Cevher İLHAN |
|
Politik-asimetrik-psikolojik… |
Türkiye’de garip şeyler oluyor. Asıl icraat sahipleri şikâyetçi; sorunlar tek taraflı, siyasî polemik ve politik asimetrik-psikolojik tahriklerle daha da muammaya dönüşüyor. Askerin sivil yargıda yargılanmasına dair yasanın encâmı bunlardan biri. AB’nin, askerî mahkemelerin sadece disiplin suçlarına ve savaş alanındaki düzenleme ve görevlendirmelere baktığı ve ordunun yargı sistemi üzerinde hiçbir rolü olamayacağı perspektifi, ortada. Avrupa Parlamentosu üyesi Lord Sarah Ludford’un Anayasa Mahkemesi’nin askere sivil yargı yolunu açan düzenlemeyi iptal etme kararını “korkunç ve şoke edici” olarak değerlendirmesi bu açıdan oldukça çarpıcı. Oysa tıpkı yasadışı başörtüsü yasağının anayasa değişikliğiyle kaldırılmasında olduğu gibi, Anayasa’nın 145. maddesini değiştirmeden “yasa”yla “askerî yargı”nın işlev ve görevinin sınırlandırılmasının Mahkemeye takılacağı belli idi. Zira gece yarısı apar-topar geçirilen “yasa”, “darbe anayasası”nın sözkonusu maddesinde, “askerî mahkemelerin, asker kişilerin, askerî olan suçları ile bunların asker kişiler aleyhine veya askerî mahallerde yahut askerlik hizmet ve görevleri ile ilgili olarak işledikleri suçlara ait davalara bakmakla görevlidirler” ibâresiyle çelişiyor. Mahkeme’nin “oy birliği”yle “iptal kararı” bu anlama geliyor. Siyasî iktidarın en azından Anayasa’nın bu ilgili maddesini değiştirmek yerine, iptalini bile bile halk nazarında meseleyi salt bir “yasa değişikliği”yle ele alması, meseleye hâlâ siyasî rant hesaplarıyla baktığının bir göstergesi. Aynen onca ikaza rağmen olmayan “başörtüsü yasağı”na karşı, anayasa değişikliğiyle yasağı “yasallaştırması”nda olduğu gibi…
“YENİ ANAYASA İHTİYACI” GÖZARDI… AB sâdece iki başlı ve iki sınıflı bir yargılama sisteminin değiştirilmesini talep etmiyor. Anayasasının AB standartlarına uymadığından da yakınıyor. Türkiye-AB ilişkilerinin önünü açacak temel unsurları önemle öneriyor. Ne var ki bütün bunları nazara almakla yükümlü siyasî iktidar, başta “yeni demokratik anayasa” olmak üzere, ne yargı reformunu, ne siyasetin demokratikleşmesini, ne düşünce ve ifâde özgürlüğünü gündeme getirmiyor. Sürekli demokrasi vurusunu yapan ve seçimle işbaşına geldiklerini söyleyen Başbakan, belli ki bir tek kendi dönemlerindeki darbe teşebbüsü ve darbe ortamı hazırlıklarını nazara veriyor. Son birkaç yıldaki darbe ortamını oluşturmalarını araştırıyor. Hükûmet ve iktidar partisi sözcüleri her fırsatta “yeni anayasa” ihtiyacını dile getiriyorlar. “Bu anayasa ayağımızı sıkıyor, üzerimize dar geliyor, bizatihi takoz oluyor” diyorlar. Lâkin “yeni anayasa” ve yargının bağımsızlığı bir yana, mevcut “darbe anayasası”nın kısmen tâdili hususunda hiçbir şey yapılmıyor. Anayasa değişikliği, AB’nin her defasında nazara verdiği, siyasî partilerin işleyişi ve seçim sistemine dair, AKP’nin de bir dönem kapatılmaktan kıl payı kurtulduğu ve hâlen yeni bir dâvâ ile kapatılma tehlikesine karşı “parti kapatmalarını zorlaştırma”yla ve “Türkiye milletvekilliği”yle kalıyor. Bunun dışında yüzde 30’lara, 40’lara varan milyonlarca seçmenin irâdesini temsil dışı bıraktıran seçim barajının düzeltmesi, siyasî partileri iç işleyişini demokratikleştirecek yargının uhdesindeki kayıtlı üyelerin hâkim nezâretinde önseçimiyle belirlediği aday listelere seçmenin “tercih oyu”nu kullanması, siyasî partilerde genel merkez ve lider sultasının kaldırılmasına dair müşahhas bir adım atılmıyor. Yargı reformu, sadece “Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu”nun oluşturulması ve işleviyle sınırlandırılıyor. Siyasî arenada gündeme gelen ve kamuoyunda tedirginlikle karşılanan “yolsuzluk” ve “ihâleye fesat karıştırma” olaylarının yargı önüne getirilmesi zarûreti doğuyor.
“DARBE SÖYLENTİSİ” SİYASÎ TİCARETİ… Ne var ki “yedi” yıllık dönemdeki yolsuzluk iddialarının ayyuka çıkmasına karşı, muhalefetten ve kamuoyundan gelen onca ısrarına rağmen “Âcil Eylem Plânı”nında ve hükûmet programında söz verilen “dokunulmazlık zırhı”nı kaldırmayıp “yolsuzluk dosyaları”nı yargıya intikal ettirmeyen hükûmet, hâlâ eski dönemlerin çoğu hükmü verilmiş dâvâlarıyla meşgul. Temel hak ve hürriyetlerin AB müktesebatı ışığında geliştirilmesi; inanç, ibâdet ve ifâde özgürlüğünün AB demokratik uygulamalarıyla uyumlu hale getirilmesi lâzım. Vatandaşların, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasî görüş, felsefî inanç veya dinine bakılmaksızın, herhangi bir ayırım yapılmaksızın tüm insan hakları, temel özgürlükler ve kültürel haklardan tam ve eşit olarak yararlandırılması, düşünce, vicdan ve din özgürlüklerinin sağlanması icâb ediyor. Dinî bir vecîbe olan başörtüsün yasaklanması, çocukların 28 Şubat postmodern darbeden kalma halkın yüzde 99’unun mensup olduğu İslâm dininin temel kitabı Kur’ân-ı Kerim’i okuyup öğrenmelerinin “yaş yasağı”yla sınırlandırılması, bu hususta açık iki örnek… AB müzâkere sürecindeki Türkiye’nin “demokratik açılım”da “yol haritası” bu. Bir bölge, bir etnik unsur ya da bazı vatandaşlar için değil, bütün ülke ve bütün vatandaşlar için olması gerekiyor. AKP hükûmeti, AB sürecini iyi değerlendirmeli. “Darbe iddiaları”na karşı “darbe söylemi” siyasî ticaretiyle yakınmayı bırakmalı. Türkiye’nin gerçek gündemine dönmeli. Biri bitmeden diğeri başlayan “darbe tartışmaları”yla vakit kaybetmemeli. Gürültüsü çok muhtevasız “dar ve kısıtlı mini paketler”le değil, muhtevalı herkes için demokratikleşme ve özgürlüklere çalışmalı… Asimetrik-psikolojik politik oyun ve taktiklerden artık vazgeçilmeli… 27.01.2010 E-Posta: [email protected] |