Ahmet ÖZDEMİR |
|
Resûl-i Ekrem Efendimiz (asm) bir şefkat peygamberidir |
Siyer, sözlükte tarzlar, gidişler, yollar demektir. Peygamberlerin hayatlarını ve ahlâkını anlatan eserlere “siyer-i enbiyâ” denilir. Konusu, Hz. Muhammed’in (asm) hayatı, ahlâkı ve yaşayışı olan, onun gaye ve cihanı irşat eden mesleğinden bahseden eser(ler)e “Siyer-i Nebî” denmektedir.1 Resûl-i Kibriya Efendimizin hayatı genel olarak iki ana bölümde ele alınmaktadır: Mekke hayatı ve Medine hayatı. Siyer kitaplarında Mekke dönemi yeterince teferruâtla anlatılmış, Medine döneminin önemli bir kısmı ihmâl edilmiştir. Hâlbuki Resûl-i Ekrem’in (asm) Medine hayatı önemli olaylarla doludur. Peygamber Efendimiz (asm) orada bütün kişiliği ile İslâm insanını meydana getirmiş, İslâm toplumunun temelini atmıştır. Resûlullah (asm), orada her aile için örnek bir aile hayatı yaşamıştır. “Sahabe-i Kiram” veya “Ashab-ı Kiram” adıyla bildiğimiz yıldız insanlar elbette ilgi çekicidir. Resûl-i Ekrem (asm) toplumda ahlâk anlayışını kökten değiştirmiştir. Toplum hayatında ferdin ferdle, ferdin toplumla olan ilişkilerini düzenlemiştir. Yine İslâm’ın farklı dünya görüşleri ve çeşitli devletlerle karşılaşması da bu dönemdedir. İslâm Mekke’de doğmuş ve Medine’de, Arabistan’da, Arabistan dışında yayılması daha çok Medine döneminde gerçekleşmiştir. Toplam 23 yıllık dönemi kapsayan Peygamberlik döneminde ise dünyaya örnek bir “Asr-ı Saadet” modeli sunularak İslâm’ın yaşanılabilir olduğu bütün insanlığa uygulamalı olarak gösterilmiştir. Bütün bunların merkezinde de bütün özel hayatı ile Resûl-i Ekrem (asm) gerçeği vardır. Bu arada hemen bir üzüntümüzü belirtmeden de geçemiyoruz. Siyer kitaplarında gazveler (savaşlar) ön plana çıkmaktadır. Sanki Resûl-i Ekrem Efendimiz (asm), hicretin ardından hemen savaşlara başlamış gibi, siyer yazarları hicret konusunu bitirir bitirmez hemen onun gazvelerini ele alırlar. Medine dönemi ele alınırken şu başlıklar ilk anda dikkatimizi çeker: * Hicretin ikinci yılında Büyük Bedir gazvesi, * Hicretin üçüncü yılında Uhud gazvesi, * Hicretin dördüncü yılında Beni Nadır gazvesi, * Hicretin beşinci yılında Hendek gazvesi, * Hicretin altıncı yılında Hudeybiye antlaşması, * Hicretin yedinci yılında Hayber’in fethi, * Hicretin sekizinci yılında Mekke’nin fethi ve Mute seferi, * Hicretin dokuzuncu yılında Tebük seferi, * Sonra Arabistan’ın çeşitli yerlerinden Müslüman olmak üzere heyetlerin gelmesi, * Daha sonra da Resûl-i Ekrem’in (asm) vefatı. Bu başlıkları görünce insanın aklına ilk önce neler gelebilir, dersiniz? Sanki Peygamber Efendimiz’in hayatı peş peşe devam eden savaşlardan ibarettir! Adeta o bir savaş (!) peygamberidir. Sanki İslâm savaş dini! Tabiî bunlar gerçekleri yansıtmaktan uzaktır. Burada hemen şunu ifade edelim ki: O zamanda yapılan savaşlarda kılıç, mızrak, ok ve yay kullanılmaktadır. Karşılaşmalar uzun sürmemektedir. Taraflar meydanda karşılıklı birkaç defa hücumdan sonra sonuca ulaşmaktadır. Birkaç saat sonra savaşın mağlûbu meydandan çekilmekte, galibi belli olmaktadır. Meselâ, şu örneklere bir bakalım: Uhud Savaşı İslâm tarihinde belki en çok bildiğimiz ve anlattığımız savaştır. Bu savaş bile birbiri ardına yaşanan karşılıklı üstünlük ve çekilmelere rağmen sadece bir gün sürmüştür. Her şey Şaban ayının 15’ine rastlayan Cumartesi gününde tamamlanmıştır. Hendek Savaşı, Peygamber Efendimizin (asm) en uzun gazvesi olmakla birlikte birkaç haftada bitmiştir. Uzun sürmesinin gerçek sebebi de adı üstünde hendek kazılmasıdır. Resûlullah’ın (asm) hayatında savaşların toplamı iki ayı bile bulmamaktadır. Mute Savaşı gibi bazı savaşlara kendileri değil, görevlendirdiği sahabeler komutanlık yapmışlardır. Seriyye dediğimiz küçük birliklere de Resûlullah (asm) komuta etmemiştir. Yapılan savaşlarda Müslümanların şehit sayısı 139 iken, düşmanlarının ölü sayısı 112’dir. Günümüzde yapılan savaşlara bakarsanız, dehşete kapılmaktan kendinizi alamazsınız. Peki, bu zaman dışında Resûl-i Ekrem Efendimiz (asm) ne yapmıştır, nelerle meşgul olmuştur? Peygamber Efendimiz (asm) savaşlara giderken bile fert ve toplumun terbiyesiyle meşgul olmuş, her fırsatı değerlendirerek insanları Allah’a imana, İslâm’a dâvet etmiştir. Asr-ı Saadet’te gördüğümüz savaşları yalnızca sebep-sonuç ilişkileri açısından ele alsak bile, İslâmiyet’in savaş dini olmadığı ortaya çıkacaktır. Aslında