"Gerçekten" haber verir 10 Ocak 2009
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi

adresine bekliyoruz.

 


Selim GÜNDÜZALP

“İnsanlık öldüyse, mezarı Filistin olsun”



Bir yerde zulüm varsa,

inlemek de aşırı olacaktır, isyan da!

Tekmelenenler türkü söylemez!

Bazı insanlar, bütün insanlık için

ölürler. Bütün insanlık için yaşadıkları gibi.

Zulüm, kısmak istediği sesi nârâ yapar.

Ve bazı ölüler, yaşayanlardan çok daha

yüksek sesle konuşur...

M. Selâhaddin Şimşek (1954-1994)

Şehirlerin sadece ismi yoktur, sıfatları da vardır. Bir mıknatıs gibi çeker insanı kendine doğru...

Gitmeseniz, görmeseniz de o şehirleri seversiniz. Bursa gibi, İstanbul, Konya, Erzurum gibi...

Mekke, mübarek bir suyla, zemzemle karşılar sizi. Medine, hurmasıyla; Şam, tatlısıyla; Kudüs ise, inciri ve zeytiniyle... Bir yudum içtiniz mi suyundan, bir lokma tattınız mı meyvesinden, bir defa olsun soludunuz mu havasını, siz oralısınızdır. O şehri seversiniz, unutmazsınız artık.

Şehirleri insanlar kurar ama, İlâhî öğreti, Allah’ın, melekleri vasıtasıyla bazı peygamberlere, kurulacak şehirlerin yerlerini bizzat gösterdiğini de söyler bize.

Tarihin ilk şehirlerini, bölgesini Allah’ın göstermesi sonucunda peygamberler kurmuşlardır. Oralarda yaşanan hayat, daha canlı, daha kıvamlıdır. Aslına ve kendi öz karakterine daha da yakındır insanın.

Şehirler insan olarak denendiğimiz, sınandığımız merkezler. Yaratılışın ve yeryüzündeki ana maksadın, yani imtihanın gerçekleştiği yerlerdir. Unutma!

Meleklerde, şehirlerde, şeytanlarda.. Ey insan sınandığını sakın aklından çıkarma.

Unutma, Mekke’yi, Medine’yi, Şam’ı, Kudüs’ü unutma! O mukaddes bölgeyi hiç aklından çıkarma. Hicaz’ı, Sina’yı ve Filistin’i de... Hiç unutma... Sınandığını da.

...

Ortadoğu, yüzyıllardır çetin sınavların yaşandığı hareketli ve bereketli bir yer... Şimdilerde hepten öyle.

İlk medeniyetin mimarları olan peygamberlerin çıktığı bu mübarek topraklar, rahat değil, her yeri fokur fokur kaynıyor. Hele de Gazze’de. Bir doğum öncesinin sancıları yaşanıyor sanki. Osmanlı’nın terk ettiği topraklar hiç kimseye yar olmuyor. Ama orada olanlar oluyor, analar babalar kan ağlıyor. Kalbimiz ağlıyor.

Kalp nasılsa, vücut da öyledir. Buraları bütün bir insanlığın kalbi. Kalbimiz hasta, hem de çok hasta. Biz de hastayız ve de yastayız.

Hergün ama hergün karşımızda hiç bitmeyen bir insanlık faciası yaşanıyor. Bu felâket daha ne kadar sürecek? Kardeşlerimiz katlediliyor. Susalım mı? Bir mü’min yüreğinin duâsı da yok mu? Olmasın mı? Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytan değil midir? Susalım mı? Susup da yaftalanalım mı? Ne diyelim, nasıl söyleyelim?

Bir söz gerek... Bir cümle gerek... İçine bütün insanlığın kalbini koyacağı bir söz. İçine kalbini koymadığın sözler boştur. Boş söze de gerek yoktur. Mahmud Derviş’in şiirleri gibi meselâ:

“Ama bir gün yükseldi sesimiz: / Korkmuyorum! / Gücünüz yetiyorsa onu kırbaçlayın. / Sesim ki, hâlâ yükseliyor madem. / Korkmuyorum! / Düşün peşine yankıların!”

Ne desin daha; gençliğini yaşayamayan, çocukluğunu hiç yaşayamayan bu insanlar daha ne desin, ne söylesinler...

Bir başka Filistinli şair; “Çatışma ortamında, çocuklar adam doğar” diyor. Nelerin yaşandığını oralarda, bütün dehşetiyle anlatıyor...

İsrail parlamentosunda, yazdığı şiirler tartışmalara yol açan Filistin direnişinin güçlü sesi Mahmud Derviş’i dinleyelim yine:

“Geldi artık çekip gitme zamanınız. / Nerede isterseniz orada ölün / Ama ölmeyin aramızda. / Yapılacak işlerimiz var toprağımızda. / Burada bizimdir mazi. / Bizimdir hayatın ilk sesi. / Bizimdir bugün; bizimdir gelecek. / Burada bizimdir dünya ve ahiret. / Çıkıp gidin toprağımızdan. / Denizimizden, karamızdan. / Buğdayımızdan, tuzumuzdan, taşımızdan. / Defolun her şeyimizden. / Defolun! / Hafızamızdaki anılardan. / Ey yürüyenler eğreti sözcükler arasında!”

...

Anlık fotoğraflar, anlık haberler, vahşetin boyutlarını anlatmakta yetersiz. Bir ânı dondurup gösteriyor o kadar. Oysa acı çok derin. Ateş düştüğü yeri yakar.

Bazıları için, ölenlerin durumu sadece haberlerdeki rakamlardan ibaret. Halbuki bir insan, bir kâinat demektir. Şehit düşenlerin içinde, bir yakınımız, bir sevdiğimiz ya da kendi öz evlâdımız olsaydı böyle tepkisiz mi kalırdık? Duâlar bu kadar isteksiz mi olurdu? Sanmıyorum. Oysa onlar bizim mü’min kardeşlerimiz. Görmesek de, bilmesek de, Allah’ın (cc) Kur’ân’la gerçekleştirdiği bir kardeşlik bağı bu. Kardeş kardeşe bu kadar uzak olur mu? Kameralar, bir babanın kucağında evlâdının cesedini taşırken yüzündeki acıyı gösterdiğinde, insaniyeti ölmemiş hangi yürekten bir çığlık yükselmez ki? Çığlık, çığlığa eklenmez mi? Mü’min kalplerden yükselen her çığlık, bir çığ olup akacak oralara, hedefine ulaşacak İnşaallah. Gözyaşlarımız kan olup akacak, bir sel olup çağlayacak. O kurak topraklara, zalimlerin taşlaşmış yüreklerine de ulaşacak İnşaallah.

Ey Filistin, ey Kudüs, ey Gazze! Şayet unutursam seni; sen de unut, sen de unut beni. Hz. Peygamberimin (asm) ayak bastığı ve oradan Mi’raca yükseldiği mübarek belde.. Şayet unutursam seni, sen de unut beni, sen de... Beni, bizi, hepimizi sen de unut, sen de...

O kan orada akar da, mü’min yürekler durur mu burada? Madem bir vücudun azaları gibiyiz; bilsin kardeşlerimiz, çoktan duâya durdu dilimiz ve semaya doğru açıldı ellerimiz...

Kirlettiler kanımızı. Zehir ettiler hayatımızı. Oysa kan, damarda durmalı, damarda kalmalıydı. Çünkü kan damarda temizdir. Bir damlası aktı mı, önü alınamaz olur felâketin. Habil, Kabil kıssası bize neler söylemez ki? O günün zulmü katlanarak bu günlere de ulaşır. Kim ölürse ölsün dünyanın bir yerinde, eğer mazlûm ve mağdur ise, eğer bir de mü’minse ölen, aslında ölen biz, vurulan da bizizdir.

Gözlerimizin önünde mü’min kardeşlerimiz katlediliyor, öldürülüyor. Allah’ım, bu zalimlerin, bu hunhar, bu kan emici vampirlerin, bu kalbimizi sızlatan hainlerin zulmünü yanlarına bırakma. Bu vahşete engel olmak için çırpınanlara maddî ve mânevî kolaylıklar nasip eyle. Allah’ım, o, hiç kimsenin tahmin edemediği ve ne zaman geleceğini bilemediği İlâhî inayetini, Hendek gecesi, Bedir öncesi gibi füc'eten nasip eyle. Mazlûmların âhı şüphesiz arşa ulaştı. Duâlarımızı da o masumlar hürmetine kabul eyle. Bu kıt’adan, bu topraklardan, bu zulmü reva görenleri, bir daha hiç dönmemek üzere bu mukaddes beldelerden def et, çıkar. Zillet ve meskenetin en ağırını ahiretten önce dünyada da onlara tattır yâ Rab!

...

Dayan be kardeşim... Dayan be minik kuşum... İnsanlık öldüyse mezarı Filistin olsun. Mezar taşı da Kudüs olsun. Ya da bu topraklar, insanlığın yeniden dirilişi olsun. Küllerinden yeni bir anlayış, yeni bir örnek topluluk doğsun İnşaallah. Niyazımız bu. Bu temenni ve bu duânın şimdilik gerçekleşmesi uzak gibi görünüyorsa da, Rabbimizin kudreti sonsuz. O’na hiçbir şey ağır gelmez.

Nice zulüm dağları, nice ihlâslı duâlarla yıkıldı. Kendilerini en güçlü zannettikleri bir zamanda nice imparatorluklar, nice krallıklar, bir gecede gümbür gümbür çöktü gitti. Tarihte nice ibretlik olaylar yaşandığı malûm.

Kur’ân’da, bağıyla bahçesiyle övünen bir adamın durumu anlatılır. Bir sabah kalktığında o zat, gurura kapıldığı tarlanın yerinde dımdızlak bir harabe bulur.

Bu herkes için her alanda geçerli ibretlik bir olaydır. Bu dünyada günahlarına ve zulümlerine rağmen hâlâ başına bir şey gelmediğini görerek, şımarıp azanlar ya da kendilerini özel bir statüye koyanlar, hak ettikleri cezayı ve tokadı hiç ummadıkları bir vakitte öylesine şiddetli yerler ki, onlar da hayrette kalırlar.

Biz duâya devam edeceğiz, tâ ki o duânın vakti kaza oluncaya kadar.

“Nasılki güneşin gurubu (batması), akşam namazının vaktidir. ...Ve beliyyelerin istilâsı ve muzır şeylerin tasallutu, bazı duâların evkat-ı mahsusalarıdır (özel vakitleridir) ki; insan o vakitlerde aczini anlar, duâ ile, niyaz ile Kadir-i Mutlak’ın dergâhına iltica eder. Eğer duâ çok edildiği halde beliyyeler def’olunmazsa, denilmeyecek ki: ‘Duâ kabul olmadı.’ Belki denilecek ki: ‘Duânın vakti kaza olmadı.’ Eğer Cenâb-ı Hak fazl ve keremiyle belâyı ref’etse; nurun alâ nur.. o vakit duâ vakti biter kazâ olur.” (Bediüzzaman, Sözler)

Bütün dünya, bu vahşeti, bu faciayı seyrediyor. Yüreğinden kopan bir çığlık, kocaman bir çığ olup düşmüyorsa, seyreden de suçludur. Kılı kıpırdamıyorsa insanların, zulüm dünyayı sarmış demektir. Bu ise başlı başına bir felâketin habercisi ve dâvetçisidir. Eğer insanlık öldüyse mezarı Filistin olsun... Mezar taşı da Kudüs olsun.

Zulme rıza da zulüm olduğundan, zalimlerin icraatlarına seyirci kalmak kadar, zerrece olsun kalben meyletmek dahi büyük bir tehlikedir. Dünyanın fitili bir yerden tutuşursa hiç şaşırmamak gerek. Buna en uygun zemin de sanki bu coğrafyada hazır durumda.

Dün Çanakkale’de, Bosna’da, Çeçenistan’da... Bugün ise Filistin’de ve daha birçok yerde hep mazlûm, hep mağdur biziz. Bizleriz. Müslüman kardeşlerimiz...

Bizim de uyanma zamanımız geldi artık. Aramızdaki kini düşmanlığı tepeden tırnağa, içten dışa söküp atmadan başkalarından yardım ve merhamet, Allah’tan ferec ve rahmet beklemeye hakkımız yok.

Duâlarımız ve kalplerimizdeki duygularımız birleşmeyen su damlaları gibi değil, ittihad etmiş, aynı idealde erimiş olarak akmalı. Kendi içimizdeki engelleri kaldırmadan rahmetin coşmasını bekleyemeyiz. İnşaallah bunu gelecek güzel günlerin hatırına ve yavrularımızın, torunlarımızın mutlu yarınları adına Rabbimizden, gönülden arzu edip isteyelim.

Birlikte duâlar edelim. Biz bir ve berabersek, etten ve kemiktensek eğer, Rabbimizin rızası da rahmeti de bizimledir İnşaallah... Netice bize ait değil... Rabbim, nefsimize ve şeytanımıza fırsat verme. Gazzeli, Filistinli ve dünyanın her yerindeki Müslüman kardeşlerimizi muhafaza ve muzaffer eyle. Sızlayan ve inleyen gönüllerin, gözyaşı döken gözlerin duâsını kabul eyle. Rabbim, düşmanlarımızı kahruperişan eyle. İslâm’ı ve Müslümanları her yerde Azîz isminle şereflendir. Baştaki başlara akıl ve kalplere iman nasip et. Âmin.

***

Saadet asrından ibret alınacak bir hatıra.. Müslümanlara her fırsatta zarar veren ve aramızdaki birlik ve beraberliği bozmaya çalışan Yahudilerin iç yüzlerini gösteren bir olay:

Birgün birkaç Müslüman genç, samimî bir havada sohbet ederken ihtiyar bir Yahudi bunları gördü. Bu hâlin İslâm’ın gittikçe kuvvetlendiğine bir alâmet olduğunu ve böyle giderse kendi aleyhlerine olacağını düşünüp korktu. Hemen gidip genç bir Yahudi buldu ve “Evs ve Hazrec kabilelerinin eski mücadelelerini hatırlat, onları tahrik et, aralarında fitne çıkart” diye onu Müslümanların yanlarına gönderdi.

O Yahudi de o iki Arap kabilesinin cahiliye devrindeki kavgalarını anlatan şiirler okuyup gençleri tahrik etti ve birbirine düşürdü.

O genç Müslümanlar da kahramanlık damarıyla birbirlerinden korkmadıklarını göstermeye yeltendiler. Hemen koşturup silâhlarını kapıp bir meydanlıkta toplandılar.

Bu Yahudi fitnesi, o heyecanlı gençleri kanlı olaylara sürüklüyorken, bu olaydan haberdar olan Resul-i Ekrem (asm) Efendimiz, hemen o gençlerin yanlarına gitti. Peygamber Efendimizi gören o genç sahabeler durakladılar. Rehber-i Ekmel olan Peygamberimiz o topluluğa hitaben şöyle buyurdu:

“Ey Müslümanlar! Allah’tan korkunuz. Allah’tan korkunuz. Aklınızı başınıza alınız! Daha ben sağ iken, içinizde bulunurken hâlâ cahiliyet işleriyle, vahşiyane dâvâlarla mı uğraşıyorsunuz?! Bu hareketlerinizin sonucunun ne olacağını hiç düşünmüyor musunuz?..”

Kaynayıp taşmak üzere olan bir süte soğuk su katıldığında nasıl bastırıyorsa, Peygamberimizi (asm) dinleyen gençlerin galeyana gelmiş duyguları da sönüp gitti. Ve pişman olup ağlaşarak kucaklaştılar.

...

Bütün bu yaşadıklarımızın bir güzel tarafı da, bütün Müslümanların aynı duygularda, aynı gaye ve duâlarda birleşmesi olsa gerek... İnşaallah imandaki, kitaptaki, kıbledeki, duâlardaki, duygulardaki bu birliktelik, aradaki mesafeleri ve engelleri yok edip, hasretini çektiğimiz bütün Müslümanların tekvücut olduğu günleri yakın edecek. Umudumuz ve duâmız bu. Allah (cc) her şeye kâdir.

