Olmayan reformlar
Diyarbakır’daki güvercin yarışmasından... Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Denktaş’ı Papadopulos’un ölümüne...
ABD’deki otomotiv sektörünün kurtarılma reçetesine Senato vetosundan...
Gaziantep’deki iki çocuğuyla yanan talihsiz anneye...Antenlerimi açmış dünya ve Türkiye haberlerini izleyip durdum.
Ama...
* * *
Ama en çok iki farklı gazetenin AB sürecine sahip çıkmasına sevindim.
Radikal, ‘reformları’ unutan hükümete AB’nin sert uyarısını manşete çekerken...
Milliyet de Şubat ayından bu yana on aydır sürünüp duran ‘Ulusal Program’a sahip çıkıyordu.
AB sürecine yönelik bu medya özeni yaygınlaşsa, aslında hiç kimsenin gücü reform sürecini savsaklamaya, saha dışına itmeye yetmez.
* * *
Çünkü...
Yapılması gereken ama nedense hükümetin aldırmadığı reformlar biz yönetilenlerin lehine.
AB zirvesinin dışişleri bakanları tarafından haftabaşında hazırlanan sonuç bildirisinin ‘genişleme’ bölümünde, Türkiye’ye reform uyarısı yapıldı.
Sonrasını beraberce okuyalım:
‘AB Konseyi, Türkiye’nin çok uzun zamandır beklenen adımları hayata geçirme çabalarını ikiye katlamasını umuyor.
‘Biten yılda Türkiye’nin özellikle siyasi reformlarda çok sınırlı ilerleme kaydetmesinden hayalkırıklığı içindeyiz’ diyen sonuç bildirisi, geniş çaplı çaba gösterilmesi zorunlu alanları şöyle sıralıyor:
1-Yargı reformu.
2- Yolsuzlukla mücadele stratejisi belirlenmesi.
3- Vatandaşların haklarının etkin korunması.
4- İşkence ve kötü muameleye sıfır hoşgörü politikasının tam uygulanması.
5- İfade özgürlüğü ve tüm dini cemaatler için din özgürlüğünün yasada ve uygulamada garanti edilmesi.
6- Mülkiyet hakkına saygı.
7- Azınlıklara saygı ve koruma.
8- Kültür, kadın, çocuk, sendika hakları.
9- Sivillerin ordu üzerindeki denetiminin güçlendirilmesi.’
Görüldüğü gibi tüm bu reformlardan kazançlı çıkacak kesim biz yönetilenler ve dolayısıyla Türkiye olacak.
Peki, o zaman neden bu reformlar bir türlü yapılmaz ki?
* * *
Neden yapılmadığını da ‘Ulusal Program’ın akıbetini izleyerek öğreniyorduk:
‘AB üyelik sürecinin yol haritası olan 3. Ulusal Program, içeriği Ağustos ayında kamuoyuyla paylaşılmasına karşın aylardır çıkarılamadı.’
AB, samimiyetle üye olmak isteyen ülkelere, yapmaları gereken reformların listesini ‘Katılım Ortaklığı Belgesi’ olarak veriyor.
İlgili ülke, siyasi ve toplumsal iradesi tam ise Katılım Ortaklığı Belgesi’ndeki talep edilen reformları tarihlendirip, ‘Ulusal Program’ olarak AB’ye iade ediyor... Ve eksiklerini süratle gidermeye koyuluyor.
* * *
AB bize bugüne kadar altı tane ‘Katılım Ortaklığı Belgesi’ verdi.
Türkiye ise sadece ve sadece iki ‘Ulusal Program’ hazırladı.
Üçüncüsü de, Milliyet’in hatırlattığı gibi ortalıkta sürünmekte.
Bu bilgi bile AK Parti’nin ilk baştaki reformculuğunun ne hale geldiğini göstermekte.
* * *
Askeri Şura kararlarına ‘yargı yolunu’ kapatan anayasa maddesini bir türlü değiştirmeyen ama 2002 yılında AB standartlarına uygun çıkarılan ‘İhale Yasası’nı büyük yolsuzluklara ve haksızlıklara neden olacak bir biçimde on dokuz kez değiştiren... (...) bir anlayış sonunda gene en çok AK Parti’ye zarar verir.
Söyleyip duruyoruz.
Ama galiba bu iyi niyetli uyarılar ‘Basra harap olmadan’ anlaşılmayacak.
Bir de Arapça söyleyeyim:
‘Ba’de Harab’ül Basra.’
* * *
AK Parti’nin reformculuğunun kaybolması üzerken...
Medyanın AB sürecini hatırlaması sevindirici.
Ne ki bir çırpıda bu işleri yapıp Türkiye’yi çağa taşıyacak kararlı bir iradenin sürekli olmaması da çok bunaltıcı.
Tevekkeli değil, 2006 yılında AB vatandaşlığını 64 bin kişiyle en çok Türkler seçmiş.
Hükümet AB’yi buraya getiremeyince, vatandaş kendi başına AB’ye gidiyor.
Star, 13.12.2008
|
Kişisel gelişim, nereye kadar?
Dünyanın gidişatını yorumlayıp ismini koyma konusunda her zaman hayatın yoğurduğu edebiyatçılara, edebiyatı sahih bir duyarlılık olarak yaşayanlara, sosyal teorisyenlerden çok daha fazla şans tanırım.
Sosyal teorinin dünya gerçeklerinin sınırlı bir alanının donuk bir resmini üretmek ve bu resme bütün hayatı sokuşturmaya çalışmak gibi bir sorunu vardır. Bu sorunu teorinin imkânlarıyla aşamayacağını fark eden sosyal bilimciler o yüzden son zamanlarda edebiyat duyarlılığına da kulak vermenin açılımcı bir yol olduğuna kânî olmuşlardır.
Bülent Akyürek’in edebiyat çizgisini başından beri izliyorum. En son “Yılgın Türkler” isimli kitabını okumuş, bu köşede de bahsetmiştim. Kitap ulusalcı furyanın kışkırtıp ortalığa salmaya çalıştığı “çılgınlığa” karşı “yılgın Türk” tipolojisini, ince ironik dokundurmalarla, ama insanı daha sahih sınırlarına çağıran, çıplaklığını ifşa eden bir “ayna” olarak tutmuştu. Bir yandan ulusalcı dalga ve duygunun kuşattığı bir ülkenin milletiyle maruz kaldığı toplumsal akımın veya değişimin adını mütevazi bir biçimde koyarken, bir yandan da bu dalga akımına karşı bir savunma ve “ironik dalga” misyonunu da yerine getiriyordu, hâlâ getiriyor.
Akyürek’in “İçinizdeki Öküze ‘oha!’ Deyin” isimli son kitabı da yaşadığımız dünyada tam bir “paralel din” haline gelmiş olan “kişisel gelişim” söylemlerinin hem adını çok iyi koyuyor hem de bu paralel dine karşı korunmanın duygusal araçlarını işaret ediyor.
Kurban bayramı tatili esnasında bir nefeste okuduğum kitabı, Akyürek’in edebiyat çizgisinde devam eden bir gelişmeyi, ileri uçlara götürülmüş bir sorgulama ve giderek daha derinleşmiş bir iç bakışı gösteriyor.
“İçinizdeki Öküze ‘oha!’ Deyin” Bülent Akyürek’in Kişisel Gelişim Kitaplarına karşı bir tepki olarak bir “kişisel gerileyiş kitabı” dır.
Kişisel gelişim söylemleri, yaşadığımız dünyayı içinden çıkılmaz bir tüketim cehennemi haline getirirken, tek marifeti bencilce duyguları körüklenmiş, azdırılmış bireyler yaratmaktır. “düşün başar; Tut kopar kendini fişekle, senin neyin eksik, istersen yaparsın, her şey elinde, kim tutar seni, yürü koçum yollar senin…” kitaplarıyla aydınlanan sıradan insanlar birer “kibir abidesi” olarak aramızda dolaşmaya başlıyorlar. Hiç kimseye tevazunun, başkasına saygının, fedakârlığın, diğerkâmlığın telkin edilmediği aksine diğer insanların birer böcek gibi gösterildiği bu söylemlerle “gelişen” “alabildiğine sıradan insanlar” diğer insanların kurdu olarak hayata atılıyorlar.
Yaşadıkları dünyada her şeyi isteyen, bütün değer ve nesnelerle çiftleşmeye çabalayan kapitalizm çapkını adamlar “iyi ve güzel olan her şeyi hak ediyorum!” kandırmacasıyla barbarlıklarına ahlak eklemeyi de unutmuyorlar. Yüzüne bakılmayacak adamlar en güzel kadınları istiyor. Kimse kaderine razı olmuyor, kimse haddini bilmiyor.
Sabahları uyanır uyanmaz tüm dünyaya av hayvanı gibi bakan, kazanmaya kilitlenmiş para avcısı insanlar topluluğuyla yaşamak… Yaşadığımız dünyanın müthiş bir tasviri…
Bu dünyanın içinde kaybolup gitmiş olanları Akyürek, Hz. Ali’nin şu nasihatlerine kulak vermeye çağırıyor.
“Kim dünyayı elde etmeye çalışırsa; o, ondan kaybolup gider. Kim de onu istemezse o ayağına gelir… Kim de dünyaya ibretle bakarsa; o, onun gözü olur, olayları ise kendine ibret olur; kim de ona hasrete bakarsa; o, onu kör eder. Kuşkusuz dünya, kaynağı çamurlu ve bulanık; güzel görüntüsüyle öldüren, gizemiyle çarpan, gururuyla engeller koyan, görünümüyle yok eden, gölgesiyle geçip giden, direğiyle eğrilen bir yerdir. Kendisinden nefret edeni; ona alıştırıncaya kadar korkutur, yatıştırıncaya kadar durdurur, ayaklarıyla tekmeleyerek tuzağına düşürür, ağlarıyla sımsıkı bağlar, öldürücü oklarını saplar. Kişinin boynuna ölüm ilmiğini geçirir ve dönülüp varılacak korkunç yere, sorgu yerine yani dar kabrine doğru sürükler.”
Kişisel gelişim, nereye kadar? İşte buraya kadar.
Her geçen gün, yükselen hayat standartlarına, refaha, hayat konforuna rağmen ters orantılı olarak mutsuzluk, şükürsüzlük ve açgözlülüğün de arttığı bir gerçek. İnsanlar on yıl öncesine göre çok daha fazla para kazandıkları halde daha fazla geçim sıkıntısı çekiyorlar. Çünkü geliri arttıkça insanlar, daha fazlasını hak ettiklerini düşünmeye daha yatkın olmaya başlıyorlar. Bunda Akyürek’in Kişisel Gelişim dediği söylemlerin büyük bir payı vardır kuşkusuz.
Akyürek’in kitabı kışkırtılmış, azdırılmış kişiliklere karşı güçlü ve sorunun “adını koyan” bir tepki. Ancak bazı komplikasyon ihtimallerine karşı bazı uyarılarla alınmasında fayda var:
1. Bütün kötülüğü Batı’ya bütün iyilikleri doğuya ait gören bir yaklaşımı var ki, doğrusu iyilik de kötülük de hem doğuda hem batıda vardır, farklı kılıklarda olabilir ama her ikisi de evrenseldir. Bütün kötülüklerin kaynağı Batı dediğimiz zaman kendimizi, fazlasıyla aklamış, fazlasıyla idealize etmiş oluruz ki, bu da Akyürek’in çok duyarlı olduğu kibrin bir başka türüne yol açabilir.
2. Eskiden her şey daha iyiydi, zamanımızda her şey kötüleşti demek de iyilik ve kötülüğün tarihinde insanı devre dışı bırakan bir tarih yazımıdır. Oysa iyilik ve kötülük evrensel olduğu kadar her insanı her zaman yakalayacak kadar da tarih-üstüdür. Gereksiz bir geçmiş idealizasyonu etkisinden de kaçınmak gerekiyor.
Yeni Şafak, 13.12.2008
|