savaşlar son çare olmuştur. Bu savaşlara baktığımızda, ya bir savunma, ya huzur ve güvenliğin sağlanması için, ya da Allah adının yüceltilmesine ve adaletin götürülmesine konulan inatçı engelleri aşmakta son çözümdür. Resûl-i Kibriya (asm) Efendimiz bir şefkat peygamberidir. Bunu savaşlara çıkılırken komutanlara söylediği sözlerde rahatlıkla görebiliriz. Resûl-i Ekrem bizim gibi insandır. Öyleyse o da bizim gibi acı çeker, soğuk çeker, elem çeker. Her bir hâl ve hareketlerinde hârikulâde bir vaziyet verilmemiştir. Öyle olsaydı, ümmetine fiilleriyle imam olamazdı, tavırlarıyla rehber olamazdı, bütün hareketlerinde ders veremezdi. Bütün ahvâliyle de “rahmete’n-li’l-âlemîn” olamazdı.”2 Maksadımız, Allah’ın Müslümanlara örnek olarak gönderip, “Hakikaten, Allah’ın Resulünde sizler için, Allah’a ve âhiret gününe kavuşmayı bekleyenler ve Allah’ı çok zikredenler için en mükemmel bir nümune vardır”3 buyurduğu Resûl-i Ekrem (asm) Efendimizin hayatını gerçeklere daha uygun olarak anlatmaktır. Aslında Resûlullah’ın (asm) hayatının her safhası, hatta her ânı ele alınmalıdır. Çünkü o, “güzel ahlâkı tamamlamak için” gönderildiğine göre hiçbir şeyi kaybedilmemeli, aksine kaydedilmelidir. Resûl-i Ekrem’in hayatına baktığımızda onun (asm) Allah’tan aldığı vahyi insanlara ilettiğini ve hayata teker teker uyguladığını görürüz. Bir bakıma Resûlullah’ın (asm) hayatı İslâm’ın ortaya koymuş olduğu değerler sisteminin uygulanmasından ibarettir. Bu konuda şu âyetleri hatırlayalım: “Apaçık mu’cizeler ve kitaplarla (gönderildiler). İnsanlara, kendilerine indirileni açıklaman için ve düşünüp anlasınlar diye sana da bu Kur’ân’ı indirdik.”4 “Nitekim kendi içinizden size âyetlerimizi okuyan, sizi kötülüklerden arındıran, size Kitab’ı ve hikmeti talim edip bilmediklerinizi size öğreten bir Resûl gönderdik.”5 “Peygamber size ne verdiyse onu alın, size ne yasakladıysa ondan da sakının. Allah’tan korkun. Çünkü Allah’ın azabı çetindir.”6 Burada önümüze Resul-i Ekrem’in (asm) sünnet-i seniyyesi çıkmaktadır. Yani Resûlullah’ın (asm) fiilleri, sözleri, davranışları… Resûl-i Ekrem’in ümmetini nasıl düşündüğü şu âyet-i kerimede ne güzel açıklanmaktadır: “Ey İnsanlar, Size kendi içinizden öyle bir peygamber geldi ki, sizin sıkıntıya uğramanız ona pek ağır gelir. O size çok düşkün, mü’minlere çok şefkatli, çok merhametlidir.”7 Resulullah’ın hayatında ümitsizlik yoktur. Kendisine hiçbir kimse inanmasa, tabi olmasa, hatta arkalarını dönüp kaçsalar bile Allah’a tevekkül edecektir. Allah’ın emri de bu yöndedir: “Ey Peygamber, eğer insanlar senden yüz çevirirse, sen de ki: ‘Allah bana yeter. O’ndan başka ibâdete lâyık hiçbir ilâh yoktur. Ben O’na tevekkül ettim. Yüce Arşın Rabbi de O’dur.”8 Yukarıdaki âyetin işari mânâsı da şudur: “Ey insan ve ey insanın reisi ve mürşidi! Eğer bütün mevcudat seni bırakıp fenâ yolunda ademe giderse, eğer zîhayatlar senden müfarakat edip ölüm yolunda koşarsa, eğer insanlar seni terk edip mezaristana girerse, eğer ehl-i gaflet ve dalâlet seni dinlemeyip zulümata düşerse, merak etme. De ki: Cenâb-ı Hak bana kâfidir. Madem O var, her şey var. Ve o halde, o gidenler ademe gitmediler. O’nun başka memleketine gidiyorlar. Ve onların bedeline o Arş-ı Azîm Sahibi, nihayetsiz cünud ve askerinden, başkalarını gönderir. Ve mezaristana girenler mahvolmadılar; başka âleme gidiyorlar. Onların bedeline başka vazifedarları gönderir. Ve dalâlete düşenlere bedel, tarik-i hakkı takip edecek muti kullarını gönderebilir. Madem öyledir; O her şeye bedeldir, bütün eşya bir tek teveccühüne bedel olamaz.”9 Sahih rivayetlerde bildirildiğine göre Resûl-i Ekrem (asm) dünyaya gelirken “ümmeti, ümmeti” dediği gibi kıyamet gününde de “ümmetî, ümmetî” diyerek ümmetine olan şefkatini gösterecektir. Allah’ım bizi o ümmetten eyle! (Âmin!
Dipnotlar:
1- Abdullah Yeğin, Yeni Lügat, s.634. 2- Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, s. 523. 3- Ahzab Sûresi, 21. 4- Nahl Sûresi, 44. 5- Bakara Sûresi, 151. 6- Haşr Sûresi, 7. 7- Tevbe Sûresi,128. 8- Tevbe Sûresi,129. 9- Bediüzzaman Said Nursî, Lem’alar, s. 177-178. 25.05.2009 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Namaz için uyandırmak |
Eskişehir’den okuyucumuz: “Aynı evde kaldığım namaz kılan ve uyanmakta zorlanan birisini sabah namazına kaldırmayınca vebâli var mıdır? Kaldırmak üzerime borç mudur?”
Beş vakit namaz birer fert olarak zimmetimizdedir, yani üzerimizde ferdî farzdır, yani günlük zarûrî bildiğimiz işlerimizden öte birebir yükümlülüğümüzdür, hesabını birebir biz vereceğiz. O halde namazı vaktinde kılmakla, namazı vaktinde kılmak için gerekli tedbirleri almakla,—meselâ namaz vaktinde uyanmak için akşam erken yatmak, mümkünse bizi uyandıracak saat ve sair teknik imkânlardan yararlanmak, yatmak üzereyken uykuda ağırlık verecek ölçüde mîdemizi doldurmamak, sol yanımız üzerine yatmamak, yatarken sünnet olan duâları okumak... gibi.—namazı vaktinde kılmak için gerekli duyarlılığı taşımakla, namazı vaktinde kılmak için önce uyanan arkadaşlarımıza bizi uyandırmasını ricâ etmekle yükümlü olan bizleriz. Hayat yardımlaşma ile güzeldir. Kardeşlik yardımlaşmayla güçlenir. İnsanlık yardımlaşmayla yükselir. Başarı yardımlaşmanın meyvesidir. Dinimiz yardımlaşmayı emreder. Kur’ân, “İyilik ve takvada yardımlaşın”1 buyurur. Peygamber Efendimiz (asm): “Kul, kardeşinin yardımında olduğu sürece, Allah da kulun yardımındadır”2 müjdesini verir. Yani Allah’ın yardımını almak, bizim kardeşlerimize olan yardımımıza bağlıdır. Allah’ın emri ve iradesi böyledir. Rivayet olunur ki, Hazret-i Musa (as) Tur Dağına çıkarken yolunu yaşlıca bir kadıncağız kesmiş ve “Ya Musa, Rabb’ine benim için yalvarsan da, bana bir inek lütfetse!” demiş. Hazret-i Musa (as) Tûr Dağından dönüşte yaşlı teyze tekrar yoluna durmuş ve bir müjdeli haber beklemiş. Hazret-i Musa da (as): “Teyzeciğim, senin, ineği hasta bir komşun varmış. Eğer sen komşunun ineğinin iyileşmesi için hayır duâ edersen, Allah da sana verecekmiş” deyince, kadın öyle bir somurtmuş, öyle bir kızmış ki... “İstemem! Ne ona versin, ne bana!” diyerek, ayrılıp gitmiş. Demek oluyor ki, din işinde, dünya işinde, âhiret işinde, maddî ve manevî mümkün olan her hayırlı işte gerek duâ ile, gerek fiil ile yardımlaşmak hem Allah’ın emri, hem Resûlullah’ın (asm) tavsiyesi, hem kardeşliğimizin ve uhuvvetimizin bir gereği, hem ahlâkımızın bir güzelliğidir. Öyleyse, beraber bulunduğumuz sevgili dostlarımızı namaza kaldırmak gibi bir hayırlı ve nezih işte niçin yardımlaşmayalım? Biz erken uyandığımızda bizim onu kaldırmamız, o erken uyandığında onun bizi uyandırması her şeyden önce birbirimiz üzerinde kardeşlik hakkımız değil mi? Nitekim Peygamber Efendimiz de (asm) ehlini ve ailesini namaz için uyandırırdı.3 O halde, birbirimizi namaza uyandırmamız sünnet-i seniyye hükmündedir. Peygamber Efendimiz’in (asm) şerefli yolu budur. Fakat birbirimizi namaza uyandırırken çok şefkatli, çok nazik, çok nezih, çok tatlı bir üslûp kullanalım. Namaza, namazın nezahetine uymayan, namaza karşı soğukluk veren kaba bir üslûpla çağırmayalım. Birbirimizi namazın tatlılığına yakın bir tatlılıkla namaza dâvet etmeye özen gösterelim. Eğer uykusu ağır bir arkadaşı namaza uyandırıyorsak yine nazik ve nezih üslûptan taviz vermeyelim. Kızgın ve sert bir üslûpla namaza kaldırmaya asla çalışmayalım. Eğer o gün namaza kaldırmaya muvaffak olamamış isek, bu durumu arkadaşımız uyanık iken enine boyuna tartışalım ve namaza kalkmak için birlikte çözümler üretelim. Ve birbirimize duâ edelim.
Dipnotlar:
1- Mâide Sûresi, 5/2 2- Riyâzu’s-Sâlihîn, 245 3- Müslim, İtikaf, 3 25.05.2009 E-Posta: [email protected] |
Şaban DÖĞEN |
|
Kâinat kitabını okurken |
Hiç 33. Söz’ü (Sözler) okudunuz mu? Okumuşsanız orada tahkikî iman mertebelerinde nasıl terakki edildiğini bizzat yaşayarak hissetmişsinizdir. Bu Söz’ün sizi kâinat sergisinde gezdirirken, kâinatı bir kitap gibi okuturken bütün hakikî ilimlerin esası, madeni, nuru ve ruhu olan mârifetullahta1 mesafe kaydettirdiğini görmüşsünüzdür. Bu Söz’deki herbir pencere imanı olmayanı Allah’ın izniyle imana getirecek güçte delil ve ispatlarla doludur. Sayfaları çevirdikçe imanı zayıf olanların imanı kuvvetleşir, imanı kavî ve taklidî olanın imanı tahkikî olur, imanı tahkikî olanın imanı genişler, imanı geniş olan bütün güzellik ve mükemmelliklerin kaynağı ve esası olan marifetullâhta terakki etmeye başlar, önüne daha nuranî, daha parlak manzaralar açılır. Onun için, insan “Bir pencere bana kâfi geldi, yeter” diyemez. Çünkü, aklı kanaat etse, hissesini alsa da, kalp de hissesini ister, ruh da hissesini ister, hattâ hayal de o nurdan hissesini isteyecek. Binaenaleyh, herbir pencerenin ayrı ayrı faydaları vardır.2 Yine aynı gözle Haşir Risâlesi diye bilinen Onuncu Söz’e göz attığınızda ise İbni Sina gibi bir dahînin, “Akıl bu meseleye yol bulamaz. Naklî bir meseledir. İman ederiz” dediği öldükten sonra dirilişin çocukların dahi anlayabileceği bir tarzda ispat edildiğine şahit olur; ahirete gitmiş, Cenneti gezmiş, görmüş, nehirlerinden su içmiş, meyvelerinden koparıp yemişcesine lezzet alırsınız. Tahkikî imanla kâinat kitabının sayfaları arasında dolaşmaya devam ettiğinizde insanı ürküten, korkutan, dehşet saçan geçmiş ve gelecek zamanların birdenbire aydınlandığını görür, bütün o dost ve sevdiklerinizi yiyip bitiren, çürütüp mahveden o korkunç mezaristanın bir mezarlık değil nuranî bir âleme dönüştüğünü hisseder; onların sevinç, neşe ve keyf içerisinde yaşadıklarını müşahede edersiniz. Herbiri aydınlık bir bekleme salonundadırlar. Sinema perdelerinin değişmesi gibi o güzelim Cennet bahçelerini sabır ve sevinç içerisinde seyrettiklerine şahit olursunuz. O zaman değil kendinizi yiyip bitirmek, üzüntüden çıldıracak hâle gelmek, aksine imanımızın kuvvetine göre Cennetin bir nev'î mânevî lezzetini dünyada dahi tatmaya başlarsınız. Gelecek zaman da yine o tahkikî imanla ürküten, korkutan, dehşetli bir âlem olmaktan çıkar, ebedî bir âlemde inciden, elmastan, altından, yakuttan, zümrütten saraylarda bin bir çeşit nimetlerle dolu ziyafet sofralarına sevk edilmekte olduklarını iman sinemasıyla görmeye başlar, bir “Oh!” çeker, kendinizin de bir gün onların yanına gideceğini düşünerek rahatlar, mutluluk duyar, derecenize göre baki âlemin bir nev'î lezzetini hissedebilir, “Hakikî ve elemsiz lezzet yalnız imanda ve iman ile” olabileceğini yakından anlarsınız. Tahkikî imanla yolculuk ne güzel!
