Hakan YALMAN |
|
Şekercihan kahramanları |
Son günlerde gençlerimiz hummalı bir faaliyet içindeler. Ulusal gençlik kongresi için geceleri gündüzleri birbirine karışmış bir vaziyette çalışıyorlar. Üstadın gençlik yıllarında dâvâsını İstanbul’a taşıdığı mekân olan Şekercihan bu anlamda ayrı bir cazibe ve şevk merkezi oldu. Şu an gençlerin İstanbul faaliyetlerinin merkezi olma istidadında. Bu da lâtif bir tevafuk. Rabbı Kerîm’e hadsiz şükürler olsun ki, dâvâmızı ülkemize ve dünyaya duyurma gayreti içinde pek çok farklı dergi, gazete, kitap, her biri Risâle-i Nur’un anlaşılmasına ayrı bir renk ve zenginlik katan farklı ekollerin farklı yayınları var. Artık, Cenâb-ı Hakk’ın bizlere de nasip etmesi için fiilî ve kavlî olarak duâ ettiğimiz radyo lisânı ile de her eve, yoldaki insanlara da ulaşılabiliyor. Karpuzun içindeki çok sayıda çekirdekle adeta esmâ-i İlâhiyeyi bütün zeminde duyurmaya lisan-ı hâl ile niyet etmesi gibi bizler de havadaki zerreler ve bu zerreleri mânâlara dönüştüren kulaklar ve idrakler adedince aynı manayı yaşatmak istiyoruz. Bu davaya gönül vermiş insanların samimiyet ve gayretleri sonucu her alanda büyük gelişmeler kaydedildi. Küçük bir beldede bir avuç insanın el yazısı ile kopyalamak şeklinde başladığı ancak bütün dünyaya haykırmak niyeti ve duâsı ile yola çıktığı günden bu güne büyük mesafeler katedildi. Kilitli dolaplar içinde, mum ışıklarında hapisler, sürgünler, işkenceler göze alınarak yazılması ile insanlara ulaştırılması noktasındaki o samimi niyet ve duâların sonucudur ki, bugün İstanbul’un göbeğinde en büyük kongre merkezlerinden birinde dâvâmızı insanlara ulaştırabilme nimetini bizlere Rahim-i Zülcemal ihsan etti. Özellikle bu hakikatlerin yayılmasına gönül veren gençlerimiz gelinen noktayı iyi algılamalı ve bu nimete bir şükür olarak gayretlerini çok artırmalıdır. Kongre salonundaki görüntüleri ve birlik tabloları da bu anlamda büyük bir şevk ve gurur kaynağı oldu. Batı kendi hayat standartlarını bütün dünyaya yaymaya ve kendi değer yargılarını dayatarak tek tip global bir kültür oluşturmaya yönelirken, hedef kitle olarak çoğunlukla gençleri ön plana çıkarmakta ve onların nefis mücadelesinin merkezinde yer alan hazlara yönelik ruhunu istismar edebilmektedir. Oluşturulan eğlence ortamları, şehevî arzuları galeyana getiren her türlü aracın kullanılması, düşünceden uzaklaştıran bütün oyalayıcı araçların kullanılması gençlikte var olan güçlü bir benlik, acz ve fakrını hatırlatacak hastalık, sıkıntılar ve ölümlerle nisbeten seyrek olarak yüzleşmesi ve kendinden uzak bilmesi, bunları unutturma amacına yöneliktir. Gençlik ruh hâli ise buna çok yatkın ve bu yönden aldatılmaya fazlası ile müsaittir. “Cazibedar bir fitne” terimi bu manayı karşılıyor olmalıdır. Bediüzzaman bu probleme vurucu darbeyi Hazret-i Muhammed’den (asm) aldığı dersle ölümü ve gençliğin geçici olduğunu hatırlatmakla vurmaktadır. Gençliğin temel probleminin; ruhunu şekillendiren iç âleminde varlığı anlamlandıran temel bir tanımın bulunmaması olduğunu söyleyebiliriz. Benliğin tanımı ve varlığın tanımı karşılıklı iki ayna gibidir. Birbirine ışık tutar, birbirini yansıtır ve ruhta anlam boyutunu genişletirler. Varlığı anlamlandırmak için öncelikle sağlam bir duruş ve pozisyonu iyi belirlemiş olmak şarttır. Bu benlik tanımının ilk ve belki de en önemli basamağıdır. Kimlik oluşturmak ve bu kimliği sağlam esaslar üzerine oturtmak her alanda dalgalanmaların ve fırtınaların sahnesi olan dünyada fert için bir tutamak, ayakta tutacak bir dayanak olacaktır. Bediüzzaman’ın “beşerin nefs-i emmaresi” olarak adlandırdığı, ben merkezli şekillenmiş modern hayat, cazibeli ancak geçici ve günü birlik bütünü kuşatmayan sadece algıların alanına sınırlı, dar bakışlı çözümler sunabilir. Bunlar birer çözüm olmaktan çok, göz boyama ve aldatmacadır. Duygular köreltilerek, belirli noktalardaki hassasiyetler kırılarak bu noktaya ulaşılır. Bu aldatmaca karşısında özellikle genç nesil risk altındadır. Davamıza gönül vermiş gençler aynen Üstad gibi “karşılarında büyük bir yangın var, içinde arkadaşları kalmışcasına” imanlarını ve dostlarını kurtarma gayreti içinde olmalı ve bu koşturmaca esnasında ayaklarına dolaşanlara ehemmiyet vermemelidirler. Bu anlamda Şekercihan kahramanları güzel işler organize ediyorlar ve inanıyorum ki başta Peygamberimiz (asm) ve Hazret-i Ali (ra), Gavs-ı Azam (ks) ile Üstadın (ra) ruhunu şâd ediyorlar, mânen duâlarına mazhar oluyorlar.
06.04.2010 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
İdealizasyon, idealize etme, değerleştirme |
İdealizasyon, Amerikan Psikiyatri Birliğinin tarifine göre; “birey, emasyonel çatışma ya da iç ve dış stres etkilerine, başkalarına aşırı olumlu özellikler yükleyerek tepki verir” şeklinde anlatılabilecek bir mekanizmadır.1 Kuvve-i gadabiye, yâni savunma mekanizmasının bir uzantısı şeklinde ortaya çıkan idealizasyonun, ifrat-tefrit gibi aşırı uçları olduğu gibi, vasat denen bir orta mertebesi de olmalıdır. Esasen “idealizasyon” fıtrî bir arayıştır. Kendi acz ve fakrı karşısında ayakta kalma arayışı içindeki kişi, benliğini ortaya çıkaracak, elbette bir çıkış yolu bulmaya çalışacaktır. Ancak, bu fıtrî ihtiyacı fıtrata en uygun tarzda ve ifrat ile tefritten kaçınarak karşılamalıdır. Bu da, insanlığın iftihar vesilesi ve kâinatın şeref kaynağı Hz. Muhammed (asm) ve onun gerçek vârisleri bilginler ile olur. İnsanı yaratan ve duygularını bu şekilde dizayn eden, onu en iyi şekilde tanıyan hikmet sahibi yüce Yaratan’dır. O da, insanlığın idealize edebileceği en uygun kişi olarak Hz. Muhammed’i (asm) ve onu sevmeyi, onu örnek almayı, idealize etmeyi öngörmüştür. Kelime-i Şehadet’in ikinci cümlesi olan Muhammedurrasûlullah’ta “Muhammed” (asm) isminin, “Allah” ismiyle birlikte zikredilmesi, onun ahlâkının, davranışlarının övülmesi, Sünnet-i Seniyyesine uymanın emredilmesi, tavsiye edilmesi Müslüman ferdin hayatında bu fıtrî arayışı karşılamaya yöneliktir. İnsanlık ve varlık âleminde hiçbir fert, hiçbir unsur Hz. Muhammed’den (asm) daha fazla idealize edilmeye, daha fazla övgüye, daha fazla sevgiye lâyık değildir. Çünkü o, hem varlıkların, kâinatın yaratılmasına sebeptir, hem kâinatın çekirdeğidir, hem en mükemmel meyvesidir, hem de kâinat Sultanının en sevgili kulu “Habibullah”tır. Kur’ân onu buna benzer daha pekçok güzel vasıflarla idealize eder. Bu halin en nihai noktası ise, kişinin benlik, nev ve varlıkla bağlantılı olarak algıladığı bütün hallerden sıyrılıp sahip olduğu bütün değerleri asıl sahibinden Esmâ-i Hüsna’dan ve Zat-ı Zülcelâl’den bilmek olmalıdır. Bu hiçliğinde sonsuzluğu bulma noktası en ideal, ferdin bu hâli ise en idealize hâli olsa gerektir.2 Mü’minin en büyük özdeşleşeceği ebedi model, muktedây-ı kül Hz. Peygamber’dir (asm). Daha sonra güzide sahâbileri, mezhep imamları, müceddidler, müçtehidler, ilim, fikir ehli yıldız şahsiyetler gelir. “Halbuki, îmanın verdiği nur ve şuur ile ve sana gösterdiği ve bildirdiği esma-i İlâhiye adedince vahdet alâkaları ve ittifak rabıtaları ve uhuvvet münasebetleri var. Meselâ, her ikinizin Hálıkınız bir, Mâlikiniz bir, Mâbudunuz bir, Râzıkınız bir. Bir bir... bine kadar bir, bir. Hem Peygamberiniz bir, Dîniniz bir, kıbleniz bir. Bir bir... yüze kadar bir bir. Sonra köyünüz bir, devletiniz bir, memleketiniz bir ... ona kadar bir, bir. Bu kadar bir birler vahdet ve tevhîdi, vifak ve ittifakı, muhabbet ve uhuvveti iktiza ettiği ve kâinatı ve küreleri birbirine bağlayacak manevî zincirler bulundukları...”3 Dolayısıyla büyük şahsiyetler; putlaştırarak değil, bu bağlar güçlendirilip takviye edilerek ulvî mânâda, makamda ve meşru çerçevede idealize edilirler.
Dipnotlar:
1-Yeni Asya, Enstitü, 18.7.2003. 2-Yeni Asya, Enstitü, 18.7.2003 3-Mektubat, s. 243.
06.04.2010 E-Posta: [email protected] [email protected] |
Hüseyin EREN |
|
Bağrına basacak bir eser bırakmak |
“Bediüzzaman’ı Görenler”, “Bursa’da Bediüzzaman Haftası” etkinliğinin son halkasıydı; İsmail Doruk, Erdoğan (Rıdvan) Utangaç, Veli Işık Kalyoncu, Ali Çakmak ağabeyler konuşmacı olarak katılmışlardı programa. Bu dört ağabeyin yan yana durup yüreklerimize bakışı bile bir dersti. Konuşmasalar bile duruşları, bakışları, tevazu ve mahviyetleri salonu sekine ile dolduruyordu. Azdı onlar artık, azlara azamî ihtimam ve hürmet etmeliydi. Salondaki sükûn; sekine köprülerinin karşılıklı kurulduğunu gösteriyordu. Mekânın estetiği, anlatılanların yaşanmışlarca anlatılışı, ışıkların ışıltısı, bir şeyler almak için algılarını açmışların salonuna dolduruşu; farklı bir mekân ve zaman ortamı oluşturmuştu. Nurânî iklim; sineleri, zihinleri sarıyor, akılları dinlendiriyor, vücuda hiffet veriyordu. Adı anılan başta Bediüzzaman ve talebelerinin ruhaniyetleri orada olsa gerekti; İslâm büyükleri anılınca ruhaniyetleri oraya gelirmiş. Matbaadan bir Risâle çıktığında evlâdı gibi ona sarılır, “Ben gidebilirim” dermiş Bediüzzaman. Bu tavır bile biz fukaralara büyük bir ders. Geride bırakacak bir hizmet eseriniz yoksa gitmemelisiniz. Gitmek istemiyorum demek yok, her zaman sevkiyât var kabrin öbür tarafına; âhirette seni kurtaracak bir eserin olmadığı takdirde fani dünyada bıraktığın eserlere kıymet verme. Gitmeye de o kadar hazır olmalı hizmet erbabı; yerini dolduranı bulunca dünyaya aldırmadan, aldanmadan terk edebilmeli. “Kabrin arkası için çalışınız, hakiki saadet ve lezzet oradadır”ı unutmadan hayatı hizmetle doldurmalı Nurun talebesi. Bugün bağrımıza basıp da “Ben gidebilirim” diyebileceğimiz bir hizmet eserimiz yoksa ziyandayızdır. Eser bırakanlar “Gidebilirim” derler, boş geçirenler deve kuşu gibi başını kuma sokarak hezeyanlarla uğraşır, dünyalık başarılarla avunur. Bediüzzaman’ı görenler gördüklerini anlattılar; götürebilecek hizmet eserleriyle salonu dolduranların gönüllerini doldurdular. Zaman akıyor, dünya durmuyor gidiyor; bizden sonraki nesle bağrımızda biriktirdiğimiz, bırakabileceğimiz bir hizmet eseri var mı? Salon bunun sessiz evet cevabını veriyordu; dörde kırk, kırka dört yüz, dört yüze dört bin… Bediüzzaman ve talebeleri sadece yılda bir hafta mı anılmalı, anlaşılmaya çalışılmalı? Kalan haftalar ne olacak? Gerçi Risâle-i Nur’u açıp okuyan Said Nursî ile Kur’ân’ın dellâlı makamıyla görüşür, konuşur, fakat sosyal bir etkinlik olarak yaşayan talebelerinin bir araya getirilip gençlerle buluşturulması daha sık yapılmalı. Nur mirasının onlara safiyane aktarılması, birinci ağızdan dinletilmesiyle olsa gerek. Bediüzzaman’ın 60. vefat yılında kaç “Bediüzzaman’ı Görenler”i göreceğiz ve dinleyeceğiz. Gelecek yılı beklenmeden değişik etkinliklerle “Görenleri” daha çok görmeli, onlardan hizmet dersleri devşirmeli değil miyiz? O gece Ördekli Kültür Merkezi’ne “Zamana Düşen Işık” düşmüştü, biz de o ışıktan düşen huzmeleri toplamaya çalıştık; sarılacağımız bir esere birkaç not düşmek istercesine. Defterime bakıyorum da daha çok boş yer var. Bediüzzaman ve talebelerini, Risâle-i Nur’u, Kur’ân’ı ve Resul-ü Ekrem’i (asm) şefaatçi edip Rahman-ü Rahîm’in dergâhına el açıp yalvarıyorum: Ya Rabbi dünyada ve âhirette inayetini üzerimizden eksik etme, bizi affettiklerinin zümresine ilhak eyle.
06.04.2010 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Kâfir âhirette marifet sahibi midir? |
İstanbul’dan okuyucumuz: “Kâfirler âhirette ‘Rabbin’ diyorlar. Acaba Rabbi tanımadıklarından mı, yoksa Allah onların ‘Rabbim’ demesini istemediği için mi? Âhirette kâfirde marifetullah var mıdır?”
İnkâr veya imânla imtihan olduğumuz yer dünyadır. Âhiret ise yakîn, yani kesin bilgi yeridir. Bediüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle, “dünya darü’l-hikmet; âhiret darü’l-kudrettir.”1 Dünyada hikmeti gereği inkâra izin verilmiş; ama âhirette inkâra izin yok! İşte âyetler: “Sûr üflendiği zaman kabirlerinden Rab’lerine doğru koşarak çıkarlar. ‘Vah hâlimize! Yattığımız yerden bizi kim kaldırdı? Bu, Rahman’ın vaadinden başka bir şey değildir! Meğer Peygamberler doğru söylemişler!’ derler.”2 Dünyada inanmış olsun, olmasın; âhirette herkes Rabbini bilecek, Rabbi ile konuşacak ve dünyadaki gafletine milyonlar defa pişman olacak! Rabb-i Rahîm ile konuşurken hitap cümlesi hiç şüphesiz, kişinin içinde bulunduğu psikolojiyi yansıtacaktır. Cenâb-ı Hakk’a “Rabbim!”, “Rabbimiz!”, “Rabbin!” tarzında, muhtelif sigarlarla hitap biçimlerine gelince; “Rabbin” kelâmının kâfirlerin mahcubiyetlerini, utançlarını, azap psikolojilerini, pişmanlıklarını ve çaresizliklerini yansıtıyor oluşu doğrudur. Fakat kâfirler her zaman “Rabbin” demiyorlar; bazen “Rabbim!” veya “Rabbimiz!” dedikleri de vâki oluyor. Meselâ Zuhruf Suresinde geçen bir Cehennem mülâkatı şöyledir: “Doğrusu mücrimler, temelli kalacakları Cehennem azabı içindedirler. Azaba hiç ara verilmez! Onlar orada tamamen umutsuzdurlar! Biz onlara zulmetmedik; ama onlar zalim kimselerdi! Şöyle yalvarırlar: ‘Ey Malik! Rabbin hiç değilse canımızı alsın!’ (Nöbetçi Malik): ‘Siz böyle kalacaksınız’ der.”3 Kur’ân, bir kısım insanların ölüm ânı yakarışlarını şu ifadelerle yansıtır: “Ölüm gelmezden önce, size verdiğimiz rızıklardan sarf edin. Birinize ölüm geldiğinde, ‘Rabbim! Beni yakın bir süreye kadar ertelesen de, sadaka versem, salihlerden olsam!’ der. Bir canın eceli gelip çatınca, Allah onu asla geri almaz. Allah yaptıklarınızdan haberdardır.”4 Putperestlerin çaresizlik içinde söyledikleri şu yalana ne demeli: * “Bir gün hepsini toplarız. Sonra puta tapanlara, ‘İddia ettiğiniz ortaklarınız nerede?’ deriz. Sonra, ‘Rabbimiz! Vallahi biz puta tapanlardan değildik!’ demekten başka çâre bulamazlar. Kendilerine karşı nasıl yalan söylediklerine bak! Uydurdukları putlar da onlardan uzaklaştı.”5 “Ateşin kenarında durduklarında, ‘Keşke dünyaya tekrar döndürülseydik! Keşke Rabbimizin âyetlerini yalanlamasaydık! Keşke inananlardan olsaydık!’ dediklerini bir görsen! Hayır! Daha önce gizledikleri onlara göründü. Eğer geri döndürülseler yine kendilerine yasak edilen şeylere dönerler. Doğrusu onlar yalancıdırlar. ‘Hayat ancak bu dünyadakinden ibarettir. Biz dirilecek değiliz!’ demişlerdi. Onları, Rab’lerinin huzuruna çıkarıldıkları zaman bir görsen! Allah: ‘Bu gerçek değil mi?’ der. Onlar: ‘Evet! Rabbimiz hakkı için gerçektir!’ derler. Allah da: ‘Öyleyse, inkâr etmenizden ötürü azabı tadın!’ der. Allah’a kavuşmayı yalanlayanlar doğrusu kaybedenlerdir... ”6 *“Allah: ‘Sizden önce geçmiş cin ve insan ümmetleriyle berâber ateşe girin!’ der. Her ümmet girdikçe, kendi yoldaşına lânet eder. Hepsi birbiri ardından Cehennemde toplanınca, sonrakiler öncekiler için: ‘Rabbimiz! Bizi saptıranlar işte bunlardır! Onlara ateş azabını kat kat ver!’ derler. Allah: ‘Hepsinin azâbı kat kattır! Ama bilmezsiniz!’ der.”7 * “Zulmedenler azap görürlerken azapları hafifletilmez de, geciktirilmez de! Allah’a ortak koşanlar, koştukları ortakları gördüklerinde: ‘Rabbimiz! Seni bırakıp yalvardığımız ortaklarımız bunlardır!’ derler. Koştukları ortaklar, onlara: ‘Doğrusu siz yalancısınız!’ diye söz atarlar. Onlar o gün Allah’ın hükmüne teslim olurlar. Uydurdukları şeylerse onlardan uzaklaşırlar.”8 Âyetler bu minval üzere devam etmektedir. Demek Rabb-i Rahîm, kullarının Kendi Zât-ı Muallâsına, “Rabbim” demelerini elbet ister. Orada kâfirler de Rab’lerini tanırlar. Ama dünya artık çok gerilerde kalmış, imtihan bitmiştir. “Rabbimiz! Bize dünyada iyilik ver, âhirette de iyilik ver! Bizi Cehennem azabından koru!”9 Âmin.
Dipnotlar:
1- Sözler; 106 2- Yâsîn Sûresi, 36/51,52 3- Zuhruf Sûresi, 43/77 4- Münâfikûn Sûresi, 63/10,11 5- En’âm Sûresi, 6/22,23,24 6- En’âm Sûresi, 6/27, 28, 29, 30, 31 7- A’râf Sûresi, 7/38 8- Nahl Sûresi, 16/85, 86 9- Bakara Sûresi, 2/201
06.04.2010 E-Posta: [email protected] |
Muzaffer KARAHİSAR |
|
Kırık daldaki çiçekler |
Huzurevi yüksekçe bir tepenin üzerine inşa edilmiş. Eskiden buraya Fikir Tepesi derlermiş. Bu yüksekçe yerden etrafa bakıldığı zaman, her taraf bağlık bahçelik bir yerdir. İlkbaharın gelmesiyle bütün ağaçlar rengârenk çiçek açarlar. Uzaklara doğru bakınca renk cümbüşü içerisinde bahçelerin cezbedici güzellikleri insandaki fikirleri, tefekkürü çağrıştırıp çiçeklerin, renklerin, boyaların, süslemelerin Sahibini, Sanatkârını hatırlatıyor, düşündürüyor. İşte böylesine güzelliklerin baharın gelmesi ile birden, hiçten yoktan çıktığı bir mekânda, huzurevinde, yaşlılar ömürlerinden kalan süreyi geçiriyorlar. Aylar öncesinde bahçedeki ağaçlara bakarken, oradaki bir ağaçta aşağı doğru sarkmış kırık bir dal gözüme çarptı. Kaç seferdir o ağaçtaki kırık dalın budanmasını bahçeye bakan kişiye söylemek istesem de her seferinde unuttum. Aradan zaman geçti. Baharı müjdeleyen çiçekler açmaya; ağaçları süslemeye başladılar. Yine ağaçları ve çiçekleri seyrederken kırık dal gözüme çarptı. Ağacın öteki sağlam dallarıyla yarışırcasına aşağı sarkmış kırık dal da çiçeklere bezenmiş, beyaz çiçeklerle, kırık dal nerdeyse fark edilmeyecek kadar örtülmüştü. Bir süre bakakalmışım. Kendime geldiğimde merak ve hayretimden maşallah, diyebildim. O çiçekler ötekiler gibi elbette meyveye dönüşecekler ve müşterilerine kemali afiyetle rızık olacaklar. Bediüzzaman her şeyin iyi tarafına ve güzel cihetine ve ferah verecek vechine bakmak lazım geldiğini anlatırken: “Sekizinci Sözde, bir bahçeye iki adam, biri çıkar, biri giriyor. Bahtiyarı bahçedeki çiçeklere, güzel şeylere bakar, safâ ile istirahat eder. Diğer bedbaht, temizlemek elinden gelmediği halde çirkin, pis şeylere hasr-ı nazar eder, midesini bulandırır, istirahata bedel sıkıntı çeker, çıkar, gider. Şimdi hayat-ı içtimaiye-i beşeriyenin safhaları, hususan Yusufiye medresesi bir bahçe hükmündedir. Hem çirkin, hüm güzel, hem kederli, hem ferahlı şeyler beraber bulunur. Âkıl odur ki, ferahlı ve güzel şeylerle meşgul olup çirkin, sıkıntılı şeylere ehemmiyet vermez, şekvâ ve merak yerine şükreder, sevinir.”1 Her şeyin güzel cihetine bakınız tavsiyesi üzerine gözümün ve gönlümün uzana bildiği kadar etrafımdaki kırık dalları ve onlardaki renkli ve süslü çiçekleri görmeye ve okumaya çalıştım. O tomurcuklar açtığı zaman ebedî çiçekler ve sonsuz meyveler veriyor. Böyle bir niyet ve nazarla bakılırsa Huzurevinin içini çiçeklerle bezenmiş bir meyve bahçesi olarak görebilirsiniz. Yaşlılığın ve hastalığın insanlara verdiği sıkıntılardan, huzursuzluklardan ve mutsuzluklardan ötelere geçerek onların kırık dalların çiçek açtığı gibi nurlara, sürurlara, mutluluklara ve huzurlara ulaştıklarını görebiliriz. Sebahat Dilek Teyze, yarı felçli bir insan. Vücudunun sadece yarısını kullanabiliyor, tekerlekle sandalye ile hayata tutunuyor, ihtiyaçlarını başkasının desteğiyle giderebiliyor. Onun en önemli vasıfları namazını kılar, mütemadiyen Kur’ân okur, haline şükreder, vefat etmiş olan eşine devamlı duâ eder. Onun kulluğu, ibadetleri, zikirleri, hamdleri, tesbihleri, duaları ve okuduğu Kur’ân’dan her bir harfine Cenab-ı Hakkın bahşettiği sevaplar ebedî olarak açacak çiçeklerin güzelliklerini ve ihtişamını müjdeliyor… Fatma Kara Teyze, gözleri görmeyen yaşlı bir çınar. Yaşlılığın, hastalığın zayıf vücuduna verdiği sıkıntıları, ağrıları ve acılarını kalbinin derinliklerine gömmüş bir bahtiyar. Onun sevgi ve şefkat dolu kalbi Allah’a olan aşkla çarpmakta. O güzellikleri ve çicekleri iç dünyasındaki marifetullah ve muhabbetullah ummanlarında yakalamış. Sabah ezanından sonra sürekli olarak hamdlerle, şükürlerle, tekbirlerle sevgilisini yad eder. Kapısın önünden geçen herkes onun tebessümlü çehresinden nefesindeki terennümlerin musikisini dinleyebilir. Kırık dallardaki çiçeklerin rüzgârın esmesiyle çıkardıkları hışırtılar gibi… “Nasıl ki, Cennet bütün vücut âlemlerinin mahsülatını taşıyor ve dünyanın yetiştirdiği tohumları bakiyane sünbüllendiriyor…”2 18-24 Mart Yaşlılara Saygı Haftası. Bu hafta boyunca çeşitli etkinlikler, programlar, konuşmalar, toplantılar, yemekler, ikramlar yapılır. Huzurevi ziyaretleri ve ziyaretçileri artar. Bu yıl böyle bir programda Huzurevindeki yaşlıları temsilen Lütfi Amca ile ilin valisini, garnizon komutanını ve belediye başkanını makamlarında ziyaret ettik. Sohbetler edildi, ikramlar yapıldı. Ertesi gün sabah namazını kılan Lütfi Amca seccadesinin yanında, felç olarak öylece kalakalmış. Hastaneye kaldırdık. Sağ tarafı tamamen felç olmuş ve konuşamıyordu. Her onbeş günde bir hatim eden, ibadetlerini hiç aksatmayan Lütfi Amca ile hastanenin odasında, göz göze geldiğimizde elini öptüm ve elimi omzuna koyarak duaya devam dedim, sözümü anladı ve başını sallayarak tasdik etti. Yüzündeki ifadelerden durumundan şikâyetçi olmadığı her halinden belliydi. Vakur ve tevekküllü duruşu, Rahman ve Rahim olan Yüce Yaratıcıya olan teslimiyeti anlatıyordu. Kırık dallarda açmış süslü, kokulu, güzel çiçekleri görerek ruhunuzu ve kalbinizi ferahlatmak isterseniz; hemen en yakındaki huzurevine giderek oralarda güzellikleri müşahede ederek, duâlar, ibretler alarak yeni ve mutlu bir hayat çizgisini yakalamayı kolaylaştırabilirsiniz..
Dipnotlar: 1- Şualar, 14. Şua, s.437 2- Asa-yı Musa, On birinci Mesele
NOT: Manidar bir tevafuk: Yeni Asya Gazetesinin 18 Mart 2010 tarihli sayısını alıp birinci sayfasına bakarsanız, gazetenin sağ üst köşesinde “Çanakkale Zaferinin 95, yılını kutluyoruz. Çanakkale Kahramanı Cevat PAŞA …” başlıklı yazının üstündeki Çanakkale Şehitleri Anıtını ve Savaş Meydanlarının resmini göreceksiniz. O kompozisyonun içinde, Risâle-i Nurun bir şehit kahramanı, iman ve Kur’ân şehidi merhum Hafız Ali’nin resmini bir siluet olarak göreceksiniz. Bu resim özel olarak yapılıp, hazırlanmamış. 2. sayfadaki Mustafa Öztürkçü’nün “Hafız Ali, şehit bir yıldız. Talebeleri Hafız Ali Ağabeyi anlatıyor” başlıklı yazısındaki Hafız Ali’in resmi ön sayfadaki Çanakkale resminin içinde net bir şekilde görünüyor.
06.04.2010 E-Posta: [email protected] |
Ahmet DURSUN |
|
İntihar |
Türkiye’nin içinde bulunduğu keşmekeş devam ededursun. Türkiye generallerin nasıl serbest bırakılıp sonra nasıl tekrar tutuklama kararının çıktığını tartışadursun. Kendi çocuklarına kıyan bir sistem patırtıyla tüm günahlarını örtüveriyor. Köşe başları için çatışanlar günahlarını âlâyu vâlâ içinde gölgeliyor. Her fırsatta kamuoyunun önünde olanlar, menfaat kapışmalarında milleti ayağa kaldıranlar varsın görmesin. Gün geçmiyor ki, ülkemin dört bir yanından gencecik insanların hayatına kıydığı haberleri gelmesin, yüreklere kor düşüren hikâyeler duyulmasın. Dersane parasını ödeyemedikleri için icralık olan ve hapse düşen bir annenin gururlu oğlu, henüz on sekizinde canına kıyıveriyor. Üniversite sınavının ağır stresine dayanamayıp depresyona giren bir başka kızımız, kurtuluşu ölümün kollarında arayıveriyor. “Hayata tutunamadığım için özür diliyorum” diye not bırakarak intihar eden on yedi yaşındaki lise son sınıf öğrencisi bir başka kızımız da üçüncü sayfa haberlerinde kalakalıyor. Dünyanın pisliğini, kokuşmuşluğunu suratımıza çarpmak istercesine, bütün dünyadan intikam alırcasına “Ben gidiyorum, size kolay gelsin” notuyla veda ediyor bir başka kızımız da. Hayata bağlayamadığımız, hayatın temiz yüzünü gösteremediğimiz, meyvelerini tattıramadığımız çocuklarımız... Fani insanın ebede namzet, ezelî ve ebedî bir zata muhatap olduğunu söyleyemediğimiz, kâinatı emrine sunan ezeli zatın sevgili bir kulu olduğunu anlatamadığımız çocuklarımız… Arzın halifesi olarak yaratıldığını, ne kadar kıymettar olduğunu hissettiremediğimiz çocuklarımız kendilerini hakir görerek hayatlarını sonlandırıyorlar, kendi kendilerinin katilleri olarak Kudret edibinin en güzel şiirine yazık ediyorlar. Ne acıdır! Her gördükleri boşluğu sakil cüsseleriyle doldurmayı marifet sayan haramzadeler, küçücük kalplere giremiyorlar. Taş kesilmiş kalpler vicdansızlıklarını her yere bulaştırıyor. Anlayamadığımız, anlamaya çalışmadığımız gençlerimiz dünyaya geldiklerine bin pişman, nefret hisleriyle aramızdan kaçıyorlar. Hani, belki bir gün sorarlar “Bize nasıl kıydınız?” diye. Bilmem sorar mıyız kendimize “bunca cürmü nasıl işlettik?” diye. Canına kıyan, hayatlarının baharındaki bu gencecik insanlar mıdır, yoksa Hulagu tavrıyla bağbağban demeden çiğneyen, baharı yok sayan bizler mi? Anayasa değişikliğiyle memlekete demokrasi gelecekmiş. Ergenekonların köküne kibrit suyu dökülecekmiş. İçimizdeki Ergenekonların yol açtığı kıyımlar ne olacak, sorabiliyor muyuz kendimize? İntihar… Kendisine verilen en büyük emanete, kendi hayatına karşı bir eyleme girişmek. En zor şartlarda bile kendi hayatını devam ettirmeye yönelik bir fıtratı çiğneyerek emanete hıyanet etmek. İnsanlık tarihinin her döneminde rastlanan intihar olgusunun son günlerde bizim canımızı fazlasıyla yakıyor olması ne acıdır. Ülkemizde, son yılda meydana gelen yaklaşık üç bin intiharın yarısının otuz beş yaş altı olması ne büyük bir günahın habercisidir. Sönen hayatların hesabı nasıl sorulur, bu vebalin altından kim, nasıl kalkar? Ekonomik nedenlerden başlayarak bir dizi psikolojik sebeplere dayanan gerekçeler bu günahı temizlemeye yetmiyor. Çektiği tarifsiz eziyetler sonrasında “Eğer dînim intihardan beni menetmeseydi, belki bugün Said topraklar altında çürümüş gitmişti” diyen üstadımızın hayat algısıyla tanışmaya ihtiyacımız var. Bu tanışma gerçekleşmezse çok canlar yanacak. Hayatın tekellüfü karşısında kendi canına mı kıymak, bu can kıyışları görmezden gelerek ahlâksız bir vurdumduymazlığın içinde mi yüzmek… Hangisi intihardır, daha büyük günahtır, bilemiyorum.
06.04.2010 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
“Sürprizler” ve referandum… |
Bu hafta Meclis Anayasa Komisyonu’nda ele alınacak Anayasa değişikliği paketinin ay sonuna kadar Meclis’te oylanması bekleniyor. Ne var ki paketin en iddialı olduğu konularda ne kadar demokratik standartlara uygun bir düzenleme getireceği tereddüdü devam ediyor. Meselâ YAŞ kararlarının ne derece yargı denetimine tabi tutulacağı paketteki eski-yeni ibârelerin çelişkisi arasında kalmış. Keza daha sonra yasayla düzenleneceği belirtilen memurlara toplu sözleşme hakkı düzenlemesinin, memurlara uluslararası demokratik çalışma ve sendikal hakları ne ölçüde sağlayacağı belirsizliğini koruyor. Yönetmelik gibi en ince ayrıntısına kadar yazılan Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu ile Anayasa Mahkemesi’nin yapısının değiştirilmesi dışında bir dizi istifhamı beraberinde getiren paketin bu yönü elbette bu süreçte tartışılacak. Ancak oylama usûlü ve referanduma sunulmasına dair tartışmalar gittikçe bir başka boyut kazanıyor. Bundandır ki çoğu zaman “şekil”, “muhteva”nın önüne geçiyor… Öylesine ki “paket”in iptalinden referanduma gitmesi sürecine birçok “sürpriz”den bahsediliyor. Asıl “sürpriz, iktidar partisinin fire vermesiyle paketin 230’un altında kalıp Meclis’ten geçmemesi. Başbakan Erdoğan’ın, iktidar partisinde 20’ye yakın milletvekilinin ortak itiraz deklarasyonuna hazırlandığı ve grup kararı alınmayan gizli oylamada bazı milletvekillerinin “red” oyu vereceğine dair sorular üzerine, “Bunu düşünmek dahi istemiyorum!” cevabı, bu ihtimali sözkonusu ediyor. Keza her ne kadar “ambargo koymadıkları takdirde muhalefetin 20-25 oy fire vereceğini” söylese de, Başbakan Yardımcısı Arınç’ın, “Samimiyetle söylüyorum; gizli oylamanın olduğu her yerde fire bir ihtimaldir” cümlesi, bunun belirtisi…
“VENEDİK KRİTERLERİ”NE GÖRE… Bütün bunlara karşılık şimdilik en ağırlıklı ihtimal, referandum. DTP’nin belirsiz “şartlı” desteğinin dışında Meclis’teki muhalefet partilerinin peşinen karşı çıkmaları, 230 ile Meclis’ten geçse bile nitelikli çoğunluk olan 367 oy alamayan “tasarı”nın referanduma sunulmasını kesinleştiriyor. Ancak Meclis’te ilk etapta ayrı ayrı oylanan değişiklik maddelerinin referandumda tek bir pakette oylanması, bir başka sıkıntıya sebebiyet veriyor. Kamuoyunun büyük ekseriyeti, başta 12 Eylül darbecilerini koruyup kollayan geçici 15. maddenin kaldırılması, yetersiz de olsa YAŞ kararlarının denetime tabi tutulması, ombdusman, sendikal haklar, insan hakları ve özgürlüklerin kısmen de olsa genişletilmesine dair düzenlemeleri sonuna kadar destekliyor. Fakat muhalefetin ve halkın bir kısmının kabul ettikleriyle etmedikleri değişikliklerin, birbiriyle alâkasız konuların aynı torbaya konulması, hem Genel Kurul aşamasında, hem de referandum sürecinde gereksiz tartışmalarla düzenlemelerin arkasındaki demokratik irâdeyi zayıflatıyor. Gelişmiş demokrasilerde daha çok belirli bir konuda nokta sorulara “evet” ya da “hayır” cevabıyla halkın görüşünün alındığı referandum, bunca farklı ve komplike konunun aynı torbaya konulmasıyla kördüğüme dönüşüyor. Parti kapatmanın zorlaştırılmasında “Venedik kriterleri”ni referans gösteren iktidar partisi, bütün maddeleri aynı pakete koymakla millet irâdesinin önüne bariyerler koyuyor. Oysa 21 Aralık 2006 tarihli Venedik Komisyonu’nun “Referandumlarda İyi Uygulamalar Klavuzu”nun 30 maddesinde, referandum oylamasında “muhteva birliği”nin “özgür oy irâdesinin daha önemli bir gerekliliği” olarak tanımlıyor.
“HAP GİBİ” İRÂDEYİ ENGELLİYOR… Buna bağlı olarak “Seçmenlerin, aralarında mahiyet bağı bulunmayan farklı sorulara aynı anda oy vermek zorunda bırakılmaması”na dikkat çekiyor. “Seçmenin sorularından birini desteklerken bir başkasına karşı olabileceği dikkate alınmalıdır. Bir metinde yapılacak değişiklik, çok sayıda farklı unsuru kapsıyorsa, halka bir dizi soru soru sorulmalıdır” hükmünü getiriyor… Buna göre, referanduma sunulacak maddeler ayrı ayrı veya en azından “hak ve özgürlükler” “yargı” ve “diğer düzenlemeler” benzeri birbirine yakın bloklar halinde oylanması gerekiyor. Görünen o ki bütün maddeleri aynı torbaya doldurup Erdoğan’ın ifâdesiyle “bir hap gibi” oylanması, “Venedik kriterleri”ne de aykırı. Siyasî iktidar, netice almak istiyorsa öncelikle referandumun AB normları ve “Venedik kriterleri”ne göre yapılmasını sağlamalı. Başbakan, “Tek tek oylama referandumun mantığına aykırı” deyip, bu hususta risk aldıklarını belirtiyor. İktidar partisi, asıl bunun için risk almalı. Cumhurbaşkanı’nın nazara verdiği “mevzuat engeli” varsa, evvelâ bunu ortadan kaldırmalı. Bu durumda en azından darbecilerin yargılanması ve demokratikleşmeye dair temel düzenlemeler büyük bir oy çoğunluğuyla ve güçlü bir irâdeyle Meclis’ten geçer; kalsa kalsa diğer tartışmalı maddeler referanduma kalır. Türkiye referandumla hak ve özgürlüklerin oylandığı bir ülke durumuna düşmez. Samimiyet bunu gerektirir…
06.04.2010 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Zenginiz, ama zor geçiniyoruz |
Çocukluğumuzda, büyüklerimizden duyduğumuz cümlelerden biri de “bereket kalktı” şeklindeki serzenişler olurdu. Her fırsatta israfın kötü olduğu ve nimetlere hürmet etmek gerektiği söylenirdi. Aradan yıllar geçince bu ikazların ve serzenişlerin ne kadar haklı sözler olduğunu bir defa daha anlıyoruz. Herkesin kabul edeceği gibi, büyük çoğunluk babalarımızdan ve dedelerimizden daha zenginiz. 10 yıl önce ‘zarurî ihtiyaç’ olarak görülmeyen pek çok eşya, artık zarurî eşya listesine ilave edilmiş durumda. Ve bizler, bu listeleri tamamladığımız halde yine mutlu ve huzurlu olamıyoruz. Türkiye İstatistik Kurumunun (TÜİK) yayımladığı “Yaşam Memnuniyeti Araştırması 2009” verilerine göre, vatandaşların yüzde 36’sı geliriyle “zor”, yüzde 16,9’u ise “çok zor” geçindiğini ifade etmiş. Kazancıyla ihtiyaçlarını “orta düzeyde” karşıladığını belirtenlerin oranı yüzde 35,5 iken, hane halklarının yüzde 10’u “kolay” geçindiğini dile getirmiş. Aylık gelirlerinin hane halkı ihtiyaçlarını “çok kolay” karşıladığını söyleyenlerin oranı ise sadece yüzde 1,6 düzeyinde kalmış. (AA, 5 Nisan 2010) Rakamlara bakınca, vatandaşın yüzde 50’den fazlası elde ettiği gelirle ihtiyaçlarını tam olarak karşılayamıyor ve ‘zor’ geçindiğini ifade ediyor. ‘Zor geçinenler’in sayısı belki de daha fazladır. Ama asıl dikkat çeken ihtiyaçlarını ‘çok kolay’ karşılayanların ancak yüzde 1.6 nisbetinde kalmış olması. “Büyük Türkiye” olmakla övünüyoruz, ama rakamlar bunu doğrulamıyor. Başta da ifade etmeye çalıştık; bunun tek sebebi elimize az para geçmemesi değil. Aksine, medeniyetin dayatması ve görenek belâsıyla ‘ihtiyaç listemizi’ alabildiğine kabartmış durumdayız. Asgarî ücret alanların her hâl ve şart altında geçinmesi gerçekten zor, ama bugünkü şartlarda asgari ücretin 3 ya da 4 katı ücret aldığı halde ‘çok zor geçinen’ kişiler de var. Bu bakımdan, parayı harcamak, kazanmaktan daha az zor değil... Türkiye’yi idare edenlerin unuttuğu bir nokta daha var: İhtiyaçlarını ‘çok kolay’ karşılayanlar ile ‘çok zor’ karşılayanlar arasındaki uçurum ancak ‘zekât köprüsü’ ile kapanabilir. Şu da var ki, bu konuda milletimize yeteri kadar bilgi verilemiyor. İslâmın bazı emirlerini bilip yaptığı halde, zekât emrinden habersiz ‘zengin’lerimiz bile var. Bu konuda gerekli hassayet gösterilse ve zenginlerimiz fakirlere olan ‘borç’larını ödese belki de ‘çok zor geçinenler’in sayısı ve nisbeti azalacak. Hakikatte zekât, zenginlerin verip vermemekte serbest olduğu bir şey değil. Aksine o paralar fakirlerin hakkı ve zenginlerin borcudur. Hiç bir zengin borcunu ödemekten geri kalamaz ve kalmamalı. Gerçi Diyanet İşleri Başkanlığı zaman zaman bu hususta hutbe ve açıklamalar yapıyor, ama demek ki yeterli değil. İnsanlarımızın ve kamuoyunun bu konuda daha fazla bilgilendirilmeye ihtiyacı var. Zekât vermeyi ve yardım etmeyi sadece Ramazan ve Kurban Bayramlarıyla sınırlı tutmamak da lâzım. Çünkü fakiri sevindirmek her gün mümkün... İnanın, fakirler ve zenginler arasında ‘zekât’ köprüsü tam anlamıyla tesis edilebilse Türkiye huzura ve sükûna kavuşur...
06.04.2010 E-Posta: [email protected] |
H.İbrahim CAN |
|
Amerika’nın yeni nükleer politikası ve silâhsızlanma |
Obama yönetimi ülkesinde sağlık reformunu gerçekleştirerek ilk büyük başarısını sağlarken, uluslar arası alanda da Rusya ile iki gün sonra yeni Stratejik Silâhların Azaltılması Antlaşmasını (kısaca START olarak biliniyor) imzalayarak, vaatlerini gerçekleştirmeye hazırlanıyor. Bu arada ABD’nin yeni nükleer politikasını da bu hafta içinde açıklayacak. Bu iki gelişmenin dünya barışı için olduğu kadar, Türkiye için de büyük önemi var. Önce Ortadoğu’yu sonra da Afganistan’ı kana bulayan, gözünü hırs bürümüş Bush yönetiminin, nükleer silâhı olmayan ülkelere bile, kimyasal yada biyolojik silâh kullanmaları halinde, nükleer saldırı yapmayı, yeni silâh sistemleri geliştirmeyi esas alan nükleer politikalarının çöpe atılması, dünyanın geleceğini önemli bir tehditten kurtaracak. Obama’nın yeni politikasında “caydırıcılık” esas alınacağı için, toplam nükleer başlık sayısı da hayli azalacak. Ama en önemlisi ABD dünyaya “olumsuz güvenlik teminatı” verecek. Buna göre; ABD, Nükleer Silâhsızlanma Antlaşmasına sadık kalan hiçbir ülkeye nükleer silâhlarla saldırmayacak. Umarız bu yeni anlayışa güya İran’a karşı Avrupa ve Ortadoğu’ya savunma füzeleri yerleştirilmesi kararından vazgeçilmesi de dahil edilir. Aslında Rusya ile varılacak yeni antlaşmanın yakın tarihte bir etkisi görülmeyebilir. Zira hiçbir ülke zaten şu durumda nükleer silâh kullanma akılsızlığını gösterebilecek durumda değil. Ancak bu silâhların mevcut olması, her zaman dünya güvenliğine yönelik bir tehdit oluşturmaktadır. Bu yeni gelişmelerin Türkiye açısından ne gibi bir sonucu olacak? Yapılan açıklamalardan ABD’nin Belçika, İtalya, Almanya ve Hollanda’nın yanı sıra Türkiye’ye de yerleştirdiği taktik nükleer silâhları geri çekmeyi düşündüğü anlaşılıyor. Toplamda 200 adet B61 yerçekimine duyarlı atom bombası Avrupa’dan uzaklaştırılacak. Ama çok da sevinmeyin. Zira Amerika bunun yerine; her ülkenin kendi savaş uçaklarının taşıyabileceği, bir savaş anında ABD’nin nükleer silâh kullanmasını onaylaması halinde bu uçaklarla atılabilecek B61 atom bombaları verecek. Tabiî NATO üyesi Avrupa ülkeleri almayı kabul ederse. Çünkü ilk bombaların yerleştirildiği dönemdeki Rus işgali tehdidi artık sözkonusu değil. Hâlâ Rus işgali fobisi yaşayan Doğu Avrupa ülkeleri hariç, hiçbir Avrupa ülkesini bu silâhları almaya ikna etmenin kolay olmayacağını düşünüyoruz. Her iki gelişmenin Rusya ile Amerika’daki güven eksikliğini azaltacağı düşünülüyor. Ancak bu güven ortamının sağlanmasında, Avrupa’ya ve bu arada Türkiye dahil diğer bazı NATO üyesi ülkelere kurulması planlanan füze savunma sistemlerinden vazgeçilmesinin önemi büyük. Kısacası; bu hafta içinde dünyayı daha güvenli bir yer haline getirme yönünde önemli adımlar atılması bekleniyor. Ama nükleer silahların azaltılmasında sağlanacak bu ilerlemeyi, halen Irak’ta ve Afganistan’da açıkça, diğer Asya ülkelerinde ise gizlice süren rekabet ve enerji kaynaklarına sahip olma mücadelesi baltalıyor. Umarız—epey zayıflamış olsa da Hindistan ve Çin ile ilişkileri sayesinde biri hâlâ süpergüçlük iddiasında bulunan—iki ülke; dünyayı kendi hegemonyalarına almaları gerekmediğini, dünyayı daha adil ve yaşanabilir bir gezegen haline getirmenin en çok kendilerine yarar sağlayacağını çok geç olmadan anlarlar.
06.04.2010 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
“Atatürkçü” AKP |
Erdoğan, geçtiğimiz günlerde Alman Der Spiegel dergisine verdiği beyanatta, hakkındaki “Atatürk’ten sonraki en etkili siyasetçi” yorumları sorulduğunda şöyle demiş: “Kendimi Atatürk’le hiçbir zaman kıyaslamam.” (Eyüp Can, Hürriyet, 30 Mart 2010) Oysa bir buçuk yıl önce “Obama gibi geldi, Bush’a benzedi” eleştirisine hedef olduğunda, “İllâ birine benzetecekseniz Atatürk’e benzetin” diye tepki göstermişti (Hürriyet, 9 Kasım 2008). Daha önce de İsrailli diplomat Alon Liel’in “Erdoğanizm, Kemalizmin güncellenmiş versiyonudur” iddiası için, “Atatürk’e benzetilmek benim için onur vericidir” yorumunu yapmıştı. Mart'ın son günlerinde, kıyasıya bir rekabet halinde peş peşe vizyona giren, ama gişelerde hiçbiri umduğunu bulamayan “Atatürk” filmlerinden biri olan Livaneli yapımı “Veda”ya gitti Erdoğan. Livaneli’nin, filmi Başbakanla birlikte izledikten sonra yazdığı yazıda şu cümleler de vardı: “Dev ekranda Mustafa Kemal Paşanın Fikriye’ye ‘Lütfen başını açar mısın. Burada sana kötü gözle bakacak hiç kimse yok!’ demesini, yanımda oturan Erdoğan ve başörtülü kızıyla izlemek çok ilginç bir duyguydu. (...) Film bitince Erdoğan, kızı ve bütün ekip, çok beğendiklerini, uluslararası bir eser olduğunu söyleyip teşekkür ederek gittiler...” (Vatan, 26 Mart 2010) Bunlar, Erdoğan’ın Atatürk’e kişisel bakış ve yaklaşımına ışık tutan kayda değer anekdotlar. Bir de, başında bulunduğu partinin kurumsal tavrına bakarsak—ki işin bu boyutunu evvelce de defaatle işlemeye çalıştık—şunu görüyoruz: AKP, hangi şartlarda ve ne gibi yöntemlerle uygulamaya konulduğu mâlûm olan Atatürk devrimlerinin, milletin ve TBMM’nin desteğiyle gerçekleştiğini iddia ederek, “Hedefimiz Atatürk ilke ve inkılâplarını toplumun ortak paydası haline getirmektir” diyebilen bir parti. Anayasanın “değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez” maddeleriyle inkılâp kanunlarına dokundurmamadaki ısrarı, bu tavrının bir neticesi olsa gerek. Keza, Atatürk döneminde, Resmî Gazete’de dahi yayınlanmayan korsan bir hükümet kararnamesi ile müzeye çevrilmiş olan Ayasofya Camiini müze olarak devam ettirme “kararlılığı” da yine bu çerçevede aynı yaklaşımın bir tezahürü. AKP, sadece hükümetiyle değil, bazı belediyeleri ve etkisi altına aldığı kitle örgütleriyle de, “Atatürkçülüğe hizmet” yarışını devam ettiriyor. Önceki yıllarda İstanbul Bahçelievler Belediyesince üstlenilen “bedava Nutuk dağıtma” faaliyetinin, son dönemde “Nutuk’un tıpkıbasımını yayınlama” şekliyle İstanbul Ticaret Odasına devredilmesi, bunun en son örneklerinden biri. Devam eden kriz ortamında ticaret erbabının çözüm bekleyen yığınla sorunu orta yerde dururken, İTO’nun “Nutuk basma” işine soyunması ve Başkan Yalçıntaş’ın “Bugün varsak, onu sağlayan en önemli şahsiyet şüphesiz ki Atatürk’tür” gibi, inanç hassasiyetlerini de inciten tuhaf beyanlarda bulunması, ne anlama geliyor? Klasik Kemalistlerin Anıtkabir’e türbe ve Nutuk’a “kutsal kitap” nazarıyla bakan “çağdaş ve laik” tavırlarını artık kanıksamıştık. Bu tavrın iyiden iyiye marjinalleştiği bir noktada, resmî ideoloji ve sembollerine sahiplenip “Kemalizmin ömrünü uzatma” misyonu AKP’lilere mi kaldı? Kimi yorumculara göre öyle. Nitekim onlardan biri olan Akşam yazarı Atılgan Bayar, “AKP Atatürkçülük bayrağını CHP’den devraldı” diye defalarca yazdı. Ki, partinin bu konudaki duruşunu ortaya koyan, yukarıda özetlemeye çalıştığımız söylemler, bu yorumları doğrular nitelikte. Ve bu durum, AKP’nin, “Atatürk yaşasaydı partimizde olurdu. Biz tek parti dönemine dair eleştirilerimizde Atatürk dönemini hariç tutuyoruz” diyen Millî Görüş çizgisini bu konuda da aynen devam ettirdiğini gözler önüne seriyor. Ama bu tavrıyla, toplumda hiçbir zaman karşılığı olmayan ve tükenme noktasına gelen bir ideolojiye sarılarak, kendi çöküşünü hızlandırıyor.
06.04.2010 E-Posta: [email protected] |