14 Mayıs 2009 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Dergilerimiz

Süleyman KÖSMENE

Yol ikidir: Ya iman, ya inkâr


A+ | A-

Re’fet Bey: “Meyve Risâlesinde, Âyetü’l-Kürsî’nin tetimmesi olan âyette ebcet hesabı ile 1417 tarihi çıkıyor. Bu tarihin hükmü ve mânâsı nedir?”

On Birinci Mes’elenin Haşiyesinin Bir Lâhikasına kaynaklık eden âyet Âyetü’l-Kürsî’den sonra gelen iki âyettir. Mânâları şöyledir: “Dinde zorlama yoktur. Artık hak ile batıl iyice ayrılmıştır. Kim insanları Allah’ın yolundan saptırıp isyana sürükleyen ve birer mâbud gibi kıymet verilen tâğûtları reddeder ve Allah’a iman ederse, işte o kopmaz ve kırılmaz sapa sağlam bir kulpa yapışmıştır. Allah her şeyi hakkıyla işitendir, her şeyi eksiksiz bilendir. Allah iman edenlerin dostu ve yardımcısıdır. Onları inkâr karanlıklarından kurtarıp hidayet nuruna kavuşturur. İnkâr edenlerin dostu ise tâğûtlarıdır; onları iman nurundan mahrum bırakıp inkâr karanlıklarına sürükler. İşte onlar Cehennem ateşinin ehlidir. Orada ebediyen kalacaklardır.”1

Âyet, dinde zorlama olmadığını, hak ile batılın birbirinden iyice ayrıldığını, tâğûtları reddeden ve Allah’a iman edenlerin kopmaz bir kulpa yapışmış olacağını, iman edenlerin dostlarının Allah olduğunu, inkâr edenlerin ise tâğûtlarını dost edinmiş olacaklarını gündeme alan mesajlarıyla sanki çağımıza hususî bir biçimde hem şefkatle, hem de tokatla bakıyor gibidir. Üstad Hazretleri de bu iki âyetten ebced hesabıyla çağımıza bakan tarihler çıkarır.2 Bu tarihlerden birisi de, “İnkâr edenlerin dostu tâğûtlardır” cümlesinin ebced hesabı ile karşılığı olan 1417 tarihidir. Ki, içinde bulunduğumuz rûmî yıl 1425; hicrî yıl ise 1430’dur.

İnsan iman ettiğinde, Allah yolunda kopmaz bir ip olan Allah’ın kitabına sımsıkı bağlanır. İnkâr ettiğinde de, kendisine bağlanacağı, inanacağı, kulu ve kölesi olacağı bir “tâğût” bulur. Yani ya Allah’a iman eder, Allah’ın kulu ve kölesi olur, yalnız O'na ibadet eder, yalnız O'na sığınır ve yalnız O'ndan yardım ister. O'nun için yaşar, O'na döneceğini ve O'na hesap vereceğini bilir. O'na ve O'nun dinine hizmet eder. Ya da Allah’a iman ve itaat etmez, ama dünyevî putların kölesi olmaktan da kendini kurtaramaz.

Yani, yol ikidir. İnsan, iki yoldan birisini tercih etmekle mükelleftir. Allah’a iman ederse Allah’ı dostu bulacak, Allah’a dost olacak, Allah’ı sevecek, Allah’ın rızasını arayacak, Allah tarafından sevilecek ve Allah’tan yardım görecek; Allah’ı bırakıp tâğûtları tercih ederse, aydınlıktan karanlığa sapacak, tâğûtları tokatları gibi yüzünde şaklayacak. Yani bir yanda Allah’a iman, itaat ve teslimiyet, diğer yanda tâğûtlar. Bu, tarih boyunca böyle ola gelmiştir.

Demek insan Allah’a iman etmemekle kolay ve hafif bir yol bulduğunu boşuna zannetmektedir. Aslında en zor ve en çetrefilli çıkmaz bir sokakta yuvarlanmaktadır. Dünyevî putların kahrını çekmek daha zor ve daha sıkıntılıdır çünkü. Dünyevî putlara karşı kusur işlediğinde affı ve bağışlaması yoktur. Yağcılık yaptığında ise şefkatini, merhametini ve mükâfatını görmez.

İnşaallah; “Allah’a iman” noktasında dünya çapında bahar sancıları yaşıyoruz. Baharda bereket ve hayat getiren fırtınalar ve tecelliler bazen ağır gelebilir, şiddetli olabilir, can yakabilir, göz yaşartabilir. Ama dünyada dünya için yaşamıyoruz. Allah için varız ve Allah’a döndürüleceğiz. O halde vereceğimiz bedel, göreceğimiz mükâfat yanında elbette çok ucuz düşecektir. Çünkü Allah cömerttir, Allah zengindir, Allah kadir-kıymet bilendir, Allah en iyisiyle karşılık verendir, Allah ihsan ve ikram edendir, Allah unutmayandır, Allah ölümsüzdür. Allah inananlarla beraberdir.

Bununla beraber, Cenâb-ı Hakkın, iman, hidayet, huzur ve muvaffakiyet nimetlerini bize pahalı vermemesi, elbette duâmız ve dileğimizdir. Binaenaleyh, verilen bu tarihleri gelecek bahar noktasında hayra yormalı ve vazifemize devam etmeliyiz.

Dipnotlar:

1. Bakara Sûresi, 2/256, 257.

2. Asâ-yı Mûsâ, s. 79.

14.05.2009

E-Posta: [email protected]



Şaban DÖĞEN

Hüsn-ü hatime ile hayatı noktalamak


A+ | A-

Geçen gün memleketteydim. Bir hafta kadar önce vefat eden Adnan Küçükyazıcı Ağabeyimizin damadıyla görüştüm, taziyetlerimi bildirdim. Merhum son iki gün hiç konuşamamış. Son anlarında yanında Yasin Sûresini okumaya başlamış. Birincisini bitirip ikincisini okurken merhum gözünü açmış, sesli bir şekilde Kelime-i Şehadet getirip sonra da fani dünyaya veda etmiş.

Yine hemşehrimiz Adnan Ağabeyin arkadaşlarından Üstadı ziyaret eden cesur, fedâkâr ağabeylerimizden yıllar önce Muharrem Genç vefat etmiş. Aile halkı çığlığı koparınca gözünü açıp, “Ne güzel bir yere gitmiştim. Niye bağırdınız?” deyip tekrar hayata gözlerini yummuş.

Bu güzel hadiseler Üstadın Risâle-i Nur Talebelerinin imanla kabre gireceklerine dair olan işarî Kur’ân müjdesini vefatıyla imza eden Hatip Mehmed’i çağrıştırdı. Merhum ihtiyardı. O günün şartlarında henüz matbaalarda basılamayan elle yazılarak çoğaltılan Risâlelerden İhtiyarlar Risâlesi’ni yazmaktaydı. On Birinci Rica’nın sonlarında merhum Abdurrahman’ın vefatının tam mukabilinde kalemi “lâ ilâhe illâ Hû” yazıp lisanıyla da “Lâ ilâhe illallah” diyerek hüsn-ü hatimenin hatemiyle hayat sayfasını mühürlemiş.1

Bu vakıalar bize hayatın hayatı, nuru ve esası olan imanı kuvvetlendirip onu salih amelle destekleme, son deme kadar muhafaza etme ve hayatı hüsn-ü hatime ile noktalamanın güzel birkaç örneği. Hele insan talebe-i ulûm sınıfına girip melaikelerin hürmetine mazhar olan Hafız Ali ve Meyve’de bahsi geçen meşhur talebe gibi talihli ise ve tam muvaffak olmuşsa şüheda hayatına mazhar olabiliyor.2

Her halis, samimî, sadık, salih amel sahibi mü’minin imanla kabre girmesi nasıl Allah’ın taahhüdü altında ise bu özellikleri üzerlerinde ideal mânâda taşıyan hakikî, halis Nur Talebelerinin de imanla ruhlarını teslim etmeleri kadar tabiî birşey olamaz.

İman diplomasını sağlam elde etmeyen bir insan isterse bütün dünyanın sultanı olsun kaç para eder? Öbür âlemde geçer akçesi var mı insanın ona bakmalı. “Ahirette seni kurtaracak bir eserin yoksa fanî dünyada bıraktığın eserlere de kıymet verme vecizesi ne kadar yerinde.

Dipnotlar:

1. Sikke-i Tasdik-i Gaybi, s. 29-30.

2. Emirdağ Lâhikası, s. 166.

14.05.2009

E-Posta: [email protected]



M. Latif SALİHOĞLU

Demokrat Parti nasıl şahlandı?


A+ | A-

Demokrasi tarihimizde, 14 Mayıs'ın pek büyük bir ehemmiyeti var. 1950 senesinin 14 Mayıs'ında Türkiye'de ilk kez yapılan serbest seçimlerde muhalefet grubunu temsil eden Demokrat Parti yüzde 53 civarında oy alarak büyük bir zafer kazandı. Bu gelişme, aynı zamanda demokrasinin de zaferi oldu.

1950 yılının Mayıs'ında tek başına iktidara gelen Demokrat Parti, 7 Ocak 1946'da kuruldu. DP'yi kuranlar, bir süre önce çeşitli konularda ihtilâfa düştükleri Halk Partisinden (CHP) koparak, yahut ihraç edilerek ayrılan ve nisbeten liberal olarak bilinen bir grup siyaset adamıydı.

DP'nin kurucuları arasında ismi ön plana çıkan şahsiyetler şunlar: Celal Bayar, Adnan Menderes, Fuat Köprülü, Refik Koraltan. Bu isimler, aynı zamanda sekiz ay evvel CHP grubuna verilen "Dörtlü Takrir"e imza koyan kişiler.

Türkiye, yeni teşkil edilen Birleşmiş Milletler Teşkilâtına (BM) kurucu üye olabilmesi için, çok partili sisteme geçmek mecburiyetindeydi. İşte, gayr–ı memnunların Halk Partisinden ayrılarak yeni bir parti kurmalarını kolaylaştıran süreç de böylece başlamış oluyordu.

İlk önce Millî Kalkınma Partisi kuruldu. Hemen ardından da Demokrat Partinin kurulması çalışmalarına başlandı.

Gitgide Halk Partisinin baskıcı, totaliter mânâdaki fikir ve politikalarından uzaklaşan Demokratlar, Temmuz ayında yapılacak genel seçimlere doğru CHP ile aralarındaki makasın büsbütün açıldığı, hatta siyaseten birbirine tamamen ters bir istikamete düştüklerini fark ettiler.

Bu noktada, Üstad Bediüzzaman'ın işaret ettiği "Demokratlar, siyasî meslekleri itibariyle Halkçılara zıt" bir kıvama geldiği, kamuoyunca da büyük ölçüde anlaşılmış oldu.

Artık, geri dönüşü yoktu bu işin. 21 Temmuz'da genel seçimlere gidildi. Ne var ki, iktidardan düşme korkusu yaşayan Halk Partisi, tedbiren öyle bir seçim sistemi uygulattı ki, demokrasi adına utanç duymamak elde değil.

Kısaca "Açık oy, gizli sayım" usûlünün uygulandığı 1946 seçimlerinin bir diğer ismi de "sopalı seçim", yahut "süngülü seçim" diye kayıtlara geçti.

Bu ağır şartlar altında yapılan seçimlerde, DP şiddetin fazla uygulanamadığı sadece İstanbul ve birkaç vilayette milletvekilliği kazanarak Meclis'te grup kurdu.

Bu tarihten yaklaşık iki sene sonra ise, DP'ye yönelik dehşetli bir bölme harekâtı yapıldı. 1948'de Fevzi Paşanın başkanlığında kurdurulan Millet Partisine, Demokratların toplam 60 kadar olan milletvekillerinin yaklaşık yarısı transfer edildi. MP'ye geçenler ise, daha ziyade milliyetçi/mukaddesatçı olarak bilinen siyasilerdi.

Böylelikle, DP'nin içi adeta boşaltılmış oldu. Ne var ki, 14 Mayıs 1950 seçimlerine bir ay kadar kala, MP'nin lideri Fevzi Paşa ölüm yatağına düştü.

Önemli bir başka gelişme ise, "dinci" gazete ve mecmuaların hemen tamamı Milletçileri desteklemesine mukabil, Bediüzzaman Said Nursî ve talebeleri ise "Demokratlara nokta–i istinat" olduklarını izhar ettiler. Hatta, Nur Talebelerinden bazıları Demokrat Partinin teşkilâtlarına kaydını yaptırıp resmen de vazife aldılar.

İşte, bu dostane tavrın memleket sathında duyulmasıyla birlikte büyük moral kazanan Demokratlara halkın desteği de büyük oldu.

Nihayet, seçim günü olan 14 Mayıs geldi ve üç büyük parti birbiriyle kıyasıya yarışarak sandığa gitti. Sandıktan çıkan sonuç şu oldu: DP yüzde 53, CHP yüzde 39 ve MP yüzde 3.1 oranında oy aldılar.

Demokratların kazanmış olduğu bu zafer, ülkede tam bir bayram havası estirdi. Hürriyete, demokrasiye susamış insanlar, sevinçten uçacak gibiydi.

Memletin her bir köşesine maddî ve mânevî bahar havası gelmişti. Ancak, bu harikulâde atmosferden rahatsız olanlar da vardı. Işıktan, aydınlıktan korkan yarasa tabiatlı bu kimseler, demokrasi bayramının daha ilk günlerinden itibaren sinsice bir faaliyet içine girdiler.

1950–60 yılları arasında yapılan üç genel seçimi de Demokratların kazanıp tek başına iktidar olmaları, vatan ve millet düşmanlarının artık sabrını taşırmış olmalı ki, bir cuntanın eliyle darbe ortamını hazırladılar ve kahraman ordumuzun efradını da emellerine alet ederek, 27 Mayıs 1960'ta milletin hür iradesini hançerleme girişiminde bulundular.

Darbeden sonra da Demokrat misyon devam etti; DP'nin yerini AP aldı. Ancak, Adalet Partisi de önce bir muhtıra (12 Mart 1971) ardından bir başka darbeyle (12 Eylül 1980) iktidardan düşürüldü.

MÂNEVİ PROJEKTÖR

Bütün bu olup bitenlere Kur'ânî bir projektörün aydınlatmasıyla bakan Üstad Bediüzzaman, 1910'da irad etmiş olduğu Şâm Hutbesinde, aynen şu ifadeleri kullanıyor: "İslâmiyet güneşinin tutulmasına, inkişâfına ve beşeri tenvir etmesine mümanaat eden perdeler açılmaya başlamışlar. Kırk beş sene evvel (1865) o fecrin emâreleri göründü. Yetmiş birde (Hicrî 1371, Milâdî 1950) fecr–i sâdıkı başladı veya başlayacak. Eğer bu fecr–i kâzip de olsa, otuz–kırk sene sonra fecr–i sâdık çıkacak." (Hutbe–i Şamiye, s. 34)

Bu iktibastan istihraç edilebilecek mânâlardan biri şöyle olsa gerektir: 1910'da ifade edilen "45 sene evvel"den kasıt, Ahrar–ı Osmaniye diye tâbir edilen Yeni Osmanlıların ortaya çıkıp teşkilâtlanma tarihi olan 1865 senedir. Hicrî 71'de başlayacak olan fecir ise, 1950'de başlayan ve 1980'e kadar uzanan otuz yıllık Ahrar ve Demokrat mânâsındaki DP ve onun devamı olan AP'nin–kesintili de olsa–muvaffakiyetli iktidar devreleri şeklinde düşünülebilir. Mazisi tâ 144 sene öncesine (1865) gidip dayanan Ahrar–Demokrat misyonunun iktidardan uzaklaştırıldığı ve hatta siyaseten bitirilme noktasına getirildiği 1980'den otuz–kırk sene sonra ise... Allahü â'lem.

14.05.2009

E-Posta: [email protected]



Raşit YÜCEL

Kargı kahramanları


A+ | A-

Kargı önemli ilçelerimizdendir.

Pek çok iş adamımız bu ilçeden çıkmıştır.

Çorum’un iş hayatına önemli katkıları olmuştur, olmaktadır da.

Benim dile getireceğim Kargı’nın manevî hayatımıza kattığı değerler hakkındadır.

Kargı’nın 1960’lı yıllardan günümüze kadar Risâle-i Nur hizmetinde çok önemli bir yeri vardır.

Hal böyle olunca birçok tevkif hadiseleri yaşanmıştır.

1960’lı yıllarda Kargı’nın nüfusu dört bin küsür civarındadır.

Bu ilçemize ilk hizmet kıvılcımını 1955’lerden sonra Kargı’ya orman şefi olarak tayin edilen Sadık Büyükkaragöz yakmış.

Bu yıllarda Nura ilk müştak olanlardan geçtiğimiz dönemde Çorum milletvekilliği yapan Yüksel Kavuştu, Abdurrahman Çiçek, Ahmet Kapıcıbaşı, Feridun Çiçek, hukuk talebesi Rıdvan, Şerafettin Dingil, Şakir Birol, Ahmet Birol, Hasan Çiçek, savcı Abdullah Battal, hakim Vehbi Sabuncuoğlu gibi isimlerdir. Geçtiğimiz günlerde hakkın Rahmetine kavuşan Adnan Küçükyazıcı da bu ilçenin ilk hizmet kervanındandır.

Unuttuğum isimler olabilir kusura bakılmasın. Burada Kerim Hafızı da unutmamalıyız.

1958’li yıllarda risâlelerin basımına Bediüzzaman Hazretleri Kargı’dan bir kişi ister.

Yukarıda isimleri geçen heyet istişare ederler. Emekli savcı Abdullah Beyefendiden dinlediğime göre “Kimse razı olmaz ise istifa edip ben gidecektim, fakat Sadık Ağabey ‘Sizler evlisiniz, ben bekârım’ diyerek, Orman Şefliğini bırakarak Ankara’ya hizmete gitti” demişti.

İşte Kargı böyle birçok kahramanı hizmete koşturdu.

1971 kayıtlarına göre Çorum’da 17, Kargıda 7 Osmancık’ta 2, Bayat’ta bir mahkeme safahatı yaşanmıştır. Çorumda cereyan eden bazı mahkemelerin Kargı’daki Nur Talebeleri ile ilgisi vardır. Çünkü bazı sanıklar Ağır Cezada yargılanmıştır.

Şimdi hayatta olanları bir elin parmakları kadar azaldı. Cenâb-ı Hak kalanlara uzun ömürler versin, vefat edenlere Allah Rahmetini esirge- mesin.

Bu kahraman insanlar her zaman ve zeminde Risâle-i Nurları mertçe okudular ve ilânına vesile oldular. Bu vesile ile nice gençler Risâleleri tanıma ve istifade imkânını buldular. Bunlardan tanıdığınız birçok isim vardır. Yüzlerce makaleye, onlarca kitaba imza atan Şaban Döğen, fedakâr kardeşim Seracettin Dingil ve oğulları, Hamdiler, Nuriler, Mustafa Pancarlar, Yusuf Birollar, Yeni Asya Vakfı Müdürü Celalettin Çelebi hatırımda kalan yeni kahramanlardır.

İşte, geçtiğimiz gün vefat eden Adnan Küçükyazıcı Ağabeyin vefatı benim bu satırları yazmama vesile oldu. Tam bir Osmanlı beyefendisi idi. Yıllarca usanmadan ders ve hizmetlere şevk içinde koşmuştur.

Vefatında şehir dışında olduğum için cenazesine katılamadım. Tosya yolu ile Çorum’a gelirken Kargı’ya uğrayıp Seracettin kardeşim ile beraber akşama yakın kabrini ziyaret ettik. Ve Kargı kahramanları ile mülâki olup başsağlığında bulunduk.

Tarih elbette ki bu yaşanan olayları ve kahramanlarını unutmayacaktır.

14.05.2009

E-Posta: [email protected]



Mehmet KAPLAN

Sakat mantık!


A+ | A-

Hiç şüpheniz olmasın:

“İnançlı olmak” kadar,

“İnançsız olmak” da, kişinin; çevresi ile alâkalı bir husustur.

Yani;

İnandığı gibi yaşamak ister:

Herkes…

Asrımız; “birey” denen insana ve insanoğlunun haklarına, ehemmiyet vermeye başladı.

Varsa;

“Birey hakkı,”

Yoksa;

“Birey hakkı...”

***

İyi de...

“..de”si var!

Birey hakkı kimler için iyi işliyor?

Bu konuda da:

Hiç şüpheniz olmasın;

“İnançlı olanlar” için iş ne kadar zor ise “inançsız olmak” modasına kapılanlara, pişkinlik derecesinde işler o derece kolay!

Nasıl mı?

Bir bakın bizdeki ve dünyadaki basına:

“Karikatür krizi” esnasında Hazreti Peygambere (asm) yapılan hakaret mi çok tepki topladı?

Yoksa:

Darvin safsataları için TÜBİTAK dergisine ve teeee… Amerikalardaki Darvin teorisi okutulmasın tepkilerine mi yer verdi çarşaf çarşaf gazeteler ve dahi ekranlar?

Sanki:

Darvin..

Birilerinin tartışılmaz “ikon”u…

“Her şeyi Allah yarattı” diyemeyeceksin!

Haşa:

“Her şey doğal seleksiyon sonucu, kendiliğinden oluştu” deyince bilimsel düşünen; modern bir insan olacaksın (!)

Yesinler sizin bu üstün zekânızı (!)

Sevsinler!

***

Bütün bunlar neden oluyor?

Hatta ve hatta:

Kız ve erkek öğrencilerin..

Üniversitelerde, bu kadar güya özgür olmaları ve hatta aynı evlerde beraber kalmaları neden teşvik ediliyor biliyor musunuz?

Bu;

Sözde özgür ortam neden tartıştırılmak istenmiyor hiç merak ettiniz mi?

Ne var bunun arkasında acaba?

Niye;

Hiç:

Hıristiyan ve Musevî değerleri değil…

Hep olanlar:

Türk’ün aile yapısına ve biz Müslümanların inanç değerlerine oluyor!

Gazetemizde okudunuz:

Geçen gün bu sakat mantık sahipleri gene iş başındaydı!

Bu defa;

Müslümanların, adı üstünde Din Kültürü Dersinde sorulan şu soruyu kafaya takmışlar:

“Evrendeki düzen hiçbir şeyin rastlantı sonucu ortaya çıkmadığını göstermektedir. Evrendeki varlıkların kendi kendilerini var etme güçleri yoktur. Bu bilgilerin ikisini de iyi değerlendiren kimse aşağıdakilerden hangisine ulaşır?

a) Varlıklardaki düzen onların kendilerini var ettiklerini gösterir.

b) Evrenin varlığının bir başlangıcı yoktur.

c) Evrendeki varlıklar rastlantı sonucu ortaya çıkmıştır.

d) Evren bir Yaratıcı tarafından planlı bir biçimde yaratılmıştır.”

Anlaşılan:

Bu sorudaki son şık bazılarını epey rahatsız etmiş!

Allah’ın; “yaratma kuvveti”nin bile tartışıldığı bu ülkede, kutsal değerlere hakareti suç sayan o kadar kanun varken hiçbir hukukçumuzun da nedense bir türlü gıkı çıkmıyor.

Sanki İslâmî değerlere sahip inançlı insanlarımızın hiç “birey hakkı” yok.

Memlekete bak!

14.05.2009

E-Posta: [email protected]



Mikail YAPRAK

Öksüzler ve yetimler günü


A+ | A-

İki yüzlü Batı’nın icadı olan bir “Anneler Günü” daha geride kaldı. Kendimi bildim bileli zaten hep bu günün geride kaldığına sevinebildim, geldiğine değil. Ama geldiğine sevinenlere ve sevinçle kutlayanlara da saygılı olmuşumdur. Hem sevgili ve değerli annelerin anılmasına niye karşı olalım ki.. Bu değerli varlıkların, özel bir gün ile anılması; şerleri daha fazla olan bir medeniyetin hayırlarından bile sayılabilir. Hele bir de, hayat aşkıyla ölümün, dünya aşkıyla ahiretin, imansızlık cereyanıyla Allah'ın unutturulduğu Batı felsefesinin ürünüyse bu, artılar hanesinde bile görülebilir.

Aslında, bu meselenin, menfaat sektörünce suistimaline ve bizim de körü körüne taklitçiliğimize hayıflanmalıyız. Ve iki yüzlü Batı’nın hangi yüzle bu değerli ve sevgili varlıkları andığı merak edilmeli. Elinde bulundurduğu silâh gücünü, kendince zayıf bulduğu ve dişini batırdığı noktalara vura vura, her yıl binlerce yavruyu annesiz ve babasız bıraktığı yüzüyle mi, anneleri ve babaları anıyor? Kendi toplumunda bir kız çocuğunun, annesinin mezarına çiçek götürdüğü gün, Anneler Günü olarak ilân ediliyor da, Filistin’de evinin enkazı altında kalan anne, baba ve diğer sevdiklerine ağlayan kızcağızın hali hiç mi bir şey ifade etmiyor?

«««

Yukarıda “kendimi bildim bileli” derken, bildik tabirin ötesinde bir şey söylüyorum. Hayatı tanımaya başlamak yahut iyiyi kötüden ayırt etmek tabirlerinin ötesinde bir şey. Zaten Türkiye’nin “Anneler Günü”nü kutlama çağdaşlığına(!) erişmesi, benim bebeklik çağıma rastlıyor. Sonrasında ise böyle bir kutlama adına en ufak bir kareye yer olmamıştır hayatımda. Yani bilinen anlamdaki, kendimi bilmemin de, böyle bir günü bilmeme ve tanımama katkısı olmamıştır.

Gerçi “kendimi bilmek” ifadesi biraz maksadını aşıyor. Zira kendini bilmenin apayrı bir değeri, bir derecesi vardır. Ancak kendini bilendir ki, Rabbini de bilir. Öyleyse buna “farkına varmak” diyelim. Farklı bir alana girmek, farklı şeylerle karşılaşmak.. Ama dolu dolu girmek. Kendi itikadıyla, kendi kültürüyle, kendi birikimiyle girmek. Sonra karşılaştığı farklı şeyleri, kendi ölçüleriyle mihenge vurmak. Uyanı almak, uymayanı bırakmak. Çok şükür ki, İslâmî birikimimle ve imanımla, vicdanımın ziyasıyla ve aklımın nuruyla ve yaş kırka kadem bastıktan sonra tanıştım Avrupa kültürüyle ve bu ironik “kutlama günleri”yle.. Sevgililer Günü, Anneler Günü, Babalar Günü vesaire..

Batı kültürüyle iç içe yaşamaya mecbur olduğumun ilk günü, bu alanda farkına varmamın milâdı sayılır. Çünkü buranın okullarında eğitim ve öğretim görevini üstlenen biri olarak, bu meselelere tamamen lâkayt kalamadım. Bundan sonradır ki, böyle günlerin geldiğine değil, geride kaldığına sevinir oldum. Ama bu yıl kriz dolayısıyla fazla israfa gidilmedi. Menfaat sektörü umduğunu bulamadı. Öğrencilerimiz, yazdıkları şiirlerle, çizdikleri resimlerle annelerinin huzurlarına çıktılar.

«««

1908 Amerika menşeli olan ve Türkiye’ye 1955’de sıçrayan “Anneler Günü” geleneğiyle ancak 1990’larda Avrupa’da yüzleşmiş olmam, belki yadırganabilir, ama inanın ki böyle bir gün adına daha öncesine ait en küçük bir kareye rastlayamıyorum kendi dünyamda. Avrupa’da yeni yeni telâffuz etmeye başlamıştım ki, 1993’ün 12 Mayıs’ında sevgili annemin vefat haberi geldi. Anneler Gününde “annesizler” zümresine dahil oldum. O günden bu güne, her yılın “Anneler Günü”, eğer bana bir şey hatırlatıyorsa, sadece annesizleri hatırlatmış oluyor. Ama annemi hatırlamama hiç- bir katkısı olmuyor. Zira annem zaten her namazda duâlarımda, hatıralarımda ve rüyalarımdadır. Herkesin kendi annesiyle, benim kendi annemle olan bağım nere, göstermelik Anneler Gününün pompaladığı bir günlük hava nere?

Her insanın kendi annesiyle ilk ana rahminde buluştuğu sanılmasın. Bebekliğimizi ve öncesini hatırlamamış olmamız, o safhaları karanlığa mahkûm etmesin. Her şey insanın kendi malûmatına tabi değildir. Ruhlar olarak ilk yaratılışımızı ve Rabbimize verdiğimiz sözü şimdi hatırlamıyoruz, ama zamanı gelince hatırlatılacaktır ve hatırlayacağız. İlk yaratılışımızdan bu güne kadar ve ebede kadar her şey Rabbimizin nazarındadır. Levh-i Mahfuz’da her şey kayıtlıdır. Ezel ve Ebed Sultanımız, dünyaya gelişimizde mazimizi unutturuyor, ama dönüşümüzde her şeyi hatırlatacak, her şeyle yüzleştirecektir. Mazimiz, istikbale dönüşecektir, zira O’ndan geldik, O’na dönüyoruz.

(Öyleyse şimdiden; günah ve ayıplarımızın örtülmesi için yürekten bir “Ya Settar” diyelim..)

«««

Şimdi akla gelebilir:

Madem ki, mü’min için kısacık bu dünya hayatı, nasıl geçerse geçsin, meraka değmiyor. Madem ki, ilk yaratılışımızdan Ebede kadar yolculuğumuzda, mazimizden ve istikbalimizden koparılmış, perdelenmiş, sarılıp sarmalanmış bir imtihan safhasıdır. Kısa parantez içi gibi bir andır. Ölümle uyandığımızda rüya gibi gelecek bir zaman dilimidir. Öyleyse böyle bir zaman diliminde, öksüz ve yetim kalmayı da mesele yapmayalım. Bırakalım, insanlar, henüz hayatta olan anne ve babalarını gönüllerince ansınlar, sevsinler.. Anneler Günü, Babalar Günü yapsınlar.

Tamam, hem anneler, hem Babalar Günü onlara mübarek olsun. Ben yetim ve öksüz biri olarak, onları kıskanmıyor, bunun kompleksine kapılmıyorum. Zira dünyada milyonlarca öksüz ve yetimler vardır. Her an, her saniye buna yenileri ekleniyor. İşte gazetemiz Genel Yayın Müdürü Kâzım Güleçyüz de, bizim zümreye dahil oldu. Ya Bilge Köyündeki yürek yakan hadisede, öksüz ve yetim kalanlara ne demeli? Afganistan’da, Irak’da ve daha bilmediğimiz, duymadığımız nerelerde, nerelerde..

Zaten Habib-i Ekrem Efendimizin hem yetim, hem öksüz büyümüş olması da, teselli kaynağı olarak bize yetiyor ve artıyor bile. Öyleyse mesele nedir?

Mesele şudur:

Geliniz ülkemizde ve dünyada bu kadar anılan günlere bir yenisini daha ekleyelim ve bunun kabul görmesi için çalışalım:

“Öksüzler ve Yetimler Günü”

14.05.2009

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

Menderes’in göz yaşları


A+ | A-

Geçtiğimiz aylarda bir vesile ile bir araya gelen “İlk İmam Hatip Lisesi mezunları” önemli hatıraların gün yüzüne çıkmasına sebep oldular. İlk mezunlardan konuşma yapanların hemen hemen hepsi, o dönemde bu okulların açılması için büyük emekleri geçen dönemin Başbakanı Adnan Menderes ve Millî Eğitim Bakanı Tevfik İleri’yi rahmetle yadetmişler.

İmam hatip liselerinin ilk mezunlardan olan Prof. Dr. Cevat Akşit’in hatırası, hem bir dönemi anlatması bakımından, hem de bu günlere nasıl gelindiğini gözler önüne sermesi bakımından da dikkat çekici. Hatırayı özetleyerek sunmak istiyorum:

“Yüksek İslâm Enstitüsü açılma çalışmalarının yapıldığı günlerle ilgili bir hatıramı anlatmak istiyorum. Bazı gerçekler bilinsin diye anlatıyorum bunları. Hiç yorum yapmıyorum. Yorumu tarihçilere bırakıyorum. Benim amcam Demokrat Parti Grup Başkan Vekiliydi. Yüksek İslâm Enstitüsü’nün açılması için Türkiye genelinden bütün dernek üyeleri Ankara’da toplanıp girişimlerde bulunmak istedik. İstanbul’dan da İhsan Bey ve beni aldılar. İhsan Bey meşhur vaiz. Beni de amcam grup başkan vekili olduğu için Adnan Menderes’ten randevu almamız kolay olur diye seçtiler. Hakikaten amcama söyledim, randevuyu aldı. O zaman 1957 yılıydı. İhtilâlin ayak sesleri duyuluyor. Çok sıkıntılı bir dönemden geçiliyordu. Adnan Menderes hiçbir heyeti kabul etmiyordu. Durumu çok sıkışıktı. Amcama ‘İmam Hatip Okuluna hayır diyemem’ demiş. ‘Ama gece gelsinler. Toplu girmesinler, ayrı ayrı kapılardan girsinler. Ben tembih edeceğim. Kapıdan birer ikişer alacaklar’ demiş.

“Akşam saat 10’dan sonra başbakanlığa geldik. Menderes’in tarif ettiği gibi ayrı ayrı kapılardan birer ikişer içeriye aldılar. Bakanlar kurulu toplantı salonunda uzun bir masa vardı. Baktım, Menderes için masanın baş tarafında bir yer ayrılmış. Ben de onu iyi göreyim diye tam karşısına gelecek şekilde oturdum.

“Gittiğimiz grupta tam ters partiden adamlar da vardı ve giderken Menderes’in aleyhinden bile konuştular. ‘Bizi rey için kabul ediyor’ diyenler bile oldu. Adnan Menderes geldi ve özel personele ‘siz çıkın oğlum’ dedi. Anahtarı aldı ve kapıyı içerden kilitledi. Herkes ayağa kalktı. Nazik bir şekilde ‘Oturun oturun’ dedi. Sözcümüz ayağa kalktı ve niye geldiğimizi anlatmak için birkaç kelime söyledi. Menderes kibar bir şekilde ‘oturun oturun’ dedi ve konuşmaya başladı. Öyle bir konuştu ki hâlâ unutamıyorum.

“– Bu memlekette iman, ahlâk, İslâm olmazsa biz ayakta duramayız. Bizim milletimizin mayası ahlâktır, imandır, İslâmdır. Eğer biz bugün ayaktaysak, ak sakallı bir dedenin kucağında büyüdüğümüz için ayaktayız. Eğitim-öğretim sahasında din konusuna önem veremiyoruz. Bunu laikliğe aykırı sayıyorlar. Arkadaşlarım beni yalnız bırakıyorlar” dedi ve ağlamaya başladı. Tabi bu kadar basit değil, çok güzel konuştu. Bu arada üniversitelerdeki masonik, solcu faaliyetlerden ayrıntılarıyla bahsetti.

“– Yalnızım, benim müsteşarım bile meşrıkı a’zam (Mason/FÇ). Burnumun dibine bile böyle adamlar koydular. Yalnızım, ama hayatım pahasına bile olsa İmam Hatip okullarının yüksek kısmını açacağım” dedi. Bir taraftan da sürekli ağlıyordu. O bizimle gelen ters düşüncedeki arkadaşlar bile ağlıyorlardı. Hem ağladı hem de hepimizi ağlattı.

“O sene Yüksek İslâm Enstitüsü’nü açamadı. Yalnızım diyordu ya, bakanları bile karşı çıktı açamadı. Başbakana rağmen açtırmadılar. Ertesi sene Millî Eğitim Bakanını görevden aldı, devlet bakanı yaptı. Rahmetli Tevfik İleri’yi vekâleten Millî Eğitim Bakanlığına getirdi ve o yıl açmak nasip oldu. Allah hepsine rahmet eylesin.” (Altınoluk dergisi, Kasım 2008)

Bu hatıra aslında sadece bir ‘hatıra’ olarak görülmemeli. Hatıra, kimlerin gerçekten ‘İslâm kahramanı’ olduğunu da göstermesi bakımından dikkat çekici. Bakanlarının ve müsteşarların bile karşı çıkmasına rağmen ‘bedel ödemeyi’ göze alan bir tavır. Türkiye’yi ‘idare edenlere’ örnek olması temennisiyle...

14.05.2009

E-Posta: [email protected]



H. İbrahim CAN

Obama, İslâm dünyasına neden Mısır’dan hitap edecek?


A+ | A-

Obama’nın İslâm dünyasına yönelik olarak yapması beklenen konuşmayı Mısır’da yapacağı açıklandı. Önce Türkiye ziyaretinde bu konuşmayı yapması umuldu. Ancak Obama bunu yapmadı. Gelecek ay Mısır ziyaretinde bu konuşmayı yapacak.

Peki neden Mısır?

Bu sorunun cevabını bilmek kolay değil. Ancak İsrail-Hamas ateşkesinde de Türkiye’nin yoğun çabalarına rağmen, Obama çabaları için Türkiye’ye değil Mısır’a teşekkür etmişti. Halbuki Gazze saldırıları esnasında Mısır, sınırını kapatarak oradaki büyük insanlık dramına seyirci kalmamış, katkıda bulunmuştu.

Her halde bu seçimde Mısır’ın İsrail’e yakınlık gösteren—Ürdün hariç—tek Arap ülkesi olmasının etkisi büyük.

Halbuki Mısır, 30 yıllık Hüsnü Mübarek diktası altında ezilen, insan hakları ihlâlleri, yolsuzluklar ve yoksulluklar içinde bunalan 83 milyon nüfusuyla Ortadoğu’nun sıkıntılı bir ülkesi.

Beyaz Saray Basın Sekreteri Robert Gibbs, bu seçimin gerekçesini Mısır’ın “bir çok yönüyle Arap dünyasının kalbini temsil etmesi” olarak açıklıyor.

Aslında pek de haksız değil. Otoriter rejimler, insan hakları ihlâlleri, yönetimdeki elit tabaka hariç halkın yoksulluğu gibi ortak özelliklerin hepsini taşıyor Mısır.

Peki Obama neden söz edecek?

İslâm dünyası ile çatışma içinde değil, barış ve işbirliği içinde yaşamak istediklerini söyleyecek.

İnsan hakları ve demokrasi sorunundan ise herhalde Patagonya’ya daha çok demokrasi istiyoruz şeklinde konuşabilecek. Çünkü evsahibini gücendirmek isteyeceğini sanmıyoruz. Bunun yerine “demokrasinin alt yapısının oluşturan hukukun üstünlüğü, yargının bağımsızlığı, özgür medya, özerk sivil toplum ve cinsiyet eşitliği” gibi genel konulardan konuşmasını tavsiye etmiş danışmanları.

Filistin sorununa çözüme bu konuşmanın bir etkisinin olmasını beklemek güç.

Filistinli Mültecilerin İsrail’e dönüşü, kontrol noktalarının kaldırılması, Gazze’ye giriş imkânı, güvenlik duvarı, Kudüs ve diğer işgal altındaki bölgelerde yeni Yahudi yerleşim yerleri kurulmasının önlenmesi gibi İsrail’i iknâ etmenin güç olduğu konularda Obama’nın çığır açması beklenmiyor.

Zaten İslâm dünyasının sorunlarını, bu ülkelerdeki kendi himayesinde bulunan dikta rejimlerini destekleyen, Irak’ı kan gölüne çeviren, İsrail’in Filistin zulmüne sesini çıkarmayan, savaştığı bütün ülkelerde karşı tarafı Müslümanlar olan bir süper gücün liderinin çözmesini beklemek hayalcilik olur.

Yine de barış yolunda uzatılacak zeytin dalının, duâ niyetine geçmesini diliyoruz.

«««

BAŞBAKAN’IN AZERBAYCAN GEZİSİ

Başbakan Erdoğan’ın gecikmiş Azerbaycan ziyaretinde söylediği bir cümle, Azerilerin bütün kuşkuları ortadan kaldırmış. Ortak açıklama esnasında Aliyev böyle dedi ve teşekkür etti. Kafamızı karıştıran husus; bunların Başbakan ve diğer yetkililerce daha önce de defalarca söylenmiş olmasına rağmen kuşkunun sürmüş olması. Demekki Azeriler yüzyüze görmeden söylediklerimize inanmakta güçlük çekiyor. Yazımızı yazdığımız esnada henüz Başbakan Meclise hitap etmemişti. Ancak orada da büyük alkışlarla karşılanacağından kuşkumuz yok.

“Dağlık Karabağ sorunu bitmeden sınır açılmaz” sözlerini orada da söyleyecek ve sorun bitecek. Acaba öyle mi? Azerilerin Ruslara yaklaşmasının, doğal gaz fiyat artışına gidilmesinin sebebi yalnızca bu kuşku muydu? Bunu zaman gösterecek.

Bizce hem Ermenistan’la belirlenen yol haritasının, hem de Azerbaycan-Ermenistan arasındaki müzakerelerde varılan aşamanın kamuoyuna açıklanması lâzım. Ancak bu şekilde tahriklerin önü kesilebilir.

14.05.2009

E-Posta: [email protected]



Kazım GÜLEÇYÜZ

Asker ve Erdoğan


A+ | A-

Ergenekon operasyonu bir taraftan AKP’nin muhaliflerini sindirme ve safdışı etme aracı olarak yorumlanırken, diğer taraftan bunun dönüp AKP’yi de vuracak bir bumerang haline gelebileceğini söyleyenler var.

Bu ikinci iddiayı hatıra getiren dikkat çekici işaret ve ipuçlarından biri, ilk iddianamede, bir AKP Genel Başkan Yardımcısının iktidar partisi içindeki hizipleri fişlediğine dair bilgiler içeren bir dokümanın yer aldığına dair haberlerdi.

İkinci iddianameden yansıyan dokümanlarda, AKP’yi ve Başbakanı zora sokabilecek bazı başka hususların da ortaya döküldüğünü görmekteyiz.

Bunlardan biri, 15 Ocak 2004 günü Genelkurmay karargâhında Başbakana verilen Ulusal Güvenlik brifinginde konuşulanların tutanakları.

Bu zabıtlarda, o zaman İkinci Başkan olan Org. İlker Başbuğ’un, ulusal güvenlik adı altında, bu başlıkla hiçbir ilgisi olmayan çok farklı konularda Başbakanı adeta “sorguladığı” gözleniyor.

Meselâ “ ‘Tecrübelerimden ders aldım, değişiyorum’ demiştiniz, ama icraatlarınız bu sözü doğrulamıyor” diye sıkıştırıyor Erdoğan’ı ve ondan, “Benimle böyle konuşma hak ve yetkisini nereden alıyorsunuz?” yerine, şu karşılığı alıyor:

“Ben gelişerek değiştim. Laiklik tanımına saygılıyız. Devletin temel nitelikleriyle bir sorunumuz yok. Bundan endişe etmeniz bizi üzüyor.”

Bu alttan alan tavır, Başbuğ’un hesap soran söylemini, detaylara inip örnekler vererek daha ağır bir üslûpla sürdürmesinde etkili olmuş gibi.

Kamu yönetimi, YÖK tasarısı, belediye sınırlarını değiştiren tasarı, millî eğitim müdürleri ve Kur’ân kurslarıyla ilgili düzenlemelerden bahis açarak, “Bunları bize sormadınız” diyor Başbuğ.

Erdoğan’ın cevabı yine son derece mutedil:

Uyarı ve taleplere karşı olmadıklarını, sayılan tasarılarla ilgili olarak Genelkurmay’ın bildirdiği görüşlere uyduklarını söyleyerek, Başbuğ’u ve onu sözcü tayin eden karargâhı iknaya çalışıyor.

AB reformları için de, ayrılıkçılığı teşvik edebileceği kaygısını dile getiriyor Başbuğ ve AB adımlarının yavaşlatılması telkininde bulunuyor.

Erdoğan yine gayet uyumlu. Dahası, AB hedefinden vazgeçebileceğinin sinyalini veriyor. “Aralık-2004’te AB’ye giremezsek B planını devreye sokarız” diyerek diğer alternatifleri sıralıyor.

(Detaylar, 5 Mayıs 2009 tarihli Taraf’ta.)

Bu konuşmanın yapıldığı tarih Ocak-2004.

Erdoğan’ın AB için verdiği tarih ise, aynı yılın Aralık ayı. Ama orada gözden kaçırılmaması gereken ince bir nokta var. Aralık-2004’ten “Türkiye’nin AB’ye girmesi gereken tarih” olarak söz ediyor Başbakan. Ne var ki, işin aslı öyle değil.

17 Aralık’taki AB zirvesinden beklenen karar, Türkiye’nin o gün birliğe üye olması değil, üyelik müzakerelerine başlamak için tarih verilip verilmeyeceği idi. Ve çıkan karar da, 3 Ekim 2005’te müzakerelerin resmen başlatılması oldu.

İşin ilginç tarafı, bu kararın ardından Erdoğan Türkiye’de “Brüksel fatihi” pankartlarının açıldığı coşkulu şenliklerle karşılandı. Ama ondan sonra AB için hiçbir kayda değer adım atılmadı.

Acaba bunun sebeplerinden biri, Başbakanın “17 Aralık’ta AB’ye gireceğimizi zannetmiştik, ama öyle değilmiş” diye düşünmesi ve bunun üzerine, on bir ay önce Genelkurmay’da söylediği B planını devreye sokma kararı vermesi miydi?

Bilemiyoruz. Ama süreci hep birlikte yaşadık.

AB reformları, Başbuğ’un “Yavaşlatın” telkininin de ötesinde, adeta tamamen askıya alındı ve donduruldu. Faturasını ise beraberce ödüyoruz.

2004’teki brifingde “hesap sorma” ve “hesap verme” tarzında gerçekleşen diyalogun en vahim tarafı ise, hesap soranla verenin, demokrasiyle yönetilen bir ülkede kesinlikle söz konusu olamayacak bir şekilde yer değiştirmiş olması.

Kendi görev alanıyla ilgili olarak, bağlı olduğu Başbakana hesap verme konumundaki bir kurumun bürokratı, tersine, kendisini hiç ilgilendirmemesi gereken konularda onu hesaba çekiyor.

Ve Başbakan da bunu sineye çekiyor...

14.05.2009

E-Posta: [email protected]



Cevher İLHAN

Hamidiye Alayları ve “koruculuk sistemi” (3)


A+ | A-

Mardin-Mazıdağı’ndaki vahşet, küllenen “koruculuk sistemi” tartışmalarını yeniden alevlendirdi. Ancak tâkip eden günlerde askerlerin yanısıra korucuların da teröristlerce şehid edilmesi, daha önce “Gerekirse koruculuk sistemi kaldırılabilir” diyen hükümet sözcüsünün ağzından, “koruculuğun kaldırılması gündemimizde değil” noktasında bıraktı.

Doğrusu bu denli bir hunharlığı kafasına koyacak kadar gözü dönmüş katillerin elinde korucu silâhları olmazsa da silâhın bolca bulunduğu, uyuşturucu ve silâh ticaretinin yolu üzerindeki bölgede cânilerin suç işleyecek başka silâhları kolayca bulabilecekleri herkesin mâlumu. Bu bakımdan kronikleşmiş kan davalarını ve cinâyetleri salt “korucu silâhları”yla izâhının hiçbir mâkul yönü olamaz…

Zira problemin sosyo-ekonomik boyutundan gelir dağılımı adaletsizliğine, marazî hastalık haline gelen husûmetten fukaralığa ve geri kalmışlığa kadar kriz-kavga ve çekişmelerle uç veren bütün olumsuzlukların kaynağında şüphesiz Bediüzzaman’ın bir asır önce dikkat çektiği başta “cehâlet” olmak üzere birçok tarihî ve sosyolojik ana sebep bulunmakta.

Daha bir asır önce Bediüzzaman’ın, birbirinden kopuk hale gelen ve kamuoyuna yön veren tekye, medrese ve mektebi buluşturan ve barıştıran “vicdanın ziyâsı (ışığı) din ilimleriyle aklın nuru olan fen ve bilimin birlikte okutulması” çerçevesinde geliştirdiği “maarif projesi”nin bu bakımdan büyük ehemmiyeti büyük…

MAARİFİ TESİSE VESÎLE…

Bundandır ki birçok Osmanlı münevveri gibi Bediüzzaman da Hamidîye Alaylarını, “efkâr-ı umumiyenin (kamuouyun) dürbünü ve seyf-i katı’ı ( keskin kılıcı) ve menâr-ı rehberi (aydınlatan ışıklı yolu) olan maarifi te’sis eden bir bir vesile olduğunu” önemser. Bu vesiyle “kâfil-i hayat-ı millî (millî hayatın birlik ve bütünlüğünün teminatı, kefili) ve muhâfaza-i hukukî olan efkâr-ı umumîyeyi tenvir ve taskille (parlatmakla) ittihadı ve maarifi tesis”le cehâleti izâle ettiğini nazara verir.

Osmanlı coğrafyasında “Kürdistan” denilen Doğu’ya “maarif-i cedide”nin, yeni ilim ve eğitimin girmesine yegâne çârenin, “Hamidîye Alaylarında askerlik münasebetiyle; mekâtibte (mekteplerde) medrese nâm-ı me’lûfuyle (bilinen ismiyle) ulûm-u diniye ile beraber funûn-u lâzıme-i medeniye (medeniyetin lüzumlü fenleri-ilimleri) küşâdının (okutulmasının)” önemi üzerinde durur. (Volkan, 23.Mart.1909)

Yine 1953’te İstanbul’da üniversiteli Nur talebeleri “Muhsin - Ziya” imzasıyla neşrettiği bir mektubunda, “ecnebilerin desîse ve kuvvetlerine karşı gösterdiği sebât ve kanaat”ten dolayı Sultan II. Abdühlamid’i takdirinin bir diğer sebebinin, “bîçare vilâyât-ı Şarkiyenin bedevî aşâirini (aşiretlerini) Hamidiye Alayları ile en yüksek bir derece-i askeriye ve medeniyeye sevk etmesi” ifâdesi, bu husustaki isâbetli tespiti bir defa daha te’yid eder. Hamidîye Alaylarını, “şeâir-i İslâmiyeye elden geldiği kadar müraat eden (uyan)” Sultanın “çok hasenâtından (iyiliklerinden)” sayması bunun bâriz belgesi olur. (Münâzarât, 150-151)

Keza Doğu’nun maarif ve medeniyet ışıklarını “Mekteb-i aşair (aşiret mektepleri) denilen küçücük bir pencerenin ziyâ-yı hakikatle (hakikat ışığıyla) tenevvür eden (aydınlanan) ve menâzir-i behiceyi (şen ve güleryüzlü manzaraları) seyreden ve o meyvelerden lezzet-i hakikiye-i daimiyeyi duyan biçâre etfâl-i Ekradın (Kürt çocuklarının) neşâtarı (sevinçleri, ümidleri)” olarak târif eder.

CEHÂLET VE MÂNEVÎ

TERBİYE MAHRUMİYETİ

Aslında aşiret çocuklarının İstanbul’a getirilip askerî, idarî ve diğer sosyal bilimleri, dinî ilimlerle ve eğitimle birlikte gördükleri “aşiret mektepleri”nde sadece zâbit değil, aynı zamanda bölgede görev yapacak muallim ve idârecileri, bürokratları da yetiştirmesi plânlanır.

Ne var ki 1910’lara gelindiğinde Batı medeniyetini ayıklamadan almaya kalkışan, medeniyetin iyilikleriyle birlikte kötülüklerini, kötü ahlâkını iktibas etmekte bir beis görmeyen İttihat ve Terakki Partisi, yine ecnebilerin dayatmasıyla Ermenileri hoş tutmak adına önce Hamidîye Alaylarının işlevini zayıflatır. Ermenilerin silâhlanmasına “göz yumar.” Hâriçten dayatılan bölge halkının huzursuz edilmesi ve güvensizliği emr-i vakisine gelinir.

Peşinden de “Hamidiye” ismi çıkarılarak adı “Aşiret Hafif Süvari Alayları” olarak değiştirilen alayların sayısı azaltılır. Osmanlı’nın bütün mânevî verâsetini inkâr red eden ve dinden tecrid zihniyetiyle maarifi lâdini (din dışı) bir esasa bağlayan yeni rejim, birçok faydalı Osmanlı müessesesi gibi Hamidîye Alaylarını kökten kaldırır. Aşiret Mektepleri de aynı akıbete uğratılır.

Bediüzzaman’ın ifâdesiyle, “Doğu’nun ilim ve medeniyet kapısı” kapatılır; aşiretlerin “neşâtları”, geleceğe ve gelişmeye yönelik terakkî heyecanı ve ümidleri söndürülür, bütün bölge yeniden “zulmet-i me’yusiyete (ümitsizlik karanlığına)” düşürülür. “Büyük bir unsur-u sâdıkın (sâdık kavmin) esas-ı sadâkatlarının sarsılmasına” zemin hazırlanır.

İşte son yüzyılda bölgede baş gösteren sıkıntılar, kışkırtmalar, isyanlar, sözkonusu mânevî terbiye ve eğitimden mahrum bu temel kırılmadan kaynaklanır. Bugün Cumhurbaşkanı’nın “Türkiye’nin en büyük problemi” dediği meselenin ecnebi parmağıyla tahrikiyle terör belâsı onbinlerce insanın canına mal olur, kargaşa ve geri kalmışlığa âlet edilir.

Çözüm, Bediüzzaman’ın bir asır önce Şarktaki aşiretlere verdiği dersler ışığında aranmalı. Bediüzzazam’ın Hamidîye Alaylarının islâhının ikazı ışığında, koruculuğun garaz ve husûmette istimaline karşı “koruculuk sistemi” gözden geçirilip baştan sona tanzim edilmeli, ciddî bir intizama tabî tutulmalı.

Başka da çâresi yok…

14.05.2009

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H. İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.
Kurumsal Linkler: Risale-i Nur Kongresi - Bediüzzaman Haftası - Risale-i Nur Enstitüsü - Yeni Asya Vakfı - Demokrasi100 - Yeni Asya Gazetesi - YASEM - Bizim Radyo
Sentez Haber - Yeni Asya Neşriyat - Yeni Asya Takvim - Köprü Dergisi - Bizim Aile - Can Kardeş - Genç Yaklaşım - Yeni Asya 40. Yıl
Reklam Linkleri: Risale Yorum- Risale Çocuk- Oktay Usta - Euro Nur - Fıkıh İnfo- Ahmet Maranki- Cevşen - Yeni Asya Barla - Makdis