10.01.2009

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Filistin ve dünyanın imtihanı



İsrail’in havadan ve karadan Filistin’i işgali, vahşet örnekleri; çoluk çocuk, kadın demeden beş yüzden fazla masum insanı öldürmesi karşısında dünya gerekli tepkiyi göstermedi. Bir İsrailli’nin, bir Amerikalı’nın, bir Avrupalı’nın başına bu vahşetlerin yüzde biri gelseydi dünyayı ayağa kaldırırlardı. Aradan yıllar geçtiği halde Hitlerin soykırımını dünyaya avazı çıktığınca haykıran İsrail, ne acıdır ki aynı soykırımı yapabiliyor, dünya kamuoyundan da ciddî bir ses sada çıkmıyor.

Bu her şeyden önce insanların Kader önünde imtihanı. AB, ABD istediği kadar insan hakları kriterlerini seslendiredursun, bunları sadece kendilerine uygulayıp kendi dışındakileri adam yerine koymadıkları sürece hem Kader, hem de insanlar önünde samimiyetsizliklerini göstermiş olmaktan başka birşey yapmış olmazlar.

İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi yayınlanalı tam altmış sene oldu. Ne acıdır ki altmış senedir de İsrail komşularına kan kusturuyor. Herkese eşit olarak uygulanmayan kriterlerin, ölçülerin yazılı olmasının ne anlamı var?

İslâm, bir halife ile müslim-gayri müslim ayırt etmeden sıradan bir insanı aynı safta yargılıyor, suçlu bulunduğunda halifeye bile ceza uygulayabiliyordu. Kanun karşısında herkes eşitti. Modern dünya ne acıdır ki aradan 1400 küsûr sene geçtiği halde hâlâ İslâmın getirdiği hak ve özgürlüklere, eşitliğe ulaşamadı, bir kısım kriterler belirlese de uygulamasını gerçekleştiremedi.

Her insan, her millet insanca, hak ve özgürlüklerine sahip olarak yaşamak ister. Bu hakkı kimsenin, kimsenin elinden almaya hakkı yoktur. Çok standartlı bir dünyada bencilleşen insanlar felâket ancak kendi kapılarını çaldığında feryat ediyorlar. Bugün başkasının kapısını çalan felâket yarın kendisinin de kapısını çalabileceğini hayallerinden bile geçirmiyorlar.

İnsanlık, başkalarının acı ve ıztırabını kendi acı ve ıztırabı gibi hissetmekle olur. Hamas’ı suçlayarak onca masum halka yapılan zulme, katliâma sessiz kalmanın insanlıkla bağdaşır yanı yoktur.

Anlaşılıyor ki dünya insanlık imtihanında sınıfta kaldı. Sıkıntısını ise yine dünya çekecek.

10.01.2009

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Savaşın efendilerini boykot



Fatih Avcı: “Müslümanlarla savaş halinde olan bir ülkenin mallarını kullanmak caiz midir?”

Bir milleti, bir toplumu topluca yok etme vahşetinden ibaret olan ve Tevrat’ın âyetlerine bile hiçbir şekilde sığmayan aşağılık bir kıyım ve yıkım hareketi olan İsrail saldırganlığını kabul etmek mümkün değildir. Dünya halklarının ve yer yer devletlerin tepkileri elbette baştan sona haklı olmakla beraber, oldukça yetersizdir. Dünya bu ölüm hareketine karşı daha net ve etkin bir çözümde birleşmelidir.

Bu vahşette ölen çoluk çocuk, kadın, yaşlı ve sair masumlar şehittirler ve İnşallah sorgusuz sualsiz Cennete gidiyorlar. Kalanlar da vatanlarını savunuyorlar. İmkânları kıt olsa da, yok olsa da, en asil bir duruş ve en yürekten bir karşı koyuşla kurşunlara göğüslerini geriyorlar. Onlar, Allah nezdinde görevlerini yapıyorlar. Eminim; mahşerde sıkıntı çekmeyecekler. Hesapları kolay olacak. Orada üzülmeyecekler. Ya koskoca İslâm ülkeleri! Bu suskunluğu, bu tepkisizliği, bu sessizliği, bu zulme seyirci kalışı, bu çaresizliği nasıl izah edecekler? İki milyar Müslüman’ın birer tükürükle boğabileceği bir avuç İsrail karşısında, cihad ruhunu yitirmiş bir çaresizlik ve çözümsüzlük içinde bocalayışının hesabı kitabı olmayacak mı? Mahşerde âlem-i İslâm adına ben bundan korkuyorum! Ve yine korkuyorum ki, kader-i İlâhî bunun hesabını mahşere bırakmayacak. Âlem-i İslâm üst üste verdiği fetvalarla dünyada görecek!

Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin işaret ettiği ittihad-ı İslâm’a; Müslüman’ca kardeşliğe ve uhuvvete; ilimde, fende, teknikte, adalette, hukukta, savunmada, birlik ve beraberliğe ne kadar muhtacız! Ekmek ve sudan da öte! Yoksa düşmanın kanattığı bir yaranın kanayan mevzide kendi başına kanamaya devam etmesi ve diğer mevzilerde hiçbir tepkinin oluşmaması, “İnneme’l-mü’minune ihvetün” (Mü’minler kardeştirler) âyetinin inanırlarına hiç yakışmıyor. Ve kader, Müslümanları böyle tokatlarla bir araya getireceğe benziyor.

Umalım ve duâ edelim ki, bu ittihad, bu bir araya geliş, bu birlik ve beraberliği sağlayış, bu ortak dertlerde ortak adımlar atma vizyonunda birleşme işi Müslümanlara pahalıya ve acıya mal olmasın. Allah Müslümanlara kardeşliği pahalıya satmasın!

Caiz mi, değil mi ikilemini bir tarafa bırakarak; savaş ve ölüm karşıtı bütün tepkilere katılmamak elde değil. Çünkü savaş ve ölüme karşı durmak esasen Müslümanlığımızın gereği. Haksız ve hukuksuz savaşın efendilerinin her türlü mallarını boykotta birleşirsek, bu asil hareketimiz, kavlî ve kalbî duâlarımıza takviye hükmünde, Allah nezdinde İnşallah bir hal dili olur.

Sözün burasında, sözün bittiği yerde, Mustafa Zerrin’in gönderdiği, Bob Dylan’ın kaleme aldığı Masters Of War (Savaşın Efendileri) başlıklı şiirin bir kısmını dilerseniz hislerimize tercüman yapalım:

Siz, İsa’ya (as) ihanet eden hain Yahuda kadar eskisiniz!

Siz isteyince bir dünya savaşı kazanılabilir!

Ateş etmek için başkaları adına bütün tetiklere basarsınız

Sonra bir şeyin ardına yerleşir ve ölü sayısının artmasını seyredersiniz

Genç insanların bedenlerinden kanlar akarken ve

Çamura karışırken siz malikânelerinize saklanırsınız

Sizin, damarlarınızda dolaşan kan kadar bile değeriniz yoktur 

İsa (as) bile yaptıklarınızdan ötürü sizi asla bağışlamayacaktır. 

Size bir şey sorayım: Paranız, bağışlanmanızı satın alacak kadar sağlam mı,

Bunun olabileceğini mi düşünüyorsunuz?

Bence siz öldüğünüzde, bunun bedelinin ne olduğunu anlayacaksınız

Biriktirdiğiniz bütün para, ruhunuzu geri almaya asla yetmeyecektir. 

Umarım ölürsünüz ve hem de bir an önce,

Soluk bir öğleden sonrasında tabutunuzun ardından gideceğim

Ve ölüm-yatağınızdan aşağıya inerken sizi seyredeceğim

Öldüğünüzden emin oluncaya kadar da mezarınızın başında dikileceğim. 

10.01.2009

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Kuva–yı Milliye Komutanı kim?



Asker, diplomat, siyasetçi ve M. Kemal'in "sınıf arkadaşı" olma hususiyetleriyle tanınan İstiklâl Harbinin en aktif komutanlarından Ali Fuat Cebesoy, 10 Ocak 1968'de İstanbul'da vefat etti.

Naaşı ise, yine onun vasiyeti üzerine Geyve'deki (Sakarya) Alifuatpaşa İstasyonu yakınında bulunan caminin bahçesine defnedildi.

Burası, halen aynı isimle yâdedilen şirin bir belde olup, tam ortasından meşhûr Sakarya Nehri geçmektedir.

M. Kemal ile sınıf arkadaşlığı

1882 İstanbul doğumlu olan Ali Fuat, Sultan II. Abdülhamid dönemi paşalarından ve Millet Meclisinin ilk Bayındırlık Bakanı olan İsmail Fazıl Paşanın (vefatı Nisan 1921) oğludur.

İlk tahsil devresinden sonra, babasının isteği üzerine Harp Okuluna kaydolur. Burada M. Kemal ile aynı sınıfa düşer.

Ali Fuat, Harp Okulunu birincilikle, M. Kemal ise ikincilikle bitirir. Bu dönemden itibaren, aralarında hem bir yakınlaşma, hem de zımnî bir rekabet ve çekişme hali yaşanır. Zıtlaşma yönü, özellikle 1921'den sonra (Moskova elçiliği) su yüzüne çıkar, 1925'te (Terakkiperver Fırkası) aleniyete dökülür ve bir sene sonra da (İzmir Sûikastı) âdeta bir ölüm–kalım şekline dönüşüp sürer, gider...

Başarılı bir kumandan

Ali Fuat, şahsî ahlâk ve yaşantısı ne şekilde olursa olsun, iyi bir asker, dürüst ve cesur bir kumandandır.

Bu yönünü 1911'deki Trablusgarp Harbinde bilfiil ispat ettiği gibi, daha sonra yaşanan Balkan Savaşı esnasında, özellikle Karadağ'da, Yanya Kalesi'nde, Pista ve Pisani muharebelerinde de açıkça gösterir.

Onun aynı tarz mazhariyet ve muvaffakiyeti, Birinci Dünya Harbindeki Kanal Harekâtı, Şarkî Anadolu'daki 5. Tümen Kumandanlığı esnasında da devam eder.

Millî Mücadelenin başladığı 1918 yılı sonları ile 1919 yılı başlarında merkezi Ankara'da bulunan kolorduya kumandanlık yapan Ali Fuat, Erzurum'daki kolordu kumandanı Kâzım Karabekir ile eş zamanlı olarak düşman saldırılarına karşı düzenli birliklerle karşı koymaya başlar.

Zaten, Mondros Mütarekesinden sonra silâh bırakmayı reddeden ve Osmanlı orduları içinde bir istisnaî durum teşkil eden de, bu iki kolordu idi. Esasen, 1919'dan itibaren Anadolu'da sergilenen direniş hareketlerinin omurgasını, yine bu iki kolordu teşkil ediyordu.

Ali Fuat Paşanın İzmit'ten Anadolu'ya doğru ilerleyen İngiliz kuvvetlerine karşı giriştiği mücadele ve bu istilâcı kuvvetleri Adapazarı civarında durdurması, onu halkın gözünde millî kahraman mevkiine çıkardı.

Nitekim, Eylül ayında yapılan Sivas Kongresi sonrasında onun Umum Kuva–yı Milliye Kumandanı yapılması, halkta ve ordu nezdinde hak etmiş olduğu bu kahramanlığının bir neticesi idi.

Ali Fuat Paşanın bir başka muvaffakiyeti ise, İstanbul hükümetini dinlemeyerek, vatanın her tarafında Müdafaa–i Hukuk ve Redd–i İlhak Cemiyetlerinin kurulmasını teşvik etmesi ve bütün imkânlarıyla bunu destekleyen hayırlı neticeler elde etmesidir.

Kabiliyeti, başına dert oldu

Ne gariptir ki, herşey yolunda giderken ve Ali Fuat Paşa başarı üstüne başarı elde ederken, Ankara'da aniden farklı durumlar ortaya çıkmaya ve ters yönden esen rüzgârlar belirmeye başladı.

Ankara hükümetinin ilk kuruluş günlerinde Batı Cephesi Komutanlığı hizmetini yürüten Ali Fuat Paşa, Albay İsmet Bey tarafından altı oyulmaya ve birden bire Çerkez Ethem taraftarı olmakla itham edilmeye başlandı.

Sonradan iftira olduğu anlaşılan bu ve benzeri ithamlar yüzünden cepheden Ankara'ya çağrılan Ali Fuat Cebesoy, derhal Moskova Büyükelçiliğine atandı. Batı Cephesi ise, böylelikle Albay İsmet'e kaldı.

Gitmiş olduğu Rusya'da da ülkesi için yararlı neticeler elde eden Cebesoy, 10 Mayıs 1921'de Ankara'ya dönerek Meclis'te siyasî çalışmalarına başladı. Ardından, sırasıyla şu hizmetlerde bulundu: Müdafaa–i Hukuk Cemiyeti Başkanlığını, 1923'te Konya'da 2. Ordu Müfettişliği, 1925'te Türkiye Cumhuriyetinin ilk muhalefet partisi Terakkiperver Fırkasının kurucu üyeliği..

Aynı yıl içinde partisi kapatılan ve ülkede yaşanan kargaşanın sorumluları arasında gösterilen Cebesoy, 1926'da ise muhayyel İzmir Sûikastı hadisesiyle irtibatlandırılarak, İstiklâl Mahkemesinde idam talebi ile yargılandı.

Ancak, bu dâvâdan beraat ederek kurtulmasına rağmen, artık ülke genelinde hakimiyetini tesis etmiş olan Halk Partisinin gazabından bir türlü kurtulamadı. Tâ 1939'a kadar askerî hayatı gibi siyasî hayatı itibariyle de vatan ve millet hizmetinden tümüyle koparılmış oldu.

* * *

M. Kemal'in ölümünden sonra tekrar siyasete dönen Cebesoy, 1939'dan 1960'a kadar Meclis'de görev yaptı. Bu zaman zarfında Bayındırlık Bakanlığı ile Meclis Başkanlığı görevlerinde bulundu.

27 Mayıs Darbecileri (1960) tarafından DP'li olduğu için bir kez daha cezalandırılmak istenen Cebesoy, Yassıada'da uzun müddet yargılanarak, hayatının son yılları da âdeta azaba dönüştürülmeye çalışıldı.

10.01.2009

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

İsrail katliâmları, Yahudi hırsı ve deccalizmle ilgili!



İsrailin katliâmlarını doğru teşhis edebilmek, asıl sebebi bulmak için mânâ boyutuna inmeli.

“Sen Yahudîleri, hayata karşı insanların en hırslısı olarak bulursun.”1, “Onların çoğunun günaha, zulme ve haram yemeye koşuştuklarını görürsün. Ne kötü bir şeydir o yaptıkları!”2, “Onlar yeryüzünde hep bozgunculuğa koşarlar. Allah ise bozguncuları sevmez.”3, “İsrâiloğullarına Tevrat’ta şöyle bildirdik: ‘Siz yeryüzünde iki kere fesad çıkaracaksınız.’”4, “Bozgunculuk yaparak yeryüzünü fesada vermeyin”5 diyen Kur’ân, onların sosyal hayatta çevirdikleri dolaplarla müthiş fırtınalar kopardıklarına işaret eder.

Emek ile sermayeyi, yani zengin ile fakirleri çarpıştırarak toplum hayatını perişan eden; banka ve faiz yoluyla gayr-i meşrû servet biriktiren ve daima sillesini yedikleri milletlerden intikam almak, mahrum kaldıkları ve dâimâ zulmünü gördükleri hükümetlerden ve gàliplerden intikamlarını almak için (Ortaçağ boyunca Avrupa’da zulüm gördüler, kovuldular) her çeşit fesad komitelerine karışan ve her nev'î ihtilâle parmak karıştıran yine o millet olduğunu ifade eder.

