Ergenekon’un tasfiye edilmesini en çok kim ister?
Siyasi konularda tecrübeli sayılabilecek bir zat dün soruyordu: “Bilerek vatanına ve halkına zarar verecek herhangi bir eyleme girmesi söonusu olamayacak kişiler niçin gözaltına alınabilmiş, niçin tutuklanmışlardır?”
Bu düşünce biçimine sahip başka insanlar da var; özellikle de okumuş kentliler arasında.
Şöyle düşünüyorlar: Devletin önemli kuruluşlarını yönetmiş, bugüne dek bir suç işlediği görülmemiş büyükbaşlar, nasıl tutuklanabilir?
Olacak iş mi, efendim?
Belli ki yaptıran hükümet!
Onlar anlamak istemeseler de biz üstümüze düşeni yapalım. Konumuz açısından Ergenekon’un tarihini iki bölüme ayırabiliriz:
Birinci dönem: Türk Gladiosu olarak 1950’lerde NATO ve ABD tarafından kuruldu ve Silahlı Kuvvetler’in denetimi altında, Sovyetler Birliği yıkılına dek faaliyet gösterdi.
İkinci dönem: Batıda Gladiolar tasfiye edilirken bizdeki kabuk değiştirdi; Kemalist ve Avrasyacı bir ideolojiyle yeniden şekillendi.
Ergenekon’un tepe yöneticileri, üst düzey emekli generallerdi.
Örgütün içinde diğer kesimlerden devlet görevlileri (öğretim üyeleri, hukukçular, emniyetçiler, vb. ) ve siviller ( işadamları, gazeteciler, siyasetçiler, mafya, vb.) vardı.
Türkiye ve dünya şartları değişirken, Ergenekon ile TSK arasındaki bağlantı da zayıflamaya başladı.
Bu örgütün artık tasfiye edilmesi gerekiyordu (muhakkak ki bir başkasını kurarak!)
Ancak 2002’de AKP’nin iktidar olması durumu değiştirdi. Farklı gruplar AKP karşıtlığı temelinde bir araya geldi.
Bunların içinde şunlar vardı: TSK içindeki darbe heveslileri, otoriter bir rejim isteyenler, Rusya-Çin eksenini hedefleyenler, şeriattan korkan laikçi orta sınıflar, bazı Alevi kesimler, küreselleşmeden zarar görenler, ikbal peşindeki maceraperestler, İstanbul sermayesinin bir bölümü, vs.
Ergenekoncular işte bu kesimleri organize edip sahaya sürdü. Ancak kendi güçleriyle darbe yapmaları imkânsızdı; TSK’nin devreye girmesi şarttı. Ne var ki bu konuda orduda mutabakat yoktu.
Cumhurbaşkanlığı seçimi gibi kritik olaylar, Ergenekoncuları tasfiyeden kurtardı ve hatta TSK ile geçici ittifaklar oluşmasını sağladı. (Bkz. Cumhuriyet mitingleri .)
Artık Ergenekon’un tasfiyesi gerekiyor. Bunu en çok TSK istiyor. Çünkü hem işlevi bitti, hem de ordu hiyerarşisini bozacak hamleler yapıyor.
Ama örgütte çok sayıda emekli komutanın ve önemli şahsın bulunması, ayrıca kimi medya gruplarının hükümeti vurmak için onları desteklemesi, süreci sancılı hale getiriyor.
“ AKP’ye muhalefet ettiğimiz için böyle oldu “ diyerek direniyorlar. Bu arada Ergenekonculuğa yatkın subaylar da alttan Genelkurmay’ı zorluyor.
Org. İlker Başbuğ’un, koltuğuna oturur oturmaz, Ergenekon tutuklularına ziyaretçi yollaması, kendi kamuoyuna yönelik bir mesajdı.
Özetle: Seçilmiş Meclis’e karşı darbe hazırlamak, bunun için örgütlenmek, planlar yapmak, cephanelik kurmak, muvazzafların ve askeri öğrencilerin aklını çelmek için uğraşmak, ölme ve öldürme yeminleri etmek, Danıştay’a saldırmak...
Bu ve benzeri eylemler, “vatanına ve halkına zarar vermek” değilse; söyleyecek bir lafım yok!
Sabah, 9 Ocak 2009
|
Emre Aköz
10.01.2009
|
|
‘Olay çığırından çıkmamalıydı’
Yazıya oturmadan önce dinlediğim son yorumcu, CNN Türk’ün canlı yayınına katılan bir gazeteci, böyle söylüyordu. İşler bu noktaya getirilmemeliydi, böyle çığırından çıkmamalıydı, devletin en üst makamlarını işgal etmiş isimlerin böyle “dalgalar halinde” gözaltılara doldurulması olacak iş değildi. Eğer amaç çeteleri temizlemek, faili meçhulleri aydınlatmaksa,—ki başlangıçta böyle başlamıştı—bu istikamette devam etmeliydi...
Yorumcu böyle söylüyordu... Sadece o değil, son gözaltı dalgasından sonra ekrana çıkan birçok yorumcunun ortak fikri, ortak şikâyeti buydu. Tabiî bu ortak panik insana şunu düşündürüyor: Şu “çığırından çıkmak” denen şey nedir acaba? Kim belirler çığırından çıkma noktasını? Yoksa çığırından çıkma dedikleri şey, yargının tarihte ilk defa, “küçük adamlarla” uğraşmakla yetinmeyip tepelere doğru çıkması olmasın?
Şimdiye kadar yargının gücünün sadece küçük adamlara yetmesinden pek memnun görünenler bu yüzden mi şoka girdiler? Ergenekon Davası’nın konusunu, kapsamını düşünün... Konuştuğumuz şey demokratik rejime kastetmiş koca bir örgütlenme...
Devlet içine kök salmış, on yıllardır büyüdükçe büyümüş, ordudan sivil bürokrasiye, oradan yargıya, üniversitelere, suç dünyasına, güdümlü sivil toplum örgütlerine dal budak salmış koca bir ahtapottan bahsediyoruz.
Darbeler tezgahlayan, meşru hükümeti devirmek için korkunç provokasyonlar planlayan, yüzlerce cinayet işleyen, meşru devlete alternatif bir gizli devlet yapısı oluşturan “derin devlet” yapılanmasından söz ediyoruz. Bütün bunların soruşturulduğu bir davada soruşturmaların sonunda karşımıza şüpheli olarak mahalle kabadayıları, mafya tetikçileri, mahalle bekçileri ya da emekli başçavuşlar mı çıkacaktı?
Elbette devletin kritik noktalarında görev yapmış önemli asker-sivil bürokratlar çıkacaktı. Gözaltına alınanlardan kimlerin tutuklanmadan bırakılacağını, kimlerin yargılanıp suçsuz bulunacağını, kimlerin hüküm giyeceğini hiçbirimiz bilemeyiz. Ama, eğer Ergenekon soruşturması derinleşecek ve gerçek bir temizliğe gidilecekse, karşımıza çıkacak isimlerin bir zamanlar ya da hâlâ devletin yüksek rakımlarında konuşlanmış kişiler olacağını kestirebiliriz.
Gözaltılar tepelere doğru tırmandıkça paniğe kapılanlar, tam da umulduğu gibi orduyu yardıma çağırmaya başladılar. Çarşamba sabahından bu yana, başta CHP olmak üzere, “ulusalcı kesim” var gücüyle ordu kışkırtıcılığı yapıyor. “Cumhuriyetin temel ilkeleriyle hesaplaşılıyor”
“28 Şubat’ın intikamı alınıyor” tarzı söylemlerle gece yarısı muhtıralarının, ultimatomların verildiği dönemi geri getirmeye çalışıyorlar. Ama bu defa hiçbir şey umdukları gibi gitmiyor. Ne Genelkurmay karargahında yapılan komutanlar toplantısından umdukları açıklama geldi; ne de Yargıtay Başkanlar Kurulu toplantısının ardından...
Esasına bakılırsa, kimi yorumcular “son gözaltıların yarattığı infial”den bahsedip dursa da ortada infial denebilecek bir durum görünmüyor. Bu tür yorumların daha çok bir temenniyi yansıttığı söylenebilir.
Zaten Genelkurmay Başkanlığı’nın savcılıktan gelen, muvazzaf askerlere yönelik tutuklama iznine bir saat içinde olumlu cevap vermesi de artık şartların değiştiğini, ordu yönetiminin de kendi içindeki pislikleri temizleme kararında olduğunu göstermeye yeterliydi. Kabul etmek gerekir ki, bütün bunlar Türkiye’nin hiç alışık olmadığı şeyler. Ama alışmaya başlasak iyi olacak...
Çünkü Türkiye artık eski Türkiye değil. Türkiye çok önemli bir değişim geçiriyor. Üstelik sadece toplum olarak değil, siyasi iktidarıyla, devletiyle ve ordusuyla birlikte değişiyor.
Bugün, 9 Ocak 2009
|
Gülay Göktürk
10.01.2009
|
|
Bulanık suda balık avlama sanatı
Aynı şeyler yeniden oluyor; biz gazeteciler aynı tuzağa düşmeye doymuyoruz. Düştüğümüz tuzağın adı, ‘Bulanık suda balık avlamak.’
Son Ergenekon operasyonu pek çoğumuzu bir kez daha bu noktaya getirdi. Aslında gerçek şu ki, son operasyonun kaç kişi hakkında olduğunu da, kaç şehirde yürütüldüğünü de, Ergenekon bağlantısı nedeniyle gözaltına alınanların tam listesini de bilmiyoruz.
Bakın dünkü gazetelere... Yukarıda saydığım konulara tam anlamıyla cevap veren tek bir gazete bile yok. Televizyonları saymıyorum bile.
Bu denli eksik bilgi ortamında bazılarımız yine de kendilerini alamayıp soruşturma içeriğiyle veya soruşturmanın geldiği son aşamanın anlamıyla ilgili yorum yapmaktan kendini alamadı.
Ama Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı Deniz Baykal’ın önceki günkü açıklamaları ortada dururken gazetecilerin içine düştüğü zaaf yine de küçük kalıyor. Çünkü soruşturma konusunda biz gazetecilerden bile az bilgiye sahip olan Deniz Baykal yine de bunun bir ‘intikam kokan soruşturma’ olduğunu saptamış anlaşılan!
Dün daha da beteri oldu. Ankara’da Başbakanlık Konutu ve Cumhurbaşkanlığı Köşkü’nde yaşanan bir dizi görüşmenin yarattığı heyecanla televizyonlarımız gün boyu yayın yaptı ve çok sayıda gazeteciyi ekrana çıkartıp halen sürmekte olan görüşmelerin anlam ve içeriği hakkında spekülasyon yapmaları istendi bu gazetecilerden. Hiç de şaşrıtıcı değil: Pek çoğu kendilerinden isteneni yaptı, artık meşrebine göre görüşmenin içeriğine ilişkin kelamlar edildi.
Gerçek şu ki, ne Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ ile yaptığı görüşmenin ne de Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün İçişleri Bakanı Beşir Atalay ile yaptığı görüşmenin içeriğini biliyoruz. Bu görüşmeler için randevuların ne zaman alındığını dahi bilmiyoruz.
O zaman, bilmediklerimizi tespitle yetinip olan biteni aktarmaktan bir adım bile öteye gitmemeliyiz; çünkü gazeteciler bulanık suda balık avlamaya çıktığında, onların oltasına yalan yanlış bilgi balıkları takanlar çok olur. Hele Ankara’da hayattaki bütün işi yalan haber yaymak olan hatırı sayılır miktarda insan yaşar.
Esasen tek başına yaşanan trafiği saat saat alt alta yazmak bile, Ankara’yı okumayı bilenler için yeterli malzeme sağlar.
Radikal, 9 Ocak 2009
|
İsmet Berkan
10.01.2009
|
|
Neler oluyor?
Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ, Ergenekon soruşturmasına ilişkin olarak Başbakanlık’ta Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile görüşmüş, ardından Çankaya Köşkü’ne geçmişti...
Başbuğ-Erdoğan görüşmesi sırasında Cumhurbaşkanı Gül’ün, Org. Başbuğ’u kabulünün saat 15.15’e ertelendiği haberi gelmişti.
Bu arada Başbakan Erdoğan, Org. Başbuğ’dan önce Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül ile de görüştü.
Ergenekon’un son dalgasında üç emekli general ve muvazzaf subaylar gözaltına alındıktan sonra...
Önceki akşam karargáhta komuta kademesi saatler süren toplantı yaptı ve bu saate kadar Genelkurmay’dan hiçbir açıklama yapılmadı.
Üstelik bugünkü haftalık basın brifingi de iptal edildi.
* * *
Sadece bu mu?
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Genelkurmay Başkanı ile görüşmeden Çankaya Köşkü’nde İçişleri Bakanı Beşir Atalay’ı kabul etti. Görüşme 25 dakika sürdü.
Bu arada İstanbul’dan Ankara’ya dönen Başbakan’ı Ankara Havaalanında Savunma Bakanı Vecdi Gönül karşıladı ve Ankara’ya aynı arabayla döndüler...
Yargıtay Başkanlar Kurulu ise olağanüstü toplandı ancak toplantı çıkışında yazılı bir açıklama yapılmadı.
Ne var ki Başkan Gerçeker, içeride açıklama yapmama kararı aldıklarını söyleyerek, ‘sadece bu olayda değil her olayda her şeyin hukuk kuralları içerisinde sürdürülmesini istiyoruz’ dedi.
Yazıyı bitirirken de Başbakan Adalet Bakanı ile görüşüyordu...
Özetle, dün...
Herkesi bir telaş sardı...
Neler oluyordu?
Hatta aynı telaş öyle bir dallanıp, budaklandı ki...
İstanbul’u da içine aldı...
Bir ara...
İstanbul Emniyet Müdürü Celalettin Cerrah ile görüşmek üzere Tümgeneral Bülent Dağsalı İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nün Vatan caddesindeki binasına geldi.
Tümgeneral Bülent Dağsalı, İstanbul Emniyet Müdürü Celalettin Cerrah ile görüştü.
Yorumlar askerlerin İstanbul Emniyeti’ne müdahil oldukları yolundaydı...
Hálbuki İstanbul Emniyeti’nde gerçekleşen ziyaretin Ergenekon’la ilgisinin olmadığı, önceden planlanan ve doğal afetler konulu bir görüşme olduğu öğrenildi.
Emniyet Müdürü Cerrah da askeri yetkilinin seminer programı ile ilgili görüşmeye geldiğini söyledi.
Türkiye’nin ‘normalden’ ne kadar uzak yaşadığını gösteren en güzel örnek buydu...
* * *
Gerçek evrensel bir hukuk devleti açısından olaya bakınca, durum nedir?
Savcı, Ergenekon gibi çok önemli bir davada soruşturmayı derinleştiriyor...
Elindeki kanıt, belge, karineye göre de ifade almak üzere gözaltı kararı alıyor...
Garip olan ne?
Gürültü, şamata neye?
* * *
Şu:
Bizde yargı denetimi ‘yönetilenler’ için vardır...
Yönetenlere, hele hele askerlere filan yargı asla ulaşamaz...
Bu kanaat o kadar güçlü ki, tersi olduğunda herkes tedirgin oluyor, Ankara hareketleniyor, o buna, bu ona olağanüstü ani ziyaret trafiği oluyor...
Hukukun üstünlüğüne dayalı demokratik bir ülkede ise yargının denetim faaliyeti, yöneten ve yönetilen, herkesi eşit ölçüde kapsadığı için gözaltına alınana göre tavır belirlenmiyor...
Orada hukuksal iddia önemli, bizde ise ‘denetlenenin kimliği’...
* * *
Askerler izin vermese önceki gün gözaltılar olamazdı...
Muhtemelen uluslararası bir iradenin de oyuna dáhil olmasıyla Ergenekon süreci engellenmeyecek...
O halde dünkü gelişmeler ne?
O da...
Herhalde hem süreci engellemeyip...
Hem de bundan huzursuz olanlara ‘görüntü’ veren ince bir ayar...
Star, 9 Ocak 2009
|
Mehmet Altan
10.01.2009
|
|
Sistemi kurtarmak
Teşhiste görüş birliği sağlandı: Dünyayı kasıp kavurmakta olan krize “Etik zafiyeti” ya da “Etik açığı” gibi utangaç tanımlamalarla ifade edilen ahlaksızlık yol açtı.
Bir başka deyişle, süreç “Ahlak krizi” ile başladı. O kriz “Finansal kriz”i tetikledi.Ardından reel sektöre sıçramasıyla “Ekonomik kriz” e dönüştü. Bu gidişle bundan sonraki aşama, her gün on binlerce kişinin katılmasıyla çığ gibi büyüyen işsizler ordusunun tetikleyeceği “Sosyal kriz” olacak.
O aşama soğukkanlılıkla götürülemezse, sonrasından korkun! Çünkü sosyal krizi “Siyasal kriz” izleyecek. (Rusya, Çin, Japonya, Güney Kore, Hindistan, hatta ABD ve bazı AB ülkeleri bu tehditle baş etmek için planlar yapıyor, senaryolar hazırlıyorlar.) Kriz o noktada da durdurulamazsa, kaçınılmaz olarak “Rejim krizi” patlak verecek... Onu izleyen durakta da iç ve dış savaşlar şimdiden pusuya yattı. (O olasılığa hazırlık için mi, başta Rusya ve Çin olmak üzere birçok devlet bütçelerinin tüm fasıllarını kırparken silahlanmaya geçmiş yıllardan kat kat fazla ödenek ayırıyorlar acaba?)
Şimdi siyasiler, siyaset bilimciler, iktisatçılar, sosyologlar ve bilumum akademisyenler bir yandan ekonomik krize reçete üretmeye uğraşırken, bir yandan da can alıcı sorulara kafa yoruyorlar: “Yoksul bir peygamber tarafından yoksul dostluğu üstüne kurulan bir dinin mensupları nasıl zenginliği hayatın tek amacı haline getirdiler?” Daha açıkçası, “Puta dönüştürdükleri paraya tapacak kadar nasıl baştan çıktılar?” Öyle ya; liberalizmin ve modern ekonominin kurucularından Adam Smith bile “Kapitalizm ancak ahlaki temeli sağlam ülkelerde gelişebilir” dememiş miydi?
Sabah, 9 Ocak 2009
|
Erdal Şafak
10.01.2009
|
|
Darbe girişimleri nasıl önlenir?
Bizim askeri darbe geleneğimiz eskidir. İmparatorluğun son döneminde İttihat ve Terakki darbeyle iktidar oldu, darbeyle muhalefeti temizledi.
Cumhuriyet çok partili rejime geçerken, 1950 seçimini Demokrat Parti’nin kazanması üzerine bazı üst rütbeli subayların İsmet İnönü’ye gidip müdahale izni istedikleri, ama alamadıkları da biliniyor.
1960 öncesinde de çeşitli askeri müdahale hazırlıkları yapıldı, sonra 27 Mayıs oldu. Sonra 9 Mart 1971’de “solcu” darbe girişimi son anda önlendi, bunun yerine karşı “kanat” 12 Mart 1971 müdahalesini yaptı. Sonra da 12 Eylül 1980 darbesi oldu. Turgut Özal da bir askeri müdahale olacağı kuşkusunu taşıyordu, “benim iki gömleğim var, biri bayramlık bir idamlık” diyordu.
***
Son olarak AKP iktidarının ülkeyi irticaya götüreceği kaygısı içindeki bazı üst rütbeli askerlerin müdahale istedikleri, dönemin Deniz Kuvvetleri Komutanı’nın günlükleriyle ortaya çıktı. Dönemin Genelkurmay Başkanı da oldukça dikkatli bir dille bu olayları doğruladı.
Ergenekon davasının son dalgasında iki emekli orgeneral ile albay, yarbay rütbesinde bazı muvazzaf subayların da gözaltına alınması, son darbe girişiminin ya da taleplerinin de bu davaya katılabileceği izlenim veriyor.
Ergenekon davası, Türkiye’nin en önemli “siyasi” davasıdır. Bu davayla ilgili olarak kimileri “siyasi” nitelemesini “hukuki” olmadığını belirtmek kastıyla kullanıyor, davanın meşru olmadığı söylemeye çalışıyor. Bu dava siyasi bir davadır, çünkü önemli siyasi amaçlı faaliyetlerdeki suç unsurlarını kovuşturmaktadır. Bu niteliği, davayı “hukuk dışı” ya da “gayrimeşru” kılmaz.
***
Ergenekon davasının yakın geçmişin bütün karanlık olaylarını ortaya çıkarmasını beklemek fazla iyimserlik olabilir. Ama bu dava ile alınması gereken asıl sonuç, silah ve şiddetle siyaset yapmanın ve her türlü askeri müdahalenin tamamen gündemden çıkarılması olmalıdır.
Bu dava bu yüzden çok önemlidir ve Türkiye’nin demokratik kurumlaşmasına katkı sağlayacaktır. Bunun da şartları vardır. Birincisi bütün dava sürecinin çok açık ve hukuki ilkelere uygun olarak yürütülmesi, ikincisi de her türlü sulandırma eğiliminden arındırılmasıdır. Bu iki şart yerine getirilmediği takdirde insanların kafalarında soru işaretleri uyanır.
Ve böyle olursa, geçmişimizin karanlıklarını geleceğe taşımış oluruz. Buna da kimsenin hakkı yoktur.
Vatan, 9 Ocak 2009
|
Okay Gönensin
10.01.2009
|
|
Enerji savaşları
ERCİYES Üniversitesi (EÜ) İzzet Bayraktar Sosyal Bilimler Meslek Yüksekokulu Müdürü Prof. Dr. Ali Kaya, ‘’Su kaynaklarını elinde bulunduran, suyu çok iyi kullanan, kendi kendine yetebilecek gıda üretimine sahip olan, kısıtlı da olsa enerji kaynaklarını doğru kullanan ülkeler gelecekte söz sahibi olacak’’ dedi.
Prof. Dr. Kaya, yaptığı açıklamada, tarih boyunca fosil kaynaklı enerji alanları (petrol, kömür), ırk ve din ayrıcalığı gibi sebeplerle ülkeler arasında savaş ve çatışmalar yaşandığını, son zamanlarda ise ekonomik sebeplere dayalı savaşlar görüldüğünü ifade etti. Prof. Dr. Kaya, insanoğlunun, bulduğu enerjiyi bir şekilde kullandıktan sonra ikinci defa başka bir amaçla da kullanmanın yollarını aradığını kaydederek, şöyle konuştu: ‘’İnsanoğlu hovardaca harcadığı enerji kaynaklarının giderek azaldığını görünce bu enerjiyi tekrar tekrar kullanmanın yollarını aramaya başladı. Bununla da enerji ihtiyacını artık karşılayamaz hale geldi. İnsanoğlu yeni enerji kaynakları bulmak zorunda. Artan insan nüfusu sebebiyle gıda ve doğal kaynaklar stratejik hale geldi. Bundan sonra insanoğlu gıdayı, çevreyi ve enerji kaynaklarını çok akılcı kullanmak zorunda.’’ Kaya, su kaynaklarını elinde bulunduran ve suyu çok iyi kullanan, kendi kendine yetebilecek gıda üretimine sahip olan, kısıtlı da olsa enerji kaynaklarını çok doğru kullanan ülkelerin gelecekte söz sahibi olacağını kaydetti.
|
10.01.2009
|