Lahika |
Âyet-i Kerime Meâli
O sabredenler ki, başlarına bir musîbet geldiğinde “İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn” (Biz Allah'ın kullarıyız; sonunda yine Ona döneceğiz) derler.
Bakara Sûresi: 156 |
27.01.2010 |
Din bir ise, millet birdir İslâmiyet milleti herşeye kâfidir. Din, dil bir ise, millet de birdir. Din bir ise, yine millet birdir. İslâmiyet milleti herşeye kâfidir. Din, dil bir ise, millet de birdir. Din bir ise, yine millet birdir. Emirdağ Lâhikası, s. 422 *** Milletimiz de yalnız İslâmiyettir. Zira Arap, Türk, Kürt, Arnavut, Çerkez ve Lâzların en kuvvetli ve hakikatli revâbıt ve milliyetleri İslâmiyetten başka bir şey değildir. Hutbe-i Şamiye, s. 97 *** Milliyetimiz bir vücuttur; ruhu İslâmiyet, aklı Kur’ân ve imandır. Münazarat, s. 99 *** Menfi milliyette ve unsuriyet fikrinde ifrat edenlere deriz ki: Evvelâ: Şu dünya yüzü, hususan şu memleketimiz, eski zamandan beri çok muhaceretlere ve tebeddülâta maruz olmakla beraber, merkez-i hükûmet-i İslâmiye bu vatanda teşkil olduktan sonra, akvâm-ı sâireden pervane gibi çokları içine atılıp tavattun etmişler. İşte bu halde Levh-i Mahfuz açılsa, ancak hakikî unsurlar birbirinden tefrik edilebilir. Öyleyse, hakikî unsuriyet fikrine hareketi ve hamiyeti bina etmek, mânâsız ve hem pek zararlıdır. Onun içindir ki, menfî milliyetçilerin ve unsuriyetperverlerin reislerinden ve dine karşı pek lâkayt birisi, mecbur olmuş, demiş: “Dil, din bir ise millet birdir.” Madem öyledir. Hakikî unsuriyete değil, belki dil, din, vatan münasebâtına bakılacak. Eğer üçü bir ise, zaten kuvvetli bir millet; eğer biri noksan olursa, tekrar milliyet dairesine dahildir. Saniyen: İslâmiyetin mukaddes milliyeti, bu vatan evlâdının hayat-ı içtimâiyesine kazandırdığı yüzer faydadan iki faydayı misal olarak beyan edeceğiz. Birincisi: Şu devlet-i İslâmiye yirmi otuz milyon iken, bütün Avrupa’nın büyük devletlerine karşı hayatını ve mevcudiyetini muhafaza ettiren, şu devletin ordusundaki nur-u Kur’ân’dan gelen şu fikirdir: “Ben ölürsem şehidim, öldürsem gaziyim.” Kemâl-i şevkle ölümün yüzüne gülerek istikbal etmiş, daima Avrupa’yı titretmiş. Acaba dünyada basit fikirli, sâfi kalbli olan neferâtın ruhunda şöyle ulvî fedakârlığa sebebiyet verecek hangi şey gösterilebilir? Hangi hamiyet onun yerine ikame edilebilir ve hayatını ve bütün dünyasını severek ona feda ettirebilir? İkincisi: Avrupa’nın ejderhaları (büyük devletleri) her ne vakit şu devlet-i İslâmiyeye bir tokat vurmuşlarsa, üç yüz elli milyon İslâmı ağlatmış ve inletmiş. Ve o müstemlekât sahipleri, onları inletmemek ve sızlatmamak için elini çekmiş, elini kaldırırken indirmiş. Şu hiçbir cihetle istisgar edilmeyecek mânevî ve daimî bir kuvvetü’z-zahr yerine hangi kuvvet ikame edilebilir, gösterilsin. Evet, o azîm mânevî kuvvetü’z-zahrı menfî milliyetle ve istiğnâkârâne hamiyetle gücendirmemeli.
Mektubat, 3. Mebhas, Altıncı Mesele, s. 313-14
LÜGATÇE:
menfi milliyet: Olumsuz, zararlı milliyetçilik. unsuriyet: Irkçılık. ifrat etmek: Aşırı gitmek, ölçüyü aşmak. muhaceret: Göç etme. tebeddülât: Değişiklikler. merkez-i hükûmet-i İslâmiye: İslami hükümet merkezi. akvâm-ı sâire: Diğer milletler. tavattun: Vatan edinme. Levh-i Mahfuz: Kader defteri. tefrik: ayırma. hamiyet: Mukaddes değerleri koruma duygusu ve gayreti. unsuriyetperver: Irkçı, ırkçılığı seven. neferât: Neferler, askerler. müstemlekât: Sömürgeler. istisgar etmek: Küçümsemek. kuvvetü’z-zahr: Yardımcı kuvvet, yedek kuvvet. istiğnâkârâne: İhtiyaç duymaksızın. |
27.01.2010 |
Şekerci Hanı’nda okuma programı yaptık!
Bir gün, aynı dünya görüşünü paylaşmadığımız bir arkadaşım bana: “Sizinle aynı dünya görüşünü paylaşmıyorum; ama şu okuma programlarınıza gıpta ediyorum. Dünyada belki de eşi benzeri olmayan bir işi yapıyorsunuz” demişti. Ben de kendisine, bu tür okuma programlarına bizi cezbeden gerçeğin, okuduğumuz kitaplarda saklı olduğunu anlatmıştım. Ne yazık ki, ideolojik kaygılarından bir nebze olsun kafasını kaldırıp o gerçeklerin neler olduğuna dair bir adım atamamıştı. Onun gözünde biz irticai duruş sergileyen potansiyel bir tehlikeydik. Peşin hükümleriyle bizi ötekileştirip, kendisini de o fani “dünya görüşünün” dar açılarına mahkûm etmişti. Şüphesiz ki, okumak ayrı bir hususiyettir. Nur Talebeleri ise, bu hususiyeti üzerinde bulunduran güzide bir topluluktur. Bu hizmetin tarihi gelişimini ve çizgisini inceleyenler, Nur Risâlelerinin yazılması, çoğaltılması ve okunmasına dair verilen mücadelelerin destansı hikâyelerini çok açık bir şekilde göreceklerdir. Bugün Aziz Üstadın ve Nur Talebelerinin verdiği çileli fakat şanlı bir mücadelenin meyvelerini yiyoruz. Artık sürgünler, mahkemeler, zindanlar dönemlerini yaşamıyoruz. Birçok yönden kolaylıklar ve imkânlarla doluyuz. Yarıyıl tatilinin başlaması dolayısıyla, her kademeden öğrenci gruplarıyla yapılan yoğun okuma programları dönemi yaşıyoruz. Bizler de böyle bir program için Akdeniz Üniversitesi’nden bir grup genç kardeşimizle birlikte Antalya’dan İstanbul’a doğru yollara koyulduk. Antalya’nın kahraman hizmet erlerinin, otobüsle on üç saatlik yolculuk yapmamıza gönülleri razı olmamış, bizi uçakla gönderme kararı almışlardı. Bu güzel karar, genç ekibimizin şevkini bir kat daha arttırdığından, Antalya semalarından İstanbul semalarına doğru yol alırken farklı bir heyecan ve duygu yoğunluğu yaşıyorduk. Bir saat süren bu güzel yolculuğumuzdan sonra Fatih Malta‘da yeni açılan hizmet binamıza yerleştik. Aziz Üstad’ın İstanbul hayatında önemli bir yer tutan Şekerci Hanı’nın hemen bitişiğinde yer alan böyle bir mekânda kalmak, bizi daha da heyecanlandırmıştı. Üstad’ı bir odasında misafir eden böyle bir menzile komşu olmak, zaman zaman tarihin o anlarına gitmek ve orada yaşananları tahattur etmek, okumalarımıza ayrı boyut kazandırıyordu. Ayrıca burada ilk okuma programını gerçekleştirmek de bize nasip olmuştu. Yine, İstanbul’da oluşumuzun ilk akşamında, bir İstanbul dersine, ilk olarak bu mekânda katılmış oluyorduk. Ertesi günkü akşam gazete binamızdaki derse, Salı akşamı yemekli meşhur Üsküdar dersine, Perşembe akşamı ise Eyüp’te vakıf adayı kardeşlerimizin kaldığı hizmet mekânındaki derse iştirak ettik. Böylece bir taraftan gün boyunca Risâle okumalarını sürdürürken, akşamları da derslere iştirak ederek bereketli bir program ihya etmiştik. Grubumuzun güzide elemanları Yunus, Bilal, Mustafa, Harun ve bize İstanbul’dan katılan Mesut kardeşlerimize gösterdikleri müthiş performans için çok teşekkür ediyorum. Cenâb-ı Hak onları bu hizmetlerde daim ve muvaffak etsin İnşallah. Ayrıca gösterdikleri ilgi dolayısıyla Münir ve İsmail kardeşlere, leziz yemekleriyle bize hizmet veren aşçımız Mustafa Beye ve ekibine de çok çok teşekkür ediyoruz.