“Eğer doğru iseniz, mevti isteyiniz. Hiç istemeyeceksiniz” âyetine göre de, “milel-i insaniye içinde hırs-ı hayat ve havf-ı memâtla (ölümden korkmakla) en meşhur olan millet-i Yehûdun tâ kıyâmete kadar lisân-ı halleri, mevti istemeyeceğini ve hayat hırsını bırakmayacağını ifade eder.” Ve genlerine işlemiş bir huy ve karakter olduğundan Kur’ân, onlara karşı pek şiddetli davranıyor. Dehşetli sille-i te’dib vuruyor.6

Yukarıdaki âyetleri, aşağıda nakledeceğimiz hadis-i şerifler ışığında yorumlayan Bediüzzaman, bu müthiş tahribatın deccalizmle ilgisi olduğunu teşhis eder:

“Deccalın mühim kuvveti Yahudidir. Yahudiler severek tâbi olurlar.”7

“Allahu a’lem, diyebiliriz ki, bu rivayetin bir parça tevili Rusya’da çıkmış. Çünkü, her hükûmetin zulmünü gören Yahudiler, Almanya memleketinde kesretle toplanıp intikamlarını almak için, komünist komitesinin tesisinde mühim bir rol ile Yahudi milletinden olan Troçki nâmında dehşetli bir adamı, Rusya’nın Başkumandanlığına ve terbiyegerdeleri olan meşhur Lenin’den sonra Rus hükûmetinin başına geçirerek Rusya’nın başını patlatıp bin senelik mahsulâtını yaktırdılar. Büyük Deccalın komitesini ve bir kısım icraatını gösterdiler. Ve sair hükûmetlerde dahi ehemmiyetli sarsıntılar verip karıştırdılar.”8

“Her iki Deccal, Yahudinin İslâm ve Hıristiyan aleyhinde şiddetli bir intikam besleyen gizli komitesinin muâvenetini ve kadın hürriyetlerinin perdesi altındaki dehşetli bir diğer komitenin yardımını, hattâ İslâm Deccalı masonların komitelerini aldatıp müzaheretlerini kazandıklarından, dehşetli bir iktidar zannedilir.”9

Prof. Dr. Nevzat Tarhan, meselenin bu boyutunu ilmî verilerle ortaya koydu: Yahudinin narsistik ahlâkının tezahürlerini bütün çıplaklığı ile görmeye başladık. Kibir, zalimlik, yüksek ayrıcalık beklentisi, üstün ırk duygusu, diğer insanları ötekileştirip değersizleştirme, kendisine engel olan her şeyi düşman olarak algılama, sadece kendilerine yönelik adalet ve hak duygusu.

Düşmanlarında öfke ve intikam duygusu uyandırıp hata yaptırıp yok etmek kullandıkları bir yöntemdir. Tarihe baktığımızda bu özellikleri sebebiyle Yahudi milletinin, İlâhî irade tarafından “İyi ve kötü, doğru ve yanlış, güzel ve çirkin”i insanlığa öğretmek için ‘tecrübe cemaati’ olarak seçilmiş olduklarını söyleyebiliriz.

İsrail yalan ve menfaat eksenli politika üreten bir yol izliyor. Hatta medya gücü sayesinde, öldürülen Filistinli çocukları İsrailli çocuklar olarak dünya haber merkezlerine duyuruyor. Filistinlileri aç, susuz ve korumasız bırakıyor sonra kıstırılmış her insanın yapacağı reaksiyonları terör eylemi diye dünyaya duyuruyor.(Haber 7)

Dipnotlar:

1- Bakara: 96.; 2- Mâide, 62.; 3- Mâide, 64.; 4- İsrâ, 4.; 5- Bakara, 60; A’râf, 7.; 6- Sözler, s. 367.; 7- Buhari, Fiten: 26, Enbiya: 77.; 8- Şuâlar, s. 507.; 9- Şuâlar, s. 513.

10.01.2009

E-Posta: [email protected] [email protected]




S. Bahattin YAŞAR

Kaş çatma, gülümse; ağlatma, güldür



ARABAYI SAĞA ÇEK, İLHAM VAR!

Gençlerle olan programımız sabah saat sekizde başlıyor. Onlarla olan her birlikteliğimizi birer fırsat olarak görüp, titizlikle değerlendiriyoruz. Dersler, birer konferans ciddiyetinde.. Neyi, neden, nasıl konuşacağımızı, inceden inceye ele alıyoruz. Yaşanacak günü, bir gün önceden zihinsel hazırlığa tabi tutuyoruz. Böyle olunca güne rahat başlıyoruz.

Yolda seyir halinde programa doğru giderken, Cenâb-ı Hak ilhamen bir şeyler gönderiyor. O’nun her an, en cüz’i işlerimizde bile bizimle birlikte olduğunu hissediyorum. Hemen aracı sağa çekerek, kalemimi çıkarıp cebimdeki kâğıda notlar alıyorum. Kendimi, semavat ağacından bana doğru uzatılmış manevî meyveler toplar gibi hissediyorum… Böyle düşününce kendi kendime gülümsüyorum. Yanımdan araçlar gelip geçiyor, bense ilham peşindeyim. İlhamı, Cenâb-ı Hakkın kulu ile olan tekellümü olarak düşündüğümden önemsiyorum. Çoğu kez yaşamışım, gelene zamanında ilgi göstermezsen biraz sonra uçup gidiyor. Onun için sürekli cebimde kalem ve kâğıt, tetikte bekliyorum. Her an her şey olabilir.

MAZERET, ACİZLERİN SİLÂHIDIR

Sınıfa vardım, elektrikler kesik, kaloriferler yanmamış. Sınıf buz gibi… Gençler üşüyor. Gençlere, “Böyle bir ortamda ders olmaz!” desek, herkes kabul edecek. Mazeret zaten hazır, bu çok kolay ve basit olandır. Peki şimdi ne olacak?! Tabiî gündemsiz yola çıkar mıyım? Herkesin cebinde hazır, çalışılmış bir gündemi mutlaka bulunmalıdır. Yeni güne, yeni yıla hazırlık çerçevesinde hazırladığım, enerji dolu, slogan cümlelerim cebimde. Hem de dört beş tane. Aracımla seyir halindeyken, işaret taşları konumundaki cümlelerimi, kendi kendime telâffuz ediyorum. Telâffuzlar iç uyanıklık sağlıyor.

İnsan, aklının, kalbinin, vicdanının ve sair cihazatının kabul ettiği cümleleri daha içten benimsiyor. İnsan zihni, kendi ağzına yakışan ve doğru telâffuz ettiği cümleyi daha kolay algılıyor. Kolay algılanan cümlelerin, kabullenilmesi daha çabuk oluyor. Yoksa, henüz ağza yakışmamış cümle, kişide hiçbir tesir uyandırmadığı gibi kısa zaman içinde silinip gidiyor.

KİŞİNİN KENDİSİYLE İLGİLENMESİ, KENDİSİNİ MUTLU EDEN BİR FAKTÖR

Araç içerisinde, normal bir ses tonunda, tadında seslendirmeler yapınca; bu aynı zamanda biraz sonraki konuşma yapacağım sınıfa, konuşma antrenmanı olarak gerçekleşiyor. Konuşma organlarını, yapacakları yoğun çalışmaya, önce küçük küçük hazırlamak gerekiyor. Sesi de böylece akort etmiş oluyorsunuz. Ses organlarındaki küçük pürüzleri temizlemiş oluyorsunuz. Aslında insan maddî ve manevî öyle bir donanımda ki, sistem doğru işletildiğinde, maddî ve manevî mutlu olmayı sonuç veriyor.

GELİN, BUGÜN DERSİ ASALIM DEMEK, ZAMANI HEDER ETMEKTİR

Sınıf soğuk, gençler isteksiz, bir de gündeminiz yoksa veya iyi düşünülmemişse yapılabilecek iş, zamanı heder etmektir. Mazeret varsa, durum böyle olur. Özellikle de gençlerde…

“Lütfen programımız aksamasın, yeni bir şeyler daha kazanalım… bizi daha fazla çalıştırın, zamanımıza yazık olmasın” diyen bizi de yeni açılımlara çağıran gençler arıyor gözler.

SES VERİN LÜTFEN! HAYDİN BAKALIM BİR, İKİ, ÜÇ...

Önce, gençleri ısındırmalıyım. Düşünülmüş, çalışılmış enerji dolu cümlelerimi tahtaya yazdım. Sonra da, önce ben bu cümleleri tok bir sesle sınıfa dokunduruyorum. Sesim sınıfın köşelerinden hafiften yankılanıyor. Öğrencilerin kulak dolgunluğu oluşuyor. Artık sıra onların seslendirmesinde…

Önce bireysel ses alıyorum. Birinci cümle lütfen! İkinci! Üçüncü! Güzel!

Zor, ağır-aksak, ağza yakışmayan, isteksiz, cılız seslerle karşılaşıyorum. Bu hiç anormal değil, ‘olacak.’ Siz bunları biraz sonra görün. Bir de sen, bir de sen, şimdi bir de sen. Şimdi ikiniz… Haydin üçünüz… güzel.

Ve şimdi 1. gurup… Çok güzel! Şimdi ikinci gurup… O da çok güzel! Şimdi siz görün üçüncü gurubu… Harika! Derken üç gurup birlikte… Dehşet!

SINIF, GÜM GÜM İNLİYOR

Dışarıdakilerin, “Bu saatte, bu sınıfta neler oluyor!” demeleri çok normal. Durumumuz, sabah saatinde güne hazırlanan askerleri andırıyor… Hani hep bir ağızdan; ‘Her şey vatan için; vatan sana canım feda…’ gibi.

Sınıf ısındı, gençler ısındı. Faaliyet beraberinde hareketi, canlılığı, uyanıklığı ve diriliği getirdi. Artık şimdi ders işleyebiliriz. Kimseden bir itiraz yok. Hatta oturdukları yerden, hafiften sloganları tekrar ediyorlar.

Etkin cümle insana dokununca, etkilenmemek imkânsız.

Pozitif uyandırıcı sloganlar, gençlerin zihin koridoruna katıldı. Orada şimdi yankılanıyor. Bunu hemen atabilmeleri mümkün değil. Bir şeylerin gençler tarafından kabulünü istiyorsanız; o şeylerle ilgili özel cümleleri, gençlerin ağızlarına yakıştırmak durumundasınız. Muhtevasını da konuşarak...

Bir şeyi benimsetmek çok da kolay değil. Yorucu, ama zevkli. Hep bir ağızdan 40 gencin: “Beeeen yooook biiiiiiiiiz!” dediğini düşünün. Sürece katılan sürecin sinerjisinde buluyor kendini. Katılmayan ise, poşet içinde denize düşmüş gibi bir pozisyonda. Cümlelerimiz çoktan kayıtlara geçti.

SİZE DE VERİRİZ, AMA BİR ŞARTLA!

Bunlar, 2009’un işaret taşları. Cümlelerimizi size de veririz; ama şartımız var: Her bir cümlemizi, en az beşer kez telâffuz edeceksiniz, söz mü?!

- Kaş çatma gülümse… Kaaş çatmaa gülümseee…

- Ağlatma güldür… Ağlatma güldür…

- Ben yok biz… Beeen yoook biiiiz…

- Üzme, üzülme… Üüüzmeee üzülmeeee…

- Mazeret yok çözüm var… Mazeret yok çözüm var…

Enerji içecekleri bunlar… Güle güle kullanın efendim.

10.01.2009

E-Posta: [email protected]




Umut YAVUZ

Savaş, başka cephelere sıçrarsa...



Lübnan’ın kuzeyinden İsrail’in güneyine atılan roketler savaşın Lübnan’a sıçrama ihtimalini ortaya çıkardı ne yazık ki! Zaten Lübnan’daki Hizbullah’ın lideri Hasan Nasrallah İsrail’in kanlı saldırıları devam ederken, Aşure Günü onbinlerce Lübnanlının önünde yaptığı konuşmada, “İsrail ile her türlü ihtimalin mümkün olduğunu ve hazırlıklı olunması gerektiğini” söylemiş ve Gazze savaşında ikinci bir cephenin Lübnan tarafında da açılabileceğinin sinyallerini vermişti. Hemen bunun üzerinden daha 24 saat geçmemişken Lübnan’ın güneyinden İsrail’in kuzey bölgelerine üç ya da beş adet roket atıldığı haberi geldi. İsrail de buna karşılık Lübnan sınırını topçu ateşine tuttu. Daha iki sene önce sıcak bir savaşa girişen İsrail ve Lübnan böylece ateşkes antlaşmasını ihlâl ederek yeniden savaşmanın eşiğine geldiler.

İşin ilginç yanı Hasan Nasrallah’ın bu konuşması üzerine hemen İsrail istihbaratı da “Hizbullah’ın ‘ikinci bir cephe’ için Gazze saldırılarını bahane gösterebileceğini” belirtmiş hatta Olmert de, bu konuda Hizbullah’ı uyarmıştı. Peki çatışmalar Lübnan’a da sıçrarsa ne olur? Ne olacağı aşikârdır, zaten henüz siyasî bir istikrara kavuşamamış olan Lübnan yeniden yıkımın eşiğine sürüklenir. İsrail tarafı da iki cephede birden savaşması halinde zaten başarısız olduğu kara harekâtlarından yeni bir hüsranla çıkmış olur. Ölenlerin arasına Lübnanlı siviller de eklenir. İsrail askeri de daha fazla zayiat verir. Yani daha çok insan ölmüş olur.

Bu durumda, İsrail’in iki cephede birden savaşmayı göze alması ise stratejik olarak pek mümkün görünmüyor. Ancak öyle olsa da Hizbullah’ın olaya dahil olma niyeti var ise İsrail de bunu karşılıksız bırakmak istemeyecektir.

Peki zaten yeterince infiale yol açan Gazze katliâmı devam ederken Lübnan’ı da işin içine dahil etme planı kimin fikri olabilir? Lübnanlı güvenlik kaynakları olayları Lübnan’daki Filistinlilere bağlıyorlar. Lübnan hükümeti de 2006 yılında BM nezdinde yapılan ateşkes anlaşmasına sıkı sıkıya bağlı olduklarını deklare ettiler ve roketleri kimlerin attığını araştırdıklarını beyan ettiler. Lübnan hükümetinin savaşa dahil olmayı istemeyeceği gün gibi ortada.

Hizbullah’ın yetkilileri de olayla ilgileri olmadığını belirtince, roketlerin Lübnanlı Filistinliler tarafından atılmış olma ihtimali daha güçlendi.

Ancak gerek Hasan Nasrallah’ın açıklamalarına bakınca, gerekse roketlerin İsrail tarafına düşmesinin zamanlamasına bakınca bunun İsrail’e bir gözdağı olarak Hizbullah ve Hamas ortaklığıyla yapılmış olma ihtimali de göz ardı edilmemelidir.

Bir iki haftalık sürede zaten yeterince kanın döküldüğü bölgede yeni bir cephe açılmasının hiç kimseye bir faydası olmayacaktır. Bilâkis sorunları daha da çözümsüzlüğe götürecektir.

Anlaşılıyor ki, Orta Doğu’da ateşkesler de barışlar da konjonktüreldir. Bölge her daim diken üstündedir. İşte tam bu noktada tarafların kendilerine sormaları gereken bir soru ortaya çıkıyor. Acaba yapılanlar çözüm odaklı mı yoksa her daim bir kaos ortamı mı arzu ediliyor. Hamas ve Hizbullah gibi örgütlenmeler bölgedeki Müslümanların ve İslâm ülkelerinin bağımsızlığı ve refahı için doğru yöntem ve seçenekler mi? Tam bu noktada İsrail, Gazze’ye kara harekâtını başlatmadan saatler önce, Hamas lideri Halid Meşal’in sağ kolu Dr. Musa Ebu Marzuk’un Şam’daki gizli sığınağından Akşam gazetesine verdiği şu demeci hatırlatmak gerekiyor: “İsrail savaştıkça biz kazanıyoruz demektir”...

Yani bölgede savaş devam ettiği müddetçe, diğer deyişle masum Filistinlilerin kanı döküldüğü sürece Hamas’ın mücadelesi doğru yolda ilerliyor demekmiş. İşte Hamas’ın ikinci adamı bunu söylüyor...

Peki sizce bu bir cihad mıdır?

10.01.2009

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

2009, yeni anayasa ve özgürlük yılı olsun



Türkiye 2009 yılına farklı gündemlerle girdi. Özellikle Gazze’de yaşanan İsrail katliâmı ve Ergenekon dâvâsında yaşanan “son dalga” gündemi oluşturuyor. Ergenekon dâvâsıyla ilgili olarak yaşanan gelişmelere bakılırsa bu sene Türkiye’nin gündemini epey meşgul edecek.

Bütün bunlar olurken Türkiye’de başka şeylerin arka sıralara itildiği görülüyor. Bunlardan birisi yeni anayasa, diğeri de başörtüsü yasağı konusu… Bu iki konunun yeni yılla birlikte gündeme gelmesi özgürlüğü, temel insan haklarını, demokrasiyi savunan herkesin beklentisi. Zira, üniversite kapılarında oluşturan “başörtüsü açma kabinleri” mağdurları olduğu kadar aileleri ve toplumun büyük bir kesimini üzüyor ve rahatsız ediyor.

* * *

2007 Temmuz ayında yapılan seçimden sonra Türkiye’nin gündemine oturan yeni ve sivil anayasa, 2008 yılı içinde tamamen rafa kaldırıldı. Bu konuda koskoca bir yıl heba edildi. Bu yıl da heba edilmemeli. İhtilâl ürünü olan bir anayasa artık Türkiye’yi kaldıramıyor, mutlaka değiştirilmesi gerekiyor. Üçte biri değiştirilmiş olsa da anayasanın üzerinde ihtilâlin gölgesi durduğu sürece de bir türlü yama tutmuyor.

Hükümetin sivil anayasa hazırlığı ile ilgili olarak başkanlığını Prof. Dr. Ergun Özbudun’un yaptığı bilim kurulunun hazırladığı tasarı üzerinde AKP’de çalışmalar son noktasına kadar gelmiş, tam açıklanacağı duyulurken ne tür bir gelişme olduysa bu hazırlanan metinler rafa kaldırılmıştı.

Özbudun, yeni anayasa çalışmalarının askıya alınmasını değerlendirirken bu gelişmelerin ipuçlarını katıldığı bir panelde şöyle açıkladı: “Anayasa projesinin ortaya atılması, Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanı seçilmesi ve Anayasanın 10 ve 40. maddelerindeki değişikliklerin yapılmasıyla birlikte laikçi elitlerde bir panik havası oluştu. Böyle bir hava içerisinde kapatma dâvâsı açıldı. Dolayısıyla AKP bir bakıma ‘var olma mücadelesi’ içerisine girdi. Neticede kapatılmadı ama öyle bir karar verildi ki, kapatılmaya eş değer diyebileceğimiz bir karar alındı. Bu süreçte, AKP’yi saran kuşatma zihniyeti ülkeye zaman kaybettirirken, bu kuşatmanın içinde olmanın verdiği tereddüt, AKP’yi bu projeyi kendi projesi olarak kamuoyuna sunmaktan alıkoydu…”

Yeni anayasanın hazırlanmasının gerekliliğini devleti yönetenlerde görüyor. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, “Türkiye’nin 2009’da kapsamlı bir anayasa gerçekleştirebilmesini arzu ediyorum. Bütün anayasa taslaklarında o kadar çok ortak konu var ki. Anayasanın daha katılımcı şekilde ele alınmasını tavsiye ederim” derken, Dışişleri Bakanı Ali Babacan, “Mevcut anayasamızla ilgili önemli düzenlemeler yapmak Türkiye’nin ihtiyacıdır. Mevcut anayasa ile Türkiye’nin ilelebet devam etmesi mümkün değil. Devam edilmeye çalışılması halinde Türkiye’de sık sık yol kazaları olacaktır” diyor. Meclis Başkanı Köksal Toptan ise, anayasa değişikliği konusunda iktidar ve muhalefet arasında arabuluculuk yapmaya hazır olduğunu her ortamda dile getiriyor.

Ancak burada ortaya atılan bir görüşe katılmak mümkün değil. “Yeni anayasa hazırlamalı” diyen pek çok kişi, 29 Mart’ta yapılacak mahallî seçimlerin ardından değişikliklere gidilebileceğini söylüyor. Niçin hemen değil de, üç ay sonra başlanılsın? Mahallî seçimlerle anayasa değişikliğinin ne alâkası var? Sonuçta anayasanın değişmesi gerektiği konusunda neredeyse herkes hemfikirse niye bekleniliyor? Neticede Anayasa’yı değiştirecek olan Meclis, yani milletvekilleri… Bunu anlamak mümkün değil.

Türkiye’nin AB’ye uyum konusunda kısa, orta ve uzun vadede yapacaklarını sıraladığı Ulusal Program (UP) 2008 yılının son günü Cumhurbaşkanı Gül tarafından onaylandı. Ulusal Programın uygulanabilmesi içinde anayasa değişikliğinin mutlaka yapılması gerekiyor. Türkiye’nin AB İlerleme Raporu’nda, sivil anayasa çalışmalarının sonuç vermemesi eleştirilmiş ve demokrasi ve insan haklarını güçlendirecek reformların yapılması çağrısında bulunulmuştu.

* * *

Yeni bir anayasa hazırlanmasının gerekli olduğunu artık herkes kabul eder noktaya geldi. Muhalefet olumsuz yaklaşsa da, iktidar ayak sürüse de Meclis Başkanı Toptan’a burada görev düşüyor. Bütün partileri bir noktada uzlaşmaya razı edebilmelidir.

Sivil toplum kuruluşlarına da büyük görev düşüyor. Türkiye’nin ihtilâl anayasasından bir an önce kurtulması için miting yapanlar bu mitinglerine devam etmelidir. Çünkü, siyasette uzlaşma aranırken, toplumda da mutabakat sağlayacak olan sivil toplum kuruluşlarıdır.

Özetle, bu yıl sivil, demokratik ve özgürlükçü bir anayasa Türkiye’nin en öncelikli meselesi olmalı. Yeni yapılacak anayasanın da temel hak ve özgürlükleri güvence altına alan bir anayasa olması gerekli. Türkiye’nin acil meselelerinden birisi olan yeni anayasa hazırlanması süreci hızlandırılmalı, anayasa değişikliği konusunda 2008 yılı heba edildi, 2009 edilmemeli…enen sergide yera alan 100 kitap arasında Bediüzzaman Said Nursî’nin Sözler ve Mektubat eserler.

10.01.2009

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Darbeyi müstahdemler mi yapar?



Ergenekon soruşturması kapsamında gözaltına alınan kişilerin, “Devletin en üst kurumlarında görev yapmış olması” kimilerince garip karşılanıyor. Onlara göre bu derece ‘önemli’ kişiler hiç ‘kötü’lük yapabilir miymiş? Hele hele böyle kişilerin “hükümeti devirmek için ‘çete’ kurması ya da ihtilâl yapmak” gibi bir amacı olamazmış!

Bir kısım medya böyle düşündüğü için, ‘çok önemli kişiler’in gözaltına alınmasına ya da tutuklanmasına tepki gösteriyorlar. Böyle düşünenler ilk bakışta haklı gibi görünebilirler. Öyle ya, zamanında devleti yönetmiş, devletin aldığı ‘en gizli’ kararlara imza atmış, uzun süre emirleri ‘demir’ kesmiş kişiler nasıl olup da en ağır ithamlarla gözaltına alınabilir?

Bu anlama gelecek yorumlar ve değerlendirmeler o kadar temelsiz, o kadar yanlış, o kadar gerçeklere aykırıdır ki bunlara ‘yanlış yorum’ demeye bile gerek yoktur. Çünkü hem dünya tarihi, hem de Türkiye tarihi şahittir ki, ‘ihtilâl’leri yapanların çoğunluğu atanmış (silâhlı-silâhsız bürokratlar), ‘en üst seviyede devlet yöneticileri’ olmuştur! Çok eskiye gitmeye gerek yok: 28 Şubat sürecinde yaşanan ‘post-modern darbe’yi kimler yaptı? [‘Post-modern darbe’yi kısaca, “demokratik olmayan bir kurumun demokrasinin işleyişine müdahelesi” olarak anlayabiliriz.] Bir adım daha geriye gidersek, hâlâ sıkıntılarını yaşadığımız 12 Eylül askerî darbesini, ihtilâlini kimler yapmıştı? İhtilâller başarılı olursa ‘iyi’ es kaza ‘başarısız’ olursa mı kötü olur? 12 Eylül ihtilâliyle hükümeti deviren, dönemin ‘en üst seviyedeki rütbe sahibi komutanı’ Kenan Evren değil miydi? Ona üniversite ve yargıdan kimler destek vermişti? O halde, “Bu kadar tanınmış, devlet yönetiminde görev almış kişiler hiç ‘kötü’lük yapar mı?” söylemi temelden çürüktür. Kim olursa olsun, demokrasiye saygı duymuyorsa o kişi ne kadar ‘üst seviyede devlet yöneticisi vs.’ olursa olsun millete her türlü kötülüğü yapması muhtemeldir. Bu pencereden hadiselere bakılırsa, kişilerin ‘rütbeleri’yle değil, yaptığı ‘iş’leriyle değerlendirmek gerektiği anlaşılır.

Tabiî ki millete hizmet etmesi gereken, bu sebeple belli görevlere gelmiş rütbeli ya da rütbesiz herkesten bu şekilde davranması beklenir. Ama millete hizmet için gelinen makamlarda, ‘millete rağmen’ iş yapanların olduğuna da tarih şahittir. Dolayısı ile milletin ekmeğini yiyerek belli görevlere gelen ve fakat ihtilâlcilik oynayanlar milletin ‘ah’ından kurtulamazlar ve kurtulamamışlardır.

Sorgulanması gereken bir nokta da, en üst seviyede devlet yönetiminde görev alan herhangi birinin niçin böyle işlere bulaştığıdır. Gösterilen tepki bu noktadan olsa normal karşılanabilir. Yani, “Vah ki vah! Bunca yıl devleti yöneten bir kişi nasıl böyle işlere karışır, çok ayıp etmiş!” denilse buna itiraz edilmez. Ayıplanması gereken, en üst seviyede olanların ihtilâl oyunlarına sığınmasıdır. Yoksa, böyle hadiseler yaşanmış ve elde ciddî deliller varsa, “Niçin bu önemli kişiler gözaltına alındı, tutuklandı?” diye sormak anlamını kaybeder.

Sahi, hangi ihtilâli ‘müstahdem’ler yapmıştı? Hangi hükümeti ‘şoför’ler devirmişti? Hangi ‘bubi tuzağı’nı, hangi bombayı ‘çiftçi’ler patlatmıştı? (Müstahdemler, şoför ya da çiftçiler alınmasın. Misal olsun diye bunları zikrettik.)

Bu kirli, ama ciddî işler ‘cahil’lerin yapabileceği işler midir? “Bu kadar cehalet ancak ilimle olur” misali, ihtilâlcilik de ancak bu kirli işleri bilenlerle ve bilenlerce yapılabilir. Temennimiz, hiçbir üst seviyeli ‘emekli ya da muvazzaf’ın böyle işlere bulaşmaması; aksine demokrasiye saygılı olmasıdır.

10.01.2009

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

TSK ve İsrail



28 Şubat sürecinin daha da şiddetlenerek devamında etkin bir rol üstlenmiş ve bunu “Gerekirse 28 Şubat bin yıl sürer” sözüyle hafızalara kazıyarak göstermiş olan eski Genelkurmay Başkanlarından e. Org. Hüseyin Kıvrıkoğlu’nun unutulmaz beyanlarından biri daha şu günlerde yeniden gündemde.

Filistin’deki İsrail vahşetinin yine tırmandığı günlerde Türkiye’nin İsrail’le askerî işbirliğine yönelik eleştirilere tepkisini dile getirmek için “Bazıları anasından Yahudi düşmanı olarak doğmuş” gibi bir söz sarf edebilmişti Kıvrıkoğlu.

Bilindiği gibi, “Yahudi düşmanlığı” günümüz dünyasında çok ağır ve tehlikeli bir suçlama.

ABD ve Avrupa başta olmak üzere Batı ülkelerinde “antisemitizm” olarak isimlendirilen bu tavır, sert cezaî yaptırımlara konu olan bir suç.

Öyle ki, “İddia edildiği gibi Yahudi soykırımı diye bir olay yok” diyen bazı Batılı tarihçilerin yargılanarak hapis cezası aldıkları dahi görüldü.

Bizde de İsrail’e ve bazı Yahudilerin yanlış tavırlarına yönelik eleştirilerin yargı konusu yapıldığını biliyoruz. En yakın örneklerden biri, yazarımız Ali Ferşadoğlu’nun, bu nitelikteki bir yazısından dolayı “halkı kin ve düşmanlığa tahrik” suçlamasıyla TCK 312’den yargılanması. Gerçi dâvâ beraatle sonuçlandı, ama açılması bile başlı başına bir baskı ve yıldırma ifadesiydi.

Demek istediğimiz o ki, siyonizm ve İsrail eleştirileri, sahipleri açısından çok riskli bir alan.

Hal böyle iken, Türkiye’de bir Genelkurmay Başkanının “Yahudi düşmanlığı” gibi provokatif bir suçlamada bulunması, Türkiye’nin bu noktada ne kadar ciddî sıkıntılardan geçtiğini gösteren çok düşündürücü örneklerden sadece biri.

Bir diğeri, yine Kıvrıkoğlu döneminde 1. Ordu Komutanlığına getirilmiş olan e. Org. Necdet Timur’un, geçtiğimiz günlerde basına akseden mektubunda sergilediği İsrail muhabbeti.

Göreve geldiği günden itibaren, Musevî Cemaati Başkanının kendisinden randevu talebinde bulunmasını beklediğini yazan Timur, sabırsızlıkla gözlediği bu talep ortak bir dostları kanalıyla iletildiği zamanki hissiyatını “Ne kadar sevindiğimi anlatamam” sözüyle dile getiriyor.

Bu ilk görüşmeyi, Selimiye kışlasında yemekli bir buluşma, ardından ailecek yapılan ev ziyaretleri takip ediyor. Ve her buluşmayı “bitmesini istemediğimiz zaman dilimleri” olarak niteleyen Timur, emekliye ayrıldıktan sonra daha çok buluştuklarını, sivil toplum kuruluşlarında birlikte görev aldıklarını, v.s. uzun uzun anlatıyor.

Musevî Cemaati Başkanıyla arasındaki ilginç dostluğu “Şarap gibidir, yıllandıkça değerini arttırır” sözüyle ifade eden bu üst düzey TSK bürokratı, söz konusu başkan için “Kendisini yıllar önce basından tanır, Türkiye ve İsrail için değerli hizmetler yaptığını duyar ve okurdum. Bunları yazmaktaki amacım, onun daha nice yıllar Türkiye ve İsrail için olan önemini paylaşmaktır” ifadelerini kullanıyor. (Vakit, 19.12.08)

Böylece odağında “milletin bağrından çıkan TSK’nın yerleştirildiği” ilginç ve düşündürücü bir ilişkiler ağı ortaya çıkıyor. Bu ağda Türkiye-İsrail ilişkilerinin askerî boyutu, kişisel dostluklarla da harmanlanarak bu boyutlara taşınıyor.

Peki, yakınlarda çıkan kitabıyla başka çevrelerde de kendisiyle ilgili sempati rüzgârları estirilmeye çalışılan cemaat başkanı ve yakın dostu emekli orgeneral, İsrail’in son günlerde Gazze’deki katliâmları için acaba ne düşünüyorlar?

Bilhassa Türkiye ve İsrail için “değerli hizmetler yaptığı” ve iki ülke ilişkileri açısından çok önemli olduğu, bir emekli Türk generalince dile getirilen cemaat başkanının bu konuyla ilgili bir açıklamasını şu âna kadar görmedik, duymadık.

(Unutmadan ilâve edelim: Timur’un 1. Ordu Komutanlığına oturduktan sonra yaptığı ilk işlerden biri, başörtüsü yasağını Marmara İlâhiyat’a taşımak üzere bu fakülteye dekan tayin edilen Prof. Dr. Zekeriya Beyaz’ı makamında ziyaret ederek destek mesajı vermek olmuştu...)

10.01.2009

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  H. Hüseyin KEMAL

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Sitemizle ilgili görüş ve önerileriniz için adresimiz:
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır