Sami CEBECİ |
|
Gülümseten ve düşündüren hatıralar |
Asya Nur Kültür Merkezinde, Pazar seminerleri çerçevesinde her hafta aksatmadan üç yıldır risâle seminerleri icrâ ediyoruz. Sekiz aydır da faaliyete geçirdiğimiz “asyanur.info” adındaki sitemize bu seminerleri yükleyerek, Almanya üzerinden dünyaya neşrediyoruz. Böylece teknolojiyi iman hizmetinde değerlendirmiş oluyoruz. Sekiz ayda yirmi beş bini aşkın büyük bir kitlenin bu siteden yararlanmış olması bizleri mutlu ediyor. Bu hafta seminer veren konuğumuz, gazetemiz yazarlarından Raşit Yücel’di. Nur dairesinde duyduğu veya şahit olduğu bir kısım hatıraları bizlerle paylaştı. Kalabalık bir dinleyici kitlesi vardı. Kırıkkale, Gerede ve Kastamonu gibi uzak hizmet mahallerinden gelenler bile olmuştu. Hoş bir ortamda geçen seminer programında saatler su gibi akıp gitti. Allah’ın hususî yardımı ve inâyeti altında olan Risâle-i Nur hizmetinde çok tevâfuklar olmuştur. Meselâ, Üstadın doğduğu Nurs Köyünden Ankara’ya gelecek olan bir zâta “Adrese gerek yok. Sen Ali Vapurlu’yu birisine sor. Onu herkes tanır. Onu bulunca o seni dershaneye götürür” diyorlar. Uzun boyu, burma bıyıkları, ayağında şalvarı ve çizmeleriyle Kızılay Meydanına gelen bu Nurs Köylü zat, temiz simalı birisini gözüne kestirir ve “Arkadaş! Ben Ali Vapurlu’yu arıyorum. Sen onu tanıyor musun?” der. Sorduğu adam ona “Ben Ali Vapurlu’yum. Seni bana kim gönderdi?” diye sorar. Biraz konuştuktan sonra mevzu anlaşılır ve kucaklaşırlar. Oradan dershaneye giderler. Yüzlerce insanın sel gibi aktığı o meydanda doğrudan aradığı adamı bulması, halis niyetin bir kerâmeti olduğu açıktır. Yeni Asya gazetesinin kuruluş aşamasında adres olmaksızın, Mehmet Kutlular Ağabey yanında birisiyle şehre iner. Maksat cemaatin desteğini almaktır. Saat kulesinin yanında beklemeye başlarlar. Çok geçmeden yanlarına Memduh Ağabey gelir. Onların temiz simaları dikkatini çeker. “Birisini mi bekliyorsunuz?” diye sorar. Kutlular Ağabey şüphelenerek “Sana ne kardeşim!” diye çıkışır. Sonra konu anlaşılınca birlikte dershaneye giderler. İstanbul’da Mehmet Emin Birinci Ağabeyi karakola götürürler. Baş komiser sorar: “Bu Nurcuların kırk tane lideri varmış. Birincisi sen, kırkıncısı Erzurum’daymış. Bu aradaki otuz sekiz kişiyi söylemezsen sabaha kadar seni falakadan geçireceğiz.” Adamların cahilliğine bak! Bunların sadece birer soy isim olduğunu fark edememişler. Nihayet iş anlaşılmış, ama epey zahmet vermişler. Bir tarikat şeyhi ve aynı zamanda muallim olan Hasan Feyzi Yüreğil Ağabey, son müceddit hakkında kitaplardan çok şey öğrenir. Bediüzzaman Hazretleri de o sıralar talebeleriyle birlikte Denizli Hapishanesinde kalmaktadır. “Eğer bu zât Mehdiyyet hizmetiyle vazifeli ise muhakkak beni tanır” diye düşünür. Bir mahkeme duruşması için elleri kelepçeli olarak talebeleriyle mahkemeye sevk edilirken, Hasan Feyzi Ağabey geçecekleri yol üstünde durur. Bediüzzaman onun hizasına geldiğinde, kelepçeli ellerini kaldırarak onu birkaç defa selâmlar. Bu olay onun Nur Talebesi olmasına kâfi gelir. Üstad ve Risâle-i Nurlar hakkında çok anlamlı şiirler de yazar ve nihayet Üstadın bedeline şehit olur. 1950 yılından sonra Isparta’da kalmaya başlayan Bediüzzaman Hazretleri, dokuz seneye yakın kaldığı Barla beldesine sık aralıklarla gider. O günün şartlarında düzgün yolu olmayan Barla’ya gitmek pek zahmetlidir. Bir gün yine Barla yolunda giderken Bayram Ağabey çok yorulur ve içinden “Üstad bu Barla’da ne buluyor ki hep buraya gelmek istiyor?” diye düşünür. Birden Üstadın sesiyle irkilir: “Evlâdım Bayram! Sen Barla’yı küçük kerih görme. Barla zamanla çok nurlanacak ve şenlenecek. Ziyaretçilerle dolup taşacak. Benim Yıldız Sarayı’na değişmediğim menzillerim ziyaretgâh olacak” der. Aynen dediği gibi de oldu. Otuza yakın hatıraların paylaşıldığı seminer herkesi ara sıra hem güldürmüş, hem de düşündürmüştü. Biz bu hatıralardan ancak dört beş tanesini yazabildik. Bütün bu hatıralar gösteriyor ki, gerçekten Risâle-i Nur hizmet-i imaniyesi tam bir inayet altındaydı.
24.02.2010 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
Pozitif düşünmek |
Olay, kişi ve nesne/objelere iki türlü yaklaşırız: Müspet (olumlu, pozitif), menfi (olumsuz, negatif). Nötr bir nesneyi/hâdiseyi, olumlu veya olumsuz; olumsuzu olumlu veyahut olumluyu olumsuz değerlendirebilir, görebiliriz. “Oh bardağın yarısı dolu!” veya “Vah, yarısı boş!”; “Ne güzel, rahmet yağdı!” veya “Hay aksi yine yağmur bastırdı!” diye aynı olayı farklı yorumlar, farklı değerlendiririz. En olumsuz şeyleri bile pozitif bakışımızla güzele çevrilebilir veya güzel yönlerini öne çıkarabiliriz. Hz. İsâ (as), köpek leşinin koku ve çirkinliğini nazara verenlere karşılık, “Ne güzel dişleri var!” diyerek; müsbet bakış dersi verir. Pozitif bakış sevinç, lezzet, hareket; negatifi ise elem, hüzün, durağanlık, karamsarlık getirir. İman, pozitif, olumlu bir bakıştır. Her zaman güzel düşünceler ve enerji yayar. Bediüzzaman, olumlu düşünmeyi, “Güzel gören güzel düşünür. Güzel düşünen hayatından lezzet alır” 1 şeklinde formüle eder. Güzel/olumlu düşünme zihin tarlasına güzel; olumsuz düşünme ise menfî mânâlar ekmek demektir. “Yapamam, başaramam” tarzında negatif yaklaşımlar; peşinen olumsuza şartlanmaktır. O takdirde kişi gerçekten de yapamaz. Daha doğrusu ona oldurulmaz. Şiddetli bir arzuyla “Yaparım, ederim, başarırım” diyerek beynini, duygularını motive edip programlayan da başarır. Menfî, yanlış, bâtıl fikirleri atarak beynimizi, gönlümüzü olumlu düşüncelerle aydınlatmalıyız. Problemlerini halledememiş; sıkıntı, stres, gerginlik deryasında yüzen adam olumlu düşünemez. Yaklaşım tarzımız çok önemlidir. Nesneleri “idrak-algılama” biçimine, yâni taktığımız gözlüğün renk ve mahiyetine göre kıymetlendiririz. Nazar ve niyetimiz sevgiyi nefrete, nefreti sevgiye; üzüntüyü sevince, sevinci eleme; korkuyu cesarete, cesâreti cebanete; ağlamayı gülmeye, gülmeyi ağlamaya; günahı sevaba, sevabı günaha çevirir. Ağlayan, dünyayı ağlar gördüğü gibi; her şeyin çürüyüp, solup, yok olup gittiğini düşünen, başta rûhu, hayatı, gençliği, sevdikleri, yakınları, malı-mülkü de solup gidecek diye düşünür. Tıpkı, eşyanın mahiyetini, hâdiselerin sırrını tam kavrayamadığı için üzülen-büzülen, ağlayıp-sızlayan çocuk gibidir. Meselâ, “ölümü”, yokluk değil varlık, ayrılık değil kavuşma, bitiş değil paydos, terhis ve mekân değiştirme olarak gören; firakın sillesini yemez, “kavuşmanın” sevincini yaşar. Müsbet düşünceyle bakış, pozitif güç, olumlu enerji pompalar. Hem ferdî, hem de toplu gayretin, çalışmaları katladığını kendimiz ve çevremizde müşâhede ederiz. İmân müsbettir, ispattır; üretimdir. İmânlı bakış; olumsuz hâdise ve duygulara da olumlu yaklaşmayı sağlar. Hayatı bir bâr (yük) değil; bahar yapar.
Dipnot:
1- Mektûbât, s. 367
24.02.2010 E-Posta: [email protected] [email protected] |
M. Latif SALİHOĞLU |
|
Sahibini küçülten iddialar |
Irkçılık, tedâvisi müşkil bir marazdır. Sahibini dalâlete sürükletir, âhiretini yaktırır. Ne var ki, ırkçılık illetine yakalanmış kişinin âhiret diye bir derdi, maneviyat, mukaddesat diye bir meselesi yoktur. Onun için mukaddes sayılan tek bir dâvâ vardır, o da ırkçılık mânâsındaki milliyetçiliktir. Irkçılar, milliyeti mâbud ittihaz ederler. (Mesnevi–i Nuriye, s. 96) Allah'tan ziyade ırka taparlar. Hamiyet–i diniye yerine, asabiyet–i milliyeyi tercih ederler. İşte, millî asabiyet gibi müzmin hastalıklara yakalananların, hamiyetli âlimlere hürmet etmeleri, faziletli dindarlarla uyum içinde olmaları elbette ki beklenilmez ve beklenilmemeli. Hürmet ve ahenk göstermeleri bir yana, ırkçılar, imân kahramanlarına muarız olurlar, insafsız birer düşman kesilirler. İşte, Üstad Bediüzzaman ile ırkçı Ziya Gökalp arasındaki zıtlaşmanın sırrı buradan kaynaklanmaktadır. Keza, 1900'lü yılların başında Kürtçülükten Türkçülüğe yatay geçiş yapan Gökalp'in takipçileriyle Üstad Bediüzzaman'ın talebeleri arasındaki derin farkın sırrı burada yatıyor. Aynı şekilde, Nihal Atsız gibi kaskatı bir Türkçünün Üstad Bediüzzaman'a yönelik insafla, vicdanla bağdaşmayan iftiralı saldırılarının temelinde, işte din ve ırkçılık arasındaki bu uçurum yer alıyor. Gökalp ve Atsız gibi dini sadece milliyetçiliğin dolgu malzemesi olarak düşünenlerin, "din ve iman hakikatleri değil dünyaya, kâinata hiçbir şeye âlet edilmez" diyen Bediüzzaman Hazretlerine dost olması beklenmez. Onlar ancak düşman olurlar ve düşmanlık yaparlar. Bundan da menhus bir lezzet alırlar. Bu kronik düşmanlık, dün olduğu gibi bugün de aynen devam ediyor. Kendilerine ulusalcı diyenler, ergenekoncu diyenler, doğrudan, ya da çaktırmadan Türkçülük veya Kürtçülük yapanlar, Kemalizme sığınanlar, takiyyecilikle iş görenler..., hemen her fırsatı ganimet bilerek Said Nursî'ye, onun eserlerine ve talebelerine sataşma, karalama, hatta saldırma cihetine gidiyorlar. Bu arada, farkında olmayarak kendi kendileriyle çelişkiye düşerler. Hakikati bilenlerin nazarında maskara olurlar. İşte, bu kategoriye girenlerin çoğu, şu sıralar bilhassa internet ortamından yararlanarak saldırıya geçmiş durumdalar. Yüzlerce internet sitesinden yaptıkları salvolarla, kimi meseleyi kasten saptırma, kimi sırf karalama, kimi şahıs, zaman ve mekân unsurlarını birbirine karıştırma cihetine giderek, kendilerince büyük bir vazife ifâ etmiş oluyorlar. Aslına bakarsanız, bunların isimlerini tek tek yazarak hiç muhatap almaya bile gerek yok. Zira, çoğu sütre gerisinde kendini gizleyerek, ya da sanal ortamın imkânlarından yararlanarak ucuz kahramanlık yapmaktadırlar. Merdane bir şekilde fikir meydanına çıkıp kendilerini ifade edemiyorlar. Kendi çürük mallarını benimsetme cihetine gidemiyorlar. Buna ne cesaretleri yetiyor, ne de kapasiteleri. Geriye tek bir atmasyonları kalıyor: Başkasını karalamak, kötülemek, çamur sıçratmak... İşte, güneşi balçıkla sıvamak kabilinden, eblehcesine sıçrattıkları lekelerden birkaçı... * Bunlara göre, Said Nursî Kürtçü ve bölücüdür. * Vicdanını satanlara göre, Said Nursî Sultan Abdulhamid düşmanıdır. * Alçaklıktan sınır tanımayanlara göre, Said Nursî, Millî Mücadeleye karşı olmuş, işgalci İngilizlerin, istilâcı Yunanlıların yanında yer almış. * Şeytanın bile aklına gelmeyen bir iftiraya göre, Said Nursî Ruslarla yalandan savaşmış (1915), hatta onlara hizmet için ellerine esir düşmüş gibi davranmış. * Ancak habis ervahın itibar edeceği yalanlara göre, Said Nursî, Yahudi masonların isteği üzerine İttihatçılarla teşrik–i mesai kurmuş, aynı kesimin itibar ettiği Kabala'ya göre Cifir ve Ebced hesabıyla uğraşmış. Bunlar gibi daha bir dizi yalan ve iftirayı sıralamak mümkün. Ama, gerek yok. Yalancı müfterilerin bir diğer özelliği ise, kendileriyle çelişen maskaralıklar sergilemesi. İşte, meselâ yukarıda sıraladığımız yalan ve iftiraları yayanların yüzde yüz tenakuz teşkil eden iddialarından sadece birkaçı... 1) İttihat ve Terakki Cemiyetinin kurucuları, Yahudi masonlardır. Said Nursî'nin de içinde olduğu bu cemiyet, İslâm şeriatına düşman olup, Ulu Hakan Sultan Abdulhamid'i devirmişlerdir. İzah: Tutarsız, çelişkilerle dolu bir iddiadır bu. İttihat ve Terakki, kendi içinde bir koalisyon gibidir. Bir bütünlük arz etmiyor. İçinde çeşitli şahıslar, muhtelif renkler vardır. Kuruluşunda M. Kemal de yok, Said Nursî de. Said Nursî, Enver ve Niyazi Beyler gibi sınırlı sayıdaki İttihatçı ile sadece dost olurken, M. Kemal, sonradan cemiyetin kayıtlı ve aktif bir üyesi olmuştur... Sultan Abdulhamid'i devirenlerin içinde Said Nursî değil, M. Kemal vardır. Padişahı deviren İttihatçılar, Said Nursî'yi de idam talebiyle yargılamışlardır. İttihatçıların en gözde adamlarından bazıları, bugün Said Nursî'ye düşmanlık eden nâdanların da gözdesi durumunda olduğu halde, ebleh olduklarından sergiledikleri maskaralığın farkında bile değiller.