HASAN BULUT - [email protected] |
27.01.2010 |
İzmitli son şahitlerden Hafız İsmail Akyıldız Hoca
Üstad’ı gören son şahitlerden, İzmit Fevziye Camii1 imamlarından biri olan merhum Hafız İsmail Akyıldız Hoca’yla ilgili olarak bizzat İzmitli Nur Talebesi ağabeylerimizden Rıdvan Ercan’ın bize anlattığı bazı hatıralardan bahsetmek istiyorum. Hafız İsmail Akyıldız Hoca, 1328 (1912) yılında Karamürsel’in Osmaniye Köyü'nde doğmuş. 12 yaşında hıfza başlayıp 2 sene içinde hafız olmuştur. Daha sonra H. Mehmet Aslanalp Hoca’dan talim, tecvid ve tashih-i hurûf okumuş. Askerden sonra 1938 yılında Fevziye Camii’nde imamlığa başlamış. Aralıksız 41 yıl bu görevden sonra 1980 yılında emekli olmuş. 11.04.2009‘da vefat etmiştir. Rıdvan Ercan naklediyor: ”Bizzat Hafız İsmail Akyıldız Hoca'nın kendi ağzından dört kez dinledim. Her anlatışında aynı kalıpta aynı kelimelerle anlatırdı. “Konu: Üstad Bediüzzaman Said Nursî Emirdağ’da kaldığı sıralarda onu ziyaret etmesi. Gidiş sebebi, maddî sıkıntıdan imamlığı bırakıp bırakmama meselesi. Aslında esas sebep, ezanın Türkçe okunmasından dolayı huzursuz olması ve bunun için görevi (imamlığı) bırakıp bırakmamak. Bu konuda karar vermekte (görevi bırakmakta) tereddüt gösteriyor. Bediüzzaman Hazretlerine sormadan da karar vermek iyi olmaz diye Üstadı ziyarete, İzmit’in esnaflarından Abdurrahim Bezci ile birlikte Emirdağ’a gidiyorlar. (Abdurrahim Bezci, o zamanki Millet Partisi politikasını benimseyen bir fikrî yapıdadır.) Emirdağ’a varınca, Üstad’ın evde olmadığını söylemişler. Her halde kır gezmesine çıkmış, ara sıra yaptığı gibi. Bunun üzerine Üstadı beklemeye başlıyorlar. Bakıyorlar Üstad elinde bir sepet ile geliyor. Fakat ‘Üstad yere basıyor muydu, yoksa havada mı yürüyordu bilemedik’ diyor İsmail Hoca ve devam ediyor: ‘Bize doğru gelirken Üstad Hazretlerinin yanına bir taksi yanaştı, fakat Üstad taksiye binmedi. Taksi uzaklaştı gitti. Sonradan anlaşıldığına göre, taksi Demokrat Partili bir milletvekiline aitmiş ve arabada yanında hanımı da varmış. Üstadı arabaya almaya çalışmış, fakat hanım olduğu için Üstad arabaya binmemiş. Bu arada Üstad bize de bayağı yaklaşmıştı. Baktık aynı araba tekrar ters taraftan geldi. Hanımını bırakmış, Üstad’ı almaya gelmiş. Üstad arabaya bindi, araba hareket etti. Biraz sonra araba durdu. Her halde Üstad’a ‘Misafiriniz var’ diyerek bizden bahsettiler. Bize işaret edip çağırdılar. Üstad arkada oturuyordu. Ben sol tarafına, Abdurrahim Bezci de sağ tarafına oturdu. Araba hareket etti. Ben, ‘Efendi Hazretleri..’ dedim. Lâfı ağzımdan aldı. ‘Kardeşim, görevine devam et, bırakma’ dedi. ‘Minareye çıktığın vakit, kendi duyacağın kadar ezanın aslını oku. Aslî ezanı bitirdikten sonra onların istediklerini söyle. O zaman zarûretten dolayı, ezanın aslını okumuş ve tercümesini de duyurmuş olursun. Yalnız namazlardan 10–15 dakika önce Kur’ân oku.’ “Bundan sonra sağ tarafına dönüp, Abdurrahim Bezci’ye hitaben, ‘Kardeşim, bu Halkçılara karşı Demokratları destekleyin, Menderes’e sahip çıkın. Bu zaman tarikat zamanı değil, hakikat zamanıdır’ dedi. “Abdurrahim Bezci, Emirdağ’a vardıklarında, Üstad’a bir hediye götürmek istiyor. Hediye kabul etmediğini biliyor. Bunun için Emirdağ’a vardıklarında tek bir zeytin almak için bir bakkala giriyorlar. Bir zeytin almak istiyorum dediklerinde, bakkal terazinin bir kefesine zeytini saracağı kâğıdı koyuyor. Darayı koymadan önce aynı ebatta bir kâğıdı da daranın altına koyuyor ve zeytini tartıyor, tek zeytinin bedelini alıyor. Abdurrahim Bezci, ‘Şuraya bak, Emirdağ’ın bakkallarını bile Hoca efendi helâl haram noktasında nasıl etkilemiş’ diye düşünüyor. Kâğıda sarılmış zeytini alıyorlar. Üstad’la karşılaştıklarında, Abdurrahim Bezci, hediyesi olan tek zeytini uzattığında, Üstad bakkala verilen kadar parayı hemen cebinden çıkarıp Abdurrahim Bezci’ye veriyor. “İsmail Hoca, İzmit’e döndüğünde, Üstad’ın tavsiyesine göre namazlardan önce Kur’ân okumaya başlıyor. (Bu âdetini emekli olana kadar devam ettirmiştir.) Bunu gören Fevziye Camii diğer imamı (merhum) Cevdet Hoca2 ‘Bu âdeti nereden çıkardın İsmail efendi?’ diyor. İsmail Hoca da, ‘Bediüzzaman Hazretleri tavsiye etti’ diyor. Ondan sonra Cevdet Hoca herhangi bir şey söylemiyor. “Daha sonra Cevdet Hoca, kendi evinde, bir bayram tebrikleşmesi esnasında, ‘Ben niye Üstad’ı ziyarete gidemedim’ diye hayıflanmış. Bu konuşmadan birkaç gün sonra Üstad, Cevdet Hoca'nın rüyasına giriyor: ‘Kardeşim, sen görevine devam et, yerinden ayrılma. Senin görevin orada’ diyor.3 “Cevdet Hoca ile ilgili hizmetimizle alâkalı bir hikâyecik de şöyle: 1970’in ilk günlerinde, şu anda Körfez ilçemizde mukim Hasan Körpe’nin başından geçmiş. İzmit’e ilk geldiğinde, tanıdığı Nur Talebesi yok, dershaneyi de bilmiyor. ‘Bilse ancak cami imamları bilir’ diyor ve akşam namazını Fevziye Camii’nde kılıyor. Namazdan sonra imamı bekliyor. O akşam da Cevdet Hoca görevliymiş. En son Cevdet Hoca çıkıyor ve ona soruyor: ‘Hocam Risâle-i Nurların okunduğu yeri biliyor musun, onları tanıyor musun?’ Cevdet Hoca da, ‘Beni takip et’ diyor. Kendisi de zaten Çamlık Dershanesine yakın otururdu. Çamlık Apartmanının karşısındaki kaldırıma geliyorlar. Çamlık Apartmanını gösterip, ‘Şu binaya git. Birinci zili çal ve içeri gir. Aradığınız oradadır’ diyor. Kendisi de evine doğru gidiyor. Buradan çıkarttığımız sonuç; Cevdet Hoca, açıktan sahip çıkamasa bile Risâle-i Nurlara ve Nur Talebelerine bir dostluğu vardı.”
Dipnotlar: 1- Demiryolunun güneyinde eski otogar yakınındadır. İzmitli Mehmed Bey tarafından yaptırıldığından Mehmed Bey Camii diye de tanınır. Mimar Sinan’ın eseri olan cami, harap olduğundan, II. Mahmut zamanında Kaptan-ı Derya Hain (Firari) Ahmet Paşa tarafından yeniden yaptırılmıştır. Bu yüzden “Fevziye Camii” adını almıştır. 1894’teki yer sarsıntısında yıkılan cami bir kere daha yapılmıştır. 99 depreminde ağır hasar aldığı için tekrar aslına uygun olarak üçüncü defa yapılmıştır. 2- Cevdet (Dingil) Hoca, İzmit’in en ünlü kurra hafızlarındandır. 1332 (1916) yılında Trabzon’un Of ilçesi, Şinek Köyü'nde doğmuştur. Birçok görevden sonra 1937 yılında kurra hafızlığı icazetini almıştır. 1939 yılında İzmit Fevziye Camii’nde göreve başlamıştır. Diyanetten Kur’ân öğretmenliği ile görevlendirilmiş ve 30 yıl içinde 194 hafız ve 450 adet de imam-hoca yetiştirmiş, 50 yıl hatimle teravih kıldırmıştır. 1982’de emekli olmuş, 1999 depreminde vefat etmiştir. 3- Cevdet Hoca’nın görevi zaten hafız yetiştirmek ve vaizlik sertifikası olduğu için vaaz vermekti. Vaazlarında da bazen Risâlelerden alıntılar yapardı. (R. Ercan)
M. FAHRİ UTKAN - [email protected] |
27.01.2010 |