Dipnotlar:
1. Sözler, s. 631. 25.05.2009 E-Posta: [email protected] |
M. Latif SALİHOĞLU |
|
Fetih öncesi olağanüstü hazırlıklar (1) |
Bugünden itibaren "Fetih Haftası"na girmiş bulunuyoruz. Bu, kudsî bir fetihtir; Fahr–ı Kâinatın (asm) asırlar öncesinden haber verip müjdelemiş olduğu İstanbul'un fethi... Eski ismi Konstantiniyye olan Bizans İstanbul'u, kayıtlara göre 1453'ten evvel tam 28 kere kuşatılmış, ancak yine de ele geçirilememiş. Havası, manzarası, fizikî güzelliği ve bilhassa stratejik ehemmiyeti itibariyle, hemen bütün milletlerin arzu ve iştiyakını cezbetmiş bir belde olması, devletlerin İstanbul üzerindeki plan ve hesaplarını da büyük çapta etkilemiştir. İstanbul'u fethetmek, yahut ele geçirmek maksadıyla, gerek Avrupa'dan ve gerekse Asya'dan çok büyük akınlar yapıldı; İstanbul surları önüne kadar gelen kalabalık ordular, aylar süren kuşatmalarla şehri zaptetmeye çalıştı. Ancak, bunlardan hiçbiri başarılı olamadı ve gerisin geriye çekildi. İşte, 29. kuşatmanın mimarı olan Sultan II. Mehmed, daha evvel hiç yapılmayan, daha doğrusu hiç yapılamayanları gerçekleştirdi ve bu sayede muvaffak oldu. Onun bu yaptıklarını da kısaca şu şekilde sıralamak mümkün:
Hisarların imar ve inşası Sultan Mehmed, öncelikle İstanbul Boğazını kontrol altına almak için hisar/kale inşasına yöneldi. Daha evvel (Yıldırım Bayezid zamanında) yapılmış olan Anadolu Hisarını tamir ve tahkim ettikten sonra, onun tam karşı sahilinde de benzersiz bir hisar inşa etmeye başladı. O zamanlar "Boğaz Kesen", günümüzde ise Rumeli Hisarı ismi verilen bu harikulâde eserin plan ve projesinden tutun da, amelelik işlerine varıncaya kadar, hemen her safhasında bilfiil çalışan Sultan Mehmed, bu yapının tamamlanmasında da olağanüstü bir çabukluğa imza attı. Bu iki hisarın tamamlanıp faaliyete geçmesinden sonra, boğaz geçişleri tamamiyle kontrol altına alındı; geçişler vergiye bağlandı. Aynı zamanda, Bizans'ın yardımına Kuzey'den gelecek kuvvetlerin önü de büyük ölçüde kesilmiş oldu. Bizans'ın Avrupa'dan gelecek Haçlı kuvvetlerinin yardımından mahrûm kalması, İstanbul'un fethini kolaylaştıran çok mühim bir gelişme oldu.
Şahî toplarının yapımı İstanbul'a hayat veren damarların birer birer Osmanlı kontrolü altına girdiğini gören Bizans yönetimi, kendince iki önemli tedbir aldı: Bunlardan biri, İstanbul yarımadasını çevreleyen sur kapılarının ördürülmesi; diğeri ise Haliç'in girişinin kalın zincirlerle kapatılması. Bu arada, hisarın inşasından sonra Edirne'ye giden Sultan Mehmed, bir mühendislik dehâsının eseri olan Şahî toplarının üretim faaliyetini başlattı. Bu toplar, hem kalın sur duvarlarını yıkmak, hem de surun gerisini vurmak gibi özelliklere sahipti. Yapımı tamamlanan bu toplar, yine olağanüstü gayret ve emeklerle Edirne'den İstanbul surlarının önüne kadar getirilerek mevzilerine yerleştirildi. Ortalama 600 kiloluk taş gülleler fırlatan Şahî topları, o güne kadar hiç keşfedilmemiş ve kullanılamamış ürkütücü bir savaş silâhı hüviyetini taşıyordu. Bazı durumlarda bir tondan ağır gülleleri de fırlatabilen bu topların surlarda açtığı gedik ve yaptığı tahribat, İstanbul'un fethini kolaylaştıran ikinci bir unsur oldu.
Çok yönlü bir kuşatma Yine daha evvelkilerden farklı olarak, yapılan kuşatma faaliyetleri de harikulâde bir seyir takip etti. Osmanlı kuvvetleri, bir yandan Adalar'ı fethederken, bir yandan da Haliç'ten Marmara sâhiline kadar olan bölgenin tamamını karadan kuşatma altına aldı. Üstelik, Sultan Mehmed de tâ surların yanı başına kadar gelerek burada karargâhını kurdu ve daraltmış olduğu kuşatma çemberini sıkı bir denetime tabi tuttu. Taarruzdan evvel Bizans İmparatoruna haber gönderen Sultan Mehmed, şehrin anahtarını kansız ve savaşsız bir şekilde teslim etmesini istedi. Bu teklifin kesin bir dille reddedilmesi üzerine ise, umumî taarruz başlatılmış oldu.
Donanmanın karadan yürütülmesi Dünya harp tarihinin emsâlsiz bir sayfasını teşkil eden gelişmelerden biri de, 72 parçalık Osmanlı harp filosunun karadan yürütülerek Haliç'e indirilmesi hadisesidir. Bu ender hadiseye dair bir şiir yazan Fazıl Hüsnü Dağlarca, İstanbul Fetih Destanı isimli eserinde yaşananları şu mısralarla tasvir ediyor:
Bir sabah fermân ile uyandık İstanbul kıyılarında, Bir sabah duyuldu, Sultan Mehmed: “Gemilerim karadan yüzdürülsün! Dağlar Taşlar inledi: “Emret!” Kazıklarla yarıldı yer, ufuklarca Saçılıp zümrüt göklere, gümüş böceklere merhamet Acayip pınarlardan, meçhul koruluklardan geçtik Zamanımızla durdu iki yanda Geçmiş devirler sed sed İlk defa, bu koca dünyâ ilk defa, Bir şey âşikâr oluyordu bütün milletlere ibret. (Devamı var) 25.05.2009 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
Güzellikleri paylaşıp, problemlerimizi birlikte çözelim! |
İnsanlığın en eski ve en mukaddes müesseselerinden birisi ailedir. Ferdin mutluluğu, toplumun huzuru, ailenin sağlam temeller üzerine bina edilmesine bağlı. Fert, ilk, en isabetli ve kalıcı terbiyeyi ailede alır. Duyguları orada inkişaf eder, güzel hasletleri orada gelişir. En gelişmiş teknik ve teknolojik harikalarla donatılmış başka hiçbir müessese aileden alınanı veremez. Çocuk yaş iken eğilir, eğitilir. Çünkü o, hamur gibidir. Bilhassa ebeveyn ile âilenin diğer ferdleri ona istediği şekli verebilir. Çocuk fotoğraf makinesi gibidir; ne görürse hafızasına alır. Çocuk, muhteşem bir ses kayıt cihazıdır. Ne işitirse, onu arşivler. Bugünün çocuğu, yarının annesi, babası, amcası, halası, dayısı, teyzesidir... Çocuğun ilk, en büyük, en tesirli hocası annesidir. Zirâ o, topluma en mükemmel insanları yetiştiren bir mürebbiyedir. Evin direği babadır. Ne ki, sefih medeniyet, yani, ateist pozitivizmin gayr-i meşrû çocuğu feminizm ve egoizm; günümüzde kadını, anneyi sokağa atmış. Özellikle “çalışma hürriyeti, üretime katkı” adı altında, kadını ekonominin acımasız, öğütücü çarkları arasına itmiş. Babayı da sanayinin ve teknolojinin yeni ürünleri peşinde koşturuyor. Çocuklarıyla ilgilenecek zamanları yok! Çocuk evde yalnız veya bakıcıların elinde kalmış. Kimi zaman çocuklar, aile yuvalarını terk ediyor. Yuva ve problemli ailelerde kimi çocuklar zamanla uyuşturucu, hırsızlık, alkol, fuhuş mafyasının tuzağına düşüyor. Kötü alışkanlıklar bağımlısı olabiliyor. Hastane, hapishane, tımarhane, benzeri yerlere düşenlerin, “anne sevgisi ve aile terbiyesinden mahrum” olarak yetiştiklerini veya ailenin mânevî hayattan uzak kaldıklarından birer potansiyel canavarcıklar olduklarını araştırmalar ortaya koyuyor. Günümüzde aile müessesesi büyük bir sarsıntı geçiriyor. Sefih medeniyet nefsi arzu ve istekleri başıboş bırakmış. Egoizm ve hedonizmi (zevk ve lezzetkolikliği) palazlandırmış. Maneviyatsızlık; sabırsızlık, kanaatsizlik, saygı ve paylaşımı yok ediyor. Eşleri biribirine tahammülsüz kılıyor… Bu boşanma furyasına dönüşüyor. Bu hal, ferdi mutsuz, aileyi perişan ederek çökertmiş, toplumu ise huzursuzluğun anaforuna atmış. Ne yazık ki, bu hastalıklarını kitle iletişim vasıtaları, özellikle gazete, dergi, televizyon, sinema ve internet eliyle İslâm âlemine de lanse ederek özendirmeye çalışıyor. İnsanlığın en sağlam kalesi, sığınağı ailedir. Sağlıklı ve dengeli bir aile yuvası kurup devam ettirmek için kametimiz miktarınca mesuliyetlerimiz, vazifelerimiz var. Kimse bundan kaçınamaz. Savaş kaçkınları, vatan hainidir. Kur’ân, millet, vatan ve aile müessesesi için cihad etmemek; savaş kaçkınından daha beter bir ihanet değil mi? Şu halde birlikte mücahede etmeli, yardımlaşmalıyız… Aile hayatı ile ilgili güzellikleri paylaşalım. Eşler, akrabalar arası problemleri birlikte çözelim. Meselâ, isabetli veya isabetsiz bir nişanlılık, evlilik dolayısıyla başınızdan geçen enteresan, çarpıcı tecrübenizi… Ve, “Şimdiki aklım olsaydı, evlilik konusunda şöyle davranırdım…” Veya “Ailem, büyüklerim beni uyardı, bugünkü bakış açısına sahip olsaydım, duygularıma mağlûp olmamalıydım…” şeklindeki düşüncelerinizi… Veya, “Eşimi şu özelliklerinden dolayı tercih ettim, ama, sonuç öyle çıkmadı…” gibi ve benzeri hatıralarınızı… Evlenecek gençlere tavsiyelerinizi, uyarılarınızı, öğütlerinizi de... Soru, değerlendirme ve anekdotlarınızı bekliyoruz. İsminizi açıkça yazmakta bir mahzur görüyorsanız, müstear isimle de, isim vermeden de yazabilirsiniz… 25.05.2009 E-Posta: [email protected] [email protected] |
Şükrü BULUT |
|
Yaşadıklarımız tekrar değil mi? |
Helezonik daireler oluşturarak gelip geçen zamanın iplerine asılmış hadiseleri “doğru okumak” evvelâ Risâle-i Nur’u düzenli okuyanlara düşer. İsm-i Hakîm’e mazhar bir “Nur külliyatı”nı okumak, haftada en az bir defa “Medresetüzzehra”daki dersleri takip etmek ve oradaki ders arkadaşlarıyla öğrendiklerini mütalâa etmek herkese nasip olmadığından, Nur Talebelerinin bu önemli farkın farkında olması elbette gerekiyor. Yoksa yaşadığımız felâketlerin başka şekil ve tarzlarda yarınlardaki iplere asılı olmayacağını kimse iddia edemez. Bize düşen, yaşananlardan ibret almak değil mi? Bolşevik ve komünistler yalnızca gömleklerini değiştirmekle zararlı olmaktan kurtulamazlar. Ancak Allah’a ve Peygamberlerine yöneldiklerinde durum değişir. Türkiye’de 1950’li yılların sonlarında sol kanatta talebe nümayişlerine karışmış marksist ve anarşist ruhlu öğrencilerin 40-50 sene sonra yine aynı halet-i ruhiye ile ortaya çıktıklarını görüyoruz. Onların yetmişlerini aşmış olmaları, yüksek mevkilere çıkmaları, bolşevikliklerinden veya din düşmanlıklarından fazla birşey eksiltmemiştir. Bu gidişle ruhlarındaki anarşi onları son durağa kadar takip edeceğe benziyor. Avrupalı dinsiz veya materyalistlerde bu hal biraz daha ılımlı seyreder. Küfrî inadın bazan ilmin karşısında çözüldüğüne ve bazılarının ahir hayatlarında Allah ile barıştıklarına çok şahit olmuşuzdur. Fakat bizdeki ilhadın üzerini nifak tortuları kapladığından, çoğu eski devrimci lider kadrolarının gençlikteki “inançsız ve ahlâksız” çizgilerini aynen devam ettirmekte olduğunu maalesef görüyoruz. Bediüzzaman veya Risâle-i Nur’da; bolşevik, komünist, mason, zındıka, materyalist, tabiatperest, ehl-i ilhad, ehl-i nifak, tahripkâr cereyan ve ikinci Avrupa gibi tabirlerin içindeki mânâları yeniden ele alıp, günümüzdeki cereyanların mahiyetleriyle karşılaştırmak gerekiyor. Coğrafya değişiklikleri, forma, slogan, metod, üslûp ve hal yeniliklerinin bizi aldatmamasına dikkat etmemiz lâzım. Mahiyeti kızıl dinsizlik olan küresel bir cereyanın ikinci Avrupa ve Amerika’nın hikâyesiyle Kafkaslar’a, Orta Asya’ya, Balkanlar’a ve Ortadoğu’ya “sivil inisiyatifler” maskesiyle musallat olduğunu ortaya çıkarıp, bir kısım geleneksel Müslümana izah etmenin zorluğunu biliyoruz. Bahsettiğimiz coğrafyalara Risâle-i Nur’u yeterince ulaştıramamış ve Türkiye’de Risâle-i Nur dilini yaygınlaştıramamışsak, bu zorluk devam edecek demektir. Mutlaka siz de olup biten birçok garip şeyin farkındasınızdır. Efkâr-ı ammenin kafasındaki “kızıl Moskof” imajı devam ediyor. Kemalizmin “Ergenekon sürecinde” azıcık sivilleşmesi bazılarını o kadar heyecanlandırıyor ki… Garip şeyler. Fakat Rusya’daki yirmi milyon Müslümanın Türkiye’deki Müslümanlardan daha hür yaşadıklarını kime anlatacaksınız? Bize “Kızıl Elma” masalını anlatanlar dindar reis-i cumhur, başbakan, bakanlar ve YÖK’ü bekliyorlardı. “Beşi bir yerde” formülü gerçekleşeli iki seneye yaklaştı. Fakat vakıayı biliyorsunuz. 28 Şubat ihtilâlinin mutlak despotluğu harfiyen devam ediyor. İnsanî temel hak ve hürriyetler hâlâ buzdolabında. Bediüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle “istibdad-ı mutlak” ile “rüşvet-i mutlaka” yaşadığımız Türkiye’nin önemli faktörleri olmuş. Zillet ve dünyaperestlik hastalığı toplumun alt katmanlarına iniyor. Burada hayretimizi gizleyemediğimizi ifade edelim. Düne kadar başkalarını renksiz, mason, liberal, din düşmanı, Peygamber karşıtı ve harama düşkün diyerek suçlayanların devlet musluğuna el ve ağızlarıyla yapışmaları, dindarlar açısından utanç verici bir hal. Talut’un askerleri gibi içilmesi yasak olan nehrin kıyılarına “siyasal dindarlar” üşüşünce, toplumun itiraz refleksleri de dumura uğruyor. İtiraz potansiyeline sahip kişi ve cemaatlerin gagaları da yağlanınca, efkâr-ı ammeyi hab-ı gafletten uyandırmak, yine çarıklı erkâna kalıyor. Tekrar güzeldir. 12 Eylül’ün mahiyetini anlamadan ne 28 Şubat postmodern darbesini ve ne de deccaliyetin küresel 11 Eylül’ünün mahiyetlerini anlamak mümkün olmayacaktır. Kemalistlerin haricî dinsizlerle anlaşarak Müslüman Şark’ı terbiye etmek için kurdurduğu DTP’si, Ergenekon, tesettür yasağı, üniversitedeki resmî istibdat ve AB düşmanlıklarının mahiyetlerinin anlaşılmaları da yukarıdaki meselenin öğrenilmesine bağlıdır. Yukarıda arz ettiğim üzere tekrar güzeldir. Zira insan nisyandan geldiğinden genellikle unutkandır. Bizimkisi yalnızca bir tahattur ve dolayısıyla bir tekrar. İşin sahibi Allah’tır. 25.05.2009 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Faizsiz banka ‘dans’ı destekler mi? |
Bugün ‘ak’ dediğimize, yarın ‘kara’ demek durumunda kalmak her halde tasvip edilecek bir davranış değildir. Aynı şekilde; kimliğimize ters düşen, benliğimizle örtüşmeyen hal ve davranışlar sergilemek de tasvip edilmez. Bununla birlikte çağın getirdiği hastalıklardan olan ‘başkasına benzeme, olduğundan farklı görünme ya da farklılaşma’ hastalığıyla da müzdarip olduğumuz da bir vakıa. Gerek kişi ve gerekse kurumlar olarak toplum içinde herkesin bir duruşu vardır ve olmalıdır. Hatalardan vazgeçmek fazilet olmakla birlikte, kimliğini ve benliğini kaybetmek, başkalaşmak ve başkalarına benzemeye çalışmak pek de hayra alâmet sayılmaz. Şahısların şaşırması gibi, maalesef bazen kurumlar da şaşırıyor. “Mevlâm bizi öyle feci durumlara düşürmesin” duâsıyla ‘şaşırmaya’ iki misal vermek istiyorum. Geçen günlerde, ‘faizsiz bir banka’nın tertiplemiş olduğu bir programın dâvetiyesi elimize ulaştı. Dâvetiyede yer alan ‘program akışı’ kanaatimize göre üzücüydü. Çünkü lüks bir otelde düzenlenecek olan gece, “Anadolu Ateşi Dans Gösteri-si” ile sona erecek şekilde planlanmış. Bu dâvetiyenin elimize ulaşması sonrasında gördüğümüz manzara bizi hüzünlendirirken, başka ve belki de daha üzücü başka bir “e-posta dâvetiyesi” daha aldık. Bu dâvetiyeye göre de bir okul/kolej, yıl sonu programı düzenlemiş ve bu program da şarkıcı Hadise’nin performansıyla sona erecekmiş. Muhtemelen benzer kurumlar, benzer ve belki de daha feci programlar yapıyordur. Ama bu işte bir yanlışlık, bir hata, bir sapma söz konusu değil midir? Herhangi bir kurumun bile böyle programlar yapması makul karşılanmazken, ka-muoyunda ‘iyi’ olarak bilinen kurum ve kuruluşların böyle hatalar yapma lüksü olabilir mi? Netice itibarıyla dinî hassasiyetleri gereği başka bir ‘banka’ kuranlar ve vatandaşın da sırf bu se-beple tercih ettiği kurumlar haline gelenlerin; başka hassasiyetler ihmal edilse bile ‘müşteri’ hassasiyetine saygı göstermeleri gerekmez mi? “Faizsiz bir banka”nın ‘dans gösterisi’ni tercih etmesinde bir yanlışlık yok mu? Daha uygun ve cazip bir gösteri sunmak mümkün olamaz mıydı? Aynı şekilde bir eğitim kurumunun,—başka hassasiyetler olmadığı varsayılsa bile—baştan sona müstehcenlik kokan bir ismi ön plana çıkarması gerekir mi? Büyük hedeflerle yola çıkan eğitim kurumları, öğrencilerine ‘şarkıcı Hadise’yi mi örnek ve model olarak sunacak? Bu hadiseler doğru değildir. Şahsen üzüntüm, bu ve benzeri hatalar karşısında susulması, en azından ‘ikaz’ görevinin dahi yerine getirilmemesidir. Gönül arzu ediyor ki, ‘faizsiz banka’ya danışmanlık yapanlar, onların hesapları ve çalışmalarını kontrol edenler bu hatalar karşısında itiraz etsin, ikaz etsin ve halkı da aydınlatsın. Hiç kimsenin, temiz pa-raları kirletmeye hakkı olmasa gerek. Böyle kurumlar için daha uygun kişi ve gruplar yok mudur? Türkiye’de yoksa bile dünya da da mı yoktur? Para ve imkân var ise, gerekiyorsa Çin-ü Maçin’den de olsa prensiplere uygun ‘star’lar çağırılabilir ve çağrılmalıdır. Ama istikameti bozucu, tavizleri akla getiren, ağır vebal ve bedel ödemeyi netice veren adımlar atılmamalıdır. Bu anlayışla karşı itiraz sesimizi yükseltelim... 25.05.2009 E-Posta: [email protected] |
Recep TAŞCI |
|
Enflasyon düştü, sevinelim mi? |
Nisan ayı enflasyon rakamları açıklandı. Üretici fiyatları (ÜFE) yıllık bazda 0,35 oranında gerilemiş. Tüketici fiyatları (TÜFE) ise 6,3 oranında artmış. Türkiye, petrol fiyatlarının yükseldiği 1970’lerden beri yani 40 yıldır enflasyonla boğuşuyordu. Bir türlü tek haneli rakamlara indiremiyordu. 2003-2007 arası düşme eğilimine girmişken 2008’de yeniden yüzde 10’nun üzerine çıkmıştı. Şimdi 6,13. Sevinelim mi? Önce şunu açıklayalım. Enflasyon neden düştü? Alınan malî ve ekonomik tedbirler sayesinde mi? Hayır. Öyleyse? Cevabı küresel kriz. Dillere pelesenk olan şu küresel kriz neyin nesi? Herkes anlattı, bir de biz deneyelim. ABD ekonomisi 2000 yılında duraklama emaresi gösterince ABD Merkez Bankası (FED) faizleri indirmeye başladı. 2003 yılına gelindiğinde faizler yüzde birlere inmişti. Faizlerin inmesiyle piyasada para (likitide) bollaştı. Paranın satılması gerekiyordu. Bankalar da yoldan geçen herkese bu parayı kredi olarak verdi. Özellikle “mortgage” denen uzun vadeli ipotek karşılığı kredilerle konutlar satın alındı. Satın alanların ödeme gücüne bakılmadı. Bankalar ipotek kredilerine dayanarak tahvil ihraç ettiler, finans kuruluşlarına sattılar. Bu kâğıtlar sonradan “toksik” veya “zehirli” diye adlandırılacaktı. Tutarları trilyon dolarları geçti. Bu şekilde bir koyundan 7-8 post elde ediyorlardı. Herkes memnundu. Ne zaman ki “riskli denen grup” borçlarını ödeyemedi... İşte o zaman saadet zinciri koptu. Bir koyundan ancak bir post çıkabileceği gerçeği anlaşıldı ama... Geç kalınmıştı. Yüz milyarlarca dolar kredi vermiş banka ve finans kuruluşları zor duruma düştü. ABD’nin en büyük 4. yatırım bankası Lehman Brothers 600 milyar dolarlık borçla iflâsını iste-yince piyasada panik havası oluştu, peş peşe diğer finans kuruluşları da teslim bayrağını çektiler. Zarar trilyon dolarları buldu. Batan banka ve finans kuruluşlarına ait tahvillerin yüzde 40’ı başta İngiltere, Almanya ve Hollanda olmak üzere Avrupa ülkelerindeki bankaların portföyünde bulunuyordu. Bu sebeple kriz ABD ile sınırlı kalmadı, kısa zamanda Avrupa’ya da sıçradı. İşsizlik, işini kaybetme korkusu, belirsizlik talebi bıçak gibi kesti. Hükümetler talebi canlandırmak için vergileri indirdi, harcamaları arttırdı. Bu suretle bir yandan fiyatları ucuzlatırken öte yandan piyasaya likitide enjekte ettiler. Tabiî Türkiye de krizden nasibini fazlasıyla aldı. Küresel kriz dolayısıyla dış talep daraldı. İhracatta sert bir düşüş yaşandı. Stoklar arttı. İç talep de biraz da psikolojik sebeplerle kısıldı. 2008 yılında işsizler ordusuna bir milyon kişi daha katıldı. İşsizlik de talebi frenleyen diğer bir etkendi. Talep daralınca iktisadın temel kuralı işlemeye başladı. Satılamayan malın fiyatı düşer. Enflasyon canavarı nihayet yenilmişti. Hükümetin bu zaferde bir dahli yoktu. İronik bir durum ama enflasyonu tuş eden küresel krizdi. Ne var ki zaferin bedeli ağır olmuştu, zayiat çoktu. İflâs eden işyerleri, dibe vuran sanayi, kapı önüne konan milyonlar... Şimdi başta sorduğumuz soruya dönelim, Enflasyon düştü diye sevinelim mi? 25.05.2009 E-Posta: [email protected] |
Yeni Asyadan Size |
|
Toplantının ardından |
2009 ilkbahar dönemi temsilciler toplantımız, geçtiğimiz Cumartesi günü İstanbul’daki merkez binamızda yapıldı. Türkiye’nin dört bir köşesinden, Avrupa’dan ve Avustralya’dan temsilcilerimizin iştirakiyle gerçekleşen toplantıda, yoğun gündem olgun ve yapıcı bir üslûpla müzakere edildi. Yılların biriktirdiği birçok önemli maddeden oluşan gündem çerçevesinde önce müessesenin durumu hakkında bilgi verildi. Faaliyet raporları kitapçık halinde sunuldu. Murakıplar heyetinin raporu okundu. Ağır bir kriz ortamından geçilmekte olmasına rağmen gazete başta olmak üzere neşriyat hizmetlerimizin herhangi bir aksamaya meydan vermeden devam ettiği vurgulandı. Risale-i Nur Enstitüsü ve faaliyetleri görüşmeye açıldı. Nur hizmetinde çok önemli bir yeri olan “vakıf eleman” yetiştirme ve istihdamıyla ilgili olarak mevcut durum değerlendirildi, geliştirilmesi veya düzeltilmesi gereken hususlarla ilgili fikir teatisinde bulunuldu. Radyonun durumu geniş şekilde müzakere edilerek, bir sonraki toplantıya kadar, herkesin içine sinecek bir çözüme kavuşturulması görüşünde mutabık kalındı. Büro ve temsilciliklere otomatik liste uygulamasının, isteğe bağlı olarak hayata geçirilmesi yönünde tavsiye kararı alındı. Gazetenin siyasete ilişkin yayın politikası değerlendirildi; izlenen dengeli ve yapıcı çizginin geliştirilerek devamı yönünde görüş birliğinin mevcut olduğu görüldü. Gündemde yer alan diğer maddelerin görüşülmesi ise bir sonraki toplantıya bırakıldı. Uzunca bir fasıladan sonra, hizmetin temel meselelerine yönelik katılımcı müzakerelerin gerçekleştiği toplantının hayırlara vesile olmasını diliyor; katılan ve katkı veren bütün temsilcilerimize teşekkür ediyoruz. *** Komisyon toplantıları Temsilciler toplantısının ertesi günü, Türkiye Neşriyat ve Sosyal Komisyonlarının toplantıları da yapıldı. Neşriyat Komisyonunda, girmekte olduğumuz yaz dönemine ilişkin çalışmalarımız hakkında bilgi verildi. 29 Mayıs’ta vereceğimiz Fetih ilâvesiyle, Ramazan ayı için düşündüğümüz üç kitaplık set üzerinde fikir teatisinde bulunuldu. Özellikle Ramazan setinin, yaz durgunluğunu aşmak veya olabilecek en asgarî düzeyde tutmak için çok iyi değerlendirilmesi gerektiği vurgulandı. (Bilindiği gibi, Allah nasip ederse bu seneden itibaren Ramazan aylarını yaz mevsimi içinde idrak edeceğiz. Bu yılki Ramazan 21 Ağustos Cuma günü başlıyor. Sonraki her bir Ramazan, 11 gün öne gelecek. Böylece dokuz yıl yaz Ramazan’ları yaşanacak. Gazetenin Ramazan hediyelerini de bu durumu dikkate alarak planlamamız gerekecek.) Önümüzdeki Ramazan için düşündüğümüz üç kitaplık set, Ramazan-İktisat-Şükür Risalesi, 100 Soruda Oruç ve 100 Soruda Zekât kitaplarından meydana geliyor. Bu kitaplar için düşündüğümüz model, kupon karşılığı vermek yerine, eklerde uyguladığımız “fazla gazete” sistemi. İnşaallah verimli neticeler alınır. *** 29 Mayıs’ta Fetih ilâvesi Evvelce duyurduğumuz ve anonslarımızla da ilân ettiğimiz Fetih ilâvemizi önümüzdeki 29 Mayıs Cuma günü vereceğiz. Zengin bir muhtevaya sahip olarak hazırlanan, müjdeli fethin pek bilinmeyen gerçeklerinin ortaya konulduğu, Üstad Bediüzzaman’ın fetihle ilgili tavır ve yaklaşımının anlatılıp manidar hatıralarının aktarıldığı, Arif Nihat Asya’nın dillere destan Fetih Marşı ile Ali Ulvi Kurucu’nun Ayasofya şiirlerinin yer aldığı bu ilâvenin, küllenmeye yüz tutan fetih coşku ve heyecanını tekrar canlandıracağına inanıyoruz. Ve 29 Mayıs gazetesi için ek taleplerinizi en geç 27 Mayıs Çarşamba günü akşamına kadar Abone Servisimize bildirmenizi bekliyoruz. 25.05.2009 E-Posta: [email protected] |