"Gerçekten" haber verir 14 Aralık 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi

adresine bekliyoruz.

 


Hüseyin GÜLTEKİN

Risâle-i Nur’u doğru anlamak



Müntesipleri açısından Bediüzzaman’ı tanımak, onun ulvî dâvâsının esaslarını, hedefini, gayesini doğru bir şekilde anlamaya çalışmak önemli bir vazife olsa gerek. O büyük dâvâ adamının fikir ve düşüncelerini, ideâlini gerçek mânâda öğrenmenin yolu da, onun bütün insanlığın istifadesine sunduğu Nur Külliyatını anlayarak okumaktan geçiyor. Bediüzzaman’ın ideal ve hedefini belirleyen prensip ve düsturların hepsi, hiçbir şüpheye, hiçbir tereddüte yer vermeyecek biçimde bu geniş kapsamlı Külliyat’ta tarif edilmiştir.

Altı bin sayfalık böyle bir dev eseri mütalâa etmek, oradaki hak ve hakikatleri, prensip ve esasları olduğu gibi anlamak ve o doğrultuda yön tayininde bulunmak da, elbette bir çaba gerektirir.

Bediüzzaman’ın dâvâsını dâvâ edinenlerin, Risâle-i Nur’a talebe olmaya talip olanların, onun dâvâsının esaslarını, yine onun tarif ettiği biçimde öğrenmeleri ve o yönde de neşretmeleri, hizmette bulunmaları önemli bir vecibedir.

Yoksa Bediüzzaman’ın fikir ve düşüncelerine uymayan, Risâle-i Nur’daki hak ve hakikatlere, prensip ve düsturlara aykırı bir durum meydana gelmiş olur ki, bunun manevî mes’uliyeti ağır olur. Bu yöndeki bir ihmal, hafife almak gibi bir durum, bu ulvî dâvâda tamiri zor yanlışlıklara ve sapmalara sebep olur ki, bu durum müsebbipleri açısından çok ağır bir mükellefiyettir.

Bu gibi hoş olmayan durumlara sebebiyet veren, bir kasıttan öteye Nur Külliyatı hakkında yeterli bilgiye sahip olmamak veya eserlerdeki mesajları yanlış tevillere tâbi tutmak, bazen de kişi ve cemaatlerin mizaç ve meşreplerinin penceresinden Risâleleri yorumlama yanlışları olsa gerek.

Bilerek veya bilmeyerek bu gibi yanlışlıklara veya yanlış anlamalara sebebiyet veren veya verenler, bir de kendilerini Nur talebesi olarak tanıtıyorlarsa veya umumun kanaati o yönde ise, işte o zaman bu yanlışların ciddiyeti ve bedeli daha bir artıyor.

Bu konuyu gündeme getirmeme sebep olan, bir dostun evinde hususî bir sohbet esnasında, orada bulunan bir zatın, mensubu bulunduğu cemaatin faaliyetlerinden bahsederken, Bediüzzaman’ın vefatından önceki ve sonraki iman hizmetinin seyriyle alâkalı, Risâle-i Nur’un mesleğiyle bağdaşmayan mesnedsiz ifadeleriydi.

İlgili kişiye “Şu söylediklerinizin kaynağını gösterebilir misiniz? Neye dayanarak bunları iddiâ ediyorsunuz, lütfen söyler misiniz?” deyince “Risâlelerde böyle bir şey var mı yok mu bilemiyorum... Bu söylediklerim, bizim kendi görüş ve düşüncelerimiz” diyerek sözünü bitirdi.

Risâle-i Nur’da yeri olup olmadığını bilmeden, Risâle-i Nur mesleğiyle ilgili konuşmanın değerlendirmesini takdirlerinize havale ediyorum.

Ayrıca söyledikleri, aslında Risâle-i Nur’dan azıcık haberdar olan her ehl-i insaf sahibinin, Bediüzzaman’ın fikir ve düşünceleriyle uzaktan yakından ilgisi olmadığını bileceği şeylerdi.

Neticede; ister bilerek, ister bilmeyerek olsun, bu gibi iddiâlarda bulunmak, gerek Bediüzzaman’ın şahsına, gerek Risâle-i Nur’a, gerekse de onun şahs-ı mânevîsine büyük bir saygısızlık ve ağır bir vebaldir.

14.12.2008

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Mü’min duâ ile güçlüdür



Van’dan okuyucumuz: “Duâ ruhumuzda nasıl bir güç meydana getirir? Duâya nasıl başlamalıyız?”

Mü’min ne karamsardır, ne kötümserdir, ne bedbahttır, ne bedbîn! Zîrâ “Bana duâ edin, size cevap vereyim”1 diyen Rabb-i Rahîm’ini, mü’min, her an yanında hisseder.

Bu yüzden mü’min güçlüdür, iyimserdir, ümitvârdır.

Mü’min güçlüdür. Ama bu gücünü asâyişi ihlalde kullanmaz; şiddette, vahşette göstermez.

Mü’min zorda kaldığında ıztırar dilini kullanarak, “kat’î bir ilticâ ile duâ eder. Bir Hâmî-i Meçhûl’üne ilticâ eder. Belki Rabb-i Rahîm’ine teveccüh eder.”2 “Bu nev'î duâ, bir mâni olmazsa dâimâ makbul” olduğundan, mü’min ıztırar halindeyken, elinde “makbul duâ” gibi bir kuvvetin bulunduğunun idrâki içindedir.

Iztırar hâli her zaman meydana gelmeyebilir. Ama bir meydana geldi mi; mü’min, duâ için ellerini bir kaldırdı mı, daha ellerini indirmeden rahmet taneciklerinin bardaktan boşanırcasına döküldüğü ve yeryüzünü eşsiz bir bahara çevirdiği az görülmemiştir.

İşte mü’minin gücü; bütün meşrû sebeplere müracaat ettikten sonra hâlâ ıztırar hali devam ediyorsa elindeki tek gücü budur!

Mü’min ıztırar halindeyken telâşa, korkuya, paniğe yer vermez; şoka girmez. Hâmî-i Meçhûl’üne “duâ” ile ilticâ etmesi gerektiğini bilir, ellerini kaldırır, gönlünü açar, dilinin bağını çözer.

Mü’minin en büyük gücü budur.

Mü’min iyimserdir. Zîrâ her an kendisini Hâmî-i Meçhulünün müşfik kudretinde hisseder. Iztırar hâli ile fazla rencîde olursa sabır, tevekkül ve duâ ile Hâmî-i Meçhûlüne iltica eder. Ve bu iltica ile, “Ve beşşir’is-Sâbirîn” (Sabredenlere müjdele.)3 “Ve beşşir’il-mü’minîn” (Îman edenlere müjdele)4 âyetleri ile müjdelenir. Allah rızâsına nâil olur.

Mü’min ümitvârdır; musîbeti günahların kefâreti, mükâfâtın mukaddimesi görür. Mûsibetten ders alır. Iztırar halini gelecek baharın sancısı, Cennet-âsâ günlerin müjdecisi unvânıyla gözyaşına çevirir. Dilinden ve gönlünden duâyı bir an bırakmaz.

Mü’min ehl-i îmânı kendisine kardeş bildiği için duâlarında ortak eder. Her mü’min diğer mü’minleri duâlarında zikrettiğinde bizahri’l-gayb olduğu için, yani gıyâben ona duâ ettiği için makbul duânın bir şartı daha vücûda gelmiş olur.5

Kabul edilebilir şartlarla arş-ı âlâya yükselen duâ ve gözyaşlarına o yüksek makamın vereceği cevap O’nun hikmetine, izzetine ve maslahatına bırakılmalıdır.

Mü’min dîne gelen musîbeti, asıl ve muzır musîbet olarak algılar. Ve “musîbet-i dîniyeden her vakit dergâh-ı İlâhiyeye iltica edip feryad eder.”6

Dergâh-ı İlâhiyeye ilticâ ederken Kur’ân’ı şefaatçi yapar ve Cevşenü’l-Kebîr’in diliyle şöyle niyazda bulunur: “Yâ iddetî ınde şiddetî, yâ recâî ınde musîbetî, yâ munîsî ınde vahşetî, yâ sâhibî ınde gurbetî... Yâ melce’î ınde ıztırârî” (Ey sıkıntım ânında arkadaşım, ey musîbetim ânında ümidim, ey yalnızlığım ânında dostum, ey gurbetliğim anında sahibim, ey nimetlendiğim anda velim, ey kederim anında ferahlatıcım, ey ihtiyacım ânında yardımıma koşan, ey zor durumumda sığınağım, ey korkum anında yardımcım, ey şaşkınlığım anında yol göstericim!”

Mü’min duâsına, kabul şartlarından birisi olan farz namazından sonra devam eder. Iztırar halinde tesbihâtı içerisinde zikrederken şerlerin def’ini ister. Hâmî-i Meçhulüne iltica eder. İlticâ duasını sabah akşam dilinden eksik etmez.

Evet, beş vakit namazdan sonra tesbihatımızı hazin bir ruh haliyle yapalım. Sanırım ıztırarımızı dile getirmiş ve mûsîbet-i dîniyeden Hâmi-i Meçhulümüze ilticâ etmiş oluruz.

Şu an, ehl-i imanın duâsına muhtaç ne kadar ehl-i iman var. Allah’ım, Kur’ân hakkı için duâlarımızı kabul buyur.

Dipnotlar:

1- Mü’min Sûresi, 40/60

2- Sözler, s. 287

3- Bakara Sûresi, 2/155

4- Ahzâb Sûresi, 47

5- Mektûbât, s. 270

6- Lem’alar, s. 18

14.12.2008

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Mü’minin hâli, ekine benzer



Bir lezzet verse bin elem çektiren, bir üzüm yedirse yüz tokat vuran dünyanın kim zevk ve lezzet diyarı olduğunu söyleyebilir?

Görünüşte mutlu bir hayat süren insanlar bile sıkıntılardan kurtulamazlar. İç dünyaları bir görülse, “İçi beni yakar, dışı da başkalarını” demekten kendini alamaz.

Kısacası acısız lezzet, kabuksuz öz bu dünyada mümkün değil. Sıkıntılarla, meşakkatlerle iç içedir insan hayatı.

Allah Resûlü (asm), mü’minin hayatını ekine benzetir. O ekini rüzgârın sürekli sallayıp durduğunu, kâh yerlere yatırdığını, kâh doğrulttuğunu, belâ ve sıkıntılardan kurtulamadığını bildirir.

Bu demektir ki mü’minin başından sıkıntılar eksik olmaz. Ama o ekin misâli eğilse de doğrulur, asla yıkılmaz, ümitsizliğe, kötümserliğe düşmez, aslâ kulluktan kopmaz.

O bilir ki mûsibetin en şiddetlisine başta peygamberler, sonra evliyalar, sonra da büyüklük sırasına göre diğer insanlar maruz kalırlar. Dağına göre kış verir Allah.

Yine bilir ki bütün bunlar terakkinin, olgunlaşmanın, ilerlemenin, yükselmenin basamaklarıdır. Bu basamaklardan geçmeyi göze alamayanlar maddeten de, mânen de yükselemezler.

İnsan, Allah Resûlünün (asm) hayatına bir göz gezdirdiğinde onun nasıl çile ve ıztıraplar çektiğini, nasıl sabırla göğüs gerdiğini görür ve ondan çok dersler alması gerektiğini öğrenir.

Doğmadan önce babasını, altı yaşındayken annesini, sekiz yaşındayken dedesini kaybeden Allah Resûlü (asm) hayatın binbir türlü güçlüğünü sabır, sebat ve metanetle göğüslemiş, başına gelenleri itidalle karşılamıştı. Oğlu İbrahim vefat ettiğinde gözyaşlarını tutamamış, ağlamasını hayretle karşılayanlara da, “Bu bir rahmet ve şefkattir. Şüphesiz göz ağlar, kalb hüzünlenir. Biz ise Rabbimizin razı olacağı birşeyden başka söz söylemeyiz. Ey İbrahim! Biz senin ayrılığından dolayı üzgün ve hüzünlüyüz” buyurmuştu.

Vefatı esnasında şiddetli bir hummaya yakalanmış, bunun herkesinkinin iki katı, mükâfatının da iki katı olduğunu belirtmiş ve şöyle buyurmuşlardı: “Müslümanın ayağına bir diken batar ve daha küçük bir ezaya maruz kalırsa Allah, ağacın yaprakları döküldüğü gibi o kimsenin günahlarını bağışlar.”

Demek mü’min mûsibetlerle olgunlaşmakta ve yükselmektedir.

14.12.2008

E-Posta: [email protected]




Yasemin GÜLEÇYÜZ

İmtihan edilen kadın



Evet, yazımızın başlığı aynı zamanda Kur’ân-ı Kerim’deki bir sûrenin de ismi. Mümtehine Sûresi de aynen Kur’ân-ı Kerim’deki ‘Kadınlar’ anlamına gelen ‘Nisa’ Sûresi gibi kadınlarla ilgili hükümlerle dolu. İkisi de Medine’de nâzil olmuş. 176 âyet olan Nisa Sûresi gibi uzun değil. 13 âyetten oluşuyor.

Zaman geçtikçe Kur’ân gençleşiyor

Bediüzzaman Hazretlerinin Fetih Sûresinin gaybî müjdelerini anlattığı 7. Lem’a’sını arkadaşlarımla okuyup tefekkür etmeye çalışırken benim dünyamda ard arda gelen tevafuklardan bir tanesi de Mümtehine Sûresi oldu. Çünkü bu sûre de İslâmın ilk yıllarında Müslümanlar için ağır şartlar ihtivâ eden Hudeybiye Anlaşması akabinde meydana gelen hâdiseler üzerine inmiş. Aynen Fetih Sûresi gibi…

(Bu arada yeri gelmişken aslında Kur’ân’ın kelâm-ı ezelî ve ebedî olarak, mü’minlerin kalbine her an yeniden indirildiğini de ifade edelim. Yeter ki bütün dikkatimizi ‘Rabbimiz bizden ne istiyor?’ sorusuna yöneltebilmeye çalışalım. Bu açıdan Kur’ân iman edenlerin kalbinde, günlük yaşantısında hâkimiyetini hep devam ettiriyor. Yoksa kimilerinin söylediği gibi asırlar önce inmiş ve artık devrini tamamlamış bir kitap değil.)

Mümtehine Sûresi de aynen 1400 sene önce indirildiği gibi her dem taze okuyup tefekkür edenlerin gönlünde hükümranlığını devam ettiriyor, ettirecek.

Kadınlar, kadınlar…

Mekke müşriklerinin baskısı ile Medine’ye hicret eden Müslümanlar geri dönmeyi, Mekke’yi fethetmeyi hep arzuladılar ve çalışmalarını büyük bir gizlilik içinde gerçekleştirdiler. İşte tam da bu sırada hazırlıkları Mekke müşriklerine bildiren bir mektup Cebrail Aleyhisselâmın haber vermesi üzerine Mekke yolunda yakalandı. Mektubu bir kadın taşıyordu. Araştırma, sorgulama neticesinde mektubu Mekke’de akrabaları bulunan ve müşriklerin onlara zarar vermesinden korkan bir Sahabinin gönderdiği anlaşıldı. Sûrenin başındaki âyetler bu hadise üzerine indirildi. Müslümanlara Hz. İbrahim ve ümmetinin yaşadıkları örnek gösterildi:

“Kıyamet Gününde ne akrabalarınız, ne de evlâtlarınız size bir fayda vermez. O gün Allah onlarla aranızı ayıracaktır… İbrahim’de ve onunla birlikte olan mü’minlerde sizin için güzel bir numune vardır. Onlar kavimlerine ‘Biz sizden ve sizin Allah’ı bırakıp da taptıklarınızdan uzağız’ demişlerdi.” (Mümtehine Sûresi, 3-4.)

Kadınların verdiği söz

Mekke müşrikleri ile yapılan Hudeybiye Anlaşması gereğince, Kureyş’ten Müslüman olup da Medine’ye sığınanların geri verilmesi gerekiyordu. Sûrenin 10. âyetinde bu şekilde Müslümanlara sığınan kadınların imtihan edilmesi, eğer mü’min iseler müşriklere geri verilmemesi emredilmektedir. Bu çerçevede kadınların evliliğinde önemli yeri olan mehir hakları üzerinde de durulmaktadır.

“Ey Peygamber! Mü'min kadınlar sana gelip de Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmamak, hırsızlık yapmamak, zina etmemek, çocuklarını öldürmemek, doğurmadığı çocuğa yalan yere sahiplik iddiâsında bulunmamak ve itaat etmeyi gerektiren bir hususta sana karşı gelmemek üzere biat etmek isterlerse, onların biatlarını kabul et ve onlar için Allah’tan af dile. Muhakkak ki, Allah çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir.” (Mümtehine Sûresi, 12.)

İmtihan devam ediyor

Kadınların imtihanı devam ediyor.

Özellikle de Risâle-i Nur’larda ‘felâket ve helâket asrı’ olarak tanımlanan, kişiyi gafletle bir anda Rabbinin huzurundan uzaklara savuruveren günümüz şartlarında Rabbimize sığınıp, O'ndan yardım dileyip, imanımızı her dem yenilemeye çalışmaktan başka çaremiz yok.

Kadınların bu imtihanda avantajları, ihlâsla zinetlendirdikleri şefkat duygusu. İhlâslı şefkatleriyle imtihanı başarıp, rıza-yı İlâhîyi kazanmaları çok kolay. Şefkatlerini kötüye kullandıklarında imtihanı kaybetmeleri de öyle.

O yüzden Asr-ı Saadet’te kadın Sahabelerin, Mümtehine Sûresi’nde ifade edildiği gibi yaptığını yapmamız, Peygamberimize (asm) olan bağlılığımızı her zaman yenilememiz gerekiyor.

Bunun yolu da kimsenin söküp alamayacağı imanımızı takviye eden eserleri gerek şahsî, gerek dostlarımızla birlikte okuyup mütalâa etmekten geçiyor.

Elmas misal şefkat duygumuzu suistimal etmemenin yegâne çaresi bu.

14.12.2008

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Uhud’un hazin sonucunu rüyasında gördüğü halde meşvereti esas aldı!



Biliyoruz ki, Peygamberimiz (asm), görüşlerini zorla kabul ettirmeye çalışan bir önder değildi. Vahyi aynen tebliğ eder, ona uyar ve uyulmasını emrederdi. Ancak vahye dayanmayan hususlarda kendi şahsî görüşünü sahabelerle eşit tutardı. Hemen her hususta ashabıyla meşveret eder, onların görüşlerini alırdı. Ebu Hureyre (ra); “Ben, Resulullah’tan daha fazla arkadaşlarıyla meşveret eden birini görmedim”1 der.

Bedir, Uhud, Hendek savaşları öncesinde, ordunun konuşlandırılmasında, savaş taktiklerinin tesbitinde ve savaş esirlerinin akıbeti hususundaki en kritik konularda ashabına danışmış, onların fikirlerini almış, kendi düşüncesine aykırı olduğu halde ona göre hareket etmiştir.2

Peygamberimiz (asm) Uhud Savaşı sırasında, düşman saflarındaki bir kısım bedevileri savaşmaktan caydırmak için Medine hurmalarından pay vermeyi teklif etmeyi gündeme getirmişti. Ancak sahabeler bu fikrin vahye dayanmadığını öğrenince, bunun zillet ihtivâ eden bir teklif olacağı gerekçesiyle kabul etmemişler, Peygamberimiz de(asm) vazgeçmişti.3

Yine Uhud Harbinde kendi düşüncesinin aksi olan ve istişare neticesinde ortaya çıkan ekseriyetin fikrine iştirak etmesi de, onun şûrâya verdiği önemin göstergesidir. Esasen bu anlayış, âyetin ve sünnetin gereğidir. “Onlarla iş hususunda istişare et” âyetinin hemen ardından “Bir kere de azmettin mi, artık Allah’a güvenip dayan, çünkü Allah kendisine güvenip dayananları sever”4 denilmesi, meşveret kararının tereddütsüz uygulanması gerektiğini gösterir.

Karar verilmişse, artık hemen uygulama safhasına geçilmelidir. Tereddüt olmamalı, emin ve kararlı bir şekilde, meşveret kararları uygulanmalıdır. Nitekim Uhud Savaşı öncesi, meşveretten “meydan savaşı” kararı çıkınca Resulullah (asm) evine gidip zırhını giyer. “Meydan savaşı” isteyenlerin bir kısmı gelip, görüşlerinden vazgeçtiklerini söyleyince de, Resûlullah (asm) “Bir peygambere, zırhını giydiğinde, artık geriye dönmesi yakışmaz” diyerek isteklerini geri çevirir.5

Eğer Peygamberimiz (asm) istişareden vazgeçseydi, artık, hiçbir karar alınamaz ve uygulanamazdı. Çünkü, her toplumda farklı düşünenler vardır. Bu sosyal hayatın tabiî bir gereğidir.

Peygamber Efendimiz (asm), düşmanın Müslümanları yok etmek için hazırlıklar yaptığı haberini aldığında, ashabını istişareye çağırmıştı. O şehir müdafaası taraftarıydı. Ne var ki, Bedir Harbi’ne katılmayan ve onların faziletlerini duyan mücahid ve ateşli gençler, Uhud’da düşmanı karşılamak istiyorlardı. Nitekim kararı da böyle çıkarmışlardı.

Halbuki, Peygamberimiz (asm) Uhud’un hazin sonucunu bir gün önce rüyasında görmüştü. Ama, istişareyi esas aldı. Ve 70 güzide sahabi şehid oldu.

Harbin sonunda, Peygamberimiz (asm), “Şimdi ne oldu?” diye kimseyi azarlamadı, bilâkis istişare kararlarına sahip çıktı ve o genç sahabilerden hayatta kalanları teselli etti.

Sizin fikirleriniz isabetli olabilir, delilleriniz de güçlü olabilir. Ancak, hizmetler ve meseleler meşveret edilecektir ve çoğunluğa göre karar verilecektir. Sonuç fena da olsa, artık “Ben demedim mi, ne oldu, beni dinleseydiniz böyle olmazdı, ben kaç sefer söyledim!” gibi şahsî söylemlerin hiçbir değeri yoktur. İslâmda da yeri yoktur!

Dipnotlar:

1- Tirmizî, Cihad, 35.; 2- İbnu Kesir, II, 128129.; 3- Sîre, 2:272; Tabakât, 3:567568.; 4- Âli İmran Sûresi: 159.; 5- İbnu Kesir, II, 91; Beydavi, I, 178.

14.12.2008

E-Posta: [email protected] [email protected]




Faruk ÇAKIR

Öncelikler niçin değişti?



Türkiye’nin daha hür, daha demokrat ve daha huzurlu olması için atılması gereken temel adımların ertelendiğine; bunun yanında bazı kişi ya da kurumlara menfaat temin etmeye yönelik faaliyetlerin öne alınmasına şahit olunuyor.

Bir defa daha şunu ifade etmekte fayda var: Türkiye’de yaşayan herkes, burada yaşıyor olmaktan dolayı mahcup olmamalı. Aynı zamanda, birilerinin zengin ya da mutlu olması, başkalarının mutsuz olmasını da netice vermemeli. Zorlukta ve kolaylıkta bir ve beraber olabilmeyi başarmalıyız. Aksi halde, komşumuz Yunanistan örneğinde olduğu gibi anarşi hortlar ve ‘kıyamet kopar.’

Hemen her iktidar döneminde olduğu gibi son günlerde de ihalelerden yana şikâyetler arttı. Belgeli ya da belgesiz onlarca ‘kayırma’ iddiaları ortaya atılıyor. Bu iddiaların bazıları doğru, bazıları da yanlış olabilir. Dikkat çekici olan, mahallî seçimler öncesi bu iddiaların hatırı sayılır şekilde artmış olmasıdır.

Elbette şunun da farkında olmak lâzım: TV’lerden canlı olarak yayınlanan bazı ‘şeffaf’ ihalelerde bile buna benzer iddialar gündeme gelmiştir. Şu da var ki, pek çok ‘şeffaf ihale’nin altından da karanlık ilişkiler çıkmış, bazıları adalet önünde mahkûm olmuştur. Dolayısıyla ne iddiaları tamamen görmezden gelmek, ne de her iddiayı ‘gerçek’ gibi görmek doğru değildir.

Yalnız orta yerde bir ‘duman’ tüttüğüne göre bunun nereden kaynaklandığını araştırmak lâzım. ‘Ateş’ kasıtlı olarak yakılmış da olsa, inkâr ederek ‘duman’ı ortadan kaldırmak mümkün değil.

İşin içinde olan ‘uzman’lar iddia ediyor: “(Meselâ) İstanbul’da koca koca ihaleler yapılıyor. Herhangi bir gazetede ilân edildiğini görüyor musunuz?”

Eğer, “Yok, her şey şeffaf” deniliyorsa bu iddiaları dile getirenler susturulmalı. Değilse ‘duman’ı inkâr etmekle bir yere varılamaz. “Kamu ihaleleri yeniden rant ve hortum kapısı oldu” iddiası var ki, doğru ise kimse bu iddianın altından kalkamaz.

Metin Münir, konu ile ilgili yazısında şöyle demiş: “AKP döneminde hiçbir yasa Kamu İhale Yasası kadar değiştirilmedi. Hatta, cumhuriyet tarihinde bu kadar çok budanan bir başka yasa yoktur bile denebilir.

(...) AKP beş yılda yasayı yüzden fazla defa değiştirdi. Değişikliklere yapılan değişiklikler bu sayıya dahil değildir.”

Belki de bundan daha önemli olan şu ‘bilgi’dir: “(AKP) Kamu İhale Yasası’nı 54 defa değiştirdi. Bunların dışında, 51 yasayla 51 kuruma Kamu İhale Yasası’ndan istisna getirildi. Millî Savunma Bakanlığı ve Savunma Sanayii Müsteşarlığı’ndan Aile ve Sosyal Araştırma Genel Müdürlüğü’ne, MİT’ten TRT’ye, TÜBİTAK’a TPAO’ya, nerdeyse bütün “yatırımcı” devlet kuruluşları ihaleye çıktıkları zaman Kamu İhale Yasası’na uymak zorunda değiller. (...) Bunun anlamı isteyen devlet kurumunun istediği ihaleyi istediği şirkete vermekte hür olmasıdır. Ordunun yaptığı milyar dolarlık silâh alımlarından, birkaç kutu faks kâğıdına kadar bütün alımlar için durum aynıdır. (...) (AKP) Tersini savunmasına rağmen, Türkiye’yi AB kıstaslarından uzaklaştırdı.” (Milliyet, 9 Aralık 2008)

“Yetkili”ler ya bu iddiaların doğru olmadığını kamuoyuna açıklasın, ya da yanlışta ısrar etmekten vazgeçsin. Türkiye’nin önceliği ‘rant’çılara yeni kapılar açmak değil, aksini yapmak olmalıdır.

14.12.2008

E-Posta: [email protected]




Suna DURMAZ

Hurma



Heyecan ve koşuşturmayla geçen dört günlük Kurban Bayramı geride tatlı bir yorgunluk bıraktı. Rabbim cümle ümmet-i Muhammed’e tekrarını nasip etsin ve hiçbir zaman kötü gün göstermesin.

Bayram boyunca Allah’ın bize vermiş olduğu güzel şeylerden yiyip içtik ve O'na bu güzel nimetlerden dolayı şükrettik.

“Ey iman edenler! Size verdiğimiz rızkların temiz olanlarından yiyin; eğer siz yalnız Allah’a kulluk ediyorsanız O'na şükür edin.” (Bakara Sûres,i 172. âyet)

Türkler için bayram ikramı deyince akla hemen baklava gelir. Misafire sunulacak olan ikramların efendisidir baklava. Hele de Antep fıstıklısının tadına hiç doyum olmaz!

Araplarda ise bayram ikramının efendisi hurmalı tatlılarıdır. En meşhur olanı Kaâk denilen, içinde tereyağlı hurma ezmesi bulunan kurabiyedir. Müthiş lezzetli olan bu kurabiyeyi yedikçe yiyesiniz gelir. Kaâk’ın yanında genellikle mis gibi kakule kokan Arap kahvesi ikram edilir. Türk kahvesine alışık olan biz Türkler için başlangıçta tadı biraz garip gelebilir. Ancak bir kere alıştınız mı bu kahveye, artık bırakamayacağınız bir tutkuya dönüşür.

İnsanın başını döndüren Arap kahvesinin tadını bir tarafa bırakıp, hurmaya dönmek istiyorum.

Arkeolojik bulgular hurmanın tarihinin M.Ö. 4000 yıllarına, hatta daha da öncesine kadar gittiğini ispatlıyor. Bu bulgulara göre Sümerler, Akkadlar, Bâbilliler evlerinin çatılarını hurma ağacından yapmışlardır.

Verimli Mezopotamya topraklarının en eski ve meşhur meyvesi hurmadır. Meyvesinden, çekirdeğinden, gövdesinden, yapraklarından her türlü istifade edildiği için, tarih boyunca hurma ağaçlarına sahip olmak zenginlik işareti olarak algılanmıştır. Özellikle de erkek hurma ağacı servet olarak görülmüştür. Çünkü bir erkek hurma ağacı 40 ilâ 50 dişi hurma filizini döller.

Hurma ağaçlarını imha etmek bir savaş taktiği olarak uygulanmıştır. Düşmana ağır ekonomik darbeler vurulmak istendiğinde, sahip olduğu hurma ağaçları, özellikle de erkek ağaçlar imha edilmiştir.

Sıcak iklimi seven hurma ağacı, 3 ilâ 5 yaşında meyve vermeye başlar. 10 ilâ 12. yaşında meyve veriminde doruğa ulaşır. Botanikteki ismi ‘Phoenix dactylifea’ olan hurma ağacının meyvesi dört merhaleden geçer.

1- Kimri: Döllendikten sonraki ilk 17 hafta içinde oluşan hurma tomurcuğudur. Sert oluşumlu, yeşil renkli ve acıdır.

2- Khalal: Kimri dönemi bitiminden sonraki altı hafta içinde oluşur. Ağacın cinsine göre sarı, turuncu ve kırmızı renkli olabilmektedir. Meyve, bu konumda hafiften tatlanmaya başladığından yenilebilir. Ancak dalından koparıldığında bekletmeden yenmesi lâzımdır. Veya bozulmaması için 1-7 derecelik soğuklukta buzdolabında saklanmalıdır.

3- Rutab: Eti yumuşak, siyaha dönük kahve renklidir. Tadı bal gibi tatlıdır. Allah Teâlâ’nın Hz. Meryem’e yemesini emrettiği hurma “Rutab”dır. (Bkz Meryem Sûresi, 25. âyet)

4- Tamr: Bu son merhalede meyve iyice olgunlaşır. Belli işlemlerden geçilerek depolanır.

Dalları olmayıp 3- 4 metre uzunluğunda yaprakları olan hurma ağacı, boyuna büyüyerek 30 metre yüksekliğe kadar varır.

Bir hurma ağacı 5 ilâ 10 hurma destesi verir. Her destede yaklaşık 10 kilogram hurma bulunur.

Dünya Gıda Teşkilâtının (FAO) 2005 yılı bültenine göre bütün dünyada 150 milyon hurma ağacı bulunmaktadır. Bunun 62 milyonu Arap ülkelerindedir.

Irak, S. Arabistan, Mısır, Cezayir, Sudan, B. A. E. en fazla hurma üreten Arap ülkeleridir.

Hurma meyvesinin yüzlerce çeşidi vardır. Sırf Haliç (Körfez) ülkelerinde 280 cins hurma bulunmaktadır.

Madjool, Dayri, Deglet Nour, Hayani, Khustawi, Zahidi, Amir Hajj, Macraf, Manakbir, Şelebi, Khudri, Mebruum, Sufli, İhlas, Berhi, Sükkeri, Acwa, Amber, Zağluul, Hallawi yüzlerce cinsten sadece birkaç tanesidir.

Haliçli Araplar ve buralarda yaşayan yabancılar, özellikle de Müslüman olanlar hurmasız yapamazlar. Bu yüzden yolları sık sık ‘Souk et-Tamr’ denilen hurma çarşılarına düşer. Cins cins hurmaların sergilendiği çarşıda hangisinden alacağınızı şaşırırsınız.

Ancak öğrendiğimiz kadarıyla Kuveyt’te daha çok İhlas, Berhi ve Sükkeri cinslerine rağbet gösteriliyor...

Gelecek hafta hurma konusuna devam edeceğiz

İnşaallah.

14.12.2008

E-Posta:




Mehmet KARA

Tarihe not düşün



Yazmakta geciktiğimiz birkaç notu bugün yazmak istiyorum.

Bunlardan birisi YAŞ meselesi… Yüksek Askerî Şûrâ’nın aldığı kararlar yargı denetimi dışında olduğu için yıllardır tartışılıyor, ama bir türlü düzeltilemiyor.

YAŞ’ın Ağustos Şûrâsı’nda 1996 yılından bu yana ilk kez hiçbir ihraç gerçekleşmemiş olması, CHP ile Genelkurmay arasında polemiğe sebep olmuştu. YAŞ’ın kış dönemi toplantısında 24 askerin TSK ile ilişikleri kesilmesi bu polemikleri (!) bitirdi. Bu şûrâda bir ilk de yaşandı. Daha önceleri “disiplinsizlik” gibi bir genel bir ifade kullanılırken, YAŞ’tan ilk kez izahatlı ihraç yapıldı. “19’u uyuşturucu ve ahlâk dışı ilişkilerden, 5’i de irticai faaliyetlerden olmak üzere 24 asker ordudan atıldı…” denildi.

Tarihe not düşmek adına, 2000’den bu yana ihraç bilânçosu açıklayalım. 2000 yılında 62, 2001’de 20, 2002’de 24, 2003’te 20, 2004’te 20, 2005’te 15, 2006’da 54, 2007’de 61…

Abdullah Gül’ün başbakan olarak katıldığı ilk YAŞ toplantısından beri yeni bir uygulama daha başladı. Erdoğan da bunu devam ettiriyor. YAŞ kararlarına hem Başbakan hem de Millî Savunma Bakanı “şerh” koyuyor. Bu sefer de şerhlerini koydular, ama Cumhurbaşkanı Gül kararları onayladı. 24 asker şimdi YAŞ kararlarının yargı denetimi dışında bırakılması sebebiyle yargıya başvuramayacak.

“YAŞ kararları yargı denetimine açılsın” diye yıllardır söyleniyor ama bir türlü halledilmiyor. Sadece “şerh” koyuluyor. O da bir işe yaramıyor. Bu işi düzeltecek olanlar 6 senede olduğu gibi sadece şerh koymakla yetinirse bu problem çözülecek gibi görünmüyor.

MECLİS’İN “EN”LERİ…

Mesut Yılmaz ile Kamer Genç bağımsız milletvekili olarak seçilmişlerdi. Bu iki milletvekilinin “en az” ve “en çok” konuşan milletvekilleri oldukları istatistiklerle ortaya çıktı.

Seçimin üzerinden 17 ay gibi bir süre geçti. Yani ortalama 510 gün oldu. Bir gazeteci arkadaşımız (Yeni Şafak’tan Behçet Güngör) usanmadan tutanakları araştırıp Mesut Yılmaz’ın bu 510 günde ne kadar konuştuğunu ortaya çıkarmış. Yılmaz 510 günde tamı tamına 925 kelime konuşmuş! -Yani her güne bir kelime bile düşmüyor.- Yılmaz’ın ağır konuştuğunu bilmeyen yok, ama bu kadar da az konuştuğunu duyunca Rizeli vatandaşın sorunlarının kürsüden ne kadar aktardığı da ortaya çıkıyor.

En çok konuşan milletvekilini de TBMM Başkanvekili Cenap Gürpınar ortaya çıkardı. Meclis’te her söze müdahale eden, her kanun tasarısında konuşmanın yolunu bulan, sataşmaları ile Meclis oturumlarını idare edenleri zaman zaman sinirlendiren Kamer Genç’in 425 defa konuştuğu yine böyle bir tartışmalı oturumda Gürpınar açıkladı. Buna rağmen Genç, hâlâ en az konuşan milletvekili olduğunu iddia ediyor!

BU DA OLDU!

Gazetelerde haberi gördüğümde başlığı yanlış okuduğumu düşünüp, tekrar tekrar okuma gereği duydum…

Hayrete düşüren habere göre, sağlık ocağına gelen başörtülü hastaları tedavi etmeyip, hakaret eden doktora mahkeme 10 ay hapis cezayı vermiş. Geçtiğimiz Nisan ayında Konya’da Yalıhüyük Sağlık Ocağına giden G. Ç. (20) ve H. K. (24), kurumda görevli Doktor E. E.’nin (64) aşağılayıcı tavrıyla karşılaşmış. Doktorun kendilerine “Biraz çağdaşlaşın, bu kıyafetle buralara gelmeyin” demesi üzerine mahkemeye başvuran hastalar, hukuk mücadelesini kazandı. Doktora verilen 10 aylık hapis cezası, 10 bin 500 YTL para cezasına çevrildi. Şimdiye kadar hep başörtülülerin ceza aldığını duyduğumuz için başörtülülere hakaret eden birinin ceza alması gerçekten hayret verici değil mi?

NİYE AZALIYOR ACABA?

Vatandaş, seçtiği milletvekillerinden sorunları çare olmasını bekler. İsteklerini de değişik yollarla seçim gönderdikleri vekillerine iletirler. Ziyaret, telefon, e-posta yoluyla olduğu gibi mektupla da bu isteklerini iletirler.

Yapılan açıklamalara göre, milletvekillerine gönderilen postalarda da azalma olmuş. Milletvekillerine dağıtılmak üzere Meclise gelen günlük 130-140 posta çuval sayısının 40-50’ye düştüğü açıklandı. Bu postalardan bazılarının da faturalar, dâvetiyeler olduğu hesaba katılırken, milletin vekillerinden ümitlerinin kalmadığını gösteriyor. Yoksa çuval çuval mektuplar niye azalsın ki?

14.12.2008

E-Posta: [email protected]




İslam YAŞAR

ONLAR ‘YAŞADIKLARI GİBİ ÖLÜRLER’



İmam Rabbanî. O, Müceddid-i Elf-i Sânî idi.Yani, Hicrî ikinci bin yılın müceddidi.

Altmış üç yıllık ömründe, zamanının çoğu zindanlarda geçmesine, çok zorluklar çekmesine ve bazı devlet adamlarının gadrine maruz kalmasına rağmen, Asya’yı ihata edip Avrupa’ya ve Afrika’ya yayılma istidadı gösteren büyük bir tecdit hareketi icrâ etti.

Ömrünün sonlarına doğru, hizmet mekânlarını gezip müntesiplerinin çalışmalarını yerinde görmek için geziye çıktı. Ecmir’de uzunca bir murakabeye daldı ve hayatının muhasebesini yaptı.

Bu murakabe sırasında, üzerine düşen mânevî vazifeleri lâyıkıyla yaptığını müşahede edince derin bir gönül süruru duydu. Hiç bitmesini istemediği bu İlâhî iltica sırasında bir ara ruhunun ihtizaza geldiğini hissetti.

Murakabeden çıktıktan sonra, yaşadığı sürurunun yalnız kalbî bir ilham olmadığını, bütün hasse ve lâtifelerine de işlediğini müşahede edince, mânevî vazifesini tamamladığına kanaat getirdi. O zaman hasretini çektiği başka bir yolculuk ânının iyice yaklaştığını hissetti.

Herkesi, yaklaşan mukadder sona hazırlamak için yaşadığı uhrevî hâli, uzunca bir mektup yazarak Serhend’deki oğullarına haber verdi ve zahmetle, meşakkatle dolu geçen ömrünün, mutlu addettiği o muayyen vakitte bitmesini beklemeye başladı.

O tevekkül ve teslimiyet içinde vuslat ânının sürurunu yaşamaya hazırlanırken mektubu alınca heyecanlanan oğulları Muhammed Said ve Muhammed Masum hemen Ecmir’e geldiler.

İmam-ı Rabbânî, oğullarının üzüntü içinde olduklarını görünce, önce onları tesellî etti. Ardından onları da yanına alarak çevredeki hizmet mahallerini gezip makbul türbe ve kabirleri ziyaret ederek Serhend’e döndü.

Memleketine geldikten sonra, uzun zamandır görüşmediği bazı dostları ve yakınlarıyla hasret giderdi. Bu arada hizmetinin fiilî meşguliyetini oğulları, talebeleri ve müridleri arasında tanzim ederek bütün zamanını ibadete ve zikre hasretti.

Bir süre sonra evinde inzivaya çekildi. Cuma namazları dışında inziva hâlinden çıkmamaya ve oğullarının da aralarında bulunduğu bir kaç has hizmetkârından başka kimseyle görüşmemeye başladı.

“Bu dünyadan göçmemi çok yakın görüyorum. Onun için tamamen inziva ve ayrılığı tercih edip daima istiğfar ediyorum, af diliyorum. Bunları zarurî görüyorum. Bütün vakitlerimi ve nefeslerimi zâhirî ve bâtınî ibadetlerle geçirmeyi elzem buluyorum. Bu da ancak ayrılmak ve tam bir uzlette kalmakla ele geçer.”

Bu gibi ifadelerle, kendisinin taşıdığı halleri ve takındığı tavırları taaccüple karşılayan oğullarına, talebelerine, müridlerine ve muhibbanına yaşadığı hâllerin hususiyetlerini izah etti.

Bu haber kısa zamanda her tarafa yayıldığından bizzat yanına gelerek veya mektuplar yazarak durumunu soranlara ise herkesin bir gün bu gibi hâllerle hâlleneceğini hatırlatarak “Sık sık tevbe istiğfar edin, Kelime-i Tevhid’i çok okuyun” gibi ikaz ve tavsiyelerde bulundu.

İmam-ı Rabbânî, bu şekilde birdenbire fiilî hizmetten ayrılıp inzivaya çekilmesine rağmen, hizmetle olan kalbî irtibatını hiçbir zaman kaybetmedi. Medrese, tekke ve irşad hizmetinin en ince teferruatını bile kalben müşahede etti ama hizmetin seyrine müdahalede bulunmadı.

Zira, koca bir ömür harcayarak kemâle erdirdiği hizmetinin, oğulları ve talebeleri tarafından mükemmel bir şekilde sevk ve idare ettirildiğini görmenin kalbî hazzını yaşadı.

Kendisinin bedenen aralarından ayrılmasından dolayı onlarda herhangi bir telâş, korku veya ümitsizlik hali sezmemesine rağmen, vefatından sonra zaafa düşüp dağılmalarına mâni olmak istedi.

“Bizim size şefkat ve yardımlarımız, vefat ettikten sonra, bu dünyadakinden daha çok olacaktır. Çünkü burada, yani bu dünyada iken, insanlık icabı bazen ister istemez yardım ve teveccühe mâni oluyor. Halbuki öldükten sonra, beşerî sıfatlardan tamamen ayrılma vardır” diyerek onlara öldükten sonra da tasarrufunun devam edeceği müjdesini verdi.

Ömrünün sona yaklaştığını hissettikçe, bazı günler şehirde kısa süren gezilere çıkarak, yanına aldığı para ve eşyalarını fakirlere, ihtiyaç sahiplerine dağıttı ve evinde ihtiyaç fazlası hiçbir şey bırakmadı.

Bu arada kendisinden önceki mânevîyat rehberlerinin teamül hâline getirdikleri bir âdete o da ittiba etti ve bütün elbiselerini, eşyalarını hizmette belli bir mertebeye gelen talebelerine, müridlerine birer, ikişer dağıttı.

Ardından erbabı arasında mücedditlik vazifesinin şiârı addedilen cübbesini oğullarına bırakırken; onun münhasıran kendisinden sonra gelecek olan müceddide vermeleri, onların da müteakip asırların müceddidlerine tevdi etmeleri vasiyetinde bulundu.

Vasiyet ve tevdi işlerini bitirdikten sonra inziva şartlarını biraz daha ağırlaştırınca nefes darlığına yakalanan İmam-ı Rabbânî, hastalığı zaman zaman çok şiddetlenmesine rağmen inziva hâlini bozmadı ve bütün ibadetlerine aynı şevkle devam etti.

Böylece, hastalığının en şiddetli ânında bile hiçbir namazın vaktini geçirmeyip cemaatle namazı terk etmemesinin yanı sıra, diğer ibadet ve zikirleri de âdeta hasta değilmiş gibi bütün erkânına riayet ederek yaptı ve hastalığı da ihtiyarlığı da birer ders vesilesi yaptı.

Bu şekilde, hayatın her hâliyle etrafındaki insanlara ders veren İmam-ı Rabbânî, ebedî âleme intikal zamanının iyice yaklaştığını hissedince oğullarını yanına çağırdı.

“Mezarımı belli olmayan bir yere yapınız” dedi.

Daha önce büyük oğlu Muhammed Sadık vefat ettiği zaman, ona duyduğu sevginin tesiriyle, kendisinin de onun mezarının yanına defnedilmesini vasiyet ettiği için oğulları o vasiyetini hatırlattılar.

İmam-ı Rabbânî o vasiyetin, o günün şartları içinde verildiğini, son vasiyetinin geçerli olduğunu ve mezarının meçhul kalması gerektiğini söyleyince oğulları itiraz etmediler.

Onların çok üzüldüğünü görünce vasiyetini “O halde, şehrin dışındaki babamın mezarının yanına defnediniz. Veya, mezarımı şehirden uzak bir bahçeye yapınız. Yalnız türbe yapıp süslemeyiniz ki, mezarımın bütün izleri kısa zamanda ortadan kalksın” şeklinde değiştirdi.

Bunları söylerken hasretle onların yüzüne bakıyordu. Oğullarının hâllerinden, hareketlerinden ve yüz ifadelerinden, onların bu kararını da tasvip etmediklerini anlayınca durdu.

“Peki, madem öyle serbestsiniz. Nereyi münasip görürseniz oraya defnediniz” diyerek onların gönüllerini aldı.

Nihayet bütün aile efradını, yakınlarını topladı. Hepsiyle tek tek hâlleşti, dilleşti, helâlleşti. Ardından yanında, yakınında bulunan talebe ve müridlerini çağırtıp onlarla da helâlleşti.

Ömrünün bu veda faslını da tamamladıktan sonra şöyle bir düşünerek yaşını hesap etti. Yaşı tam altmış üçtü. Bu yaş, aynı zamanda kendisine mâlûm olan vefat zamanının gelmesi demekti.

Hasıl olan netice onu üzmedi, aksine çok sevindirdi. Çünkü, hayatı boyunca arzu ettiği vuslat faslı gerçekleşecek, o da Peygamberimiz (asm) ve ekser ashabı gibi altmış üç yaşında vefat edecekti.

Nihayet o da oldu. Altmış üç yaşına girip altmış üç gün hastalık çektikten sonra, Milâdî takvime göre 11 Aralık 1624 tarihine tekabül eden Hicrî 1034 senesinin Safer ayının yirmi dokuzuna rastlayan Salı günü kuşluk vakti vefat ederek ebedî âleme doğru sefere çıktı.

İmam-ı Rabbânî hayatında olduğu gibi vefat ânında ve sonrasında da yüzünden tebessüm hiç eksik olmadı. Vefat ettiği zaman namaz âdabı içinde ve elleri önüne kavuşmuş vaziyetteydi.

Gassaller, yıkarken ve kefenlerken ellerini birkaç sefer çözmek zorunda kaldılar. Lâkin her seferinde bedeninin yine aynı şekli aldığını, ellerinin de kendiliğinden önünde kavuştuğunu görünce bu harekette kendilerinin idrak edemediği gaybî bir hikmetin olduğunu düşündüler.

Onun için İmam-ı Rabbânî’nin bu taabbüdî duruşunu bir daha bozmadılar. O hârika hallere şahit olunca vecde gelen binlerce mü’minin hüzün gözyaşları, sürur hisleri arasında öylece kefenlediler ve götürüp oğlu Muhammed Sadık’ın türbesine defnettiler.

Ardından gözyaşı döken yüz binlerce talebesi, müridi, müntesibi ve muhibbânı; onun hayatında olduğu gibi vefatı hengâmında ve defni sırasında da harika hâllerini görünce veya haberdar olunca hayret içinde kaldı.

“Onlar, yaşadıkları gibi ölürler” dedi bazıları.

“Nasıl öldülerse öyle dirilirler” dedi bazıları da.

Müceddid-i Elf-i Sani İmam-ı Rabbanî Hazretlerinin yaşadığı hayat hallerini tahayyül eden bazı dostları ise, imanın nuruyla gönüllerini gülzara çevirdiği milyonlarca insanın ahvâlini nazara alarak, bir dörtlükle onun ruhaniyetine seslenme ihtiyacı hissetti:

“Bil ki sen dünyaya geldiğin zaman

Sen ağlıyordun, herkes gülüyordu.

Bir müddet yaşadın, gittiğin zaman

Sen gülüyordun, herkes ağlıyordu.”

14.12.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 
Ufo ısıtıcılar, infrared ısıtıcı, kumtel ısıtıcılar.
GAZETE 1.SAYFA

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  H. Hüseyin KEMAL

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Sitemizle ilgili görüş ve önerileriniz için adresimiz:
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır