

Her ne ise, şimdi daha iyi anlıyorum ki, gemimizde sayısı bir hayli fazla olan Marksist orijinli cuntacı subaya karşı bir denge unsuru olsun diye başka gemilere tayinimi çıkarmıyorlardı. Bunların çoğu, daha sonra komünizmin çökmesi neticesinde bu çete faaliyetlerini bırakmak zorunda kaldı.

Bir kısmı iyi bir subay olurken çetecilikten hoşlananlar ise, işte bu “Ergenekon” darbecilerinin safına katıldı. Kimseyi bizzat takip etmediğim için sonra ne yaptığını ve ne hallere girdiğini tam olarak bilmiyorum. Zaten 1997 yılında Şûrâ kararı ile ordudan ayrılmak zorunda kaldım. Aradan geçen bunca zamanda neler olup bittiğini okuyucularım gibi işte bu mahkeme safahatından ancak öğrenebiliyorum.

Lâkin, hâlihazırda gün yüzüne çıkanların buzdağının görünen yüzü olduğunu düşünüyorum. Zira öğrencileri ve subayları yönlendiren cuntacıların elebaşları olan kişilerin isimlerine hâlâ rastlayabilmiş değilim. Buna mukabil ne kadar saygılı veya iyi olarak bildiğim subaylar varsa, sanık olarak mahkemeye gidiyor. Burada bir “Çapanoğlu” var, bakalım adalet sistemimiz ve hükümet bunu çözebilecek mi?

Rabbimden bu cefakâr milletimize merhamet etmesini ve darbeler yaparak ülkemizi yıllarca geri götüren çetecileri, hem bu dünyada hem de öte dünyada zelil ve perişan etmesini diliyorum.

28.07.2010

E-Posta: [email protected]



Süleyman KÖSMENE

Cehennemde rahmet tecellisi


A+ | A-

C. A. Rumuzlu okuyucumuz: “Mesnevî-i Nûriye’nin 125. sayfasında geçen, ‘Ve kezâ ‘musîbet taammüm ettiğinde elem hafif olur. Ben de emsâlim gibiyim’ diye yine yük altından kaçar. Fakat musîbet âmm olduğunda elemi muzaaf olur’ diye başlayan paragrafta taammüm ile âmm arasında fark var mıdır? Eğer ikisi de ‘umumî’ ve ‘genel’ anlamları taşıyorsa bir tezat var gibi görünüyor. Açıklar mısınız?”

Musîbetin taammüm etmesi, musîbetin herkese bir gelmesi, herkesi kucağına alması, herkesi bir taciz etmesi, herkese bir sıkıntı vermesi, yani genelleşmesi demektir. Fakat böyle genele gelen musîbette, “Ben de emsalim gibiyim” diyen ve yük altından kaçmak isteyen adam sadece kendisini kandırmaktadır. Birinci cümle yük altından kaçmak isteyen adamın vehmini ve yanılgısını anlatmakta, ikinci cümle ise bu yanılgıya karşı hakîkatin soğuk yüzü ile sıcak temas kurmaktadır. Yani musîbetin yalnızca kendisiyle sınırlı kalmayıp genele geldiğini görmekle tesellî bulmak isteyen adam, genele gelen musîbetteki katmerleşen acıyı başlangıçta nazara almamakta ve yanılmaktadır.

Gerçekte ise umûma gelen musîbetler, kişisel musîbetlerden daha acı olmakta, acısı ve elemi katmerlenmiş bulunmaktadır. İkinci cümle bu hakîkati ifâde etmektedir. Demek birinci cümlede ehl-i gafletin yanılgısı nazara verilmekte, ikinci cümlede ise bu yanılgıya karşılık hakîkatin gerçek yüzü gösterilmektedir.

Musîbetin umûma gelmesinin acıyı katmerleştirdiğini açıklarken, “çünkü” diyor Üstad Bedîüzzaman, “kendisi gibi akrabâsı, ahbâbı da o musîbete dâhildir. Çünkü, insanın rûhu, ebnâ-i cinsiyle alâkadardır; ne kadar umûmî olursa, o kadar da elemi fazla olur.” 1

Musîbet yalnız kendisi ile sınırlı kalsaydı, acısı da kendisiyle sınırlı olacaktı. Fakat sevdiklerini de alacak şekilde umûma gelen musîbet, her sevdiği ile birlikte bir kat daha artmış olarak acı ve elem vermektedir.

Musîbetin en büyüğü ve en dehşetlisi şüphesiz “sırf yokluk” musîbetidir. Üstad Bedîüzzaman Hazretleri Cehennem inancının inkârcı için bile aslında rahmet kapısını araladığını, çünkü neticede Cehennem de olsa bunun bir “varlık” olduğunu ve “yokluktan kurtuluş” demek olduğunu, bunun ise inançsıza bile bir nevî bir merhamet hükmünde bulunduğunu kaydeder. Bedîüzzaman’a göre, Cehennem fikri îmândan gelen lezzetleri korkusuyla kaçırmıyor. Çünkü Allah’ın rahmeti hadsizdir, sonsuzdur, her şeyi ve Cehennemi bile kuşatmıştır. Rahmet, korkan adama demektedir ki: “Bana gel! Tövbe kapısıyla gir!”

Tövbe kapısından Allah’ın rahmetine giren ve sığınan bir günahkârın, Cehennemin varlığından korkmayacağını, bilakis Cennetin lezzetlerini tam hissedeceğini kaydeden Bedîüzzaman Hazretleri, hakkına ve hukûkuna tecâvüz edilen hadsiz mahlûkâtın intikamlarının da ancak Cehennemle alınacağını, böylece Cehennemin varlığının sayısız derecede hakkı gasp edilmiş mazluma lezzet ve keyif vereceğini bildirir.

Bedîüzzaman Saîd Nursî’ye göre; eğer sen dalâlette boğulup çıkamıyorsan, yine Cehennemin varlığı bin derece—senin vehminin düşündüğü ve korktuğu—“sırf yokluktan” daha hayırlıdır. Hatta, Cehennemin varlığı bu sebeple kâfirlere, inkârcılara, inançsızlara ve her şeyin yok olacağını düşünüp korkudan ve dehşetten gözleri kararanlara da bir nev’î merhamettir. Çünkü kim olursa olsun; insan, hatta yavrulu hayvan dahî, akrabasının, yakınlarının, sevdiklerinin, evlâdının, çocuklarının, dostlarının ve arkadaşlarının lezzetleriyle lezzetlenir, saadetleriyle mesut olur, mutluluklarıyla mutlu olur, sevinçleriyle sevinir. Iztıraba ve musîbete düşen insan, çok sevdiği yakınlarının bari kurtulmasını ne kadar arzû eder! Eğer yakınlarının da aynı musîbetin pençesinde kıvrandığını öğrense, yıkımı ve acısı yakınları sayısınca katlanacaktır. Fakat onların kurtulduğunu öğrendiğinde azabı, ıztırabı ve acısı hafifleyecektir.

Şu halde ey mülhid, ey inançsız, ey inkârcı ve ey ateist! İnançsızlığın ve bâtıl düşüncelerin sebebiyle sen ya mutlak ve ebedî yokluğa düşeceksin-–zaten sana dehşet veren korku da bu idi—, ya da Cehenneme gireceksin! Başka ihtimal yoktur! Dipsiz bir yokluk karanlığı olduğundan mutlak şer olan yokluk ise, senin bütün sevdiklerinin, saadetleriyle memnun ve mesut olduğun tüm akraba ve yakınlarının seninle birlikte yok olup gitmesi demektir. Ki bu, binler derece Cehennemden ziyade senin ruhunu, kalbini ve insanlık mahiyetini yakıp, yandıracaktır.

Çünkü Cehennem olmazsa Cennet de olmaz! Her şey senin küfrünün nazarında mutlak yokluğa mahkûm olacaktır. Oysa eğer sen-–yine de inanmadığın, fakat bir İlâhî merhamet gereği hazır bulundurulan—Cehenneme girsen, yani “varlık” çerçevesinde kalsan, senin sevdiklerin, yakınların, dostların ve akrabaların ya Cennette mesut olacaklar, ya da varlık dairelerinin birinde bir cihette merhamete mazhar olacaklardır. Her iki ihtimal de senin için, onların yok olup gitmesi acısından çok daha, çok daha ve çok daha memnuniyet verici olacaktır, yani merhametli olacaktır.

Demek hiç çaresi yok, ey mülhid, senin, Cehennemin var olmasına taraftar olman gerekiyor! Çünkü Cehennem aleyhinde bulunmak mutlak yokluğa taraftar olmak demektir. Bu da seninle birlikte hadsiz dostlarının ve sevdiklerinin de yok olmasına taraftarlık demektir.

Nitekim Cehennem, “sırf yokluk” demek değildir. Cehennem, mutlak hayır olan varlık dairesinin Hâkim-i Zülcelâlinin hakîmâne ve âdilâne bir hapishane vazifesini gören dehşetli ve celâlli bir mevcut ülkesidir.

Dipnotlar:

1- Mesnevî-i Nûriye, s. 125, 126, 2- Asâ-yı Mûsâ, s. 43

28.07.2010

E-Posta: [email protected]



Ali FERŞADOĞLU

Deccalizm cereyanı


A+ | A-

Zamanımızı Deccalizm fırtınaları sarsmakta, dalgalandırmaktadır. Deccalizm, bâsit bir sosyal hâdise, gelip geçici bir fitne rüzgârı değildir. Asrımızı ve gelecek devri çalkalayan, insanları mânâ âlemlerinden koparıp, maddenin, nefsin, enâniyetin, şehvetin vadilerinde koşturan müthiş bir kasırga, dehşetli bir fırtınadır.

Onun temelleri, 1789 Fransız İhtilâl-i kebîrine, ondan sonra da 1850’lerde başlayan “ateist pozitivizm”e ve “Ateizm”e dayanır.

Şöyle iddiâ ediliyordu: “Artık dine, mânevî değerlere ihtiyaç yok. İnsanlığın bütün ihtiyaçlarını, suâllerinin cevabını akıl, fen ve felsefe ile cevaplandıracağız.” Nietzsche, Hegel, Fuerbach, J. Paul Sartre, Heidegger Rönesans’tan sonra kuvvet kazanan ateizmin temsilcilerindendir. Tabiatperest olan ateistler, “Tanrı ölmüştür” diyerek, mâneviyeta savaş açmışlardır.

1791’de Olympe de Geuges’in Kadın Hakları Beyannamesi ile, Feminizm nükseder. Kadınlık imajı, birinci plândadır. Kadınları yuvalarından çıkarıp sokaklara döker. Gerçi, “feminizm”, Kilise’nin, kadını insan yerine koymayıp “şeytan” saymasına ve 1830’lara kadar Batıda süren “beyaz kadın” ticâretine bir tepki olarak doğdu. Fakat, kapitalizmin, metaryalizmin, ateizmin, Freudizm’in kuvvet vermesiyle, çığırından çıkarılmıştır.

Agusteizm’in, materyalist düşüncenin hemen peşinden Freudizm çıkar. Viyanalı Yahûdi Dr. S. Freud, herşeyi “nefse, şehvete” bağlar; ulvî duyguları inkâr eder.

Hemen peşinden Darwinizm gelir: Darwin İngiliz biyoloji ve tabiat bilginidir. 1859’da, “Nevilerin Menşei” isimli kıtabıyla, insanlığı Hâlık-ı Kâinat’tan koparmaya çalışır; varlığı tabiata, tabiî selleksiyona, evrime, tesadüflere bağlar...

Ardından Marksizm çıkar: Alman Yahudisi Karl Marks ve arkadaşı Engels, dine “afyon” der, mâneviyata savaş açar; ahlâkı kökünden ifsat eder. Lenin ise, bu düşünceyi geliştirirsek pratiğe geçirir. O sıralarda Sosyalizm zaten devrededir. Çeşitli versiyonlarıyla, “materyalizm”in hâmîliğini üstlenmiştir.

Buna paralel olarak Komünizm denen büyük Deccal, bütün gücüyle tahribatını sürdürmekte, mânâ adına ne varsa, söküp atmaktadır.

İşte bütün bu “izm”lerin birleşmesinden “Deccalizm” meydana geliyor. Hangi isim ve “izm” altında olursa olsun, bu akım, bu cereyan, mânevî hiçbir şeyi kabul etmiyor. Varlığının sebebi de, onlara karşı savaş açmaktır. Bu akımın Türkiye’deki yansımasını da şöyle tasvir ediyor Bediüzzaman: 

“...Bin üç yüz otuz sekizde Ankara’ya gittim. İslâm ordusunun Yunan’a galebesinden neşe alan ehl-i îmanın kuvvetli efkârı içinde, gayet müthiş bir zındıka fikri, içine girmek ve bozmak ve zehirlendirmek için dessâsâne çalıştığını gördüm. ‘Eyvah!’ dedim, ‘Bu ejderha îmanın erkânına ilişecek.’ O vakit, şu âyet-i kerîme bedahet derecesinde Vücud ve Vahdaniyeti ifham ettiği cihetle, ondan istimdat edip, o zındıkanın başını dağıtıcak derecede Kur’ân-ı Hakîm’den alınan kuvvetli bir bürhanı, Arabî bir risâlede yazdım. Ankara’da Yeni Gün Matbaasında tab’ ettirmiştim. Fakat, maatteessüf, Arabî bilen az ve ehemmiyetle bakanlar da nadir olmakla beraber, gayet muhtasar ve mücmel bir sûrette o kuvvetli bürhan tesirini göstermedi. Maatteessüf, o dinsizlik fikri hem inkişaf etti, hem kuvvet buldu...”

Dipnot:

1- Lem’alar, s. 132.

28.07.2010

E-Posta: [email protected] [email protected]



Hakan YALMAN

Holistik hukuk


A+ | A-

Bazı hakikatler parçalanmış, bölünmüş ve ayrışmış bir yapı ile ele alınamaz. Bir hakikati vardır ve ilgili olduğu her alanda bu hep gözükür. Meselâ güneş için belirli bir mekânda doğmuş ya da doğmamış olmak hakikati tektir. Yani mekânın bir kısmına doğmuş olmak, başka bir kısmına doğmamış olmak durumundan bahsedilemez. Son zamanlarda bilimde yaşanan gelişmeler özellikle fizikte ortaya konanlar maddî âlemin de benzer bir durumda olduğundan ve varlığın holistik yapısından bahsedilmesine yol açtı. Bu bakış açısından ortaya çıkan varlık algısı ile aslında her şey ortak bir arka planın farklı yansımalarından ibaret. Her bir varlığın gerisinde de bütünün hakikati var. Hangi varlıktan geriye doğru ve derinliğine ilerleseniz varlığın bütününe ulaşırsınız. Yani her bir varlık bütünün farklı yansımasından ibarettir ve aslında bütünün bir yansımasıdır. Bu şekilde ortaya konan varlık algısına holistik varlık algısı ya da bütüncül bakış adı veriliyor. Bu aslında madde ve mânâ bütünlüğü içinde ele alınması gereken varlık hakikatine de bir basamak teşkil ediyor.

Madde ferdin ruh âlemindeki mânâları şekillere büründeren bir yapı. Ruhta var olan mânâlar kelimelere döküldüğünde bir boyutuyla maddîleşmiş, soyutluktan kurtulmuş olur. İnsanın da genel arayışı, tanımlanmış ve biçimlenmiş şekillerle varlığa muhatap olmak ve her şeyi olabildiğince müşahhaslaştırmaktır. Oysa mana kalıplara büründükçe, şekillere girdikçe, sınırlar içinde ifade edildikçe kuşatıcılığını ve sezgilere yansıyan boyutunu kaybeder. Eşyanın aslı olabildiğince mücerret ve sınırlardan arınmış buharımsı bir yapı arzeder. Bu yapı sıvılaştıkça ve kristalize oldukça belli bir alana hapsolmanın getirdiği zaafları da içinde bulundurur. Zıtlar dünyasında Eflatun’un idealarından fenomenler alanına geçildikçe varlık bir tür kalınlaşma, perdelenme, arızîleşme, arzîleşme ve zaaflarla içiçelik de bir zaaf olarak maddî alanın içine girer. Bu aslında kendisi de maddî bir yapıya bürünmüş olan insan tanımının en önemli zaaf noktasıdır. Maddî bir alana haps olmanın sıkıntılarını her an hisseden ruh, aslında soyut ve kuşatıcı özellikler taşır. Ruhta olan mânâları çoğu zaman yalnızca hissedersiniz. Bu mânâların ya da duyguların kelimelere dökülmesi, soyutluğundan ve kuşatıcılığından uzaklaşması anlamına gelir ki, bu da duygular dünyasının kelimelere dökülmekle kısırlaşması demektir. Belki de en güzel anlatım olabildiğince az şekil ve sınırla ve maddî dünyanın zaaflarından uzak bir yaklaşım ile ortaya koymaktır. Bazen yalnızca bir bakış, ciltler dolusu kitabın anlatamadığı anlamları barındırır. Anlatımda soyutluğun ön planda olması, aslında duygular ve sezgileriyle varlığın özüne muhatap olan insanın özüne daha uygun olmalıdır.

Bir müzik parçasının sözlerinden çok melodisinin etki ediyor olması, melodinin kısmen soyutluk içermesinden kaynaklanıyor olmalıdır. Resimde de çizgilerin sınırları ne kadar belirsiz ve reellikten ne kadar uzaksa resim karesine ya da tuvale sığdırılabilecek anlamlar o kadar artar. Çoğu zaman san'at erbabı kendi iç dünyasının güzelliklerini eserine yansıtamamanın ıztırabını dile getirir. Bu, mânâlar âleminin aslında sezgiler ve duygular dünyasında olmasından kaynaklanıyor olmalıdır. Tarih boyunca insanı bu tanımı ile belli bir konuma getiren sezgileri ve duyguları olmalıdır. İnsanlık tarihi, mağara insanı ile teknolojinin en uç nimetlerini kullanan insan arasında bu anlamda çok önemli farklılıklar olmadığını ortaya koymaktadır.

Determinizmin çok belirgin şekilde insan hayatını etkilemesi ve sanayi devrimi gibi gelişmelerin maddeye çarpıcı bir görünüm kazandırmasının ardından bütün idrakini maddî alana yönelten insan topyekûn mânâ boyutunda da körelme zaafını yaşıyor. Bu sebeple olsa gerek, geçtiğimiz yıllar içinde san'atta soyut düşünce gerektiren alanlarda önemli eserler ortaya konamıyor. Bu durum, insanlığın kollektif şuurunda bir çocuksuluk, gabîleşme ve kabalaşma halini de beraberinde getiriyor. Yavaş yavaş incelik, estetik, letâfet gibi kavramlar rencide oldukları bu dünyadan ve sosyal hayattan çekilerek daha lâtif alanlar olan hayal ve misâl âlemine doğru gidiyorlar. Sadece faydalanmanın ve hedefe ulaşmanın önemi ile varlık âlemine muhatap olan çocukların belki hayal dünyasında da zamanla bu kavram kaybolacak. Oysa insanı lâyık olduğu değere yükselten ruhundaki incelikler ve bir kokunun, sesin ya da ışığın letafetiyle her tarafı kuşatacak duygular boyutudur.

Modern dünyanın varlığı değerlendirme şeklinde sosyal kavramlar da, maddenin değerlendirildiği analizci ve sentezci yapı ile ele alınmış. Meselâ hukuk tek hakikat iken zaman ve şartlar ve kişilere izafî bir hâle gelmiş ve hukuk adı altında pek çok zulüm işlenebilecek yolların kapıları açılmıştır. Özünde aynen güneşin doğması gibi tek hakikat olan hukuk kişilere izâfeten uygulandığında adalet-i izafiye kavramının çizdiği alandan bahsetmiş oluruz. Oysa, velâyet yolunun şahı Hazret-i Ali’nin (r.a.) Hazret-i Muhammed’den (a.s.m.) aldığı ders adalet-i mahzadır. Yani hukukun bölünmezliği, bütünlüğü, bir cana kıymanın bütün insanların canına kıymakla aynı anlama geldiği hukuk algısıdır. Bu aslında topyekûn sosyal hayatın her tarafını kuşatan bir hukuk algısı gelişmedikçe gerçek adalet ve hukuktan bahsedilemeyeceğinin, tek masumun hakkı ile bütün masumların hakkının birbirinden farkı olmadığının, azlık ya da fazlalık kavramları ile ifade edilemeyeceğinin karşılığıdır. Aslında varlığın genelindeki genel hâl gibi hukukta da bütüncül bir yapı ve tek hakikatin küçük olaylara yansıması durumu vardır. Bu durum bir karınca ya da pireye dahi yapılan haksız muâmelenin genel hukuk algısında ve adalet hakikatinde bir rencide olma sonucunu doğuracaktır.

Hukuk felsefesi açısından adalet-i mahza çok önemli ve Batı hukukunun eşyaya maddeci yaklaşımından çok farklı bir bakış açısıdır. Bu kavramın bugünkü fizik terminolojisine uygun karşılığı holistik hukuk algısı olabilir. Bu algı ile oluşan bir sosyal düzende ve oluşturulan anayasalarda hakkın üstünlüğü ve hukukun topyekûn hayata hâkimiyeti esas olacaktır.

28.07.2010

E-Posta: [email protected]



Saliha FERŞADOĞLU

Hayat dersleri


A+ | A-

Etrafı sarıp sarmalayan rayihalar bir hoş ediyordu benliğimi. “Çocuk kokusu cennet kokularındandır” hadis-i şerifini anlıyor, adeta yaşıyordum. Şehr-i Bursa’da, bir tefekkür bahçesinin tam ortasındaydım; masum, bîgünah yavrucaklarla bir arada… Her birinin mükemmel dikkati, harikulâde zekâsı ve çabucak kavrayan anlayışı karşısında Rab isminin mânâsını bir kez daha idrak ettim. Yaratılan beher mahlûkatın terbiye edilişindeki ince sır çocuklarda yatıyordu.

“Bana gönderdiği her şey için Allah’a teşekkür ediyorum” diyen 4 yaşındaki Mustafa’daydı gerçeğin ta kendisi.

Şimşekler çakarken, yağmur yağarken “Allah bizimle konuşuyor” diyerek sevinçle gözleri parlayan Şerife Nur’da saklıydı hakikat.

Gökyüzünde helecanla uçuşan kelebeklerdi çocuklar; hem de rengârenk. Birkaç günlük ömrü vardı çocukluğun, hızla geçip gidiyordu. Yakalayabilene ne mutlu…

***

Doğru iletişimin sırrı neydi?

Derin bir sohbetin eşiğindeydiler. Durdu ikisi; çünkü o lâhzada, zaman da durmuştu.

Belki de kelimeleri, cümleleri tüketmiştiler. Takılıp kalmışlardı sözcüklerin en hoyrat, en acı ve en öfkeli telâşında. Anlam denilen o garip kavram, kayıplarla tanım kazanıyor ve adlandırılıyordu. Şimdi, bir veda busesini dahi çok görüp vefasızca çekip giden anlamlı düşünceler ve düşler, zaman zaman tozlanmış hatıraların arasından el sallıyordu; yüzünde müstehzi bir tebessüm ile.

Bütün bunlardan öğrendiğim pek çok şey vardı; ancak birisini hayatım boyunca unutmayacaktım. Âlem-i mânâ, denize atılan bir taşın gittikçe büyüyen halkaları gibiydi. Kelimelerin bir değil onlarca mânâsı vardı. Asıl önemli olan ortak mefhumda buluşabilmekti.

***

Size daha önce bahsettiğim felsefeciyle aylar sonra buluştuk; daha çapraşık, muğlâk bir hayatla savaşırken buldum onu. Yaşadıkları, yirmi yaşın içine sığdırılacak gibi değildi; ağırdı imtihanı ve zorlu, yorucu... Şimdi de anne-babası ayrılmış, onu ve kardeşini belirsiz, tedirgin ve müşkül bir hayat dehlizine iteklemişlerdi. Sergüzeşt-i hayatını usul usul anlattıktan sonra dilinden iki söz döküldü:

“Her şerde bir hayır, her hayırda bir şer vardır. İlâhî adalete inanıyorum…”

İman hem nurdur hem kuvvettir. Evet, hakikî imanı elde eden adam kâinata meydan okuyabilir, sözünü bizzat yaşayan arkadaşıma hayranlıkla baktım; tahkiki iman, işte buydu.

***

Yaz rehaveti, çoğu zaman kıskacına alıyor ve bırakmamak istercesine sıkıyor bizi. Bu boğuşma anlarında, hayat biraz daha zorlaşıyor; ne kitap okumaya halimiz, mecalimiz kalıyor ne ilmî mülâhazalarda bir iki kelâm etmeye. Günlük, sıradan işlerimiz bile yorucu ve bir o kadar meşakkatli geliyor.

İşte bu tuhaf haletten kurtulmak için kendime bir yol buldum; yeni insanlarla tanışmak ve dünyalarına misafir olmak… Başkalarına kulak verdiğimde; dünyamda taptaze düşünceler beliriyor ve hayat benim için yeniden anlam kazanıyor. Çünkü herkesin dinlenilesi hikâyelerinden sabır, sıkıntı, tevekkül, azim, firak ve hakikat akıyor. Aklım başıma geliyor!

28.07.2010

E-Posta: [email protected]



Banu YAŞAR

İyi ki bana verilmişsin


A+ | A-

İnsanın en çok duymak istediği şey nedir? En çok neyi duyabilmenin savaşını verir, neyi işitebilmek için bütün bedelleri ödemeye razı olur. Bir tutam sevgi, üç gram değerli olma tutkusuna mı harcar yüreğindekileri...

Seviliyor olmak, değerli görülmek, varlığından, var olmasından dolayı memnun olunduğunu bilmek ne kadar iyi gelir insana... Çevresinde ve ailesindeki tek bir kişi için bile değerli ve seviliyor olmak, insanın yaşama gücünü arttırır. Sürekli eksik ve yanlışlarının söylenmesi, hatta suçu işlemeden uyarılmaya kalkılması bizim için adeta toplumsal bir terbiye metodu haline gelmiştir. İyi tarafını söylersem şımarır, ciddiyetini koruyamaz diye düşünülür. Bu yüzden de hep eksiği, hatası yüzüne söylenir. Çocukların uykuda sevildiği, uyurken öpülüp koklandığı zamanlar çok da gerilerde kalmış sayılmaz. Şimdi ise onlar uyurken itiraf ediyoruz hatalarımızı... Sesimizi gereksiz yere ve abartarak yükselttiğimizi, onlara sadece uyurken söyleyebiliyoruz. Dibine kadar pişman olduğumuzu, kendimize ne kadar kızdığımızı uyanıkken gözlerinin içine doğru ifade edemiyoruz. Otoritemizin sarsılmazlığına zarar gelebileceğinden korkuyoruz belki de... Bizi dinlemez, sözümüz geçmez diye düşünüyoruz... Yeterince yüksek çıkarsa sesimiz, o kadar saygı duyulacağına ve itaat edileceğine inanıyoruz. Gerçek duygularımızı yüzlerine karşı söyleyemiyoruz. Belki de cesaret edemiyoruz. Gözlerinde küçülüp, değersiz olacağımızdan korkuyoruz. Kendi kurduğumuz kabarık anne baba şablonlarının, aniden söneceğini düşünüyoruz belki de...

Küçük adam ve küçük kızların aslında hayatı bizden daha iyi yaşadıklarını, söylediklerimizi dinlemeleri için, sadece sevilmeleri, sevildiklerini bilmeleri ve kararlı olduğumuzu görmeleri gerektiğini unutuyoruz. Korkularımız yüzünden panikliyoruz, ne yapmamız gerektiği konusunda acemileşip, sakinliğimizi koruyamıyoruz. Aniden kopan bir fırtına gibi, kabarıyoruz. Önümüze ne gelirse yıkıp, kırıyoruz. Bazen de oturup ağlıyoruz, ne yaptım ben diye... Oysa ki, bir çocuk gerçek anne baba ister. Sahte, kırılmaz, sarsılmaz, ağlamaz, kalıplı, otoriter, sevgisini gösteremeyen bir anne baba yerine, sevdiğini söyleyebilen, pişman olunca, haksızlık yaptığında itiraf edebilen, ağlayabilen, belli konularda çok kararlı olduğu gibi, bazı konularda da esnek olabilen, çocuğunun varlığından memnun olduğunu hissettirebilen insanlar olmasını tercih eder. Bazen birkaç kelime bile o kadar değerlidir ki, hayat boyunca unutulmaz... Anne babanın dilinden ‘ İyi ki bana verilmişsin, iyi ki benim çocuğum olmuşsun, Allah iyi ki yaratmış seni ve iyi ki bana vermiş seni’ sözü çocuğa birçok pahalı oyuncağın sağlayamayacağı sevinci yaşatır. Annem babam beni seviyor, çocukları olduğum için mutlular diye düşünür. Bu da onun özgüvenli, hayatından ve kendinden memnun bir insan olması için önemli bir adımdır. Anne babayla ilk yıllarda kurulan olumlu ilişkiler çocuğun ileride kaderle ve Yaratıcısıyla olan ilişkisi ve bakış açısına da yansıyacağı için bu yılların ve davranışlarımızın da önemi artmaktadır. Küçük yaşlarda güven ve emniyet duygusunu yaşayan, anne babasına güvenmeyi öğrenen çocuk, ileride kadere ve Rabbine güvenmeyi de öğrenir. Hayatın içinde kendini emniyette hisseder.

Öyleyse bugün çocuğumuzu yanımıza alıp, gözlerinin içine bakarak, onun çocuğumuz olmasından dolayı ne kadar mutlu olduğumuzu, iyi ki bize verilmiş olduğunu, bizim çocuğumuz olduğu için ne kadar mutlu olduğumuzu söyleyelim... Eminim çok işe yarayacaktır...

28.07.2010

E-Posta: [email protected]



Sami CEBECİ

Hurma ve üzümdeki ibretler


A+ | A-

Kâinatın Sultanı ve bütün âlemlerin Rabbi olan Cenâb-ı Hak, vâhidiyet haysiyetiyle bütün kâinatı bir saray gibi kolay idare ederken, ‘insanların akılları kesrette boğulmasın’ diye, ehadiyet cilvesiyle gözümüzün önünde olup göremediğimiz veya dikkatimizi çekmeyen san'atlı eserlerini nazara vermekte ve bizi ibrete dâvet etmektedir.

Kur’ân-ı Kerim, gaflet, ülfet ve yeknesaklık perdesinde saklanan, fakat her birisi birer kudret mu’cizesi olan bitkiler ve meyvelerden bahseder. Hatta incir meyvesini bir sûreye isim yapar. Tin Sûresi odur. Hurma ise, başlı başına harika bir meyvedir. On altı sûrede değişik şekillerde onu konu eder. Hacıların en güzel hediye olarak Hicaz’dan getirdikleri ve bol miktarda yaratılıp dünyanın her tarafına sevk edilen bu meyve, cennet meyvelerinin bu dünyadaki en güzel numunelerinden biridir.

“Hurma ağaçlarının meyvelerinden ve üzümden de hem sarhoş edici bir içki, hem de güzel bir rızık edinirsiniz. Akıllarını kullanan bir topluluk için şüphesiz bunda bir delil vardır.” (Nahl Sûresi âyet 67) Bu âyet, nazar-ı dikkati hurma ve üzüme celbediyor. Tefekküre ve ibret almaya dâvet ediyor. Gerçekten kuru bir toprakta ve kızgın güneşin altında duran hurma ağaçları aylarca özenle korunmaktadır. Bediüzzaman’ın ifâdesiyle hurma meyvesi, karnında cennet helvası gibi bir tatlıyı barındırmaktadır. Aynı zamanda insanlar için bir besin ve vitamin deposu olmaktadır.

Son zamanlarda ilim adamlarının teknolojiyi de kullanarak yaptıkları tesbitlere göre, hurma çok çeşitli vitamin ve minerallere sahiptir. Lif, yağ ve protein bakımından da çok zengindir. Hurmada sodyum, potasyum, kalsiyum, magnezyum, demir, kükürt, fosfor ve klor da bulunur. Ayrıca, A vitamini, betekaroten, B1, B2, B3 ve B6 vitaminleri de vardır. Kan şekerini yükselten glikoz yerine, meyve şekeri olan früktoz içerir. İçinde folik asit de bulunan hurma, amino asitlerin ve hücrelerin yenilenmesinde, yeni kan hücrelerinin yapımında fonksiyon ifâ eder. Tansiyon denilen yüksek kan basıncının düşmesine yardım eder, sağlıklı deri oluşumunu temin eder. Vücudun demir ihtiyacını giderir, kansızlığı önler. İçinde bulunan kalsiyum ve fosfat elementleri iskelet oluşumunu, kemik yapısının dengelenmesini sağlar ve kemik zayıflamasını önler. Faydaları bunlarla sınırlı olmayan bu meyveden yemek ve su içmekle vücut aylarca ihtiyacını karşılar. Bundan dolayı Allah Resûlü (asm) “Evinde hurma bulunmayan bir insan açtır” sözünü söylemiştir. “İftarınızı hurmayla açın. Bulamazsanız su ile açın” gibi nice hadislerle onu nazara verir. Sadaka vermeye teşvik için “Yarım hurma ile de olsa sadaka vererek cehennem ateşinden kendinizi koruyun” hadis-i şerifi de calib-i dikkattir.

Üzümün yaratılışı da bir mu’cizedir. Hele asma üzümü bir başka harikadır. Yaklaşık on beş bin çeşidi olduğu söylenen ve bin iki yüz çeşidi Anadolu’da yetişen üzümden Allah’ın “sarhoş edici bir içki ve güzel bir rızık edinirsiniz” diye bahsetmesi ve birbirine zıt iki şeyi haber vermesi, o zamana kadar haram olmayan içkinin, yakında yasak olacağına işâret etmiş ve bir müddet sonra içki ile birlikte kumar, sihir ve fal oklarının şeytan işi olduğu söylenmiş ve haram edilmiştir.

Yerin bir karış altında ve yüzeye paralel olarak kökleri yayılan asma üzümü, en yakınındaki bir ağaca veya insanların hazırladığı sergene tırmanır, sürekli yayılarak her tarafı kaplar. Boğumlarından çıkardığı püsküllerini, ağacın dallarına amortisör yayları gibi bir görüntüyle bağlar. Tâ ki, rüzgârlı havalarda esneme payı olsun ve kopmasın diye. O boğumdan bir salkım verecekse bir püskül, iki salkım olacaksa iki püskül bağlar. Yükünü taşımak için emniyet katsayısını hesaplamış gibi! Akılsız ve şuursuz bir şey bunları düşünebilir mi? Böyle bir asma üzümündeki salkımları sayan Bediüzzaman, yüz elli beş salkımla karşılaşır. Bir salkımı sayar, yüz yirmi adet olur. Ben de ikisini çarptım, tam on sekiz bin altı yüz üzüm taneciği olduğunu öğrendim. Üstad kendi kendisine düşünür: “Eğer, iki parmak kalınlığındaki bu asma çubuğu ballı su musluğu olsa ve daim su verse, ateş saçan hararete karşı ancak kâfî gelecek. Halbuki, az bir rutubet eline geçer. ‘San'atında akılları hayrette bırakan Allah her türlü noksan sıfatlardan münezzehtir’ dedim.”

Evet, her üzüm tanesine incecik ve renkli bir mahfazayı giydirmek ve içine kader programı hükmünde sert kabuklu, fakat ceviz içi gibi gıdalı çekirdekleri koymak; ne kör tesadüfün, ne sağır tabiatın ve ne de akılsız sebeplerin işi olamaz. Evet, hurma ve üzüm dahi, her varlık gibi harika vaziyetleriyle o Sonsuz Kudret Sahibine şahitlik ediyor.

28.07.2010

E-Posta: [email protected]



H.İbrahim CAN

Kirli Afganistan savaşının 92 bin belgesi!


A+ | A-

Amerikan tarihinin en büyük gizli bilgi sızıntısı, Amerika ve İngiltere’yi sarstı. 90 bin gizli belge Wikileaks adlı bir organizasyon tarafından The Los Angeles Times, The Guardian ve Der Spiegel’e verildi. 2004-2009 döneminde Amerikan Ordusunun Afganistan’daki bütün faaliyetlerinin günlük kayıtlarını içeren belgeler iki yönüyle önemli.

Birincisi; 92 bin belgenin sızdırılmış olması, bir süper devletin Afganistan ve Pakistan’daki gizli ve açık bütün operasyon ayrıntılarının dünya kamuoyunun eline geçmiş olması, stratejik açıdan Amerika için büyük bir başarısızlığı ortaya koyuyor. Adeta Amerikan ordusunun Afganistan’a ilişkin kozmik odasına girilmiş gibi oldu.

Peki kim sızdırdı bu belgeleri? ABD’nin Yeni Dünya Düzeni için uydurduğu sahte düşman el-Kaide ve bin Ladin mi? Yoksa geçenlerde değiş tokuş ettiği 10 Rus ajanı mı? Belki de Amerikan derin devletindeki bir iç çekişmenin sonucuydu bu devasa sızma. Kimse şimdilik bilmiyor.

Bu işin basit kısmı.

Asıl facia ise; belgelerin ortaya koyduğu akıllara durgunluk veren katliâmlar, saldırılar, adaletsizlikler ve zorbalıklar.

Sivil Afganlı ve Pakistanlıların ölümüyle sonuçlanan ve ABD ve müttefikleri tarafından “kaza” olarak nitelenen olaylar, meğer asıl ölümlerin yalnızca binde biriymiş. Amerikalılar öldürdükleri sivillerin yakınlarını susturmak için 2 bin dolar para ödeyip işi kapatıyorlarmış. O da ancak suçun onlara yüklenmesi ihtimali olan hallerde.

Artık alanda başarılı olamayan ABD askerleri yerine, Nevada’daki üsten kontrol ettikleri insansız uçaklarla Taliban hedeflerini vurmaya çalışırken, sivilleri nasıl öldürdükleri de belgelerde yer alıyor.

2008’de bir otobüs dolusu çocuğu yaylım ateşine tutan Fransızlar, yine bir otobüs dolusu sivili makineli tüfekle tarayan Amerikan devriyesi, düğün yapılan köyü top ateşine tutan Polonya askerleri, İngiliz askerlerinin Helmand’da defalarca tekrarladıkları sivillere ateş açıp öldürme olayları. Ne gariptir ki bunlar genellikle saldırıyı düzenleyen ülkenin komutanlarınca soruşturulup kapatılmış.

4 Mart 2007’de Amerikan konvoyu Celalabad yakınlarında bir minibüsün patlamasından kurtulunca, etraflarına bakmadan kimi gördülerse taramışlar. Tarlada çalışan bir genç kız, arabalarında giden siviller, yolun kenarında yürüyen yaşlılar. 28 silâhsız sivil ölmüş ve 50’si yaralanmış. Ama resmî açıklamalarda bunlardan hiç sözü edilmiyor. Yalnızca Ağustos 2008’de Azizabad’a yapılan bir hava saldırısında 92 kişi ölürken, altı ay sonra aynı yere yapılan saldırıda 147 sivil ölmüş.

Amerikalı uzmanlar bu sızan 92 bin raporun Amerika’nın Afganistan’daki savaşa 300 milyar dolar harcamasına rağmen, neden Taliban’ın 2001 yılına göre daha güçlü olmasını açıkladığını savunuyor: beceriksizlikler, sivil halka karşı yapılan zulümler ve saldırılar, Pakistan istihbaratının Taliban’a gizlice destek vermesi ve yozlaşmış Karzai hükümeti.

Görüldüğü üzere, Irak’tan sonra dikkatini Afganistan’a veren ABD, müttefikleriyle birlikte Afganistan’ı kan gölüne çevirmiş. Obama yönetiminin tek söylediği ise, bu raporların açıklanmasının bir çok kimsenin hayatını tehlikeye attığı. Hatalarıyla masum Afganlıların ölümüne yol açan askerler ve komutanları hakkında ise “savaşın gereğini yaptıkları” söyleniyor.

Ne acıdır ki; sanki raporları doğrularcasına geçen Cuma günü NATO güçlerinin bir eve yaptığı saldırıda, çatışmadan kaçıp o eve sığınan çocuk, kadın ve yaşlılardan oluşan 52 masum birden öldü.

Zulüm ilelebet sürmez. Amerika, bu masum insanlarının canına kıymanın bedelini, yeni Vietnam’ı olan Afganistan bataklığında boğularak ödeyecek. Umarız ki beraberinde daha fazla masumu da sürüklemez. Ölen masumlara rahmet dileyip, hükümetin Afganistan’da muharip güç görevlendirmemesinin isabetinin bu raporlarla bir kez daha ortaya çıktığını, yalnızca Afganlılara yardım ve asayişin sağlanması görevine devam edilmesi gerektiğini hatırlatmak istiyoruz.

28.07.2010

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

Tuzağa, kuranlar düşsün!


A+ | A-

Gelişen hadiselere bakıldığında, Türkiye’nin önünü tıkamak ve ufkunu karartmak için ciddî planlar yapıldığını söylemek gerekir. Hiç olmadığı kadar terörün azdırılması, umulmadık yerlerde umulmadık kışkırtmaların yaşanması her halde tesadüf değildir.

Dağlardaki askerî karakollara saldırı ile başlayan yeni tuzak planı, şehirlerdeki polis karakollarına saldırı ile devam ediyor. Bu defaki tuzağı hazırlayanlar halkı da işin içine katmak için her halde daha ince planlar yapmış. Çünkü bazı ilçelerde meydana gelen ‘kavga’lardan, tam bir kargaşa meydana getirip ‘linç’ manzaraları oluşturmak istedikleri akla geliyor.

Bu hadiseleri ‘tuzak ve provokasyon’ olarak isimlendirmek belki kolaya kaçmaktır, ama başka türlü nasıl izah edilebilir ki? Üstelik, bugün yaşanan hadiselerin meydana gelebileceğini aylar önceden tahmin edip Türkiye’yi idare edenleri ikaz edenler bile olmuştu. Kavga ve kargaşa meydana gelen il ya da ilçelerin tesadüfen seçilmediği de anlaşılıyor.

Bir yandan ‘çok önemli bilgiler’ bir şekilde kamuoyu ile paylaşılıyor, öte yandan bu bilgilerin tartışılmasını engellemek için terör tırmandırılıyor. Başka ülkelerde olsa ‘yer yerinden oynatacak bilgiler’in Türkiye’de gazete manşetlerine taşındığı halde tesiri sınırlı kalıyor. Meselâ, Heron uçaklarıyla ilgili olarak başlayan tartışma nasıl bir neticeye vardı? İtham edilenler hakkında kamuoyunu tatmin edici bir açıklama yapılabildi mi? Sürdüğü ifade edilen ‘inceleme ve araştırma’dan âdil bir karar çıkabilecek mı?

Yurt dışında yaşayan ve Taraf’a açıklama yapan (27 Temmuz 2010) bir ‘avukat’ın söyledikleri de dikkat çetici. Bilhassa terör örgütü ve onu idare eden ‘tepe yönetimi’ ile ilgili ifşaatlar çok sarsıcı, ama ülke gündemi ‘terör saldırıları’ ile meşgul olduğu için bunlar tartışılamıyor bile...

Bundan önce olduğu gibi bu ‘tuzak’ların da ortak bir yönü var: Bazı safdiller provoke ediliyor ve asıl ‘suçlu’lar en azından şimdilik ortaya çıkarılamıyor. Aslında ‘kavga’nın temelinde “başkasını yutmakla beslenen ırkçılık” hastalığı var. Kimileri bunu örtmek için “milliyetçilik” simidine sarılıyor. Ülkemiz için en tehlikeli olan ‘hastalık’ budur. Kişileri ‘iş’lerine göre değil de, mensup oldukları kimlikleriyle sorgulamak... Ya da birisinin hatası sebebiyle bütün bir aileyi, ili ya da bölgeyi suçlamak. Maalesef bazı ‘makul’ bilinen yöneticilerin de bu tuzağa düştüğüne şahit oluyoruz. Geçenlerde, bir dönem bakanlık dahi yapmış olan bir siyasetçinin “Yakında ‘biz’ azınlık olacağız” türü sözleri başka nasıl izah edilebilir?

Yaşananların bir ‘tuzak’ olduğunu bilmek ve ona göre davranmak durumundayız. Çünkü bu tuzağa düşmek, Türkiye’de yaşayan hiç kimseye bir fayda vermez. Birlik, beraberlik ve kardeşliğe her zamankinden daha fazla muhtacız. Bu da sadece ‘söz’lerle değil, icraatlarla ortaya konulabilir. Bulunduğumuz her ortamda, birlik ve beraberliği berhavâ edecek söz ve tekliflere itiraz etmek durumundayız.

Her zaman olduğu gibi fiilî ve kavlî duâyı da unutmayalım: Allah’ım, bu tuzağa, kuranlar düşsün. Âmin.

28.07.2010

E-Posta: [email protected]



Cevher İLHAN

“Kemalizmle İslâmı barıştırma!” (1)


A+ | A-

Türkiye’de “Kemalizmle İslâm’ı barıştırma projesi”nin son sekiz yılda AKP üzerinden yürütüldüğü, dıştan içe birçok örnekle ortada.

Esasen daha işin başında yıllardır içinde siyaset yaptığı ve siyasî temelini teşkil eden siyasî zihniyetin gömleğini çıkaran “değişim” ve “dönüşüm”le “yenilikçi parti” AKP’nin kuruluşunda aynı niyet tezâhür etmişti. Partinin felsefesi, “bir yandan Kocatepe Camii diğer yandan Anıtkabir” olarak simgelenmişti…

Peşinden 2002 seçim programında,“Atatürk’ün öncülüğündeki inkılâp ve reformlar”dan dem vurulmuş; “Atatürk ilke ve inkılâpları”nın “toplumun ortak paydası” nitelendirilmişti.

Son “kapatma dâvâsı”nda “devrimlerin milletin onayıyla gerçekleştiği” yakıştırması yapılmış; Erdoğan, “Atatürk ilkelerini, birleştirici, milletimizin bütün fertlerini kucaklayan bir mutâbakat zemini haline getirme” iddiasında bulunup bu hususta gayret gösterdiklerini dile getirmişti.

Daha sonra “Obama’dan çok Bush’a benzediler” atışmasında Erdoğan, “İllâ birine benzetecekseniz Atatürk’e benzetin” demiş; “Modernleşmede en büyük liderimiz Atatürk’tür; onu aşmanın değil, örnek almanın gayreti içindeyiz” görüşünü serdetmişti…

Devam eden süreçte defalarca AKP’nin “Atatürk’ü ve devrimleri”ni rehber alan “dünyevîleşme ve dünyevîleştirme” çizgisi pervâsızca vurgulandı.

Bazı kabine üyeleri ve parti sözcüleri, “Atatürk’ün heyecan ve enerjisiyle birlikte devrimlerinin kendilerini en çok etkilediğini” söylediler. “Devrimlerin sonraki nesillere telkini”nden söz ettiler…

“EN BÜYÜK ATATÜRKÇÜ PARTİ”!

Kısacası AKP’nin ısrarla “Atatürkçülüğü sahiplenme” hevesi, daha bâriz bir biçimde açığa vuruldu.

CIA’nın Ortadoğu ve İslâm ülkeleri uzmanı ve Türkiye (eski) şefi Graham Fuller’in yeni “Yeni Türkiye Cumhuriyeti” kitabında “Kemalist Türkiye, Müslümanlar ve özellikle Araplar ile Türklerin kadim bağlarının tümüyle reddini temsil etmektedir” tanımıyla belirlediği “din dışı çağdaş devlet projesi” olan Kemalizm, her fırsatta “izlenecek yol” ve “tâkip edilecek vizyon” olarak lanse edildi.

İktidar partisi temsilcileri, sık sık “AKP’nin Kemalist misyona talip olduğunu” yinelediler. AKP’li bakanlardan Egemen Bağış ve Faruk Özak, “En büyük Atatürkçü bizim parti” görüşünü tekrarladılar. Kültür Bakanı Günay, hükûmetin “açılım” projesini “Atatürk devrimlerinin devamı” olarak tanımladı…

Başbakan Yardımcısı Arınç, “Atatürk milliyetçiliğine bağlıyım. Atatürk yaptığı devrimlerle bu ülkenin çağdaş uygarlık düzeyine ulaşması hedefini gösteren kişidir; mirâsına sahip çıkacağız” sözüyle partinin hedefini âşikâr etti.

AKP Grup Başkanvekili Kapusuz, “Toplumun gerçek anlamda Atatürk’le sorunu yok. Bizim kesimde Atatürk çok müspet değerlendirilir” ikrarında bulundu.

Bu arada Cumhuriyet devrinin bir klâsiğine başvuruldu. Bizzat Erdoğan tarafından İnönü’nın bıyıkları Hitler’e benzetilirken, tek parti devrindeki bütün inanç, hukuk, demokrasi dışı baskıları, hak ve hürriyetleri katleden cebrî ve keyfî uygulamaları, zulümleri İnönü’nün üzerine yıkıp M. Kemal ve Kemalizm âdeta temize çıkarılmaya çalışıldı…

GARÂBETİN SON TEZÂHÜRÜ…

Aslında Erdoğan’ın bilhassa “açılım” propagandasında Kemalist ideolojiyi amaç edinmiş ve mâneviyat dünyasıyla hiçbir alâkası olmayan, dahası inanç ve mânevî değerlere karşı mücadele eden seküler isimlerle bu ülkenin “mâneviyat önderi” Bediüzzaman’ı yan yana zikretmesi, sözkonusu çelişkili çarpıklığın kırılgan fay hattını açığa çıkardı.

En son AKP İstanbul İl Başkanı Babuşçu’nun, “Türkiye M. Kemal’i de kucaklamalı, Said Nursî’yi de... Bunlar bizim değerlerimiz. Kendini ifâde eden bütün değerlerle barışık olmalı. Hesaplaşmayı bitirmeli” cümlesi, bu garâbetin son tezâhürü. (Akşam, 21.7.2010)

Kendi ifâdesiyle “tecrübe ve deneyimleri”yle “daha fazla demokrasi” ve “Türkiye’nin o derin hantallığından kurtulması” ve “hesaplaşmanın bitirilmesi” için “dinden tecrid”le dünyevileşmeyi program edinen “izmler”le İslâmî esasları esas alan değerleri barıştırma hevesine girmesi, AKP’nin baştan beri saplandığı çıkmazı ortaya koyuyor.

Ve bütün bunlar, Erdoğan’ın mâlum atıflarıyla bir araya getirildiğinde, AKP’nin de tıpkı içinden geldiği Millî Görüş partileri gibi tek parti devrine yönelik eleştirilerini hep 1938 sonrasıyla sınırlayıp esas “devrimler”in ve “icraatlar”ın plânlanıp dayatıldığı dönemi ve “Atatürkçülüğü” koruyup kollamasının arkası anlaşılıyor.

Oysa Graham Fuller’in “Kemalist Türkiye, İslâmın bir din olarak aşağılanmasını” ve “Müslüman gücünün zayıf düşürülmesini temsil etmektedir” sözleri, tek parti döneminde cebrî ve keyfî yöntemlerle lanse edilip tatbike konulan “laisizm”in ana omurgasını oluşturduğunu açıklıyor…‘

28.07.2010

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri




Son Dakika Haberleri

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Abdullah ŞAHİN

  Ahmet ARICAN

  Ahmet BATTAL

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Ali Rıza AYDIN

  Atike ÖZER

  Baki ÇİMİÇ

  Banu YAŞAR

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H.İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Hakan YILMAZ

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehmet YAŞAR

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Muzaffer KARAHİSAR

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Saliha FERŞADOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.