2) Esaretten dönen (Temmuz 1918) Said Nursî'yi İttihatçılar el üstünde tutmuş, ona büyük kolaylıklar sağlamış, karşılıklı olarak birbirlerini koruyup kollamışlar, masonların Kızıl Sultan dedikleri Sultan Abdulhamid'i kötülemeye devam etmişlerdir. İzah: Tarihî gerçeklik bir yana, kronolojik gerçeklik ancak bu kadar tersyüz edilip tepetaklak anlatılabilir. Bir kere, Said Nursî'nin esaret dönüşü, İttihatçıların dönemine rastlıyor. Bediüzzaman, İttihatçıların hatırı için değil, vatan ve millet uğrunda harbetti. Mücadele etmese miydi yoksa? O takdirde kim bilir, müfteriler ne iftiralar üretecekti. Esaret dönüşü Darül–Hikmet'e âzâ olan Üstad Bediüzzaman, uzun müddet izin isteyip Sarıyer ve Yuşa Tepesi taraflarında istirahate çekildi. Tekrar vazife başına döndüğünde, İttihatçılar zaten yurdu terk edip gitmişlerdi. Belli ki, Said Nursî'nin esaret dönüşü tarihini bilmeyenler, İttihat ve Terakki'nin son kongresi ve yurt dışına gitmeleri hakkında da yeterli, tutarlı bir bilgiye sahip değildir.
24.02.2010 E-Posta: [email protected] |
Osman ZENGİN |
|
Said Nursî hayranı bir Japon |
Hatırlarsınız, Ocak ayının son gününde, gazetemizin sür manşetinde, ”Japon Diplomat Keisuke Yamanaka Ankara Temsilciliğimizde konuştu: Said Nursî hayranıyım“ diye bir haber çıkmıştı. Şöyle bir göz atmış, içimden de, Üstadımızın “bahtiyar Alman milleti” sözüne kinaye olarak ”bahtiyar Japon milleti” demiştim. Yazıyı daha sonra okumak düşüncesindeyken, akşam üzeri, kadim dost ağabeyimiz, geçmiş dönem milletvekillerinden, Nureddin Tokdemir telefonla aramıştı. Sağ olsun, bazen yazılarımızı okur, tebrik ve teşvik makamında sözler söylerdi. Yine öyle yaptı, peşinden de, bu yazıyı okuyup okumadığımı sordu. Ben de başlığına bakıp, daha okumadığımı, ama okuyacağımı söyledim. ”Bu zatı oraya ben getirdim. Milletvekili olduğumuz zaman Türk-Japon dostluk grubu ikinci başkanıyken irtibatımız devam ediyordu. Sen bunu okuyup görüşlerini bir yaz” dedi. Nureddin Ağabeyimizi nasıl kırardık? O, bu dâvânın sarsılmaz ve müstakim bir mensubuydu. Üstelik de istediği, Risâle-i Nurların ve Üstadımızın ilânâtı makamında olan şeylerdi. Bu ilânâtı yapmak, bizi mesud ederdi. Üstadımızın, gerek âlem-i İslâm olsun, gerekse dünyanın diğer devletlerinden bir çoğuna, Risâle-i Nurları ulaştırmak arzusu olmuş ve bunlardan bir çoğunu da tahakkuk ettirmiştir. Meselâ, Vatikan’a eserleri yolladığı gibi. Kendisini Osmanlı’nın son zamanlarında İstanbul’da ziyaret edip, suâller sorup, enteresan ve güzel cevaplar alan o zamanki Japon başkomutanına, yıllar sonra Kore savaşı için Japonya’ya giden, Üstadımızın hizmetkârı ve talebesi, Kore gazisi, rahmetli şehid Bayram Yüksel Ağabey ile Risâle-i Nur Külliyatından bazı eserleri yollamış ve başkomutana selâmı ile kendisinin dostu olduğunu söylemişti. Fakat Bayram Ağabey oraya gidince o zatın vefat ettiğini öğrenmiş, yine de vazifesini yapmak için başkomutanın yaptırdığı camiye risâleleri bırakmıştı. Kendisiyle yakından çok münasebetimiz olduğundan, rahmetli Bayram Ağabeyin ağzından bu hatırayı çok dinlemiştik. İşte tâ o günlerden başlayıp bu günlere kadar gelen bu nurlu münasebetlerin en son sesini de Yamanaka’dan duyduk. Haberin o kısmından okuyalım: “...1984 yılından bu yana fasılalı olarak Türkiye’de görev yaptığını ifade eden Müsteşar Yamanaka, Bediüzzaman Said Nursî ve onun görüşleriyle ilk ve detaylı olarak Prof. Dr. Şerif Mardin’in Bediüzzaman ile alâkalı yazmış olduğu eseri vasıtasıyla tanıştığını belirtti. Japonya’nın modernleşmedeki şansının, Batı’ya ve Batı emperyalizmine uzak olması olduğunu belirten Yamanaka, Osmanlı’nın şanssızlığının ise hep Batı’yla yüz yüze ve emperyalizm tehlikesi ve istilâsı ile karşı karşıya kalmak olduğunu söyledi. “Müsteşar Yamanaka, Bediüzzaman ile ilgili olarak şu tesbitleri yaptı; ‘Said Nursî’nin ilginç ve sıra dışı hayat hikâyesi bende derin bir hayranlık etkisi bıraktı. Türkiye’nin doğu ucunda, taşra sayılabilecek, kırsal bir kesim olan Bitlis gibi bir yerde dünyaya gelmesine rağmen, böylesi geniş bir ufka ve entelektüel birikime sahip bir âlimin yetişmiş olması beni şaşırtan şeylerin başında gelmektedir. Genellikle bir din adamı olarak tanınan Said Nursî, bana göre din adamlığının yanı sıra, çok geniş bir ufka sahip ve diğer ilimlere vakıf olan ve ciddî önem veren, uluslar arası tecrübe sahibi bir bilim adamıdır. Böylesi bir âlimin hayatı boyunca eziyet çekmiş olması da beni hep şaşırtmıştır.’” İşte, bahtiyar Japon milletinden bir zâtın bu ifadeleri bizi çok mütehassis etmiştir. (Tabiî bu arada, memleketlerindeki böyle nurlu ve büyük bir dâvâdan haberdar olmayan veya bilerek-bilmeyerek muârız olanlara da çok üzüldüğümüzü bildirelim.) Hislenmemize, duygulanmamıza sebep olan bu zâtın şahsında bütün Japon milletine de selâm olsun. Fıtraten İslâmiyete yakın, lisan olarak da Türkçe ile aynı dil grubunda bulunan bu millet, İnşaallah Risâle-i Nurlar vasıtasıyla hidayete erip, İslâmiyete dehalet ederek, dünyanın sulh ve kardeşliği yolundaki hizmete ortak olurlar! 24.02.2010 E-Posta: [email protected] |
Muzaffer KARAHİSAR |
|
Fırtınaları pencereden seyretmek |
Dışarıya akşam karanlığı çökmüş, yağmur olanca hızıyla bardaktan boşanırcasına yağıyordu. Bulunduğum otelin en üst katında olmam dolayısıyla çatıya hızlı tempo ile düşen yağmur tanelerinin çıkardığı sesleri dinlerken, bir taraftan da tek başıma kaldığım odamın ışığını söndürüp balkon ışığını yaktım. Pencereden fırtınaya benzeyen o muhteşem yağmur manzarasını seyretmeye koyuldum. Karşı taraftaki yüksek kayalıklar ve çam ormanlarıyla kaplı yüksek ve heybetli dağlardan hiçbir şey görünmüyordu. Gündüz, hayretle ve tefekkürle seyrettiğim Allah’ın kudret ve azametini gösteren dağlar akşamın karanlığı ve yağmur perdesi ile kendini, san'atını, güzelliğini gizlemiş, örtmüş, gözden kaybolmuş gibiydi. Oysa gündüz seminer programı sonrasında Antalya Kemer’de arkadaşlarla gezerken gördüğümüz her güzelliğe uzun uzun bakarak; güzelliği veren, icat eden ve yaratan Allah’ın Cemil isminin tecellilerini düşünmüştük. Daha sonra ufuklarla, bulutlarla birleşip yükselen, zirvelerine kadar dumanlarla, sislerle kaplanan dağların vakarlı duruşu ile; Akdeniz’in mavi sularının rüzgârla karışık hırçın dalgalarının sahillere ak köpüklerle vurması ile çıkardığı sesler, insanın yüreğini titretiyor, acizliğini ruhunun en ince noktalarına kadar hissettiriyordu. Sahilleri dövdükten sonra sükûnetle geri dönüp denizde kaybolan dalgaların arkasından bakarken, o büyük, tuzlu denizin bağrında binlerce canlıya ev sahipliği yaptığını, barındırıp beslediğini düşünüyoruz. Kış olması dolayısıyla yapraklarını dökmüş, meyvelerini boşaltmış, çiçeklerinin güzellikleri geride kalmış ağaçların kuru ve cansız duruşları, bahardaki kadar bakışları kendilerine cezbetmiyorlar. Pencereden akşam seyrettiğim yağmur, hızlıca yağarken çıkardığı sesler, gök gürültüsü ve karanlıkta peş peşe çakan şimşeklerle, denizin dalgaları kadar hırçın; başı dumanlı yüce dağlar kadar azametli ve heybetli şekilde savrularak yere iniyordu. Bu afata benzeyen yağmur manzarası insana acizliğini ve fakirliğini hissettirip esas kuvvet ve kudret sahibi olan Allah’a sığınmamızı hatırlatıyor. Huzurevine çalışmaya döndüğümde yeni bilgiler, yöntemler ve yaklaşımlarla işe başlayacaktım. Her zaman ülfet perdesi içerisinde yeknesak gördüğüm durumlara başka bir açıdan, yeni bir iş ve ortammış gibi bakarak her zaman görüp fark ettiklerimden öteye göremediklerimi yakalamak ve ona göre yararlı, verimli ve kaliteli bir çalışma yapmaya karar verdim. Her şeyi en ince ayrıntısına kadar vâkıf olmak, tesbitler yapmak ve çözümler geliştirmeyi planladım. Her zaman olduğu gibi yaşlıların oturdukları katlara çıktım ve selâm vererek onlara yakınlığımı ve samimiyetimi hissettirdim. Yaşlı ve hasta insanların durumları zahiren son derece elem ve hüzün vereci görünüyordu. Yaşlılıktan ve hastalıklardan bitkinleşmiş, halsizleşmiş zayıf vücutları, ağarmış saçları, kırışmış solgun yüzlerindeki donuk bakışları, titrek elleri ve konuşma güçlüğü içinde anlaşılmayan sözleri ile her bir köşede sevgi, ilgi, şefkat bekleyen yaşlıların sıkıntılı durumlarını gördüm ve düşüncelere daldım. Onlar kış mevsimini yaşıyorlardı. Antalya Kemer’de yaprağını, çiçeğini, meyvesini dökmüş kış mevsimini yaşayan ağaçlar gibi, sevmek bekledikleri nazarlardan gerekli ilgiyi göremiyorlardı. Sıcak bir aile yuvası, evlât ve torun sevgisinden uzak, maddî ve manevî hastalıklarıyla, dertleriyle, elemleriyle baş etmeye çalışıyorlar. Hırçın deniz dalgaları ya da başı dumanlı, vakarlı, heybetli yüce dağlar gibi kaç gecenin sessizliğinde uykusuz, ağrısız, tasasız, gözü yaşsız huzur ve sükûn içinde uyuyabildikleri meçhul. Böyle sıkıntılı ve karamsar bir atmosferi içimde, ruhumun derinliklerinde hissederek, kalbimin gözyaşlarını içime akıtarak uzun süre hislerimle, hicranımla, vicdanımla yaşadıktan sonra bir çıkış yolu bir teselli aradım. Onlardan çok kendi ruhumun ve kalbimin açlığını, muhtaçlığını fark ettim. Mukadderat cihetine bakarak, “Her şeyin güzel cihetine bakınız” prensibi ile sebebini, hikmetini bilmediğimiz ve müdahale edemediğimiz bir çok hadiseler vardır. Onların karşısında “Neden böyle oluyor, şöyle oluyor?” diye isyan edip ıztırap çekmek yerine, her şeyin neticesini beklemek üzere seyredip, kadere rıza ile teslim olmak gerektiğini anladım. Onların her birinin ellerinde bulunan tesbihle daima şefkati, merhameti, rahmeti, bereketi bol olan Allah’ın isimlerini zikretmeleri, O’na yönelip, O’na dayanıp güvenmeleri; hatta başkaları için de dua etmeleri... Kış mevsiminde kurumuş ağaç gibi gördüğüm manzaralar ahiret çiçekleri açmak üzere ibadet, dua, zikir tomurcukları olduğunu anladım. “Evet, hastalıkla geçen bir ömür, Allah’tan şekva etmemek şartıyla, mü'min için ibadet sayıldığına rivâyât-ı sahiha vardır. Hatta bazı sâbır ve şâkir hastaların bir dakikalık hastalığı, bir saat ibadet hükmüne geçtiği ve bazı kâmillerin bir dakikası bir gün ibadet hükmüne geçtiği, rivayet-i sahiha ve keşfiyat-ı sadıka ile sabittir.1 En önemlisi de: “İnsan, bu dünyaya yalnız güzel yaşamak için ve rahatla ve safâ ile ömür geçirmek için gelmemiştir” 2 İnsanlar ömürleri süresi içinde karşılaştıkları hırçın dalgalar, fırtınalar ve haşmetli ve azametli dağlar büyüklüğünde ki musîbetlere, olaylara maruz kaldığında isyanlar, itirazlar ve acılara karşı: “Mevlâ görelim neyler/ Neylerse güzel eyler” diyebilmelidir.
Dipnotlar:
1. Lemalar, 25. Lem’a, 2. A.g.e.
24.02.2010 E-Posta: [email protected] |
Banu YAŞAR |
|
Ben sadece üzgün bir kadınım... |
- Bir terapi öyküsü- “Ben deli ya da hasta bir kadın değilim, sadece çok üzgün bir anneyim” dedi, ilk seansın çekingenliğiyle. Sadece ağzı değil, gözleri daha çok konuşuyordu. Orta yaşın kendini gösterdiği çizgiler, çok daha ileriki yaşlara ait gibi duruyordu. Omuzları çökmüştü oturduğu sandalyede, elleriyle sürekli saçlarını kulakları arkasında topluyordu. İlk seanslar genelde birbirine benziyor diye düşündüm. Duygular karmakarışık olduğu için, nereden başlanacağı bilinmiyor. Biriken duygu yoğunluğu ise, seansın yarısını ağlayarak geçirtiyordu. Ama bu sefer farklıydı. Çünkü ben de ağlamak istiyordum? Duygularının bu kadar farkında olan ve onları bu kadar iyi tanımlayan çok az insan tanımıştım. Genelde ben onları konuşturmaya çalışırdım. Duygulara isim vermek de hep bana düşerdi. Aslında bu hoşuma da gidiyordu, doğrusu. Arkeolojik bir kazı yapar gibi heyecan vericiydi, terapi yolculuğu. Bulduklarını doğru kutulara yerleştirmen kazının başarısı açısından çok önemliydi. Farklı bir yolculuğa çıkacağımızı kapıdan girdiğinde fark etmiştim. Şaşkındı, Ne anlatmak istediklerinden, ne de benden emindi. Bir sene önce on yaşındaki oğlumu kaybettim dedi, her saniye kabullenmekte zorlandığı gerçeği bir kez daha söylemenin acısıyla... Üçüncü çocuğum, en küçüğü... Hep çok farklıydı diğer kardeşlerinden, hep hüzünlü bakardı yavrumun gözleri... Üç seneden sonra Türkiye’ye gelmeyi o kadar çok istemişti ki, onu kıramadım. Şimdi düşünüyorum da, keşke gelmeseydik diyorum. Onunla çok sevdiği bir dere kenarında dolaşırken ördek yavrularını görmüş ve onları çok sevmişti. Anne seneye beni tekrar getirir misin? demişti. Onları büyüdükleri zamanda görmek istiyorum. Kolunu dere kenarında ısırgan otlarına değdirdiğinde canı çok yanmıştı. Şimdi aradan tam bir sene geçtikten sonra bu sefer ben onsuz o dere kenarındaydım, ördek yavruları büyümüştü, ama ben yalnızdım. Kolunu yakan ısırgan otları bile yemyeşil dallarıyla hayattaydılar. Ama bir tek o yoktu. Ölümünden on gün önce derslerindeki bir sorundan dolayı ona kızmıştım. Bana dargın gitmemiştir değil mi? dedi onaylamamı istercesine. Bu soruya ne cevap verilebilirdi ki... Yavrusunu ebedî bir yolculuğa uğurlamış bir anne için ayrılığın kırgın olmadığı tesellisi bile ne kadar çok önemliydi aslında... Seanslar esnasında en zorlandığım anlar, cevapsız soruların gözlerimin içine bakılarak sorulduğu anlardı... Aslında cevabını bildiğin bir soruyu başkasına sorarken, bildiğin gerçekliğin dışında bir seçenek daha olmasını dilersin. Bildiklerinin acı vericiliği, bilmediklerini cazip kılar. Bilmediklerinde aradığın cevabın olduğunu ümit ve hayal edersin. Türkiye’ye bu gelişimde annem evindeki ona ait resimlerin hepsini kaldırmıştı. Ben üzülmeyeyim diye yaptığına eminim, ama onu bir kere daha kaybettiğimi hissettim. Sanki tamamen unutulmuştu, resimleri bile gülümsemiyordu bana… Belki bunu başkası yaşasaydı, bende aynı şeyi yapabilirdim. Görmenin hatırlatıcılığına takılıp, görmekteki teselliyi kaçırabilirdim... Tabi benim tepkimi tabiî olarak kimse anlamadı resimlerin kaldırılmasına gösterdiğim tepkiyi, acısı olan bir kadının dengesizliğine yordular... Ağaçtan düşeni ancak ağaçtan düşen anlarmış öyle değil mi? Onunla ambulansta vedalaşarak ayrıldık biliyor musunuz? Annecim seni çok seviyorum dedi, gülen gözleriyle. Her zamankinden daha uzaklara bakar gibiydi. Anlamıştım neler olduğunu, gitme diyemedim... Ben senden çok memnunum oğlum, sen çok iyi bir evlât oldun bana, seni çok özleyeceğim... Ebedî yolculuğa vedalaşarak uğurladım oğlumu, ikimizde biliyorduk neler olduğunu, birlikte geçirdiğimiz son dakikalardı bunlar, sonra ellerimin arasından kaybolup gitti. Hiç bu kadar çaresiz hissetmemiştim kendimi, hiç bu kadar da yalnız olmamıştım. Ne kadar güçsüzdüm Allah’ım ölüm karşısında, ne kadar acemiydim hayatın gerçek yüzüne... Ve şimdi aradan geçen bir senede onu daha çok özlüyorum... Ölüm kurşun yarası gibi, sıcağı sıcağına anlamıyorsun acını, zaman geçtikçe, özledikçe, gelmedikçe acısı daha da çok artıyor. Seni çok özledim oğlum, hem de çok özledim..
24.02.2010 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Eyvah, ‘Kur’ân oku’ dedi! |
Dünya âlem bilir ki, insanoğlu sadece maddeden ibaret değil. İnsanın bir de manevî yönü var ki, zaten insanı insan yapan da budur. Manevî cephesi eksik bırakılan insanın, mutlu olması da mümkün değil. Yüzyıllardan beri tartışılan bu konular, insanın manevî yönünün de takviye edilmesi gerektiği noktasında düğümlenmiştir. İslâm âlimleri de bu sebeple insanın manevî yönünün takviye edilmesine gayret göstermiş, her fırsatta bunu teşvik etmişlerdir. Günümüzde de bu konular tartışılıyor. Nitekim, Avrupa feylesofları bile artık manevî yönün takviye edilmesi noktasında görüşler beyan ediyorlar. Çelişki şurada: Avrupa’da dile getirilen bu görüşler takdir toplarken, “İslâm ülkesi” olan Türkiye’de bu görüşleri dile getirenler bir bakıma kınanıyor. Hatırlamak lâzım ki, geçen günlerde Diyarbakır’da Cuma vaazı veren Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Ali Bardakoğlu bu anlamda çok önemli bir hatırlatma yapmış ve “Akşamları yarım saat televizyonu kapatın, Kur’ân bilen ev halkı okusun. Evde Kur’ân bilmeyen var ise ses kayıtlarından yardım alsın” demiş. Diyanet İşleri Başkanı Bardakoğlu’nun bu çok haklı hatırlatmasından bazı insafsızlar rahatsız olmuş. Neymiş, bu çağda TV ‘düşmanlığı’ olur muymuş? Bu çağda Kur’ân okunur muymuş? Bu anlamsız tepkiler de gösteriyor ki, Türkiye’nin en büyük derdi cehalettir! Bir defa bu tavsiyeyi dile getirenin kim olduğuna bir bakın: İnsanları din konusunda aydınlatmak vazifesi ile anayasa tarafından vazifelendirilmiş bir kurumun başkanı bunu dile getiriyor. Yani bir Diyanet İşleri Başkanı millete hitaben; “Kur’ân okuyun” demeyip de ne diyecek? Bugün itibarıyla bilhassa evlerde Kur’ân okunmasına en büyük engel TV’ler değil mi? Şu çağrı, tek başına “Televizyonları kapatın” dediği için bile olsa tebrike ve takdire şayandır. Bu tepkiler de ilk değil elbette. Geçmişte de bir müftü, insanları tesettüre çağırdığı için tepki görmüştü! Bu cehaletle nasıl düzlüğe çıkabiliriz? İnsanları tesettüre dâvet etmek, Kur’ân okumaya çağırmak, ‘ahlâklı olun, dürüst olun’ demek ne zamandan beri kınanma sebebi olarak görülüyor? Türkiye’nin meşgul olduğu geçici tartışmalar sebebiyle, Diyanet İşleri Başkanı Bardakoğlu’nun bu önemli çağrısı yeteri kadar ilgi görmedi. Aslında açılan bu tartışmaya, başta gençleri ve aileyi korumak için kurulan sivil toplum kuruluşları olmak üzere ‘insaflı’ siyasetçiler de destek vermeliydi. İnsanları ‘lüzumsuz işler’e teşvik edenler çoktur. Bu sebeple, faydalı işlere teşvik edenler takdir ve teşvik edilmeli. Gerçekte de TV izleyerek cehaleti yenmek mümkün değil. Ancak okuyarak, öğrenerek ve yaşayarak cehaleti alt edebiliriz. Bunun bir yolu da TV’leri kapatmayı bilmektir. Eğer TV’leri kapatıp Kur’ân’ları ve onun bu çağa hitap eden tefsirlerini açabilirsek; ancak karanlıklardan aydınlıklara çıkmamız mümkün olur. Rahat koltuklarımızda kendimizi TV’lere emanet etmeye devam edersek ‘kaybedenler listesi’nde yer alabiliriz. En iyisi ‘kazananlar listesi’nde olmak için TV’leri kapatıp Kur’ân’ları ve onun hakikatli bir tefsiri olan Risâle-i Nur’ları açalım...
24.02.2010 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
Yargı reformunda “fasit daire”! |
Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun (HSYK) Erzurum’daki “özel yetkili savcılar”ın yetkilerini geri almasıyla başlayan ve en son “balyoz harekâtı eylem plânı” kapsamındaki operasyonlarla devam eden gelişmeler, Türkiye’nin demokratikleşmeye “yargı reformu”ndan başlamasını güçlü bir biçimde gündeme getirdi. Başta Cumhurbaşkanı olmak üzere iktidar ve muhalefetten “yargı reformu”nun gereği dile getirilmekte… Türkiye’nin bir daha darbelere, demokrasi kıtallerine, darbe ortamlarına, antidemokratik uygulamalara sahne olmaması için, güçlü bir demokratik irâdeyle anayasa ve yargı reformunun yapılması gerekiyor. Soruşturmaların, yargılanmaların bir netice vermesi için, sadece darbe teşebbüslerinin sorgulanmasıyla kalınmaması, 27 Mayıs’tan 12 Mart’a, 12 Eylül’den 28 Şubat’a, dayatılan, egemenlik hakkını gasbeden, milletlin seçtiği meşru hükûmetleri devirip millet irâdesinin temsilcisi Meclis’i lağveden, siyasî partileri kapatan, yüzbinlerce vatandaşa işkence eden, fişleyip mağdur eden darbelerin de âcilen bu soruşturma kapsamına alınması şart. Yalnız “darbe plânları”nın değil, darbe suçunu işleyenlerin de hesâba çekilmesi lâzım… Bunun için, dibacesinde ihtilâlin “milletin çağrısıyla yapıldığı” uydurmasıyla dikte ettirilen “darbe anayasaları” yerine yeni sivil demokratik anayasa zarûret haline gelmiş. Köklü bir demokratikleşmeye temel teşkil edecek, en azından başta yargı reformu olmak üzere, AB’ye söz verilen demokratikleşme ve özgürlüklere dair düzenlemeleri ihtiva etmesi icâb ediyor… MİNİ PAKET AB STANDARTLARINDAN UZAK… Ne var ki AKP siyasî iktidarı, daha baştan en üst düzeyde “yeni anayasa”yı rafa kaldırdığını bildirip “mini paket”le iktifa edileceğini açıkça kamuoyuna bildirmekte. Adalet Bakanlığı’nın “mini anayasa değişikliği” hazırlığında olduğu söylentileri ortasında, AB’nin istediği düzenlemeler dahil, “mini değişiklik paketi” ya da “paketler”in hazırlandığını belirtilmekte. Düzenlemelerin, günübirlik olayların etkisiyle eksik ve kısıtlı kalacağı, iktidar partisi sözcülerinin açıklamalarından anlaşılmakta… AKP’nin önceki “yeni anayasa” hazırlığının başörtüsüne boğulduğunu, ancak muhalefetle uzlaşılması halinde “10-12 maddelik değişiklik düşüncesi”nden bahsetmekte. Buna göre “dar mini paket”te “yargı reformu”, HSYK’nun ve Anayasa Mahkemesi’nin yapısının değiştirilmesiyle sınırlı kalacak. İdarî anlaşmazlıklar için “ombudsmanlık yasası” çıkarılıp “kamu denetçiliği” oluşturulacak. Askerlerin sivil yargıda yargılanmasına dair anayasanın 145. maddesi ile siyasî partiler hakkındaki 69. maddede kısmî değişikliklerle iktifa edilecek… Meclis Anayasa Komisyonu Başkanı Prof. Kuzu, “Bütün bunların AB’ye vaadedilen taahhütlerle ‘ulusal program’ bağlamında yapılacağını” söylüyor. Görünen o ki medyaya sızan “mini paket”in muhtevası da, sözü edilen AB standartlarından oldukça uzak. Meselâ siyasetin demokratikleşmesine dair düzenlemelerde yalnız siyasî partilerin kapatılmasının zorlaştırılması hakkındaki “Venedik kriterleri”yle yetiniliyor. Ne bütün AB ülkelerinde esas alınan yüzde 5-7 seçim barajı. Ne milletvekili seçiminde hâkim nezâretinde parti üyelerinin oluşturduğu listeyi seçmenin takdirine bırakan “tercih sistemi.” Ne siyasî partileri genel merkez sultasından kurtaracak ve parti içi işleyişi demokratik normlara kavuşturacak tedbirler. Ne finans ve harcamaları denetim altına alacak tedbirler… Bizzat Başbakan’ın ifâdesiyle başta “seçim baraj”ı olmak üzere bu düzenlemelerin hiçbiri hükûmetin gündeminde değil…
KISIR DÖNGÜ, KRİZİ DERİNLEŞTİRİR… Keza özellikle üyelik müzakerelerinde AB’nin Türkiye’den öncelikli talepleri arasında yer alan “yargı reformu”na dair esaslı bir düzenleme yok. Son günlerin tartışma odağında bulunan “HSYK yapısı”nda AB ülkelerinde yargı bağımsızlığını güvence altına alan, hâkimler ve savcıların atanmasını ve denetimini yapan bağımsız kurumlar örnek alınmıyor. Örneğin, AB’deki benzeri “kurum” üyeleri siyasî atamalarla göreve getirilmez ve kararları yasal düzenlemelerle teminat altına alınır. Hiçbir AB ülkesinde Adalet Bakanı veya Bakanlık Müsteşarı, Kurul’da yer almaz. “Mini paket”te bunlar da nazara alınmıyor... Bu açıdan yargıyla ilgili son tartışmalar üzerine, “Bu bir fasit dairedir, kısır bir döngüdür, bundan Türkiye’nin süratli bir şekilde çıkması gerekir” diyen Cumhurbaşkanı Gül’ün dikkat çektiği “önyargısız ‘yargı reformu” oldukça önem kazanıyor. Türkiye’nin AB ile tam üyelik müzâkerelerini yürütmekte olduğunu hatırlatan Gül’ün tespitiyle yapılması gereken, “Yargı reformunda AB’nin müktesebatı, kriterleri ve standartlarının Türkiye tarafından süratli bir şekilde üstlenilmesi.” Aksi halde, âlây-ı vâlâ ile başlatılıp akamete uğrayan “açılım”da ve “demokratikleşme” iddialarıyla ortaya atılıp askıya alınan “yeni anayasa”da olduğu gibi “yargı reformu”nda da Gül’ün ikaz ettiği yine “çıkmaz sokak” ya da “kısır döngü”ye girilecek. Bu “fasit daire”de kriz ve problemler daha derinleşecek… Alâmetleri ortada…
24.02.2010 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Balyoz fırtınası |
Balyoz darbe planı adı altında kamuoyuna akseden iddialarla ilgili olarak Genelkurmay’ın ortaya koyduğu tavır, planın dış tehdide ilişkin bir eğitim çalışması niteliğiyle karargâha intikal ettirilmiş biçimine sahip çıkarken, seminerde “konu ve kapsam dışı” hususların da gündeme gelmiş olma ihtimaline açık kapı bırakan bir ihtiyat ve temkini yansıtıyordu. Plan kapsamında gündeme gelen “camileri bombalama” iddiası ise, Org. Başbuğ’un “Allah Allah diye taarruz eden bir ordu, nasıl Allah’ın evini bombalar? Bu vicdansızlıktır. Lânetliyorum” şeklindeki sert tepkisine hedef olmuştu. Bir başka gelişme de, Genelkurmay’ın 2003 Mart’ında 1. Ordu’da yapılan söz konusu seminere katılan 162 subaya, orada kimin ne konuştuğunun sorulduğu geniş bir sorgu başlatması idi. Başbuğ’un konuyla ilgili olarak yürütüldüğünü söylediği soruşturma bu olmalıydı ve tamamlandığına dair haberlerin çıktığı gün muvazzaf veya emekli birçok komutan gözaltına alındı. Bunlar arasında, Hava Kuvvetleri eski Komutanı İbrahim Fırtına, Deniz Kuvvetleri eski Komutanı Özden Örnek ve 1. Ordu eski Komutanları Ergin Saygun’la Çetin Doğan da bulunuyor. Balyoz planı gündeme gelince kanal kanal dolaşıp açıklamalarda bulunan ve bunu yaparken Genelkurmay’a da şifreli mesajlar gönderen Çetin Doğan’ın bu listede yer alması sürpriz değil. Fırtına, Örnek ve Saygun gibi isimlerin de gözaltına alınması ise, adı geçen seminere, o zaman farklı görevlerde iken, o konumları ile katılmış olmalarına bağlanıyor. Demek ki, orada konuşulanlarla onların da bir şekilde irtibatı olduğu düşünülüyor; o bağlamda sorgulanıyorlar. Hatırlanacağı gibi, Fırtına ve Örnek daha önce de, dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı e. Org. Aytaç Yalman’la beraber, Örnek’e izafe edilen darbe günlükleri kapsamında ifade vermişlerdi. Ancak şu aşamada, son gözaltıların o konuyla değil, Balyoz planıyla ilgili olduğu anlaşılmakta. Başbuğ’un medyaya akseden ses kayıtlarında “kozmik oda araması” için “İzin vermeseydik arayamazlardı” sözünden hareket edersek, önceki Ergenekon operasyonlarında olduğu gibi, bu son gözaltıların da Genelkurmay’ca yakılan yeşil ışıkla gerçekleştiğini düşünmemiz yanlış olmaz. Gerçi sonucun ne olacağını şu merhalede kestirebilmek mümkün değil. Eruygur ve Tolon gibi isimlerin, gözaltına alınıp bir süre tutuklu kaldıktan sonra GATA kanalıyla tahliye edildikleri ve şu anda dışarıda oldukları unutulmamalı. Aynı şekilde Tuncer Kılınç, Erdal Şenel gibi emekli generallerin gözaltına alınıp bırakıldığı da. Keza, Belma Akçura’nın tesbitine göre, devam etmekte olan Ergenekon dâvâlarında Şubat ayı başına kadar tahliye edilen 32 kişiden 25’inin asker olduğu da. (Murat Aksoy, Yeni Şafak, 1.2.10) Bakalım, Balyoz gözaltılarının sonu ne olacak? Bilindiği gibi, kamuoyunda büyük tepki ve infial uyandıran Balyoz planı için farklı kesimler tarafından çok sayıda suç duyuruları yapılmıştı. Ve bunlardan birini de, plan kapsamında “tutuklanacak gazeteciler” listesinde gösterilen isimlerden bir bölümü olarak bizler yapmıştık. Gözaltılar, şu aşamada bunların netice verdiği kanaatini uyandırıyor. Ama tabiî ki, önemli olan nihaî sonuç. Ve asıl önemli olan ise, söz konusu iddiaların açıklığa kavuşturulup, sübut bulmaları halinde, adaletin gereğinin yerine getirilmesi. Yani, demokratik hukuk devletine yönelik suikast ve tertip girişimlerinin, bundan sonra ortaya çıkması muhtemel başka hevesliler için ibret-i müessire teşkil edecek şekilde cezalandırılması. Ancak bu süreç, Ergenekon operasyonlarında en çok eleştirilen nokta olan, çok uzun zaman dilimlerine yayılıp, haklı bir dâvâya gölge düşürecek şekilde, yeni mağduriyetlere yol açmamalı. Ve çok önemli bir diğer husus, başarısız darbe girişimlerinin üzerine gidilirken, yürürlükteki darbe düzenini bilumum izleriyle birlikte ortadan kaldıracak reformların daha fazla gecikmemesi.
24.02.2010 E-Posta: [email protected] |
H. İbrahim CAN |
|
Anglo-Sakson Misyonu |
Bugünlerde çeşitli isimler taşıyan darbe planlarıyla karışan zihinlerinizi biraz kurgu filmi andıran küresel bir darbe planı ile dağıtacağız bugün: Anglo-Sakson Misyonu. Sekizinci yüzyılda Hıristiyanlığın Frank İmparatorluğunda yayılması için Anglo-Sakson misyonerleri faaliyet gösteriyordu. Bu isim 2005 yılında Londra’da kıdemli masonların bir toplantısında yeni bir proje olarak gündeme geldi. Project Camelot isimli komplo teorilerini yayınlayan ve hayli revaçtaki bir internet sitesinde ilk kez yayınlanan bu haber ve Yeni Şafak’tan İbrahim Karagül’ün önceki günki Project Camelot başlıklı yazısıyla kamuoyunun gündemine geldi. İngiliz ordusundan emekli bir gizli şahidin katıldığı bir toplantıda konuşulanlara dayanıyordu her şey. Toplantıya İngiliz kamuoyunun yakından tanıdığı politikacıların da aralarında bulunduğu 25-30 kişi katılmış. Polis şefi, kilise temsilcileri ve ordu temsilcileriymiş diğer katılımcılar. Dehşetli bir plan tartışılmıştı bu toplantıda. Aslında plan çoktan yapılmış, uygulamada karşılaşılan sorunlar tartışılıyormuş. İsrail’in İran’a saldırmaya henüz hazır olmaması, Çin’in hızla güçlenmesi ve Çin ekonomisine müdahalenin güçlüğü gibi sorunlar. Ayrıca üç yıl öncesinden küresel ekonomik krizin gelişi tartışılmış. Kimlerin, hangi kaynaklarla gerçekleştireceği—Masonların planladığı açık—belirsiz olan bu uçuk plana göre; -Önümüzdeki 18 ila 24 ay içinde nükleer ve biyolojik silâhların konuşacağı bir üçüncü dünya savaşı çıkacak. Bu savaş İsrail’in İran’a saldırmasıyla başlayacak. İran ya da Çin de bu saldırıya nükleer saldırı ile karşılık verecek. Kısa sürede ateşkes olsa da, dünya korku ve kaosa düşecek. -Bu korku ve kaos ortamı bütün Batı ülkelerinde ordunun kontrolü ele geçirmesine gerekçe oluşturacak. Ordu asayişi sağlayabilmek için seyahat, iletişim ve insanlar üzerinde geniş kontrol yetkileri isteyecekmiş. Güya bunun da planları yapılmış. -Ateşkes süresince biyolojik silâhlar gizlice kullanılmaya başlanacak ve ilk hedef Çin olacak. O toplantıda bulunan ve bu planı anlatan gizli şahide göre “Çin’de bir grip salgını başlayacak.” Sonra Batıya yayılacak. Altyapı kritik düzeyde zayıflayacak. Ve bütün bunlar yalnızca başlangıç olacak. -Sonrasında tam bir nükleer çatışma yaşanacak. Bu savaşın sonrasında insan nüfusu yüzde 50 azalacak. Toplantıda bu husus bile konuşulmuş. Hatta 2008’de başlayan küresel ekonomik krizin bile bunun bir parçası olduğu iddia ediliyor. -Bu savaşı bir tabiî felâketin izleyeceği düşünülüyormuş. Her 11.500 yılda bir tekrarlanan büyük felâketin vakti geliyormuş. Hedef de bu felâket sonrası kurulacak yeni dünya düzenini önceden hazırlığını yapmış totaliter güçlerin kontrol etmesi. Bu devirde “doğru insanlar” yönetecekmiş dünyayı. Kim bunlar? “Beyaz Kafkasyalılar.” Zaten Çinlilerin soykırımına uğratılmak istenmesinin sebebi de onların yeni dünyaya egemen olmaması. Peki üçüncü dünya ülkeleri ne olacak? Onlar hesaba bile katılmamış. Böylesine büyük bir nükleer savaşa onların zaten dayanamayıp yokolacağı düşünülüyor. Müslümanlar mı? Onlar da zaten yok olacaklarmış. Ciddî insanların oturup bunları konuştuğuna inanmak güç değil mi? Zaten bu felâket senaryosunu nakletmekteki maksadımız da sizi biraz günlük olayların ciddiyetinden uzaklaştırmaktı. Ama yine de çok akla uzak gelmiyor senaryodaki bazı hususlar. Siz ne dersiniz?
24.02.2010 E-Posta: [email protected] |