Gündem, Risâle-i Nur
Risâle-i Nurlar ve müellifinin konu yapıldığı sohbetlere sıkça rastlamamız, milletimizin gizli gündeminin bunlar olduğunu haber veren işaretlerdir.
İnsan, memleketinden uzak olsa da yine memleketiyle yatıp kalkıyor. Gözü kulağı memleketinde oluyor. Tanıştığımız insanların çoğunun, ilgilendiği konuları Türkiye üzerinden takip ettiğine şahit oluyoruz. Dünyada ekonomik, siyasî ve sosyal gelişmelerin birçoğunun başlangıç noktası olan Amerika’da olmamıza rağmen, bizim için merkez Türkiye. Özellikle Nur hizmetine müteallik meselelerde Türkiye, bir merkez olması hasebiyle, şevkimize medar haberleri Türkiye’den alıyoruz, Türkiye’den bekliyoruz.
Türkiye’den buralara gelen insanımızın oluşturduğu meclislerin bir çoğunda, Üstad Bediüzzaman’ın ve Risâle-i Nurların konu edilmesi, milletimizin gizli gündeminin bunlar olduğunu izhar ediyor. Müsbet veya menfî yönde bahsedilmesi ayrı bir konu ama Nurlarla kucaklaşmayı bekleyen bir çok insanın varlığı şüphe götürmez bir gerçek.
Yıllar önce, çalışmak için Türkiye’den buralara gelmiş olan İlke abinin de Nurcular hakkında menfî yöndeki bilgilerine şahit olmamız ve bu bilgilerini tashih etmek vesilesiyle samimiyet kurmamız, benim açımdan bir çok derse vesile oldu.
İlke abiyi çay içmek için evime dâvet etmiştim. Cuma namazları vesilesiyle arada bir görüşüyor, muhabbet ediyorduk. Bir gün “Abi, çaysız muhabbet olmuyor, müsait olduğun bir akşam bize beklerim” diyerek dâvet etmiştim. Kararlaştırdık ve bir Cuma akşamı dâvetimize icabet etti. Güzel muhabbetlerin ardından, konu döndü dolaştı nurculara geldi. Misafirim nereden ve nasıl bir izlenim edinmişse “Nurcular, Said Nursî’nin kitaplarını Kur’ân’dan daha üstün tutuyorlar” (hâşâ) deyiverdi. Nasıl böyle bir sonuca ulaştığını sorduğumda, “Nurcuların bu kitapları sürekli okuduklarından” bahsetti… Mevzu “Risâle-i Nur nedir? Nasıl bir tefsirdir?” sorularının uzağında kalıyordu bence. Toplum olarak, hatta daha geniş çerçevede insanlık olarak bir hastalığımızın göstergesiydi bu, bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmak...
İnsanları küfre girmekle itham etmenin bu kadar kolay olmaması gerektiğini, bu söylediğinin doğru olmaması durumunda çok büyük manevî bir sorumluluğun altına gireceğini söyledim.
Çaylarımızı içtik.
Taze bir çay daha demledim.
O sırada oturduğu yerin tam karşısındaki rafta duran kırmızı kitapları görünce sordu:
“Said, sen de mi bunlardan okuyorsun?”
“Evet” dedim, “Bunun benim için büyük bir nimet olduğunu düşünüyorum. Neden okuduğumu kendim anlatmak yerine sana bir röportaj göstermek istiyorum” diyerek, 14 Temmuz 2008 tarihli Yeni Asya’da Faruk Çakır ve İsmail Tezer’in, emekli müftü Yahya Alkın Hocaefendi ile yaptıkları röportajı yeniasya.com.tr’den açtım.
Gerçekten de o röportajda söylenenlerde ben kendimi bulmuştum. Yahya Alkın Hocaefedinin imam hatip mezunu olması ve bunun yanında hafızlık yapmış olması benzerliklerimizin sadece bir yönü. Onun röportajında söylediği şu cümleler, çok samimî bir şekilde dile getirilmiş tesbitlerdir:
“Risâle-i Nur eserleri, okuyan bütün insaf ehli şahittir ki, çok etkileyici bir muhtevaya sahiptir. Ben İmam Hatip okulu talebesiydim. Hafızlık yapmıştım. Buna rağmen İslâmî şuur oluşmamıştı. Hatta beş vakit namazı doğru dürüst kılamazdım. Ciddî bir hedefim yoktu. Risâle-i Nur sayesinde mânevî ve İslâmî dünyam oluştu. İslâmı lâfta değil, fiilen yaşamaya başladım. İslâma, Kur’ân’a ve imana hizmet etmek ana hedef haline geldi. İç ve dış âleme Kur’ânî esaslara göre bakmaya, olayları İslâmî esaslara göre değerlendirmeye başladım.”
Öte yandan bizzat Risâle-i Nur müellifi de, şu ifadeleriyle, aslında yıllar öncesinden bizim bu meselemize açıklık getiriyordu:
“‘Hıfz-ı Kur’ân’a (Kur’ân’ı ezberlemeye) çalışmak ve Risâle-i Nur’u yazmak, bu zamanda hangisi takdim edilse (öncelense) daha iyidir?’ diye suâlinizin cevabı bedihîdir (açıktır). Çünkü, bu kâinatta ve her asırda en büyük makam Kur’ân’ındır. Ve her harfinde, ondan ta binler sevap bulunan Kur’ân’ın hıfzı (ezberlenmesi) ve kırâati (okunması) her hizmete mukaddem (öncelikli) ve müreccahtır (üstündür). Fakat, Risâle-i Nur dahi o Kur’ân-ı Azîmüşşanın hakaik-i imaniyesinin bürhanları, hüccetleri olduğundan ve Kur’ân’ın hıfz ve kıraatine vasıta ve vesile ve hakaikini tefsir ve izah olduğu cihetle, Kur’ân hıfzıyla beraber ona çalışmak da elzemdir (çok lüzumludur).” (Kastamonu Lâhikası, s. 47)
Misafirim İlke abiyle, saat epeyce ilerlemiş olduğundan, haftaya yine aynı gün buluşmak üzere vedalaştık.
***
Yine bir Perşembe akşamı ve yine bizim fakirhanedeyiz. Bu sefer biraz daha kalabalığız.
Vanlı Yüksel, İzmirli İlke, İstanbul’dan Bulgaristan göçmeni Selçuk, Konyalı Abdullah ve Rize’den bu fakir Risâle-i Nur dersinde beraberiz. Cuma akşamı olması hasebiyle, Yasin-i Şerif okuyup duâsını yaptıktan sonra dersimize başlayacağız. İlk bölümde Dördüncü Söz’ü, ikinci bölümde de Hutbe-i Şamiye’den ehl-i imanı geri bırakan altı tane hastalığımızı okuyacağız.
Yasin-i Şerif’i okuyup duâsını yaptıktan sonra, İlke abinin ağzından şu cümleler döküldü:
“Yahu Said, sen hafızsın ve Said Nursî’nin kitaplarını okuyorsun. Ben, Kur’ân-ı Kerim’i okumayı bilmediğim halde, sizleri, bu kitapları (Risâle-i Nur) Kur’ân’dan üstün görmekle itham ediyorum. Burada bir acaiplik yok mu?”
Biraz sessizlikten sonra gülüşmeye başladık.
Zihinlerimizin Hutbe-i Şamiye’deki derse tam olarak hazır olduğunu düşünerek, dersimizi oradan yaptık.
Dördüncü Söz dersimizde ve Hutbe-i Şamiye derslerimizde, bizlere çok güzel istifadeler nasip oldu.
Ertesi gün Cuma vesilesiyle yine görüştüğümüz İlke abi yanıma sokularak;
“Said, bugün cami yönetimiyle konuşacağım, senin okuduğun kitaplardan vaazlar hazırlanmasını isteyeceğim. İngilizce çevirilerinden hazırlansan ve burada okusan ne kadar harika olur.”
İman derslerine her daim ihtiyacımız olduğunun bir yansımasıydı bence bu. Risâle-i Nurlarda tecellî eden Rahman isminin izharıydı bu.
Tarihçe-i Hayat’ta geçen şu ifadeler, her daim ruhen hazır olunması gerektiğini bildiriyor.
“Evet dünya ilim ve irfan sahasına Türkiye’den bir güneş doğmuştur. Bu yeni doğan güneş, bin üç yüz yıl evvel âlem-i beşeriyete doğmuş olan güneşin bir in’ikasıdır ve o manevî güneşin her asırda parlayan lem’alarından birisidir ve beklenilen son mû’cize-i manevîsidir! Yalnız maneviyat sahasında değil, zâhiren ve maddeten dahi tesirini göstermiştir” (s. 139)
Not: Geçmiş Kurban Bayramınızı tebrik ederim. Her dâim duâlarınıza muhtacız.
|