Süleyman KÖSMENE |
|
Bir beka penceresi: “Yirmi Altıncı Pencere” |
Abdullah Bey: “Hazret-i Üstad, Otuz Üçüncü Sözün Yirmi Altıncı Penceresinde Allah’ın Sermediyetini ırmaktaki kabarcıklar ile ispat eder. Bu konuyu açıklar mısınız?”
Yeryüzünün soğuk ve katı yüreğini ısıtan ve sevimli kılan unsurlardan biri güneşse, biri de sudur. Kıvrım kıvrım akan çaylar ve ırmaklar içimizi bir serçe kuşu kalbi heyecanıyla doldurur zaman zaman. Masmavi gökyüzüne inat, yeryüzüne çöreklenip billûrlaşan görüntüsü ile ırmaklar, etrafında dalgalanan binlerce zümrüt yeşili ağaçlarla, içinde cıvıldaşan sayısız canlılarla seyri doyumsuz lahuti bir havaya bürünürler. Bir ırmak kenarına oturabilirsek günün birinde, yer yer sessiz, yer yer haşin ve yırtıcı nağmelerle akıp giden suyun şırıltısının ruhumuzu derinden sarstığını hissederiz. Dinlendirici bir sarsıntıdır bu. Dalıp gideriz suyun masmavi taneciklerinde, tanecikleri yırtarak yukarı fırlayan ve hemen patlayıp sönüveren kabarcıklarında. Yorgun gözlerimiz dinlenir. Hafızamız ilk günkü kadar berraklaşır. Ruhumuz yeni bir diriliş sabahına doğar. Suyun vazgeçilmezliğini, tevazuunu, şeffaflığını, akıcılığını, bir büyük hakikate ayna oluşunu düşünürüz o an. Bütün canlıların, bir yudum suya hasret hayatları gözümüzün önünden geçit resmi yapar. Su ne kopmaz, ayrılmaz bir parçamızdır! Hayatımızın dörtte üçüdür su. Nitekim “Allah bütün canlıları sudan yaratmıştır.”1 Mütevazıdır su. Gözü yukarılarda değildir. Yukarılarda bulursa kendini, ne yapıp eder, her kalıptan geçer, iğne deliğinden süzülür, hep aşağılara doğru bırakır kendini. Yükseklerde fazla eğlenmekten hayâ ediyor, hicap duyuyor gibidir. Toprakla bütünleşir aşağılara doğru inerken. Toprağın tevazu rengine bürünür. Bu tevazu ile göklere yükselmek istercesine uzanan ağaçları, yaprakları, çiçekleri, canlıları, nihayet hayatı netice vermiş olması, beşeriyeti üzerinde ibretle düşünmeye çağırır. Şeffaftır su. İçinde hiçbir şey gizli kalmaz. Bu şeffaflıktan rahatsız olan balıklar varsa bırakın koylara, girdaplara kaçsınlar. Yeryüzünde, gökyüzünün; mülk âleminde, melekût âleminin aynasıdır su. Görünen âlemle görünmeyen âlem arasında, hava ile el ele bir köprü kurmak ister. Bazen Celâlî, bazen Cemâlî isimlerin tecellîsine mazhar olur. Hava gibi. Suyun akıcılığı gözümüzü karartır bazen. Ne baş döndürücü bir akıştır o! Zaman gibi... Mekân gibi... Ömür gibi... Hayat gibi!... Akar, akar, akar!... Silkiniriz. Bir an, bizi de alıp gidecek sanırız. Ama yok, bizi alıp gitmez o. Bizi alıp gidecek başka bir seldir, vardır çünkü; zaman seli... Biz zaman selinin içindeyiz. Dur durak bilmez zaman selinin. Bir yokuştan iner gibi akarız. Selin bir yerinde şerit kopar. Sel devam eder, ama biz başka bir mekâna girmiş oluruz. Kulaklarımızda selin uğultusu. Dönüp dönüp sönen kabarcıklar ömrün geçiciliğini, hayatın akıcılığını bir tokat gibi yüzümüzde şaklatır. Zaman ırmağı akmaya devam etse de, kabarcıkların sönüşü gibi söndüğümüzü düşünür, silkiniriz. Kabarcıklar bize ayna olmuştur, fânî olan her şeye ayna olmuştur. Biz böyle düşünürken, kabarcıklardan bir sada yükselir. Kabarcıklar, fânî olandan çok, başka bir hakikate ayna oluşunu haykırır, işitebiliyorsak eğer. Kabarcıkların dilini Bedîüzzaman Hazretleri çözer. Yirmi Altıncı Pencere’den bakarız kabarcıklara. Ufkumuzda bir an şimşekler çakar. Kabarcıklar gülümseyip geçmiştir. Geçenlerin yerine gelen kabarcıklar da parlayıp kaybolurlar. Sonra bir diğer grup, onları takip eder; bir başka grup onları... Kabarcıklar kâfile kâfile parlayıp, akabinde yok olurlar. Her gelen parlayıp söner. Yerine bir başkası, bir başkası... Ama güneş daimîdir. Kabarcıklar parlayıp sönmeleriyle, ışığın kendi dükkânlarında bulunmadığını; ışığı, daimî bir güneşten aldıklarını haykırırlar. Tıpkı zaman ırmağında akıp giden varlıkların yüzünde parlayıp sönen güzellik sıfatının bir Cemal-i Sermedî’ye, hayat sıfatının bir Hayy-ı Kayyûm’a işaret ettiği gibi. Yirmi Altıncı Pencere, kabarcıklara tercüman olmuştur. Kabarcıklar, artık anlaşılmaz baloncuklar değil; mesajları okunan birer mektup hüviyetindedirler.
Dipnot:
1- Nur Sûresi, 24 /45. 27.01.2010 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
Dar dairede en ehemmiyetli ve daimî vazife var |
Acaba, düşünen varlıklar olarak, “ilgi ve etki” alanımızı birbirine karıştırıp, ömrümüzü boş şeylerle geçiriyor muyuz? Siyasetin ve sosyal çalkantıların anaforundan bir an sıyrılıp kendimizi bir kenara çekelim; ellerimizi şakağımıza dayayıp kendimize soralım: “Acaba, himmet, enerji, imkân ve zamanımızın çoğunu câzibedar siyasete ayırmakla fikrimizi hezeyanlaştırıp, kalbimizi gaflete boğdurup, aklımızı geveze edip ‘siyaset bağımlısı’ oluyor muyuz?” Şu realiteyi de gözardı edemeyiz: Kendimizden başlamak üzere daire daire ailemiz, çevremiz (akrabalarımız ve komşularımız), ülkemiz, dünyamız; bütün mevcûdat ve kâinatla irtibatımız, bağlarımız, alış verişimiz var. Bizi kuşatan şeylerle mânen görüşmeye, konuşmaya, komşuluk etmeye yaratılıştan mecbur ve mahkûmuz. Eğer kendimiz, âilemiz, çevremiz, toplumumuz, milletimiz, vatanımız; hattâ insanlığa karşı görevlerimizin sınırlarını belirleyip dengeleyemezsek; siyasî hayatın çalkantıları içinde boğulup gitmez miyiz? Ömrümüz, boş tartışmalar, siyasî gevezeliklerle geçmez mi? Renkli, gürültülü, hileli ve menfaat üzere dönen canavar siyasetin bağımlısı olmaz mıyız? Samimî bir mü’minin hayatını imân esasları programlar; İslâm şartları, ibâdetler, tanzim eder; emir ve nehiyler dengeler; yüksek ahlâkı ise, süsler. Her mütedeyyin mü’min, hayatını Kur’ânî rotaya ve Sünnet pusulasına göre yönlendirir. Bediüzzaman ferdî, sosyal ve siyasî hayattaki vazife ve hizmet şemasını “En yakınlarını uyar”1 âyetinden ilhamla şöyle sistematize eder: “..her insanın kalb ve mide dairesinden ve ceset ve hane dairesinden, mahalle ve şehir dairesinden ve vatan ve memleket dairesinden ve küre-i arz (dünya) ve nev-i beşer (insanlık) dairesinden tut, tâ zîhayat (canlılar) ve dünya dairesine kadar, birbiri içinde daireler var. Herbir dairede, herbir insanın bir nevî vazifesi bulunabilir. Fakat en küçük dairede en büyük ve ehemmiyetli ve daimî vazife var. Ve en büyük dâirede en küçük ve muvakkat ara sıra vazife bulunabilir.”2 Bu sistem; insanı maddenin, nefsin, dünyevî zevklerin, siyaset ve sosyal hayatın dar kalıplarından sıyırıp, bütün varlık âlemleriyle irtibatlandırıp kâinat çapında bir varlık derecesine çıkarıyor. Bu şema, bize “etki ve ilgi” olmak üzere iki alanımız olduğunu gösteriyor. Etki alanı “kalb, mide, beden ve hâne”; ilgi alanı ise diğer geniş dâirelerdir. Etki alanı ile ilgi alanını birbirine karıştırmak; birbirinin yerine geçirmek boşa kürek çekmek demektir. Hayat planı, hizmet ve faaliyetler yukarıdaki sıralamaya göre yapılmayıp; siyasete (geniş daireye) öncelik tanınırsa; boş, kof, fakat zevkli sloganların arasında yıllar tüketilir. Dünyayı kalbimize, siyasî yükleri sırtımıza yüklediğimizde artık bağımlılığın pençesine düştük demektir. Siyasî, sosyal hastalık, bağımlılığa düşmemenin yolu; “kalb, mide” alanını kesintiye uğratmadan, “hane/aile” dairesini ihmal etmeden “etki” alanını; siyaset ve dünya meselelerinde zamanlamayı iyi ayarlayıp “ilgi” alanını sağlamaktan geçer.
Dipnotlar:
1- Şuârâ, 214. 2- Âsâ-yı Mûsâ, s. 20. 27.01.2010 E-Posta: [email protected] [email protected] |
M. Latif SALİHOĞLU |
|
Osmanlı Beyliğinin devlete dönüşümü |
Tarihin en uzun ömürlü "tek hanedan" orijinli devleti Osmanlı Saltanatı'nın kuruluş tarihi hakkında farklı görüşler var. En kuvvetli görüşe göre, bu cihangir devletin 27 Ocak 1299'da Söğüt'te kurulduğu şeklindedir. İkinci derecedeki görüşe göre ise, Yenişehir ve ardından Koyunhisar'ın fethinden sonra, bu devlet 1302'de Yalova'da kurulmuştur. Bunların dışında, Osmanlı Devletinin kuruluşunu daha evvel ve daha sonraki tarihlere dayandıranlar da var. Netice itibariyle, bu devlet Ertuğrul Beyin oğlu Osman Gazi tarafından kurulmuş olup, başlangıç olarak da 1299 senesinin esas alınmasında herhangi bir sakınca olmasa gerektir.
Söğüt'te bir uç beyliği
1200'lü yılların ilk çeyreğinde Orta Asya'dan Anadolu'ya hicret eden Kayı boyuna mensup bir aşiret, kısa aralıklı duraklamalardan sonra, Anadolu'nun Batısında yer alan Söğüt mıntıkasına gelip yerleşti. Ertuğrul Beyin idaresinde Söğüt'ü kışlak, Domaniç taraflarını ise yaylak olarak kullanan bu aşiret, Anadolu Selçuklu Sultanlığına bağlı bir "Uç Beyliği" konumunda varlığını sürdürüyordu. 1250'li yıllardan itibaren Moğollar'ın tahakkümü altına giren Selçuklular ise, giderek zayıflamaya yüz tuttu. Öyle ki, 1281'de Ertuğrul Beyin vefatı tarihine gelindiğinde, Selçuklu Saltanatının varlığıyla yokluğu arasında pek bir fark kalmamıştı. Moğollar (İlhanlı), atadıkları valiler marifetiyle Anadolu'yu yönettikleri gibi, iki başlı hale (Kayseri, Konya) getirdikleri Selçuklu tahtına kimin geleceğini de yine kendileri tayin etmekteydiler. Bu durumda, Osmanlı Beyliğinin istiklâliyetini ilân etmesinin önünde ciddi bir mani kalmamış oluyordu.
Devlet–i Aliyye–i Osmaniyye
Babası Ertuğrul Beyin vefatından sonra aşiretin başına geçen Osman Gazi, tasarladığı büyük idealleri istikametinde hızlı ve azimli adımlar attı. Bizans tekfurlarıyla yaptığı mücadelelerin hemen tamamında muzafferiyetler kazandı. Söğüt ile Domaniç arasındaki bölgeyi aldıktan, özellikle İnegöl ve çevresini fethettikten sonra (1298), bağımsızlığını ilân etme kararına vardı. Bu karar, nihayet 27 Ocak 1299'da açıklandı. Böylelikle, Osman Gazi liderliğinde 600 küsûr sene ömür sürecek olan Devlet–i Aliyye–i Osmaniyye kurulmuş oldu.
Bursa açıldı, gülzâr oldu
Marmara Bölgesinde büyük fütûhat yapan ve ömrünün sonuna kadar zaferden zafere koşan Osman Gazi, 1326'da iyice yaşlanmış ve artık ölüm döşeğine uzanmak zorunda kalmıştı. Ancak, o vaziyette bile Bursa'nın fethini düşünüyordu. Oğlu Orhan Gaziyi yanına çağırdı ve ona birkaç maddelik "baba nasihati"nde bulunduktan sonra, ayrıca şunu vasiyet etti: "Oğul Orhan! Bursa'yı aç, gülzâr eyle..." Yani, oğluna Bursa'yı bir an evvel fethetmesini ve devletin merkezini Söğüt'ten buraya taşımasını tavsiye ediyordu. Nitekim, öyle de oldu... Aynı sene içinde, harikulâde bir kuşatma ve dahiyane bir harp planıyla Bursa'yı fethedip gülzâr eyleyen Orhan Gazi, burayı Devlet–i Osmaniye'nin merkezi haline getirdi. Devlet adına ilk para da burada basılmış oldu.
Ver elini Rumeli
Bursa'nın fethinden sonra, İstanbul'a yüklenmek yerine Rumeli'ye açılmayı ve böylelikle Bizansı ablukaya almak isteyen Osmanlı, bu maksada matuf önemli adımlar attı. Öncelikle, Marmara'nın güneyindeki coğrafyada yerleşik durumdaki beyliklerle (Karesi gibi) haricî düşmana karşı ittifak kurdu. Hemen ardından, Gelibolu üzerinden Rumeli'ye geçiş harekâtını gerçekleştirdi. Zaman içinde, Doğudan İstanbul Boğazına kadar gelip dayanan Osmanlı akınları, bir yandan da Rumeli'nin içlerine doğru hızlı bir fütûhat hareketini tahakkuk ettirdi. Avrupa'ya karşı zaferle neticelenen Edirne–Sazlıdere (1363), Sırpsındığı (1364), I. Kosova (1389), Niğbolu (1396), Varna (1444) ve II. Kosova (1448) Savaşlarından sonra, fetih sırası İstanbul'a (Bizans) gelmişti. Bunu da, çağ kapayıp yeni bir çağ açan Fatih Sultan Mehmed yapacaktı. (1453) Fatih'in torunu olan Yavus Selim ise, Şark coğrafyasında fütuhat yapacak ve kısa zaman içinde İslâm Birliği dâvâsını tatbikat sahasına koyacaktı.
Zirve, aynı zamanda dönüş demek
Osmanlı Devleti, Kànunî Sultan Süleyman zamanında hemen her yönüyle zirveye çıktı. Rakip tanımayan bir devlet oldu. Zirve, bir bakıma dönüş demektir. Bu gerçeğe binaen, Osmanlı Devleti de 1570'lerden itibaren zirvede tutunmaya çalıştı. Ancak, Viyana Bozgunu ve hemen ardından imzalanan Karlofça Antlaşması'ndan (1699) sonra, devlet adım adım küçülmeye ve gerilemeye yüz tuttu. Ondan sonra da, kısmî başarılarla birlikte büyük felâketler birbiri ardına sökün edip geldi. Ancak, bütün bu felâketlere rağmen, Osmanlı'yı haricî düşmanlar değil, dahilî fitneler ve ihanetler yıktı. Saltanatın yerini Cumhuriyetin alması, 600 yıllık Osmanlı Hanedanına mensup bütün fertlerin acımasızca ve hatta nankörce hudut harici edilmesini gerektirmezdi. Bugün bile, Osmanoğullarına siyasî değil, ancak sosyal çerçevede yeni bir statü tanınabilir. Böylesi bir jest, millet ve tarih önünde bize hiçbir şey kaybettirmez; ancak, çok şeyler kazandırır. 27.01.2010 E-Posta: [email protected] |
Osman ZENGİN |
|
“Sentez haber”den haberiniz var mı? |
Gazetemiz Yeni Asya; neşir hayatına başladı başlayalı, münasebetimizin olduğu her mahfilde, kırk senedir onu nazarlara verip, tahşidat yaparak, ya tanınıp bilinmesine, ya da abone olunmasına vesile olmuşuzdur Elhamdülillah. Çünkü dâvâmızın sesi olan gazetemiz vasıtasıyla, binlerce kişi Risâle-i Nur hakikatlerine kavuşmuştur. Bunun hem şahidi olmuş, hem de çok duymuşuzdur. Ama, bu dâvânın, cemaatin mensubu olup da, gazete almakta gevşek davrananları hiç anlamamışımdır. Eskiden; ikazla, izahla, iknayla, böylelerini gazete almaya teşvik edip, aldırırdık da. Fakat, son senelerde teknolojinin ilerlemesiyle ortaya çıkan internet sayesinde, gazetelerin, artık buralardan da, okunması mümkün hâle gelmiş durumda. Hatta, bu işlerin yeni yeni başladığı ilk günlerde bir arkadaşımıza gazete alıp almadığını sorduğumda, ”Hem alıyorum, hem de internetten okuyorum” dediği zaman şaşırmıştım “Böyle nasıl oluyor acaba?” diye. Tabiî, daha sonraları bu iş yaygınlaşıp, intişar edince nasıl olduğunu biz de öğrendik. Günümüzde artık, internet gazeteleri ve haber siteleri de yaygınlaşmış olarak devam etmektedir. Bizim gazetemiz Yeni Asya da, bu gelişmelerin neticesinde internetten okunduğu gibi (ki, yurt dışında olanlar bunun nasıl bir nimet olduğunu çok iyi bilir), birkaç senedir de, kendi bünyesinde ihdas ettiği, son birkaç aydır da yenilenerek çok güzel bir hâle gelen “sentez haber” ile, bu sahada da iddiâlı ve güzel bir adım atmıştır. Tabiî, herkes internet kullanmayabilir, ama internet kullananların da “sentez haber”den haberi var mı bilmem? Bu sitemiz, gerek son dakika haberleri olsun, gerek diğer aktüalite, ekonomi vs. gibi şeyler olsun, hepsinden ânında haber vermektedir. Gerçekten de, kardeşlerimiz 7 gün 24 saat siteyi canlı tutarak, okuyucularının takdirini kazanmışlardır. Eğer haberdar olmayan varsa, en basit yol olan ”google” arama motoruna “sentez haber” yazarlarsa, karşılarına güzel sitemiz geliverir hemen. Yeni Asya ekolünün hakikî bir takipçisi olan sitemizin, genel olarak Yeni Asya gazetesi rahatlığında bir görüntüsü olduğu gibi, reklâmlarında dahi pespayelik vs. görünmemektedir. Hani Yeni Asya, nasıl “evinize rahatlıkla götürebileceğiniz bir gazete” ise, sentez haber de o şekilde ”rahatlıkla açılıp okunacak bir site”dir. İnternet haber sitelerinden bahsederken, bu arada şunu da söyleyeyim. Bir çok site gazetemizi “gazete başlıkları” köşesine alıp yayınlıyor. Bazıları da yazarlarımızı iktibas ediyorlar. Son birkaç aydır yayına başlayan “www.tumkoseyazilari.com” diye bir site var. Sitede bizim gazete ve yazarlarımız tamamıyla verildiği gibi, ilk üç sayfada da gazete yazarlarından numuneler veriliyor. Bazen bu ilk üç sayfada bizim yazarlarımızı da veriyorlardı. Site yöneticileri ile muhaveremiz neticesinde sağ olsunlar şimdi, hemen hemen her gün, artık bizden birkaç yazara da yer veriyorlar. Kendileriyle haberleşmelerimizde tebrik ettiğim gibi, yine buradan da tebrik ediyorum. Tabiî, bu biraz da kadirşinaslık ve idrak etme meselesi. Yeni Asya’nın mevcud tirajı, şişme ve şişirme olmadığından, okuyucu sayısını, görünen günlük tirajından ziyade, en az 10 ile çarpmak lâzımdır. 27.01.2010 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
Politik-asimetrik-psikolojik… |
Türkiye’de garip şeyler oluyor. Asıl icraat sahipleri şikâyetçi; sorunlar tek taraflı, siyasî polemik ve politik asimetrik-psikolojik tahriklerle daha da muammaya dönüşüyor. Askerin sivil yargıda yargılanmasına dair yasanın encâmı bunlardan biri. AB’nin, askerî mahkemelerin sadece disiplin suçlarına ve savaş alanındaki düzenleme ve görevlendirmelere baktığı ve ordunun yargı sistemi üzerinde hiçbir rolü olamayacağı perspektifi, ortada. Avrupa Parlamentosu üyesi Lord Sarah Ludford’un Anayasa Mahkemesi’nin askere sivil yargı yolunu açan düzenlemeyi iptal etme kararını “korkunç ve şoke edici” olarak değerlendirmesi bu açıdan oldukça çarpıcı. Oysa tıpkı yasadışı başörtüsü yasağının anayasa değişikliğiyle kaldırılmasında olduğu gibi, Anayasa’nın 145. maddesini değiştirmeden “yasa”yla “askerî yargı”nın işlev ve görevinin sınırlandırılmasının Mahkemeye takılacağı belli idi. Zira gece yarısı apar-topar geçirilen “yasa”, “darbe anayasası”nın sözkonusu maddesinde, “askerî mahkemelerin, asker kişilerin, askerî olan suçları ile bunların asker kişiler aleyhine veya askerî mahallerde yahut askerlik hizmet ve görevleri ile ilgili olarak işledikleri suçlara ait davalara bakmakla görevlidirler” ibâresiyle çelişiyor. Mahkeme’nin “oy birliği”yle “iptal kararı” bu anlama geliyor. Siyasî iktidarın en azından Anayasa’nın bu ilgili maddesini değiştirmek yerine, iptalini bile bile halk nazarında meseleyi salt bir “yasa değişikliği”yle ele alması, meseleye hâlâ siyasî rant hesaplarıyla baktığının bir göstergesi. Aynen onca ikaza rağmen olmayan “başörtüsü yasağı”na karşı, anayasa değişikliğiyle yasağı “yasallaştırması”nda olduğu gibi…
“YENİ ANAYASA İHTİYACI” GÖZARDI… AB sâdece iki başlı ve iki sınıflı bir yargılama sisteminin değiştirilmesini talep etmiyor. Anayasasının AB standartlarına uymadığından da yakınıyor. Türkiye-AB ilişkilerinin önünü açacak temel unsurları önemle öneriyor. Ne var ki bütün bunları nazara almakla yükümlü siyasî iktidar, başta “yeni demokratik anayasa” olmak üzere, ne yargı reformunu, ne siyasetin demokratikleşmesini, ne düşünce ve ifâde özgürlüğünü gündeme getirmiyor. Sürekli demokrasi vurusunu yapan ve seçimle işbaşına geldiklerini söyleyen Başbakan, belli ki bir tek kendi dönemlerindeki darbe teşebbüsü ve darbe ortamı hazırlıklarını nazara veriyor. Son birkaç yıldaki darbe ortamını oluşturmalarını araştırıyor. Hükûmet ve iktidar partisi sözcüleri her fırsatta “yeni anayasa” ihtiyacını dile getiriyorlar. “Bu anayasa ayağımızı sıkıyor, üzerimize dar geliyor, bizatihi takoz oluyor” diyorlar. Lâkin “yeni anayasa” ve yargının bağımsızlığı bir yana, mevcut “darbe anayasası”nın kısmen tâdili hususunda hiçbir şey yapılmıyor. Anayasa değişikliği, AB’nin her defasında nazara verdiği, siyasî partilerin işleyişi ve seçim sistemine dair, AKP’nin de bir dönem kapatılmaktan kıl payı kurtulduğu ve hâlen yeni bir dâvâ ile kapatılma tehlikesine karşı “parti kapatmalarını zorlaştırma”yla ve “Türkiye milletvekilliği”yle kalıyor. Bunun dışında yüzde 30’lara, 40’lara varan milyonlarca seçmenin irâdesini temsil dışı bıraktıran seçim barajının düzeltmesi, siyasî partileri iç işleyişini demokratikleştirecek yargının uhdesindeki kayıtlı üyelerin hâkim nezâretinde önseçimiyle belirlediği aday listelere seçmenin “tercih oyu”nu kullanması, siyasî partilerde genel merkez ve lider sultasının kaldırılmasına dair müşahhas bir adım atılmıyor. Yargı reformu, sadece “Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu”nun oluşturulması ve işleviyle sınırlandırılıyor. Siyasî arenada gündeme gelen ve kamuoyunda tedirginlikle karşılanan “yolsuzluk” ve “ihâleye fesat karıştırma” olaylarının yargı önüne getirilmesi zarûreti doğuyor.
“DARBE SÖYLENTİSİ” SİYASÎ TİCARETİ… Ne var ki “yedi” yıllık dönemdeki yolsuzluk iddialarının ayyuka çıkmasına karşı, muhalefetten ve kamuoyundan gelen onca ısrarına rağmen “Âcil Eylem Plânı”nında ve hükûmet programında söz verilen “dokunulmazlık zırhı”nı kaldırmayıp “yolsuzluk dosyaları”nı yargıya intikal ettirmeyen hükûmet, hâlâ eski dönemlerin çoğu hükmü verilmiş dâvâlarıyla meşgul. Temel hak ve hürriyetlerin AB müktesebatı ışığında geliştirilmesi; inanç, ibâdet ve ifâde özgürlüğünün AB demokratik uygulamalarıyla uyumlu hale getirilmesi lâzım. Vatandaşların, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasî görüş, felsefî inanç veya dinine bakılmaksızın, herhangi bir ayırım yapılmaksızın tüm insan hakları, temel özgürlükler ve kültürel haklardan tam ve eşit olarak yararlandırılması, düşünce, vicdan ve din özgürlüklerinin sağlanması icâb ediyor. Dinî bir vecîbe olan başörtüsün yasaklanması, çocukların 28 Şubat postmodern darbeden kalma halkın yüzde 99’unun mensup olduğu İslâm dininin temel kitabı Kur’ân-ı Kerim’i okuyup öğrenmelerinin “yaş yasağı”yla sınırlandırılması, bu hususta açık iki örnek… AB müzâkere sürecindeki Türkiye’nin “demokratik açılım”da “yol haritası” bu. Bir bölge, bir etnik unsur ya da bazı vatandaşlar için değil, bütün ülke ve bütün vatandaşlar için olması gerekiyor. AKP hükûmeti, AB sürecini iyi değerlendirmeli. “Darbe iddiaları”na karşı “darbe söylemi” siyasî ticaretiyle yakınmayı bırakmalı. Türkiye’nin gerçek gündemine dönmeli. Biri bitmeden diğeri başlayan “darbe tartışmaları”yla vakit kaybetmemeli. Gürültüsü çok muhtevasız “dar ve kısıtlı mini paketler”le değil, muhtevalı herkes için demokratikleşme ve özgürlüklere çalışmalı… Asimetrik-psikolojik politik oyun ve taktiklerden artık vazgeçilmeli… 27.01.2010 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Olmaması gereken şeylerin olduğu ülke |
Herkesin bildiği bir gerçek var: Bir kişinin hatası sebebiyle; onun ailesi, yakınları ya da mensup olduğu kitle suçlanamaz. Yine herkesin bildiği gibi, ‘kitle’ler içinde hata yapan olabilir ve bu şahsın hatası o kitleye mal edilemez. Bu ve benzeri onlarca gerçek, hata yapan kişilerin bu hatalarını mensup oldukları kurumlarına mal etmeye, onları toptan suçlamaya engel olmalıdır. Ancak burada dikkat edilmesi gereken çok önemli bir nokta var: Kurum, cemiyet ya da cemaat ‘kişi’nin yaptığı hataya sahip çıkmayacak, hatayı yapan ‘kişi’ kınanıp gerekiyorsa adalete teslim edecek. Bu yapılmadığı takdirde, hata yapan ‘kişi’ye ve ‘hata’sına sahip çıkıldığı akla gelir ki o zaman ‘kişi’nin yaptığı şahsî hata mensup olduğu ‘kurum’u da ilgilendirmiş olur. Son günlerdeki tartışmalara bu pencereden bakmakta fayda var. Genelkurmay Başkanı “Balyoz darbe planı”yla ilgili iddilalar hakkında konuşurken, “Allah Allah diye taarruz eden bir ordu, nasıl olur da Allah’ın evi olan camiyi bombalar?” diye sormuş. Tabiî ki böyle bir iş yapmak için ‘insan’ın önce aklını kaybetmiş olması lâzım. Fakat geçmişte benzer ‘hata’lar yapıldığı için böyle iddialar çok da akla ziyan gelmiyor. Önemli olan bu iddiaların doğru olup olmadığının araştırılmasıdır. Böyle iddiaların doğruluğu ya da yanlışlığı ancak ciddî bir soruşturma ve araştırma ile ortaya konulabilir. Böyle düşünenler varsa hiç vakit kaybetmeden adalete teslim edilmelidir. Elbette “Allah Allah diye (düşmana) taarruz edenlerin” cami bombalaması beklenmez. Ama aynı şekilde aynı kişilerden; “Allah Allah diye namaz kılanları kapı önüne koyması” da beklenmez! Ayrıca yine aynı kişilerden “Allah Allah diye başını örtenlere” yasak uygulaması da beklenmez! Yine aynı şekilde “Allah Allah diyerek çocuklarının yemin törenini izlemeye giden başörtülülerin ‘kışla’ya ‘ziyaretçi’ olarak girmesine yasak koyması” da beklenmez! Daha pek çok şey beklenmez ve beklenmemeli. Fakat Türkiye’nin acı bir gerçeği, “olmaması gereken pek çok şeyin olduğu” şeklindedir. Meselâ, bir ‘komutan’ın ‘pimi çekilmiş bir bombayı askerin eline vermesi’ akla ve hayale gelebilir mi? Hele hele başka bir ‘yetkili’nin köy ortasına topladığı vatandaşlardan birine ‘dışkı’ yedirmesi mümkün ve akla hayale gelebilecek bir şey midir? Kim bunlara imkân ve ihtimal verebilirdi? ‘İnsan’ olan hiç kimse bunların yaşanmasını akla hayale getiremezdi. Fakat maalesef bunların tamamı ülkemizde yaşandı. Sevindirici olan ise, bu ‘suç’lara imza atanların bir kısmının hukuk önünde hak ettiği cezaları almış olmasıdır. O halde “Bunlar akla ve hayale gelmez iddialardır” diyerek günümüzde dillendirilen iddiaları görmezden gelemeyiz. Tam aksine, geçmişte yaşanan acıları ve yanlışları da göz önünde tutarak “Acaba?” diye sormak ve iddiaların ciddiyetini araştırmak gerekir. Doğruyu bir defa daha tekrarlamakta fayda var: Her kurumda ‘çürük elma’lar olabilir. Bu sebeple ‘çürük elmalar var’ diye kurumlar suçlanamaz. Aslında ‘çürük elma’ların olması çok da önemli değil. Önemli olan ‘çürük elmalar’ın var olduğu ortaya çıktığında hemen ayıklanması için siyasî iradenin ortaya konulmasıdır. Kurumlar bu iradeyi ortaya koyabildikleri ölçüde inandırıcı olurlar. Yoksa ‘çürük elma’lara sahip çıkılarak düzlüğe çıkma imkânı yoktur. Bu vesile ile sık sık tekrarladığımız 'Genç Osman Marşı'nı hatırlayalım: Allah Allah deyip geçti Genç Osman of of. 27.01.2010 E-Posta: [email protected] |
H. İbrahim CAN |
|
Bir Türk AKPM Başkanı olunca! |
Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi önceki gün yeni başkanını seçti. Türkiye’nin Avrupa Konseyi’ne üye olduğu 1949 yılından bu yana ilk kez bir Türk milletvekili başkan seçildi: Mevlüt Çavuşoğlu. Mülkiye mezunu, Amerika’dan yüksek lisanslı ve İngiltere’den doktoralı üç lisan bilen donanımlı bir kişi Çavuşoğlu. Başkanlığa seçilmesinde mutlaka bu özelliklerin etkisi vardır. Ancak bu seçimde Türkiye’nin artan önemi ve yükselen yıldızının etkisi olduğu inkâr edilemez. Nitekim Çavuşoğlu, Cumhurbaşkanı ve Başbakanın bu konuda özel bir gayret gösterdiğini açıklıyor. Peki AKPM’nin bir organı olduğu Avrupa Konseyi gerçekten önemli bir kurum mu? 1949 yılında Türkiye’nin de aralarında bulunduğu 10 kurucu üye tarafından kurulan Konsey, soğuk savaş döneminde Avrupa ülkelerinin Doğu blokuna karşı kurduğu bir siyasal birlik oluşturuyordu. Amacı kurucu Antlaşmada “üyeleri arasında, ortak mirası oluşturan idealler ve prensipleri koruma ve gerçekleştirme ve üyelerin ekonomik ve sosyal ilerlemesini kolaylaştırma” olarak açıklanıyordu. Türkiye ve Yunanistan iki rakip ülke olarak aynı dönemde Konseye kurucu üye olurken, ülkemiz Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin yargı yetkisini, AB üyeliğine başvurma aşamasına kadar kabul etmedi. Zaten Konsey’le ilişkilerimizin gelişmesi de bu üyelik sürecinde olmuştur. Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle Avrupa Konseyi de Batı bloku olma özelliğini kaybetti ve 1989’da 21 olan üye sayısı günümüzde 47’ye kadar ulaştı. Sovyetler Birliği’nden ayrılan üyeler, hızla demokratikleşmeleri amacıyla Konsey’e üye yapıldı. Günümüzde Avrupa Konseyi bir tür sosyal kulübe dönüştü. Üyeleri üzerinde herhangi bir yaptırım gücüne sahip olmadığı gibi, üye ülkelerde demokratikleşmenin gelişimine somut bir katkı yaptığı da söylenemez. Ancak önemli bir çok uluslar arası antlaşmanın yapıldığı yer olma özelliğini korumaktadır. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, İnsan Ticaretine Karşı Eylem Sözleşmesi, Terörizmin Önlenmesi Sözleşmesi bunlardan yalnızca bir kaçı. Avrupa Konseyi’nin savunduğu hukukun üstünlüğü, demokratik gelişim, insan hakları gibi ilkeler, aynı zamanda Avrupa Birliği Kopenhag Kriterleri’nin de parçası olduğu için, üye adayı ülkeler açısından Konsey’in kararlarına titizlikle uymak önem taşımaktadır. AKP’nin kapatılması dâvâsı esnasında yayınlanan bildiri ülkemizde bir çok polemiğe sebep olmuşsa da, aslında siyasal anlamda çok büyük bir önem ifade etmemiştir. Böyle bir durumda bir Türk milletvekilinin AKPM başkanı olması, siyasal bir güç kazanmadan çok, ülkemizin Avrupa’daki prestijini yansıtması açısından önemlidir. Umarız ülkemiz bundan sonra Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde sık sık mahkûm edilen bir ülke olmaktan çıkıp, insan haklarına saygı, hukukun üstünlüğü, demokratikleşme ve demokrasinin bütün kurumlarıyla işlemesi açısından örnek bir Konsey üyesi haline gelir. 27.01.2010 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Darbeye gerek var mı? |
Uzun zamandır gündemin ilk sırasını meşgul eden 2003-4 tarihli darbe planları için konuşan iktidar partisi ve hükümet önde gelenleri, başından beri bunlardan haberdar olduklarını belirten açıklamalar yapıyorlar. Söz gelişi, Devlet Bakanı Hayati Yazıcı ile AKP eski Genel Başkan Yardımcısı Dengir Mir Mehmet Fırat’ın bu yöndeki beyanlarını hatırlıyoruz. Son günlerin sıcak gündem konusu olan Balyoz planı sonrasında Başbakan Erdoğan da “Bugünlerde gündeme getirilenleri zannediyor musunuz ki biz duymadık? Duyuyorduk. Ama gerilimin tarafı olmadık” gibisinden sözler söyledi. Ardından yardımcısı, Devlet Bakanı ve Hükümet Sözcüsü Cemil Çiçek de bu sözleri teyid etti: “Yedi yıllık iktidarımız döneminde bir kısım işleri biliyor olsak da, sabır ve tahammül göstererek, kendi kuralları içinde çözmeye çalıştık.” Bütün bunlar ne anlama geliyor? Birileri, demokrasiye kast eden yeni tertiplere girişiyorlar ve hükümet bütün bunlardan haberdar oluyor; ama gereğini yapmıyor, üzerlerine gitmiyor, göz yumuyor, dahası sabır ve tahammül gösteriyor. Böyle birşey olabilir mi? Darbe hazırlıklarına karşı sabır ve tahammül gösterilir mi? En önemli görevi, milletin oylarıyla verdiği emaneti korumak ve hakkını vermek olan bir hükümet, bunu, darbecilere karşı sabır göstererek mi yapacak? Sabrın gerekli olduğu birçok yer var, ama onların arasında darbe tertiplerinin de bulunduğunu hiç zannetmiyoruz. Darbe planlarına sabredilmez, hukuk ve demokrasi içinde gereği yapılır. Başbakanın “Gerginliğin tarafı olmamak için bunların üzerine gitmedik” beyanı da çok tuhaf. Gerginlik olmasın gerekçesiyle darbe hazırlıklarına göz yummak ve tertipçileri hakkında gereğini yapmaktan kaçınmak, hiç olacak şey mi? Demokrasi ve milletin hukuku böyle mi korunur? Lâfa gelince, darbenin gerçek olanına tüm acımasızlığıyla muhatap olmuş ve buna karşı içeride de, dışarıda da yalnız bırakılmış eskileri “şapkayı alıp kaçmak”la suçlayıcı ucuz ve düzeysiz polemiklerden zevk alanlar, varlığından haberdar oldukları darbe hazırlıklarına “sabrettiklerini” söyleyerek, aynı zamanda suç ortağı durumuna düştüklerini itiraf etmiş olmuyorlar mı? Doğrusu, işin bu cihetinin de gözden kaçırılmaması ve ciddî şekilde sorgulanması gerekiyor. Teşebbüs aşamasında kalmış darbe planlarına —yapıldıkları dönemde—seyirci kalanların, tehlike geçtikten seneler sonra “demokrasi havarisi” pozları takınarak ortalıkta gezinmeleri, “yalancı pehlivan” hikâyelerini hatırlatan bir tavır değil mi? Hükümetin tavrı iki ihtimali akla getiriyor: Ya söz konusu darbe girişimleri ciddîye alınacak kayda değer şeyler değildi; ya da çeşitli iç ve dış faktörlere bağlı olarak akamete uğratıldılar. Bu faktörler içinde hükümet de olabilir mi? Doğrusu, bizzat Başbakanın “Gerginlik olmasın diye üzerine gitmedik” ve hükümetteki en önemli yardımcılarından birinin “Sabır ve tahammül göstererek çözmeye çalıştık” beyanları, pek bu ihtimali kuvvetlendirecek gibi görünmüyor. Konunun diğer bir boyutu da şu olsa gerek: Şayet hükümetin yedi yılı aşan iktidarında temel meselelerde köklü reformlar yaparak bilhassa 28 Şubat kaynaklı mağduriyetleri sona erdiremeyişinin asıl sebebi bu darbe planları ve tehditleri idiyse, hedeflerine ulaşmışlar demektir. Zira millî iradenin AKP’yi iki genel seçimde büyük çoğunlukla iktidar yapmasına rağmen, bu durumun gereği olan icraatların gerçekleştirilemeyişi, halkın beklentilerinin karşılanamaması, mağduriyetlerin bitirilmek şöyle dursun, daha da yaygınlaştırılıp şiddetlendirilmesi, bu hedefleri gerçekleştirmek için ayrıca darbe yapma külfetine hâcet bırakmayan bir tablo oluşturuyor. Bu tablo, halkın desteğine ve muhtemel tepkileri absorbe edip yatıştırma potansiyeline sahip bir iktidar işbaşındayken devam ettirilebiliyorsa, darbeciler niye ek zahmete girip risk alsınlar ki! Tartışmalar bunu örtbas etmeyi mi amaçlıyor? 27.01.2010 E-Posta: [email protected] |