|
|
Faruk ÇAKIR |
İsrail’in değirmenine su taşınmasın! |
|
Gazze’de yaşanan insanlık dramı karşısında sergilenen tavır, tarihe kara bir leke olarak kaydedildi. Elbette hemen her ülkede ‘insan’lar bir araya gelerek, İsrail’in sergilediği katliâm karşısında seslerini yükselttiler, “İsrail’e dur de!” diye haykırdılar. Ancak bu haykırış, Filistinlilerin katledilmesini durdurmaya yetmedi.
Pratikte ‘katliâmı durdurmaya yetmedi’ diye görünse de, bu haykırışların boşa gittiği düşünülmesin. Arşa çıkan her ‘ah,’ mutlak sûrette bir karşılık bulur, ama bugün ama yarın... Tarih şahittir ki ‘krallık’lar, yükselen ‘ah’lar sonrası yıkılmıştır. Yıllardan beri biriken ‘ah’lar da mutlak sûrette yerini bulur ve çağımızın krallarının yerle bir olduğu günleri de görürüz.
Gazze’deki katliâm karşısında fertler ciddî tepki göstermiş olmakla birlikte, dünya devletleri ve yöneticileri gerekli tepkileri göstermediler. Onlar, “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” tavrını bugün itibarıyla daha ‘kârlı’ görmüş olabilirler. Oysa herkesin bilmesi gereken şey, hak ve hukuk tanımayan anlayışın uzun dönemde bütün dünyanın başına belâ olacağıdır. Zaten Gazze’deki katliâm dolaylı olarak dünyanın başka ülkelerinde de ‘korku’ya sebep olmuyor mu?
Dünya ülkelerinin ve yöneticilerinin katliâm karşısında sessiz kalması İsrail’i daha da cesaretlendiriyor. Ama başka ülkelerin sessiz kalması Türkiye’ye örnek olmamalı. Türkiye’yi idare edenler, İsrail’e karşı ‘sözde’ değil ‘özde’ tepki ortaya koymalıdırlar. Niçin? Çünkü, Türkiye ‘Aldırma da geç!’ diyebilecek bir pozisyonda değil. Nihayetinde Filistin’le asırlara dayanan dostluk ve kardeşlik hakkımız var. Filistin düne kadar bizim parçamızdı. Aramızda sınırlar olsa da mânen yine beraberiz ve beraber olmalıyız.
İsrail’e karşı ‘özde tepki gösterilsin’ derken, son yıllarda millete rağmen ve bir anlamda ‘gizli’ olarak yapılan askerî ve siyasî antlaşmaları hatırlatmak isteriz. Genelde Filistinlileri ve özelde Gazze’yi bombalayan İsrail savaş uçaklarının Konya Ovasında eğitim yaptığı iddiâ ediliyor ki, bu durum “duyulması, gerçekleşmesinden daha kötü” bir durumdur. Her halde, milletten gizlenen başka antlaşmalar da vardır. Askerî anlamda İsrail’e ‘bağlı ve bağımlı’ olmak, ‘doğal gaz’ konusunda Rusya’ya bağlı olmaktan daha kötü olsa gerek.
Türkiye Büyük Millet Meclisinde faaliyet gösteren ve vekillerin üye olduğu “İsrail dostluk grubu”nun çok sayıda üyesinin gruptan istifa etmesi elbette önemli bir adımdır, ama yeterli değildir. İsrail’in yaptıkları karşısında ‘tepki’ olarak istifa eden milletvekilleri bir adım daha atarak İsrail ile yapılan gizli ya da açık her konudaki antlaşmaları TBMM gündemine taşımalı ve bu antlaşmaların yeniden gözden geçi-rilmesini sağlamaya çalışmalıdır.
“Hava ve yol şartları sebebiyle böyle bir çalışma yapılamaz” deniliyorsa, o zaman milleti yanıltmaya da gerek yok. “Eh, ne yapalım. Terörle mücadele için aleyhimizde de olsa bu antlaşmaları devam ettirmek durumundayız” deniyorsa o zaman bu ‘gerçek’ de millete anlatılsın.
Kamuoyuna hitaben ‘cesaretle’ söylenen sözler, kapalı kapılar ardında da söylenemiyorsa bir anlamı olmaz. Bir yandan İsrail’in savaş uçaklarına ‘benzin’ taşıyıp, öte yandan da katliâmlardan şikâyet etmek inandırıcı olmaz.
02.01.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Zulme rıza zulümdür |
|
Gazze’ye bir kez daha ölüm yağdıran İsrail, gerekçe ve bahane olarak Hamas’ın veya oradaki diğer Filistinli örgütlerin attığı füze ve roketleri gösteriyor. Ama hiç alâkası yok. Gazze tarafından atılan füzelerin İsrail’de yol açtığı zayiatla, İsrail operasyonlarında can veren Filistinli sayısı arasındaki uçurum, kurulmak istenen bu bağlantıyı temelden çökertiyor.
Kaldı ki, Filistinlilere yönelik İsrail vahşeti, Hamas yokken de hep vardı. Çünkü 1948’de katliâmlar üzerine bina edilen İsrail devleti, o gün bugündür katliâmlarla yola devam ediyor.
İsrail’in gerçekleri ters yüz etme, saptırma, demagoji yöntemleriyle işlettiği “mantık” bu. Yaptıklarının sorumluluğunu hep başkalarına atıp kendisini “temize çıkarmak.” Hem vurmak, hem de “Ne vuruyorsun?” diye kafa tutmak.
Son İsrail operasyonlarını mazur göstermek veya en azından İsrail’e yönelik tepkileri hafifletmek için bir kez daha bu mantığa başvuruluyor.
Güya mahcup bir eda ile “Masum sivillerin ve çocukların öldürülmesi elbette ki üzücü” denildikten sonra, “ama” diye devam edilerek, “Hamas da ateşkese uymayarak, roket fırlatarak ve çocukları kalkan gibi kullanarak İsrail’i bu operasyona mecbur ediyor” noktasına geliniveriyor.
Elbette ki, Hamas’ın da büyük yanlışları var.
Ama o yanlışların hiçbiri İsrail vahşetini haklı göstermek için kullanılamaz. Nerede Hamas’a atfedilen ve çoğu karavana olarak boşa giden Filistin roketleri; nerede İsrail’in her biri hedefini vurarak onlarca çocuğu ve yüzlerce sivili katleden öldürücü füze saldırıları! Kıyası kabil mi?
Kaldı ki, “Ortadoğu’ya barış ve demokrasi getirme” iddiasıyla yürürlüğe konulan BOP’un açıklanan hedeflerine uygun olarak, Filistin halkının oylarıyla sandıktan çıkan Hamas’ı daha ilk günden red ve tecrit edip, bakan ve milletvekillerini karga tulumba zindana tıkan, İsrail değil mi?
Güya çekilip işgaline son verdiği Gazze’yi insafsız ve amansız bir ekonomik ambargo ile gıdasız, yakıtsız, elektriksiz, ilâçsız... bırakarak tam bir açık hava hapishanesine çeviren, yine İsrail...
İsrail devletinin kurulduğu 1948’den bu yana altmış yıldır devam eden bir zulüm söz konusu.
Katliâmlarla, işgallerle, ekonomik ambargolarla sürdürülen bu zulüm, vatanları, hayat hakkı başta olmak üzere bilumum temel hak ve hürriyetleri ellerinden alınan mazlûm Filistinlileri tam bir çaresizliğin içine sürüklemiş durumda.
“Filistin dâvâsı” adına izlenen yanlış yöntemler ise, Filistinlileri kurtarmak bir tarafa, İsrail mezaliminin daha çok şiddetlenmesini netice verdi.
Filistin örgütleri senelerce sosyalist Arap milliyetçiliğini esas alan bir yaklaşımla ve sadece silâhlı mücadele yöntemiyle arz-ı endam ettiler.
Ama olmadı ve sonunda daha gerçekçi bir çizgiye yönelmek zorunda kaldılar. Bu arada Filistin halkında farklı bir gelişme kendisini gösterdi. Sosyalist Arap milliyetçiliğinin yanlışlığını gören Filistinliler kurtuluşu İslâma dönüşte görmeye başladılar. Bu yöndeki şuurlanma süreci Hamas hareketinin kuvvetlenip taban bulmasını sağladı.
Ancak Hamas da İsrail’le mücadele yönteminde, diğer Filistin örgütlerinin evvelce düştükleri tuzaklara düştü. İntihar eylemleri ve roket saldırılarıyla İsrail’in hakkından geleceğini zannetti.
Dahası, Filistin’de ilk kez seçimle iktidar olduğunda, bu fırsatı, diplomatik ataklarla dünyanın en azından bir kısmının desteğini almak için gerektiği gibi değerlendiremeyip, İsrail’in kendisine karşı daha katı şekilde uygulamaya devam ettiği tecrit politikasını bozma becerisini gösteremedi.
Yalnızca, son dönemde, dinen de caiz olmayan intihar eylemlerine son verdi. Ama karavana roket saldırılarını sürdürdü. Ya da kontrol edemediği grupların bu tür eylemlerini engelleyemedi.
Ancak dediğimiz gibi, bunların hiçbiri İsrail vahşetine ve hunharlığına hak verdiremez. Ve İsrail barbarlığına göz yumarak, ona doğrudan veya dolaylı destek veren tavrı mazur gösteremez.
Çünkü zulme rıza göstermek de zulümdür...
02.01.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şükrü BULUT |
Siyasal İslâmın gölgesindeki Filistin |
|
Filistin İslâm dünyasının yaralı böğrüdür. Dışardan gelen en küçük bir darbenin acısını önce orada hissederiz. Mutlaka kadere fetva veren işlerimizle bu ıztıraba dûçar olmuşuz. Enbiya beşiği Filistin´e gelen darbeler yalnızca Müslümanları inletmiyor. İnsaniyetini henüz yitirmemiş Yahudiler başta olmak üzere, Hıristiyanlar, insaniyetperverler ve Müslümanlar Filistin ıztırabıyla birinci derecede alâkadardırlar. Dört boyutuyla Filistin´i şu dar çerçevede ele almak elbette mümkün değildir. Tarihî katliâmlar, tehcirler ve Filistin dâvâsını müdafaa edenlerin başlarına gelen felâketler başlı başına bir “Filistin tarihi” oluşturuyor. Osmanlıya Nili örgütüyle ihanet eden Yahudilerin becerisiyle kaosa yuvarlanan Filistin´in kurtuluşa en yakın olduğu dönemler, Yaser Arafat´ın son dönemleri olmuştu. Hz. Musa'nın (a.s) arz-ı mev´uda bir atımlık taş mesafesi kadar kalmışken süreç, mâhut komiteler maalesef barış karşıtlarına yardım etti.
İbrahimî dinler için mukaddes sayılan bu toprakların barış dâvâsı yalnızca Müslümanlara ait değildi. Ehl-i Kitap dünyasını dışlayarak Filistin dâvâsı hal olmazdı. Dünyanın hürriyet ve demokrasiye koşan tavrı çözüme yardımcı olacakken, tarafların basiretsizliği veya Filistin´i siyasetlerine alet etme sevdası, Filistin yollarındaki barışı defalarca yaraladı.
Dini siyasete alet edenlerin İslâm dünyasına getirdikleri felâketlerin yeniden yazılıp tahlil edilmesi gerekiyor. Din adına parti ve teşkilât kurarak iktidara yürümenin felâketini yalnızca Türkiye yaşamıyor bugün. Türkiye kadar Cezayir, Mısır, Hama ve Humus ile Pakistan da yaşadı. Denilebilir ki İslâm âlemini ateşe veren global dinsiz cereyanlar, kuvvetlerini söz konusu “siyasal İslâm hareketlerinden” alıyorlar. Bir Humeynî ile bütün İslâm dünyasına ve bilhassa Avrupa´daki Müslümanlara zarar veren “İslâm devrimi”nin analizi henüz yapılmış değildir. İran´dan önce de dinin siyasete alet edilmesi hadisesi vardır.
Kökenleri asırlar öncesine uzanan bu hastalığın çaresini Bediüzzaman Hazretleri birçok eserinde izah ediyor. Reçetesini 1909´lardan itibaren yazmaya başlamış ve vefatına yakın zamana kadar da ikaza devam etmiştir. Fakat onu okuyan bir kısım dindarlar, ya anlayamadıkları için veya menfaatlerine ve heveslerine mani olması cihetiyle Üstadın o cihetini karartmaya gittiler ve gidiyorlar.
İşte Türkiye´nin derdi bu. Türkiye´nin bu derdi bitmeden de Filistin´in gözyaşları durmaz. Bugünkü iktidarın “siyasal İslâmın” devamı olduğunu kabul etmeyenler yalnızca kendilerini bu partiye endekslemiş bir kısım dindarlar değildir. Onlar kadar, kökleri Amerika, Kanada, İngiltere ve Hollanda´ya uzanan gayr-ı müslimler de AKP´nin siyasal İslâmla ilişkisinin olmadığını iddia ediyorlar. Peki bu iddiayı bilimsel olarak tartışmaya açtınız mı?
Dini siyasete alet edilmesi fevkalâde yanlış bir hadise idi. Kudüs´ün de siyasete alet edilmesi o kadar yanlıştı. 28 Şubat tankları bir “Kudüs gecesi”nin ardından Sincan sokaklarında yürümüştü. Tıpkı Ahmed-i Necad üslûbuyla birileri hürriyet ve demokrasi karşıtlarını dâvet etmişti. Filistin meselesini insanlığın ve bilhassa Avrupa´nın bir meselesi haline getiren üslûbu kimler Filistinlilere terk ettirdiler, bilemiyoruz. Fakat Amerika´dan İspanya ve İskandinavya´ya kadarki coğrafyalarda insaniyet ve Nasraniyet adına müdafaa edilen Filistin´in Ahmed-i Necad´a sığınır hale getirilmesi bir başka felâket değil midir?
Filistin´in gözyaşına ihtiyacı yok. Akla, hikmete ve ferasete ihtiyacı var. Maddî roketler ve füzeler Filistin´e gözyaşı getirmiştir. Filistin yalnızca kendi topraklarında kurban vermedi ve vermiyor. İsveç Dışişleri Bakanı Anna Maria Lind´i de burada saygıyla anmak gerekir. İsveç ve Norveç gibi ülkelerin Filistin için verdiği mücadeleyi Mısır´ın verdiğinden şahsen şüpheliyim. Buradaki ölçü siyaset ve diplomasi düzeyindeki çalışmalardır. İnsaniyetperver Avrupa´nın dâvâ olarak kabullenmeye başladığı Filistin meselesini Erbakan, Ahmed-i Necad ve Tayyip Erdoğan´ların tekeline vermeye çalışan zihniyetin sorgulanması lâzım. Hayatının son zamanlarında Filistin için çabalayan Jimmy Carter ile yeni başkan Obama´nın yollarını kapatmak isteyenlerin hedefe ne ölçüde yaklaştıklarını önümüzdeki günler gösterecektir.
Ancak Amerika´da yaşayan ve global çeteye katılmış Musevîlerin İsrail´e yalnızca zarar verdiğini haykıranların sayısı artıkça, kaos ve terör yanlılarının işleri zorlaşacaktır. Filistin şehitleri de kurutuluş yolunu açmışlardır, diye duâa ediyoruz. Fakat asıl mesele, asrın müceddidini dinleyerek felâketsiz yürüyebilmek değil midir?
02.01.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mehmet KARA |
Dünyanın yeni yıldaki imtihanı |
|
Dünya yeni bir yıla “katil devlet” imajını pekiştiren İsrail’in Gazze’de yaptığı katliâmlarla girdi.
İsrail geçtiğimiz Cumartesi günü başlattığı Gazze katliâmına devam ediyor. 400’e yakın ölü, 2 binin üzerinde yaralı olduğu söyleniyor. İsrail, arkasına hamisi ABD’yi alarak dünyadan gelen tepkilere aldırmadan camileri, okulları, hastaneleri, insanların yaşadığı evlerini bombalıyor, bebek, çocuk, yaşlı, kadın demeden vuruyor. Filistinli doktorların açıklamalarına göre hastanelerde vücudunda çizik dahi olmayan yüzlerce hasta bulunuyor. Yani, İsrail ya kendi yapımı, ya da ABD’den aldığı ve şu anda gizli tutulan bir silâhı Gazzeli masum insanlar üzerinde deniyor.
Birleşmiş Milletler’den saldırıların durdurulması için 3-4 kez uyarı yapmasına rağmen saldırılarına devam ediyor. ABD hariç Filistinlileri suçlayan bir ülke olmamasına rağmen dünya kınamakla kalıyor. Elbette kınanacak, protestolar yapılacak. Bunun yanında da bazı yaptırımlarla İsrail'in cezalandırılması da gerekiyor. Şımarık, dünyayı takmayan İsrail’in cezasız kalmaması dünya barışı için gerekli.
Ortadoğu, Avrupa ülkelerinde ve dünyanın pek çok ülkesinde halk ayakta, ama idareciler sessiz. Herhangi bir yaptırım konusunda harekete geçmekte gecikilirken, yüzlerce Filistinlinin kanı dökülmeye devam ediyor.
Ehud Olmert’in 22 Aralık 2008’de Türkiye’ye yaptığı ziyaret öncesinde saldırı plânlarının yapılmış olduğunun ortaya çıkması Türkiye’yi zor durumda bırakırken, “kandırılmış” pozisyona düşürdü. Çünkü 5 saat gibi uzun bir süre Erdoğan-Olmert görüşmesinin ardından “verimli ve kapsamlı bir görüşme gerçekleştirildiği” söylenmişti. Cumhurbaşkanı Gül ve Erdoğan’a “Abluka sebebiyle Gazze’de insanî kriz yaşanmayacak” sözünü verdiğini İsrail’in Ankara Büyükelçisi açıkladı. Olmert ülkesine dönmesinin üzerinden beş gün geçmesinin ardından da katliâma başladı. Belki de bu kandırılmış duygusu yüzünden İsrail’e en sert -haklı- tepkiyi başta Başbakan Erdoğan gösterdi.
Erdoğan, İsrail’in katliâmlarına son verdirmek, bölge ülkelerinin bu konuda birlikte hareket etmesini sağlamak amacıyla önce Suriye ve Ürdün, dün de Mısır’a bir ziyaret yaptı. Yarın da Suudî Arabistan’a gidecek. Yerinde bir teşebbüs, ancak sonuç alınabilir mi önümüzdeki günlerde göreceğiz.
İslâm dünyası yeni yeni adımlar atmaya başlıyor. “İslâm dünyasında birlikte hareket etmeyi sağlamak” amacıyla Arap ligi bugün, İslâm Kalkınma Örgütü de yarın toplanacak. Yani, katliâmının üzerinden 7-8 gün geçtikten ve o kadar masum insan öldükten, Gazze’de camiler, okullar, evler yıkıldıktan sonra!
Türkiye’nin kısa vadede yapması gereken yaptırımlar var. Öncelikle İsrail’le yapılan “işbirliği antlaşmaları” iptal edilmeli, ya da dondurulmalı. Başta hava kuvvetleri ile yapılan 140 milyon dolarlık antlaşma olmak üzere bütün ticarî ve askerî antlaşmalar iptal edilmeli.
550 milletvekilinin olduğu TBMM’de 350’nin üzerinde üyesi bulunan Türkiye-İsrail Parlamentolararası Dostluk Grubu’ndan 250’ye yakın üye istifa etti. Diğer üyelerde istifa etmeli, grup toptan feshedilmelidir. “Sivilleri öldürdüğümüze üzgünüz” gibi garip bir savunma yapan İsrail’in Ankara Büyükelçisi Gabby Levy ülkesine gönderilmeli, Türkiye’nin İsrail büyükelçisi de acilen çağrılmalı. İsrail malları boykot edilmeli…
Dünyanın acilen yapması gereken ise, BM sadece kınamakla kalmamalı, sert yaptırımlar getirmeli. Madem, dünyanın en büyük katliâmı olduğu söyleniyor. Başta İsrail Başbakanı Ehud Olmert olmak üzere, Şubat ayında yapılacak seçimlerde başbakan olmak için yarışan, Dışişleri Bakanı Tzipi Livni ve Savunma Bakanı Ehud Barak savaş suçlusu ilân edilmeli ve yargılanmalı. Bütün bunların yanında ilâç, gıda yani insanî yardımlar içinde bombalardan kurtulan Filistinlilerin ölmemesi için acele edilmeli…
İsrail, kurulduğu günden beri hep kan ve gözyaşına sebep oldu. Dünya bu uru temizlemedikçe İsrail katliâmlarına devam edecek. Önce bu sorunun adını doğru koymak gerekir. Ortadoğu’daki sorun İsrail sorunudur, İsrail’in işlediği katliâmlardır. Bu sorun bir an evvel -ABD’ye rağmen- çözülmelidir.
Şimdi sözün bittiği noktadayız. Dünya insanlık daha fazla ölmeden harekete geçmezse 4 yaşındaki oğlunun ölümünü gören annenin, “Ahmet oyun oynarken öldü. Onun suçu neydi?” ya da 9 yaşındaki oğlu ölen annenin “Onun günahı neydi?” sorularına kimse cevap veremeyecek. İnsanlık Gazze de büyük bir imtihandan geçiyor ve bu imtihanı kaybetmemeli.
02.01.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Nejat EREN |
Bir son şahidin anlattıkları |
|
eçen hafta sonu Afyonlu dostlarımızın “seminer” dâveti üzerine gittiğimiz Afyonkarahisar ilinde bir son şahitle mülâki olduk. Seksen bir yaşındaki İsmail Hakkı İzmirli’yle kısa bir röportaj yaptık. Üstad ve Risâle-i Nur’a olan ilgi, bağlılık, hayranlık ve takdirlerini sizlerle paylaşmak istedim.
İsmail Hakkı İzmirli, Afyon 1927 doğumlu. Mesleği şoförlük. Yıllarca otobüs şoförlüğü yapmış ve gazete dağıtımında çalışmış. Tam bir Anadolu delikanlısı ve fedakârı. Hayatın çeşitli kademelerinden ve çarklarından geçmiş. Hâlen Afyon’da ikamet ediyor. Üstad hapisteyken o da hapse düşmüş. Birkaç ay orada kalmış. Ve hapiste müdür odasında kâtiplik yapmış. Bundan dolayı Üstad’la ilgili birçok olayı resmî kaynaklardan bizzat dinleme fırsatı bulmuş. Seksen küsûr yaşına rağmen maşaallah gençliğini ve dinçliğini muhafaza ediyor. Üstadın yaşantısından ve halk üzerinde meydana getirdiği müspet havadan çok etkilenmiş. Hâlâ bunun heyecanını hissedip yaşıyor. Üstada olan hayranlık, saygı, hürmet ve muhabbetini gizlemiyor.
n Üstadın adını, ilk olarak kimden, nerede ve nasıl duydunuz?
1951 yıllarında küçük bir dâvâdan, arkadaşlarımdan birinin akrabasının yönlendirmesi ve ihbarıyla haksız yere Afyon Hapishanesine düşmüştüm. Birkaç ay orada tutuklu kaldım. Orada herkes sitayişle “Bediüzzaman” diye farklı bir insandan ve hocadan bahsediyordu. Tutuklu ve hükümlülerin yanında gardiyanlar da hep ondan bahsediyordu. Gardiyanlardan birisi, Bediüzzaman’ın bir gün odasında olmadığını fark ettiklerini, bu durumu savcıya ve hapishane müdürüne söylediklerini bana nakletti. Savcı ve müdür telâşlanarak Bediüzzaman’ın odasını araştırmaya gelince, bakmışlar ki Üstad odasında. Buna hayret etmişler. Ve bu hadisenin defalarca tekrarlanmış olduğunu da, bana oradakiler nakletmişti. Hatta mahkûmlar arasında: “Bu zat her gün sabah namazını Mekke’de kılıyor” diye çok söyleniyordu. Tutukluluk hâlini Afyon Hapishanesinin revirinde geçirdiğini de gardiyanlardan duydum. Ben Üstadın ismini ilk olarak burada böyle duydum. Kendisini hapishanedeyken görememiştim.
n Üstadı ilk olarak nerede ve ne zaman ziyaret ettiniz?
1952-53 yıllarıydı. Üstadı Emirdağ’ına yolladıklarını işittim. Hapisten çıkınca bu söylenenler ilgimi çekti ve Emirdağ’ına Üstadı ziyaret etmek için gittim. Perşembe günüydü, Cuma’da onu camide görebilirim diye bir gün önceden gittim. Fakat gençlik işte, o gün oradaki şoför arkadaşım beni baştan çıkardı, bizi yedirip içirdiler ve maalesef kendimizi uygun olmayan duruma dûçâr ettik.
Cuma merkez camiine gittik. Müezzin mahallinin yanında namaza durdum. Biraz sonra bir baktım ki, yanımda, başında sarığı, üzerinde cübbesiyle farklı bir adam vardı. Hâlinden Bediüzzaman Hazretleri olduğunu fark ettim. Hemen namazı kılıp dışarı çıktım. Caminin önünde görüp de elini öpmek için bekledim. Fakat baktım Üstad yok.
Hemen evin yanındaki bakkal Mehmet’e koştum: “Beni Üstad’la görüştür” dedim. O da: “Kardeşim, bir sürü insan uzak yerlerden geliyor ama hiç kimseyle görüşmüyor. Aydın, İzmir taraflarından geliyorlar, kimseyi kabul etmiyor” dedi. Ben, “Sen benim ismimi ver, o kabul eder” dedim. Bakkal Mehmet haber gönderdi. Dış kapıdan içeri girince 10-15 metre yürüyorsun. Haber vermişler, görüştük. Hiç tanışmadığımız halde, “Kardeşim İsmail hoşgeldin, sen şoförsün, yolcular otobüsün içersinde çığrışıyorlar. Sen onları bekletme. Ben Afyon'a gelip seni göreceğim” dedi. “İsmail sana yine bir siparişim var. Onlara selâmımı söyle” diyerek birisi kadın, ikisi erkek üç kişiye selâm gönderdi. İsmimle hitap etmesi karşısında şaşırdım. Bir başka konu da, ben o zaman otuz yaşında olmama rağmen elimi öyle bir sıktı ki parmaklarım sanki birbirine yapıştı, elim kopacak sandım. O halde elimin parmakları epey zaman ağrıdı. O ne dinçlik! Ne dinamizm! Aman Allahım! Bu hareket ve tavır da doğrusu hiç unutamayacağım önemli bir konu.
n Üstadı daha sonra ziyaret edebildiniz mi?
Sonra 1955 yılında, yaya olarak Şuhut üzerinden bir ticaret gayesiyle Eğirdir’e giderken, Üstadın Barla’da olduğunu işittim. Onu bir defa daha görmek istedim. Ama kırlara gezmeye gittiğinden göremedim.
1960 yılıydı. Ben o sıra inşaat işi yapıyordum. İstihkakımı almak için evrakları valiliğe imzaya götürüyordum. Bir baktım valiliğin önünde büyük bir kalabalık var. Nedir bu diye ben de yanaştım. Baktım arabasında arka koltukta tek başına oturuyordu. Önde şoför vardı. Ben yaklaştım. Bana Bediüzzaman: “İsmail sana yine bir siparişim var. Onlara selâmımı söyle” diyerek birisi kadın, ikisi erkek üç kişiye selâm gönderdi. Hanımın ismi, Asar’dı. Erkeklerden birisi, Bekir Hoca diye bir adamdı. Öbürünü şimdi hatırlayamıyorum. Onlara selâmları ilettim. Üstadın elini öptüm, bana: “İsmail ben memleketime doğru gidiyorum. Gidiş olur, belki dönüş olmaz” dedi, helâlleşti. Zaten üç gün sonra da vefat ettiği haberi geldi.
n Bediüzzaman ve Risâle-i Nurlar konusunda şimdiye kadar neler duyduğunuz? Nur cemaati hakkında düşünceleriniz nedir, neler söyleyebilirsiniz?
O zaman herkes Bediüzzaman’ı çok seviyordu. Şimdi daha çok seviyor. Fakat o zamanlar maalesef konuşulmuyordu. Zordu, kolay değildi. Bediüzzaman, Osmanlı zamanında müthiş konuşmalar yapmış. Ankara’ya gelmiş, ilk Mecliste bulunmuş. O zaman Mustafa Kemal, Bediüzzaman’a durumun nasıl gittiğini sormuş. Bediüzzaman da milletvekillerinin namaz kılmadıklarına dikkat çekerek, bu durumun iyi olmadığını beyan etmiş. Bu söz üzerine oradan ayrılmak zorunda kalmış. Bediüzzaman’a yapılan bütün eziyetlerin M. Kemal’e dost olmamasından kaynaklandığı ortada. Çünkü biz Afyon halkı olarak biliyoruz ki, M. Kemal’in üç Alisi var. Birisi de bizim ilk milletvekilimiz Ali Çetinkaya. Bu şahsı, buranın halkının çoğu sevmez. Çünkü devrinin tetikçisi olarak bilinir. Meclisteki Ali Çetinkaya, Kel Ali ve hatırlayamadığım diğer Ali hep karanlık işlerin peşinde ve icraatçılarıydılar. Biz bunları hep büyüklerimizden böyle öğrendik.
Ali Çetinkaya, M. Kemal’in kurşun askeri ile çocukluk ve mektep arkadaşı. Şükrü Çelikkalay ile birlikte buradan iki milletvekili Meclise gidiyor. Fakat Şükrü Beyi kaybetmek emri verilmiş. Ali Çetinkaya çocukluk ve mektep arkadaşı olduğu için öldüremiyor. Ama adamı on beş sene evinde göz hapsinde tuttular. Adamcağız bu kadar meşhur olmasına ve vatanına hizmet etmesine rağmen, her gün imza atmaya mecbur edilip göz hapsinde tutuluyor ve maalesef ölünceye kadar da topluma karışmadan köyünde öyle yaşamak zorunda bırakılıyor. Bu halkın dilinde bilinen, sırlı meseleler... Maalesef tarihimizin bu karanlık noktaları içimizde bir ukde olarak kalıyor.
***
Daha anlatacakları çok şey var belki ama şimdilik bu kadarla yetiniyor İsmail Hakkı İzmirli amcamız. Kendisine teşekkür ettik. Perşembe günü bu röportajı yapmıştık. Cumartesi vakfımızdaki seminere davet ettik. Sağ olsun zahmet edip oraya da geldi. Ve dikkatlice sonuna kadar dinledi. İnşallah bundan sonra da dostlarımızla olan münasebetleri devam eder ve âhir ömründe bu dâvâdan hakkıyla nasiplenir.
Sonuç olarak şunu diyebiliriz ki; Bediüzzaman’ın bu memlekete ve bu millete daha ne kadar büyük hizmet ettiğini zaman geçtikçe daha iyi anlayıp kavrayacağız inşallah.
Nezaket, sabır, sebat, haset, kin, garaz, gıybet ve dedikodudan uzak bir yaşayış... Büyük bir dâvâya harcanan asırlık bir ömür... Müthiş bir tevhid inancı ve kadere teslimiyet... Her türlü insana karşı aşırı bir sevgi, hassasiyet, saygı ve muhabbet...
Daimâ dinç, bitmeyen bir enerji, aksiyoner bir beyin ve ruh... Prensiplerden şaşmayan bir akıl, semâvîliği hep öne çıkaran bir kalp ve ruh!
İşte Bediüzzaman gerçeği ve imrenilecek saadet ve huzur kaynağı, manzumeler yumağı bir gerçek hayat....
Ruhu şâd, mekânı Cennet olsun. Onun yolundan gidenler de onun gibi sahabe mesleği bir hayat yaşasınlar inşaallah.
02.01.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
Şaban DÖĞEN |
Ahdi bozmama gayreti |
|
Dünya bir imtihan salonudur. Bezm-i Elest’te, ruhlara yöneltilen, “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” sorusuna, “Belâ” ile, yani “Evet, Sen bizim Rabbimizsin” diye cevabını veren insanoğlunun dünyadaki imtihanı bu söze sadakat gösterip göstermeyeceğinin ortaya çıkarılmasından başka birşey değildir.
Her insan Allah’a kul köle olarak bu ahde ya bağlılığını gösterecek, ya da o bağı koparıp nefsinin esareti altına girecektir.
Bir de imana, Kur’ân’a hizmet gibi yüce bir dâvâya sadakat ahd ve sözü var. İmanda mesafe kaydeden insan gerek söz ve gerekse hareketleriyle bu görevi üstlenir. Böyle insanlar Allah’ın seçilmiş insanlarıdır. Aklen, ruhen, kalben Allah’ın dinine hizmet etme gibi yüce bir gayeye yöneldikleri için bunu bir mânevî istihdam olarak görür, Muhammed Sûresi’nin yedinci âyetinde belirtildiği gibi Allah’ın dinine hizmet ettikleri için O'nun yardım ve himayesine mazhar olurlar.
Madem hizmet, Allah’ın dinine hizmettir. O'nun adının yüceltilmesi, dininin yayılması için çaba sarf etmektir. Elbette Allah, Kendi dinine hizmet edenleri sırt üstü bırakmayacak, her yerde her zaman onlara himayesini gönderecektir. Yeter ki kişi ahdini bozmasın.
Bu asırda Kur’ân’ın hakikî, kuvvetli ve tesirli bir tefsiri olan Risâle-i Nurlar yoluyla dine, imana hizmet de hiç şüphesiz büyük bir ihsan-ı İlâhîdir. Bu istihdamı, “Kat’î kanaatim geldi, bizler bir inayet altında, gayet ehemmiyetli bir hizmette ve ihtiyar ve iktidarımız haricinde bir dest-i gaybî tarafından istihdam ediliyoruz”1 şeklinde ifade eden, bunu çeşitli vesilelerle ifade eden bu hizmetin mânevî komutanı Bediüzzaman Hazretleri, bu hizmete kendisini öylesine adamıştır ki, “Eğer başımdaki saçlarım adedince başlarım bulunsa, hergün biri kesilse, hakikat-i Kur’âniyeye fedâ olan bu başı zındıkaya ve küfr-ü mutlaka eğmem ve hizmet-i imaniye ve Nuriyeden vazgeçmem ve geçemem” 2 cümleleriyle anlatır.
Kendisi bu kadar kararlı, metin olan Üstad, talebelerinden de sebat ve metanet, ahdlerini bozmamalarını ister. Afyon’dan hizmet ehli Hüseyin Yesur Ağabeyimizin bizzat Tahir Ağabeyden naklen Üstadın, “Benimle gelen perişan olmaz, benimle gelen arkadaş rûz-i Mahşerde perişan olsa benim sırtımın yükü olsun. Yeter ki o bu daireye olan ahdini bozmasın” dediğini biliyoruz.
Kabrinden öncülüğünü yaptığı hizmetlerinin fütûhatını sürurla takip eden Üstad, dünyada da, ahirette de talebelerine kucak açacağını belirtiyor.
Böyle bir Üstadın rehberliğinde imana ve Kur’ân’a hizmet ne büyük bahtiyarlık!
Dipnotlar:
1- Emirdağ Lâhikası, s. 25.
2- Şuâlar, s. 294.
02.01.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
İman, tevekkül ve terakkî |
|
Ekonomik krizin asıl sebebi, tevekkül ve kanaat krizi değil mi? Tevekkül ve kanaati yanlış anlama krizidir ekonomik krizi doğuran! Tevekkül nedir, çalışmak nedir, kanaat nedir; aralarındaki irtibat nedir?
Tevekkül, sonsuz isim ve sıfatlar Sahibi Kadîr-i Mutlak’a güvenmektir. Dolayısıyla direkt iman ve ekonomi ile de ilgili. Daha açık bir ifadeyle, mü’min, İslâma lâyık tevekkülü yaptığı nisbette ilerler, yükselir, zenginleşir.
İslâm âleminin maddî yönden geri kalmasının sebeplerinden birisi, tevekkülün yanlış anlaşılması ve tembellik döşeğine düşülmesidir. Tevekkül nedir; mü’min nasıl tevekkül etmeli; tevekkülün iman, kader ve dolayısıyla ekonomiyle ne gibi bağlantıları vardır?
Tevekkül ile tembellik arasında ince bir perde var, birbiriyle karıştırmamalı. Dünya hayatının her safhasında sebeplere müracaat edip gerekli şartları yerine getirdikten sonra neticeyi Müsebbibü’l-Esbâb olan Sani-i Hakîm’den beklemeye tevekkül denir. Bunun aksi tembelliktir.
Bediüzzaman’ın orijinal ifadesiyle, “Tertib-i mukaddematta tefvîz tembelliktir; terettüb-ü neticede tevekküldür” 1 şeklinde vecizeleşmiştir. Yani, çalışma yapmadan, İlâhî kanunlara, sünnetullaha, sebeplere müracaat etmeden işi Allah’a havale etmek tevekkül değil, tembelliktir. Âlemlerin Rabbi olan Allah’ın tabiata, fıtrata koyduğu kanunlara sebeplere müracaat ettikten; gerekli şartları yerine getirdikten sonra sonucu Allah’tan beklemek tevekküldür. Kâinattaki düzen, kanunlar ve hikmet, sebeplere uymayı gerektirir.
Şu halde tevekkül, Allah’a imân derecesine göre kuvvet kazanır. Kadere imân, tevekkül neticesidir. Kur’ân’da pek çok kere, “Sen, ezelî ve ebedî hayat sahibi olan ve kendisine ölüm asla ârız olmayan Allah’a tevekkül et ve O'nu hamd ile tesbih et” 2 meâlinde pek çok kere tekrar edilir. Burada hassasiyet gösterilmesi gereken husus şudur:
Sebepleri reddetmek gerekmediği gibi, sonuçları onlara bağlamak da doğru değildir. Onlar tesir sahibi değil, sadece bir perdedir. Öyle ise, tesir sahibinin Allah olduğunu, ama onlara da müracaat etmenin farz olduğunu bilmek gerekir.
Dolayısıyla tevekkül, direkt olarak Allah’a, kadere imanla bağlantılı. İman ne kadar güçlü ise, tevekkül de o derece isabetli bilinecek ve onun sonucu da pratik hayata doğru olarak yansıyacaktır.
***
Jack’ın hikâyesi, tevekkül ile tevekkülsüzlüğü ne güzel anlatır: Dik bir yamacın kenarından yürürken kayar ve derin uçuruma açılan kayaların arasındaki sıkışmış bir dala yapışır.
‘İmdaat! İmdaaat! Yukarıda kimse var mı? İmdaaat, yardım edin...’ diye bağırmasına rağmen kimse onu duymaz. Tam vazgeçmek üzeredir ki, hatiften bir ses duyar:
“Ben senin Rabbinim Jack. Ben her yerdeyim.”
“Rabbim, Allah’ım lütfen yardım et. Sana söz veriyorum beni buradan kurtarırsan artık günah işlemeyeceğim. Çok iyi bir insan olacağım ve hayatımın sonuna kadar sana hizmet edeceğim. Allah’ım ne istersen yaparım, ne yapmam gerekir?”
“Dalı bırak gitsin!”
“Nasıl?”
“Bırak dalı gitsin dedim Jack. Güven bana. Bırak gitsin!” Uzun bir sessizlikten sonra Jack:
“İmdaat! İmdaat! Yukarıda başka kimse yok mu?”3
İşte kimi zaman kendimizi Jack gibi hissettiğimiz ve bizden istenenleri yapmadığımız anlar tevekkülsüzlüğümüzdür…
Dipnotlar:
1- Mektûbât, s. 461; 2- Kur’ân, Furkan 58, Şuarâ 217, Neml 79, Ahzâb 3, Ahzâb 48, Teğabûn 13; 3- Çeviren/Cemal Karabel/Karakalem/28.01.2004.
02.01.2009
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Rusya, Yeşilköy ve 13 rakamı |
|
Adına "93 Harbi" denilen Osmanlı–Rus savaşı (1877–78), Rusya'nın üstünlük sağlamasıyla neticelendi.
Kafkaslar ve Balkanlar'dan sarkarak Osmanlı mülkünün çok geniş bir parçasını istilâ eden Rusya, ilerlemeye devam ederek, sonunda İstanbul'un sınır noktasına kadar gelip dayandı. 1878 yılı başlarında, o zamanlar Ayastefanos denilen Yeşilköy'e kadar geldi ve burada askerî karargâh kurdu. İstanbul'a girmesine ramak kalmıştı.
Rus karargâhı ile hükûmet ve hilâfetin merkezi olan İstanbul arasındaki mesafe, kuşbakışı 13 kilometredir.
O tarihteki Rus istilâsını bu noktada durduran iki önemli sebep var.
Birincisi: Avrupa'nın Rus ilerlemesinden tedirgin olmasıyla harekete geçmesi. Başlangıçta Rusları Osmanlı aleyhine kışkırtan İngiltere'nin başını çektiği bazı Avrupa devletleri, bir noktadan sonra—ancak yine kendi menfaatlerini ön planda tutarak—Rusya'yı durdurmaya çalıştılar.
İkincisi: Mevlâna Halid–i Bağdadî'nin geniş bir coğrafyaya yayılan binlerce mürid ve talebelerinin Rusya'ya karşı cihad ruhuyla harekete geçmesi.
Üstad Bediüzzaman, âhirzamanın başlangıcı mânâsında yorumladığı bu tarihî hadise ile ilgili olarak, Birinci Şuâ'daki 28. Âyetin tevili kısmında şu ifadeyi kullanıyor: "O tarihte (1877–78) Avrupa kâfirleri devlet–i İslâmiyenin nurunu söndürmeye niyet ederek on sene sonra Rusları tahrik edip Rus’un ’93 Muharebe–i Meş’umesiyle âlem–i İslâmın parlak nuruna muvakkat bir bulut perde ettiler. Fakat bunda Resâili’n–Nur şakirtleri yerinde Mevlâna Halid’in (k.s.) şakirtleri o bulut zulümatını dağıttıklarından, bu âyet bu cihette onların başlarına remzen parmak basıyor... Şimdi hatıra geldi ki, (...) bundan bir asır sonra zulümatı dağıtacak zatlar ise, Hazret–i Mehdînin şakirtleri olabilir. Her ne ise... Bu nurlu âyetin çok nuranî nükteleri var."
100 yıl sonra yine Yeşilköy ve 13 rakamı
Gariptir ki, Yeşilköy'de noktalanan 93 Harbinden tam tamına 100 sene sonra, yine aynı mevkide, yine Rusya ile bağlantılı ve yine 13 rakamı tevafukatıyla siyasî mühim bir hadise daha yaşanır.
Bu hadisenin halk arasındaki ismi ise, "Güneş Motel Hükümeti"dir.
Mâlum, 1977 yılının Haziran ayı başlarında genel seçimler yapıldı.
Bu seçimde iki parti, AP ve CHP kıyasıya bir yarış halindeydi. Ayrıca MSP ve MHP de üçüncü ve dördüncü sırada geliyordu. Sandıktan çıkan oyların ve seçilen milletvekillerinin partilere dağılışı şu şekilde neticelendi:
CHP: % 41.38 oy ile 213 milletvekili
AP: % 36.88 oy ile 189 milletvekili
MSP: % 8.56 oy ile 24 milletvekili
MHP: % 6.42 oy ile 16 milletvekili
Toplam 450 milletvekilliğinin geri kalan kısmını ise bağımsızlar ve küçük partiler kazandı. Buna göre, hükümet kurabilmek için, asgari 226 milletvekilinin oy desteği gerekiyordu.
CHP lideri Ecevit, partisi seçimden birinci çıkmasına rağmen, ne kadar uğraştıysa da yeterli desteği sağlayamadı ve hükümeti kuramadı. Çünkü, 226'yı bulmak için, 13 üyenin oyuna daha ihtiyacı vardı.
Bu sebeple, mecburiyet tahtında Demirel'in başbakanlığında II. Milliyetçi Cephe hükümeti kurulmuş oldu.
Ne var ki, Ecevit ve taraftarları bu vaziyeti içlerine sindiremedi. Her yolu deneyerek, hükümeti indirmeye çalıştılar. Sonunda da buna muvaffak oldular.
1977 yılı Aralık ayında Yeşilköy yakınlarındaki (Florya'daki) Güneş Motel'de AP üyesi bazı milletvekilleriyle gizli görüşmelerde bulunan Bülent Ecevit, neticede onları iğfal ederek partileriyle yollarını ayırdı.
İçlerinde, sonrada yolsuzluktan hüküm giyen Tuncay Mataracı'nın da bulunduğu 11 AP milletvekili partilerinden ayrılarak bağımsız oldular.
Aynı milletvekilleri, kısa bir süre sonra hükümete verilen gensoruyu destekleyerek II. MC hükümetini düşürdüler ve Ecevit'in kuracağı yeni hükümeti destekleyeceklerini deklare ettiler.
Ecevit, 2 Ocak 1978'de yeni kabineyi kurdu. Bu kabinede, AP'den apartılan milletvekillerine birer bakanlık makamı peşkeş çeken Ecevit, 213+13= 226'yı bularak, Meclis'ten gerekli olan güvenoyunu almayı başardı.
AP lideri Demirel, bakanlık karşılığı olarak partisinden adam ayartarak hükümet kurulmasını siyasî yönden etik bulmadığını ilân ederek, yeni hükümete şu ismi koydu: Motel hükümeti.
Ayrıca, Bülent Ecevit'e de bu dönem itibariyle bir kez olsun Başbakan demeyip, her defasında ondan "hükûmetin başı" diye bahsetti.
İstikrar büsbütün bozuldu
Ecevit'in kurduğu hükümet, zaten yamalı ve arızalı bir hükümet idi. Hem gayr–ı ahlâkî bir yöntemle kurulmuştu, hem de sayı itibariyle bıçak sırtında duruyordu.
Bu siyasî zaaf sebebiyle, zaten hassas dengeler üzerinde yürüyen memleket meseleleri iyice sarpa sarmaya başladı.
Meselâ, temel ihtiyaç maddeleri hızla tükenmeye yüz tuttu. Bu yokluk sebebiyle uzayan kuyruklar, vatandaşı çileli bir hayata mahkûm etti. Benzinden gıdaya, hemen herşey karaborsa oldu.
Aynı şekilde, asayiş denen birşey de kalmadı. Anarşi azdıkça azdı. Kanlı Maraş ve Çorum hadiseleri tüm Türkiye'yi dehşete düşürdü.
Sıkıntı baştan aşınca, Ecevit de hükümeti bırakıp kaçmak için fırsat kolladı. En büyük fırsat, yahut bahane, Ekim 1979'daki ara seçimleriyle ortaya çıktı. Sandıkta, CHP hezimete uğrarken, AP çok büyük bir zafer kazandı.
Ecevit, seçimlerin neticesi daha netleşmeden ve resmî sonuç henüz ilân edilmeden hükümetinin istifasını vererek, yeni bir azınlık hükümetinin kurulmasına sebebiyet verdi.
Memleket meselelerinin düzelebilmesi için, erken genel seçime gitmekten başka çare kalmamıştı.
Erken genel seçim bütün şiddetiyle gündeme tam getirilmeye çalışılıyordu ki, 12 Eylül (1980) darbesi yapıldı ve siyaset mekanizması bir kez daha "sil baştan"a döndü.
02.01.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Halil USLU |
Dünya gençliği ve çıkış yolları |
|
Uzun yıllar önce kurulan ve kurulduğu günden beri başta Müslümanlar olmak üzere bütün insanlık âlemine geniş çerçeve içinde hizmet veren Risâle-i Nur Enstitüsü’nün cevval ve kahraman yetkilileri ve eğitim komisyonları, İstanbul’da üniversite gençlerine “Risâle-i Nur Işığında Dünya Gençliği Önündeki Engeller ve Çıkış Yolları” başlıklı bir konferans vermemi istediler. Hollanda’daki “18 günlük istihdam” dönüşü Mevlânâ ihtifalindeki can dostlarımıza birlikte olduk. Ardından gelen teklifle kendimizi İstanbul’daki ağabey ve kardeşlerimizin hizmet ve muhabbet mekânları olan Güneşli’de, Üsküdar’da, Eyüp’te, Süleymaniye’de ve Beşiktaş’ta bulduk.
Evvelâ; dünya gençliğinin her şekliyle tesbiti ve bilinmesi lâzım. Çünkü 15-20 yıl sonra o ülkelerin ve dünyanın patronları, idarecileri, yöneticileri onlar. Dünya Sağlık Örgütü’nün yaptığı son tesbite göre; dünyada günde 400 bin kişi doğuyor ve yine yılda 56 milyon kişi çeşitli sebeplerden dolayı vefat ediyor. Ayrıca dünya nüfus teşkilâtının tesbitine göre; 2008 Şubat’ında dünya nüfusu 7 milyara ulaştı. Bu büyük dünya ailesinin 2 milyar genci okuyor. Yüzde 48’i İngilizce konuşuyor. Türkiye’nin üçte biri okuyor. 92 üniversitede açıköğretimle birlikte 3,5 milyon ve 70 bin lise dengi okulda 16 milyon civarında evlâdımızla, takriben 20 milyonu okuyor.
Uzun zamandır üzerinde çalıştığım gençlerimizin önünde çok büyük engeller, günahlar, çukurlar vardır. Masum doğan dünya gençliği, masumiyeti önündeki engellerle kendi nefis ve idraki içinde boğuşuyor ve yeni hayatının çizgilerini kendi iradesi ile çiziyor. 20 küsûr tesbitimin içinde; menfî çevre, menfî medya, müstehcen yayınlar, kötü arkadaş, sağlıksız din eğitimi, kötü alışkanlık, öfkeye kapılmak, genel ahlâka aykırı davranmak, suç işlemek, kıskançlık, kin, intikam, cehalet, tembellik, gayesiz ve ideâlsiz bir hayat, macera hevesi ve özentisi, israf ve eğlence düşkünlüğü, karamsarlık ve isyankârlık, münakaşa ve kavga vs. var. 1948’de dakikada 100 tehlike, günah ve engelle karşı karşıya olan insan, 2008 itibariyle 1000 tehlike, günah ve engel ile karşı karşıya. Ve en büyük tehlike, iman ve inanç boşluğu.
Salonu tamamen dolduran, gözlerinin içi gülen ve simaları daima tebessüm eden gençlere, bir konferansçı veya bir seminerciden ziyade bir ebeveyn, bir vatandaş ve bir insan olarak muhatap olup, bu tesbitlerimin bazılarını müşahhas dokümanlarla ve rakamlarla açmaya çalıştım. Onların akıl midesine inmeye, nazarlarını daha müteyakkız hâle getirmeye uğraştım. Bize verilen kısa zaman diliminde ne sığarsa onu satır başları içinde sığdırmaya çalıştık. Her biri bir konu başı olan tesbitleri, İnşaallah zaman seylinde tekrar açmanın ümidindeyim. Zamanlar ve saatler çok mühim, ona saygı duymak da adaptır.
Çıkış olarak; çağımızın Mevlânâ’sı Hz. Bediüzzaman’ın yıllar önce, başta bütün vatan ahalisine ve insanlığa büyük bir şefkat ve mütefekkir ehli olarak, bugünleri görerek takdim ettiği çarelerinin bazılarını mezkûr zaman diliminde aktarmaya çalıştık. Bilhassa 1905 yıllarında ifade buyurduğu “Vicdanın ziyası ulum-u diniye, aklın nuru fünun-u medeniye” ve Haşir Risâlesi’nin Zeyl’indeki mukaddemede dört istinat duvarının çıkış yolları, harika birer tembih yollarıdır. Bunlara bütün dünyanın ve bilhassa eğitim, sağlık, adalet ve içişleri bakanlıklarının ne kadar muhtaç olduğu tesbitlerimizle ortaya çıkmıştır.
Emeği geçenleri; bizlere evlerini, dershanelerini ve salonlarını açanları tek tek ve gönülden kucaklıyor ve tebrik ediyorum. Bizim ardımızdan mûsikînin nağmeleri ise bambaşkaydı. Onları da ayrıca tebrik ediyor ve alkışlıyorum. Bahrilerin, İsmaillerin, Hasanların, Münirlerin, Yusufların, Özsoyların, Yakupların, Sarıların şevkleri beni de şevklendirdi. Hz. Allah yar ve yardımcıları olsun.
02.01.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|