|
|
Selim GÜNDÜZALP |
Gençlik tutulmaz elle, geçirme boş emelle |
|
Gençlik… Ne büyük bir nimet… Ama en büyük nimet onu vereni bilmek. O’nun yani Allah’ın adıyla başlamak ve yaşamak, sadece gençlik nimetinin değil, her hayrın, her nimetin başı: Bismillah…
Hz. Âdem, “Benim zürriyetim (neslim) besmeleyi okuduğu sürece azaptan kurtulur” buyurmuştur.
İmam Süyûtî, Cabir bin Abdullah’tan şu rivayeti naklediyor: “Bismillahirrahmanirrahim sözü indiği zaman, üzüntü ve keder dağıldı, rüzgâr durdu. Denizler sakinleşti, hayvanlar dikkat kesildiler, şeytanlar gökten kovuldu ve Allah, yeminle dedi ki: Besmele ile başlanan her şeyi tamamlayıp bereketlendireceğim.”
Besmele ile Allah’ın ismini anmakla her varlık bir değer, her hareket, bir güç ve her olay bir anlam kazanır. Kâinat besmele ile yaratıldı. Kur’ân besmele ile başladı. Hayat besmele ile açıldı.
Rabbim, yüce adını her nefeste anmayı bize ve dilimize kolaylaştır, unutursak hatırlattır.
…
Gençlik, Rabbimizin en güzel ve en şirin nimeti. Her nimetten daha fazla hak ediyor Allah’ın adının anılmasını ve O’nun yolunda kullanılmasını.
Bir san’at eseri san’atkârına nispet edilerek değer kazanıyor. Onun imzasını taşıyorsa değeri birden bine çıkıyor. Şu kâinat; küçük büyük her şey ve her nimet Allah’ın. Bu nimetler hazinesini açacak tek anahtar var, o da besmele. Bu anahtar da varlıkların içinde en üstün özelliklerle donatılan insanın eline verilmiş.
Hayata, kâinata böyle bakmak… Gençlik nimetine önce böyle yaklaşmak gerekiyor. Nimet, nimet olarak bilinmedi mi, elden çıkar gider de haberimiz olmaz.
Geçmez zannederiz ama geçer. Bitmez zannederiz ama biter. Sayılıdır çünkü nefesler, sayılıdır günler, çabucak gider. Birden ihtiyarlığın eşiğinde bulur insan kendini.
…
Yunanlı yazar Kazancakis; akan bir dereye doğru eğilip bakmakta olan ihtiyara sorar:
“Neye bakıyorsun?”
İhtiyar:
“Akıp giden hayatıma evlât, hayatıma...”
...
Su gibi akıp gider hayatımız ve gençliğimiz. Bir daha da ele geçmez. O günler bir daha gelmez. Ne yapıp etmeli, gençliğin kıymetini bilmeli. Bilmeyene bildirmeli.
Çok şükür bildiren insanlar ve kitaplar var. En başta Üstadımız Bediüzzaman var. Risâle-i Nur’lar var. Yetmiş yaşında ihtiyar bir adamın azmine, imanına, şefkatine bir bakın. “Kardeşlerim” dediği gençler için, hayata dair bir yol kılavuzu hazırlıyor, “Gençlik Rehberi”ni yazıyor.
Kim bilir kaç kararmış hayata ışık tutuyor, nur saçıyor? Hakkıdır. “Kendimi bütün gençlere arkadaş biliyorum” diyen bir insanın ve dâvâsının hakkıdır bu. Ne kadar şükretsek azdır. Dertlerimize eğilecek, derman yetiştirecek eserler veren Üstadımız var.
Yıldızlar karanlıkta parlar. Bediüzzaman’ın ve eserlerinin kıymeti, böyle kritik zamanlarda anlaşılıyor.
Ses de, söyleyiş de önemli. Şefkat ve merhamet buram buram sinmiş yazdıklarına. Okuyan bu kokuyu alıyor. Dışlamıyor, kovmuyor, kaçırtmıyor. Aksine kucak açıyor. Bizler gibi bu çağın yaralı yavrularına, gençlerine. Onun için seviliyor, onun için okunuyor eserleri.
Gençlerle, oturup konuşmalıyız bu nimetin nasıl değerlendirileceğini. ‘Bu fırsat her zaman ele geçmez. Her kapıyı çalmaz’ demeliyiz. Sonra bizden şikâyetçi olabilir gençler. “Niye hatırlatmadınız, niye tecrübelerinizden yararlandırmadınız, niye bir gün gençliğimizin biteceğini, elimizden gideceğini söylemediniz, niye bizi yalnız bıraktınız?” diye.
Gençlerin dünyasını bilmedikçe, duygularını tanımadıkça yabancılaşma başlıyor. Boşluklar oluşuyor aramızda. Ve bundan da en fazla baş düşmanımız şeytan istifade ediyor. Buna fırsat ve imkân vermemeliyiz.
Sabırla, anlayışla gençlerle arkadaş ve dost olmalıyız. Aramızda ortak bir alan bulunmadıkça, sorunları paylaşmak da kalkıyor.
Aynı evde, aynı sokakta, aynı şehirde yalnızları oynuyoruz. Anlaşamadığımız değil, anlaşabildiğimiz alanlar bulmalıyız ve öyle yaklaşmalıyız.
Düşmanlarımızı çatlatmalıyız âdeta. Ne güzel demiş Mevlânâ, “Aynı dili konuşanlar değil, aynı duyguları paylaşanlar anlaşır” diye… Ortak yanlarımız çok. En azından biz o yoldan geçtik. Belki de çok yardımcı da bulmadık zamanında. Aynı vefasızlığı biz onlara reva görmeyelim. Kitaplardan belli yerleri okumak evet ama… Önce ilk yardım, pansuman, sonra cerrahî müdahale yani ameliyat… Çok defa bu işler birbirine karışıyor.
Yakınlıklar, dostluklar pekişmeli. Muhataplar dinlenilmeli. Dertleri ne, soruları ne, bilinmeli... Bediüzzaman, sorularını dinlemeden, bilmeden, onların dünyasına girmeden cevap vermemiş. ‘Gençlik Rehberi’ bu yönüyle ayrıca incelenmeye ve üzerinde durulmaya değer. Bugün için özellikle enfes bir metod örneği de taşıyor. Bu yürek işi. Empati de diyebilirsiniz. Onların duygularını fikren kendinizde yaşamak. Hz. Ali (ra): “Gençlerin dilini anlamadığınız zaman, bu dünyada işiniz bitmiştir” diyor. Mesele bu. Şefkat sırrı bu olsa gerek.
Bazen gençleri dinlemeden, anlamadan konuşuyoruz. Onlar dinlemeyince de kızıyoruz. Ağız bir, kulak iki; “bir söyle, iki dinle” diye. İçten pazarlıklı yaklaşımlar, ya da tavır ve konuşmalar muhataba itici ve incitici geliyor. Fırsatını bulduğunda kaçıyor, uzaklaşıyor bizden. Gençler başında ya da peşinde gardiyan aramıyor, arkadaş ve dost arıyor.
Bütün gücümüz, samimiyetimizde, sevgimizde ve şefkatimizde gizli olmalı. Bu duygu her devirde yara sarar, her yerde işe yarar. Çünkü muhatap kendisine insan olarak değer verildiğini anlar… Allah her gencin vicdanına bu pusulayı koymuş. Onlar bizi arıyorlar. Peki biz neredeyiz? Onlara yakın bir yerde miyiz?
...
Şimdi bunları niye anlattım diyeceksiniz?
Şunun için: Bir hatıram var yıllar öncesine uzanan.
Zafer dergisinde ölüm konusunda yazılar yazıyordum—ki hâlen de sürüyor.
Yıllar önceki o yazılardan birinin başlığı: “Gençlik gidecek” idi. Babası dergimize abone olan liseli genç bir bayandan bir mektup aldım.
Özetle şöyleydi mektup: “Her ay düzenli gelmesine rağmen, bugüne kadar derginiz pek dikkatimi çekmemişti. Ancak içimden bir ses, bu sayıyı mutlaka okumam gerektiğini söylüyordu. Ben de ambalajını açıp, dergiyi incelemeye başladım. Orta sayfadaki yazının başlığı beni âdeta çarptı: ‘Gençlik gidecek’. O zamana kadar gençliğin gideceğini inanın hiç düşünmemiştim. Sanki kendimi hep böyle genç kalacak zannediyordum. Derin bir uykudan uyandım. Peki şimdi ne yapmam gerek, lütfen yardımcı olun…” diye, inleyen bir gencin ifadeleri hâlâ kalbimde ve zihnimde çınlar durur.
Bütün gençler nâmına dile getirilmiş bir mektup, acı bir gerçekti bu. Kaçmadan, korkmadan, karşılaştığı sorunu karşılamak isteme çabasıydı. Zaten insanlığın ve en üstün vasıflarla yaratılıp donatılmışlığın gereği de bu değil miydi?
...
Ne yazık ki, bazı şeylerin kadrini ve kıymetini elimizden çıkmadan veya kaybetmeden bilemiyoruz. İşte insanın başına hayatta bir kere gelen gençlik nimeti de bunlardan sadece bir tanesi olsa gerek. Elden gidince, eyvah gençliğim demenin bir yararı yok. Gün olur bazı şeylerin elimizin altından kaydığını, zamanın durmaksızın aktığını hissederiz. Mevsimler bu mânâda; her canlının bir güzü ve baharı olduğu gibi insanın da gençlik yazının sonu ihtiyarlık güzü olduğunu söyler.
Bununla da kalmaz; “Gençlikte günlerin kısa, yılların uzun; yaşlılıkta da günlerin uzun, yılların kısa” olduğunu da hatırlatırlar.
“Hakikî zevk ve elemsiz lezzet, yalnız imânda ve imân ile olabilir” sırrınca, gençliğini kıymetsiz şeylerin peşinde harcamayanlar, kuru bir yaprak gibi rüzgârlara oyuncak olmaktan kendini koruyanlar, gençlikten ihtiyarlığına gün çalmış, ömür saklayabilmiş demektir. Yoksa şair Cahit Sıtkı Tarancı gibi söylenmekten kurtulamaz insan:
İçimi titreten bir sestir her gün.
Saat her çalışında tekrar eder:
“Ne yaptın tarlanı, nerde hasadın?
Elin boş mu gireceksin geceye?
Bir düşünsen! Yarıyı buldu ömrün.
Gençlik böyledir işte, gelir gider;
Ve kırılır sonra kolun kanadın;
Koşarsın pencereden pencereye.”
Ve yine öylelerden birinin “Keşke gençliğim bir gün dönseydi, ihtiyarlık benim başıma ne kadar hazin haller getirdiğini ona şikayet edip söyleyecektim” dediği gibi, bu yıllardaki ihmali, bundan doğan acıyı, her akıl sahibi ruhunda ve vicdanında ileriki yaşlarda daha acı ve daha derinden duyacaktır.
“Gençlik damarı, akıldan ziyade hissiyâtı dinler. His ve heves ise kördür, âkıbeti görmez. Bir dirhem hazır lezzeti, ileride bir batman lezzete tercih eder” 1 gerçeğini de görmezlikten gelemeyiz. Çünkü bu cümleler günümüzde iman hakikatlerinden mahrum bırakılmış olan gençliğin âdeta ruh dünyasının bir portresidir.
O zaman bu tehlikenin karşısına çıkarıp koyacağımız bir ikaz ve irşat levhası olmalı. O da ancak ahiret inancıdır. Ve ardından, “Kabir var hiç kimse inkâr edemez” levhası gelir, onların aklını başına aldırır. “Gerçi emniyet güçleri beni görmüyorlar ve ben onlardan saklanabilirim. Fakat, Cehennem gibi bir zindanı bulunan bir padişah-ı Zülcelâl’in melâikeleri beni görüyorlar ve fenalıklarımı kaydediyorlar. Ben başı boş değilim ve vazifedar bir yolcuyum. Ben de onlar gibi ihtiyar ve zaif olacağım” 2 diye onu düşünceye sevk eder.
Gençlerin bu aşkın ve taşkın duygularının muhtemel tecavüz ve tahribatlarına karşı ahiret inancı set çeker. Akıllarını başlarına getirir İnşaallah.
Ve bu bahtiyar gençler Peygamberimizin (asm), “En hayırlı genç odur ki, ihtiyar gibi ölümü düşünüp âhiretine çalışarak, gençlik hevesâtına esir olmayıp gaflette boğulmayandır” meâlindeki mübarek sözlerine ve müjdelerine mazhar olurlar.
Evet, yazının başlığını tekrar hatırlayalım: Gençlik tutulmaz elle, geçirme boş emelle. Rabbim bu nimetinin hakkını veren kullarından eylesin. Arşın gölgesinde gölgelenen gençlerden eylesin. Âmin. Sahabenin gözbebeği gençlerinden Musab bin Umeyr’in (ra) ve bütün sahabelerin özellikle de Hz. Peygamberimizin (asm) ruhlarına salât ve rahmet duâlarıyla inşaallah...
Faydalanılan kaynaklar:
1- Gençlik Rehberi, s. 36, Bediüzzaman Said Nursî
2- Asâ-yı Musa, s. 39, Bediüzzaman Said Nursî
13.12.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Maaşların zekâtı |
|
Dudu Hanım: “Aylık aldığımız maaşa zekât düşer mi? Düşerse nasıl hesaplanır? Vergi zekâttan sayılır mı?”
Ebru Hanım: “Sorum zekât ile ilgili. Kayınvalidemin evlerinden birinde oturuyoruz. Yani kirada oturmuyoruz, herhangi bir mülkiyet sahibi değiliz. Eşim ve ben memuruz, henüz çocuk sahibi değiliz. Allah’a çok şükür ikimize de yetiyor maaşımız ve kişisel ihtiyaçlarımızı rahatlıkla gideriyoruz. (çok şükür) Zaman zaman borçlarımız da oluyor evin tadilâtı vs gibi. Fakat bunlar keyfî yapılan borçlanmalar, yani çok acil ihtiyaçtan ileri gelmiyor. Hâl böyleyken bizim her ay maaşlarımızdan veya yıl sonunda toplu olarak zekât vermemiz gerekiyor mu? Vermemiz gerekiyorsa bunu nasıl hesaplarız? Yani zekâtın verilmesi farz olan halleri kesin olarak nasıl çizebiliriz? Allah razı olsun hepinizden...”
Memurların maaşları, işçilerin ücretleri, avukat, doktor, mîmar, mühendis, berber, terzi... vs. gibi serbest meslek sahiplerinin düzenli veya düzensiz gelirleri hiç şüphesiz az veya çok kazançtır ve Cenâb-ı Hakk’ın, “Onlara verdiğimiz rızktan infâk ederler” 1 âyetinde ifâdesini bulan “rızk” dahilindedir. Çünkü onunla geçiniyorlar, ondan yiyip içiyorlar. Veren Cenâb-ı Rezzâk-ı Kerîm’dir; infâk etmekle yükümlü olan da kuldur.
Bordro üzerinden düzenli ödenen türden de olsa, başka türden de olsa, vergi zekâttan ayrı bir kalemdir. Yani vergi zekâttan sayılmaz. Zekât Kur’ân’ın talebidir. Vergi ise devletin belirli oranlarda talebi ile, vatandaşın devletin hizmet giderlerine katkısı ve yardımıdır. Devlet, hizmetinin devamlılığı için kazanç sahibi vatandaşlarını vergi vermekle yükümlü tutabilir. Zekât verenlerin vergiden veya verginin bir kısmından kendilerini muaf saymaları câiz olmadığı gibi; vergi verenlerin, kendilerini zekâttan muaf saymaları da doğru değildir. Her iki yaklaşım da, kul hakkını ihlâl mânâsı taşır.
Maaşların ve sabit gelirlerin zekâtına gelince: Ebû Ubeyd’in rivâyetiyle, Hulefâ-i Râşidîn’in sabit gelir sahiplerinin maaşları için zekât uygulaması şöyledir: Hazret-i Ebû Bekir (ra) çalışanlara devlet gelirlerinden “atâ” adıyla pay (yani maaş) verirdi. Bu maaşı verirken onlara, üzerinden bir sene geçen nisap miktarı mallarının olup olmadığını sorardı. Eğer varsa, verdiği atâ’dan bunun zekâtını kesiyordu.
Aynı uygulamayı Hazret-i Osman (ra) ve Hazret-i Ali'de (ra) yapmıştır. Hattâ Hazret-i Ali’nin (ra), “kişinin yeni kazandığı malının üzerinden bir sene geçmedikçe, o mala zekât tahakkuk etmez” dediği de Ebû Ubeyd’in rivâyetleri arasında. Fakîh sahabîlerden Abdullah b. Mes’ûd’un (ra) fetvâsı da bu yöndeydi. Ebû Ubeyd bu rivâyetleri değerlendirerek, Hulefâ-i Râşidîn’in hak sahiplerine verdikleri atâdan hemen zekât tahsil etmediklerini; fakat üzerinden bir yıl geçmiş diğer mallarının zekât borcunu bu atâdan tahsil ettiklerini bildirir.2
Sâbit gelirliler, maaşlılar ve serbest meslek sahipleri, aylık elde ettikleri kazançtan zarûrî giderlerini, yani aslî ihtiyaç için yaptıkları harcamaları ve varsa borçlarını düştükten sonra ellerinde kalan miktarın zekâtını vermelidirler. Bu zekât; her ay elde edilen bu birikimin toplamı yıl sonunda nisap miktarına (80 gram altın değerine) ulaşması halinde, yıl sonunda, bir defada kırkta bir (yani yüzde iki buçuk) oranında verilmelidir.
Maaş alanlar zekâtlarını aylık vermek isterlerse şöyle de hesaplayabilirler: Aylık gelirimizden, aylık borçlarımızla birlikte zarûrî giderlerimizi düşeriz. Geri kalan para, diğer aylarda da aşağı yukarı aynı ölçülerde elimizde kalıyor ise; on iki ay ile çarparız. Ortaya çıkan rakam eğer nisap miktarını (80 gram altını) aşıyor ise, % 2,5’ nin o aya tekâbül eden kısmını o ay öderiz. Bu uygulamayı her ay periyodik bir şekilde yaptığımız takdirde İnşallah zekât borcundan kurtulmuş oluruz.
Nakit para olarak verilmesi gereken zekâtın yerine, taksit, borç ya da kart ile, aynı miktarın altında olmamak kaydıyla ve zekât niyetiyle gıda maddesi veya giyim kuşam gibi başka bir ihtiyaç maddesi alınıp verilirse zekât verilmiş olur.
Allah kabul buyursun.
Dipnotlar:
1- Bakara Sûresi, 2/3
2- El-Emvâl, 564
13.12.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
“Vefakârlık imandandır” |
|
Dünkü makalemizi, “Vefakârlık imandandır” 1 diye bitirmiştik. Geçmişten geleceğe köprü kurmak; sevgide, saygıda, sadakatte, dostlukta sürekli olmaktır vefa. Yıllar geçse de iyiliği yad etmek, karşılığını verebilmektir.
Allah Resûlü (asm) son derece vefakârdı. İyiliklerin, dostlukların kıymetini her zaman bilegelmiştir. Yıllarca kendisine bakan, koruyup kollayan amcası Ebû Talib’i ve hanımı Fatıma’nın iyiliklerini aslâ unutmamıştı. Hayatında apayrı yerleri vardı onların. Hürmette aslâ kusur etmemişti. Amcası Ebû Talib’in maddî sıkıntı içinde olduğunu gördüğünde oğlu Hz. Ali’yi yanına alıp bakmış, diğer oğlu Hz. Cafer’in de amcası Hz. Abbas’ın himayesine alınmasını sağlamıştı. Yengesi Fatıma vefat ettiğinde oldukça üzülmüş, kendisine bir anne gibi davrandığını, kendi çocuklarından daha çok değer verdiğini ifade etmişti.
Birgün Habeşistan’dan Necaşî’nin elçileri gelmiş, onlara oldukça büyük bir ilgi göstermiş, hizmet etmişti. Sahabe, “Biz her şeyi yaparız, siz istirahat buyurun ey Allah’ın Resûlü!” demişlerse de o, “Bunlar Habeşistan’a hicret eden ashabıma yer verdiler, ikramda bulundular. Şimdi de ben onlara hizmet etmek istiyorum”2 buyurmuşlardı.
Resûlullah (asm), Muhacirlere kucak açan fedakâr Ensarın iyiliklerini de hep takdir edegelmiş, ashabına da bunu öğütlemiş, ölüm döşeğinde yattığı bir anda, bir ara ayağa kalkabilecek güç bulduğunda mescide gitmiş ve Muhacirlere onlara gereken değeri vermelerini öğütlemişti: “Ey Muhacirler! Sizlere vasiyetim şudur ki, Ensara iyi davranın. Çünkü onlar size iyilikte bulundular, size memleketlerini açtılar, sizi evlerinde barındırdılar. Geçim sıkıntısı çektikleri halde sizi kendilerine tercih ve mallarına ortak ettiler. Her kim onlar üzerine hâkim olursa onlara iyilikte bulunsun, kusur edenleri olursa onları affetsin.”3
Resûlullah’ın (asm) vefası, iyilik ve yardım gördüğü müşrikleri de içerisine alacak kadar genişti. Tâif’ten dönüşünde Mekke’ye girerken müşrikler onu şehre sokmamış, ancak bir müşrik olan Mut’im bin Adiyy sayesinde şehre girebilmişti. Yıllar sonra Mut’im, Bedir’de müşrikler safında çarpışırken öldürüldü. Resûlullah’ın (asm) şâiri Hz. Hassan bir mersiye yazıp Mut’im’in Resûlullah’a (a.s.m.) yaptığı iyiliği yâd etti. Resûlullah bundan hoşnut oluyor, gözyaşlarıyla onun iyiliğini anıyordu. Düşman esirlerine ne yapılacağı tartışılırken ağzından şu sözlerin çıktığını da duymuşlardı:
“Eğer Mut’im bin Adiyy hayatta olup da benden esirleri istemiş olsaydı, hiçbir fidye istemeden hepsini serbest bırakırdım.”4
Karşı karşıya gelip savaştığı düşmanın bir iyiliğini hatırlayıp gözyaşı dökecek, onun hakkında bu sözleri söyleyebilecek kadar büyük bir vefakârlık görülmüş müdür?
Dipnotlar:
1- Buharî, Kitabü Menakıbi’l-Ensar: 20; Müslim, Kitabü Fezâili’s-Sahabe: 12.
2- Beyhakì, Delâilü’n-Nübüvve; Şifâ-i Şerîf Terc., s. 127.
3- Buharî, Sahih, 3:91; Müslim, 3:1258; İbni Sa’d, 2:242.
4- Resûl-ü Ekrem’in Örnek Ahlâkı, s. 29.
13.12.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Tenkidin psikolojisi ve mihenk |
|
Ferdleri, toplumu, cemaati kemiren, zaafa uğratan en büyük problemlerden birisi, cerbezeye dayanan dâhilî tenkit hastalığıdır. Tenkit, aşk ve şevki öldüren muzır bir haslettir.
Bir ailede eşler birbirini, çocuklar anne-babalarını tenkit edebilir mi?
Halbuki, tenkit değil, her aile ferdi, diğerlerinin kusurlarını örter, eksiklerini tamamlar, işine yardımcı olur.
Cemaat de büyük bir ailedir. Onlar da bu prensipleri uygulamalıdır.
Toplum ise, daha geniş bir dairedir. Ferdler, tenkitle değil, birbirine yardım etmekle görevlidirler.
Bir ferd, içinde bulunduğu cemaati tenkit edebilir mi?
Hayır! Neden? Çünkü, tenkit ettiği hususlardaki en büyük pay kendisinindir. Suçluluk psikolojisini üzerinden atmak için tenkide yönelir.
Şuna da işaret edelim: Tenkit ayrıdır, mihenge vurmak ayrıdır. Yani, bir insana, “Şu hareketin Kur’ân’a, Sünnete ve onların tefsiri olan Risâle-i Nur’a uymuyor!” demek ayrıdır, “Zaten yapamıyorsun, beceremiyorsun, hep böyle yapıyorsun, sende iş yok, sen adam olmazsın!” demek ayrıdır. Birincisi mihenge vurmak, ikincisi tenkittir.
Bediüzzaman, Sünûhat isimli eserinin başında, insanın duygu ve hasletlerini tahlil ederken ve hangi haslet ve duygunun, ne zaman, nerede, nasıl bir mâhiyet aldığını açıklarken; tenkit, yermek ve iftihar konusunda şu muhteşem ölçüyü verir:
Bir insan kendi nâmına hazm-ı nefs eder (kendini yerer), gururlanmaz; millet (ve cemaat) nâmına iftihar eder; asla hazm-ı nefs edemez, yeremez. Yani, “Bende iş yok, ben bittim!” denebilir, ama “Bu millet, bu cemaatte iş yok!” denemez.
Halbuki, olumlu anlamda eleştiri, bir kültür ve hatta bir san'attır. Gerçeği bulmaya hizmet ettiği nisbette meşrû ve makbuldür.
Tenkidin sâiki, psikolojisi, “ya nefretin teşeffisi (rahatlaması), ya şefkatin tatminidir”1
Tenkitte insafın ölçüsü nedir ve nasıl yapılmalı? Münekkidde, gerçeği bulma, ifâde etme aşkı olmalı. Eğer eleştiriyi insaf işletirse, gerçeği parlatır.2
Cerbeze ve gurura dayanan tenkit ise, müthiş bir hastalık ve musîbettir.3 Hem hakikati incitir, hem de gayret ve şevki kırar.
Ancak, gurura, benliğe, kıskançlığa dayanmayan insaflı tenkit faydalı olabilir: Kendimize yapılan tenkitleri hazmedebilme maharetini gösterdiğimiz takdirde, eksiklerimizi tamamlar, hatâlarımızı telâfi eder, olgunlaşabiliriz. Zaten, eleştirilerimizin hedefi geçmişe takılıp kalmak değil; ondan ders alıp geleceğe uzanmaktır.
Eleştiri, aynı zamanda oto-kontrolü sağlar.
Ancak, tenkit, sathî bir nazarla yapılmamalı. Mü’minlerin, ilim adamlarının lüzumsuz şeylerde birbirini tenkit etmeleri gayet zararlı. İlim ve fikir ehli, mal satın alan bir müşteri gibi yalnız kusurları göremez.4
Meseleye çok yönlü bakarak, önce iyi ve güzel taraflar dikkate sunulur. Kıskançlık, ele geçirememe, aşağılık kompleksinden kaynaklanan tenkidin zararları zâhirdir.
En müthiş maraz ve mûsibetimiz, cerbeze ve gurura istinad eden tenkittir. Tenkidi eğer insaf işletirse, hakikati rendeçler/parlatır. Eğer gurur istihdam etse, tahrip eder, parçalar.5
Dipnotlar:
1- İctimâî Reçeteler, 1: 200; 2- Hutbe-i Şâmiye, s. 147.; 3- A.g.e., s. 147.; 4- Muhakemât, s. 105.; 5- Hutbe-i Şamiye, s. 147.
13.12.2008
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
S. Bahattin YAŞAR |
Namaz, âcizi, ‘aziz’ kılıyor |
|
Âcizin, aziz saatleri, namaz saatleridir
Namaz sünnetleri, Efendimizle (asm) olan birlikteliğin saadetli zaman dilimleridir. Sünnetler, Cenâb-ı Hakkın Huzur’una, ruhen ve bedenen hazırlanma, arınma ibadetleridir.
Namaz saatleri, kul için en büyük Huzur anıdır. Her şeye gücü yeten, her şeyi gören ve bilen ile olan randevu, âciz kulu aziz kılıyor. Bu özel saatleri, çok güzel değerlendirmeli insan. Dünyalık derdiyle örselediğimiz farz namazlar ve ihmal ettiğimiz sünnetler, aksi netice veriyor.
Bir vakit namazından sonra, dosta, namazda hangi sûreleri okuduğunu sordum. Epey düşündü, hatırlayamadı. Bu acı tabloya birlikte üzüldük.
Bu haliyle namazlar namaz olmaktan çıkıyor. Bu kadar zihinsel yoğunluk, tam bir gaflet hali. Fâni dünyanın, fâni işleri ibadetlerimize aşırı müdahale ediyor. Onun için de şefkatli tokatlar yiyoruz. Ama ders, alınmayınca ders olmuyor.
Oysa, namaza durunca, hayat durmalı. O an, mâsivâyı, elinin tersiyle itmeli, unutmalı insan. Hakikî kulluk; namazlarımızın namaz olmasına bağlı.
‘Yaratıcıyı önemseyen, O’nun yarattıklarını da önemser’
Namaz saatinde, işlerini durduran azizler tanıyorum. Onlar, Huzur’a ulaşmayı, Huzurlu saatler kazanmayı, para kazanmaktan daha çok önemsiyorlar. Bahtiyarlar.. Uzman doktor, özel muayenehanesinde, namaz saatinde, çalışmaya ara verip, namazını eda ediyor, güne namaz katıyor, huzur, saadet katıyor.
İnsan Kaynakları Birimi Amiri, ‘İnsanların yaratıcıları ile olan bağlarını önemsiyorum. Yaratıcısı ile arası iyi olanın, O’nun yarattıkları ile de arası iyi oluyor. Yaratıcıyı önemseyen, O’nun yarattıklarını da, işini de önemsiyor. İş verimi artıyor. Çalışanların ibadetlerini rahatça yapabilmeleri için kurumlar, ibadet mahallerini, mescidi, okuma salonlarını ihmal etmemelidirler.” diyor ve ekliyor; ’Evet, insan, yaratıcıyı tanımakla (imanla) insanlaşıyor ve kendi zenginliğini keşfediyor.”
Her namaz, insana kul olduğunu hatırlatıyor.
İyi giden-gitmeyen bir şeyler varsa; bu, İlâhî bir ilginin sonucudur
İşlerin rast gitmesi, bozulmaların düzelmesi, ulaşılan başarılar, tanınan şanslar, özel ikramlar, kulun düşünülmüş olunduğu hatırlanan o ‘an’lar, hepsi birer Yaratıcı hatırlamalarıdır. Müsbet, menfi her hal, bir imtihan vesilesidir.
Kâinat Hâlıkının gündeminde olmak, âciz kul için büyük bir saadettir.
İnsan, verilenlere şükür, elinden alınanlara sabırla mükelleftir.
İşte namaz da bunun en güzel vesilesidir. Bu saadet, ganimettir.
Namaz saatleri, saadetli saatlerdir
İnsan, icabet ettiği bir önemli dâveti, unutulmaz bir hatıra olarak hayatı boyunca anlatıyor. Aldığı bir unvanı, hayatının sonuna kadar taşıyor.
Ya Yaratıcının dâvetine olan icabeti nasıl karşılamalı insan?
Bu buluşma, insanda nasıl bir heyecan meydana getirmelidir?
Aslında uyanık bir ruh için, sadece bir namaz hali bile, bir ömrü aydınlatmaya, bir uyanışı, bir dönüşü başlatmaya, günahları terk etmeye, mi'racı hissetmeye vesiledir.
Namazlar, namaz saatlerinin dışındaki zamanları da aydınlatıyor. İki namaz arasındaki meşrû işleri, ibadetleştiriyor. Kula, böylesi namazlar yakışıyor. Âciz, böyle namazlarla azizleşiyor.
Evet, ‘namazlar namaz olursa’, namazlı zamanlar ebedîleşiyor.
Bu, âciz kul için, çok özel bir mazhariyettir.
13.12.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Ah şu TV’ler! |
|
Hemen herkesin üzerinde ittifak ettiği bir konu var: Mevcut yayınlarıyla televizyon, bilhassa çocukları hayattan koparıyor, ‘hasta’ ediyor.
Bu konu ile alâkalı olarak görüş beyan eden uzmanlar, anne ve babalara adeta yalvarıyor: Aman, çocuklarınızı TV’lerden uzak tutun, TV izledikleri saatlere sınırlama getirin, zararı en aza indirin!
Tabiî bunları yapabilmek ve çocuklarımızı TV’lerin ‘şer’rinden koruyabilmek için en başta anne ve babanın TV ile arasına mesafe koyabilmesi lâzım. Sabah akşam, her fırsatta TV izleyen anne babaların, çocuklarına ‘sınırlama’ koyması ve çocukları bu konuda ikna etmesi neredeyse imkân haricindedir.
İsterseniz bir iki ‘uzman’ın bu konudaki tesbitleriyle ilgili haberleri hatırlayalım: Kayseri Erciyes Üniversitesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Metin Işık, yaptıkları araştırmada özellikle anne olmak üzere ebeveynleri kolaycılığa kaçarak çocuklarını televizyon ya da internete mahkûm ettiklerine dikkat çekti. Doç. Dr. Işık, çalışan anne ve babaların olduğu ailelerde, aile bireylerinin tek ortak noktalarının ve bir araya geldikleri zamanın 10 dakika süren akşam yemekleri olduğunu ifade ediyor. Eve yorgun gelen anne ve babanın yemek sonrası çocuklarıyla ilgilenmediğine dikkat çeken Işık, 10 dakika yemekte bir araya gelindikten sonra anne ev işlerinin başına, baba da yorgunluğunu bahane ederek televizyon karşısına geçip, çocuklarını bilmeden de olsa sosyal hayatın dışına ittiklerine dikkat çekti. Bu duruma maruz kalan çocuğun diğer odadaki televizyonda istediği programları seyrettiğini, ya da interneti kendisine yakın bularak zamanını burada geçirdiğini belirten Işık, bu durumun ise sosyal olmayan, yalnızlığa itilmiş, toplumla iletişim kuramayan, zekâ düzeyi gerileyen, hayatı farklı kültürlerden aldığı bilgiler ışığında yaşayan insanların yetişmesine sebep olduğunu söyledi.
Doç. Dr. Işık, şunları da söylüyor: “Amerika’da kısa zaman önce yapılan bir araştırmada; 18 yaşına kadar televizyon izleyen bir kişi, izlediği çizgi film, dizi film, sinemalarda 32 bin cinayet sahnesi görüyor. 40 bin cinayete teşebbüs sahnesi izliyor.” (Yeni Asya, 10 Aralık 2008)
Konu ile ilgili en yeni haber ise şöyle: Gaziantep Üniversitesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Zeynep Hamamcı, özellikle okul öncesi yaş grubundaki çocukların canlı ve cansızı ayırt etmekte zorlanabileceğini belirterek, televizyondaki, gerçek ve canlı olmayan bazı tiplemelerin çocuğu korkutarak onu olumsuz yönde etkileyebildiğini dile getirdi. Doç. Dr. Hamamcı, anne ve babaların çocuklarını oyalanmaları için ya da başka sebeplerle uzun süre televizyon karşısında bırakmaması, çocukların televizyon izledikleri saatlerin sınırlandırılması gerektiğini ifade etti. Çocukların televizyon izlemek yerine kitap okuma, boyama ya da resim yapma gibi etkinliklere yönlendirilebileceğini dile getiren Doç. Dr. Hamamcı, ailelerin çocukların izleyeceği, haber, dizi, film ya da çizgi filmlerde seçici olması gerektiğini kaydetti. (AA, 12 Aralık 2008)
Bu kadar ‘zararlı’ olan bir ‘teknolojik âlet’e tamamıyla teslim olmayı kabullenmek mümkün mü? Tamam, varsa ‘iyi yön’lerinden istifade edelim, ama bu bahaneye sığınarak onlarca, hatta yüzlerce ‘zarar’a kapımızı açmayalım. Hem TV izlemeyenlerin sırf bu sebeple herhangi bir zarara uğradıkları görüldü ya da duyuldu mu? O halde yanlış olduğunu bildiğimiz halde, niçin TV’ler hâlâ evlerimizin baş köşesini işgal ediyor?
Var mısınız, ‘zor’u başaralım, TV’leri kapı dışarı edelim!
13.12.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mehmet KARA |
Yeni anayasadan vazgeçip mini değişikliğe razı olmak |
|
22 Temmuz seçimlerinden sonra hükümet hızla sivil bir anayasa yapmak için kolları sıvamıştı. Tek başına iktidarda olan bir hükümetin bu değişikliği yapacağının duyulması ihtilâl anayasasından kurtulmak için büyük bir fırsattı. Ancak aradan geçen bir buçuk seneden sonra hükümet “mini değişiklik”ler yapma noktasına geldi.
Hükümetin bu noktaya gelmesinde değişik sebepler var. Birincisi kapatma dâvâsından çıkan sonuç. AKP kapatılmadı ancak öyle bir gerekçe yazıldı ki, eli kolu bağlandı.
Tabiî bu noktaya gelinmesinde AKP’nin hataları oldu. Prof. Dr. Ergun Özbudun başkanlığında “bilim kurulu” oluşturulmuştu. Bu kurul bir taslak hazırladı, AKP de bu taslak üzerinde çalışmaları son aşamaya getirmişti. Ancak ne olduysa oldu bundan vazgeçildi.
İkincisi, başbakanın yurtdışından “velev ki” ile başlayan sözler sarf etti. Sonraki safahatı biliyoruz. Hem AKP’ye kapatma dâvâsı açıldı. Bu iki maddelik anayasa değişikliği CHP ve DSP’li milletvekilleri tarafından anayasa mahkemesine götürülerek iptal ettirildi ve daha sıkıntılı bir sürece girildi. Yani, ne başörtüsü üniversitelerde serbest bırakılabildi, ne de yeni bir anayasa hazırlanabildi. Hazırlanan taslaklar nerede şimdi bilen dahi yok.
***
Kurban Bayramından birkaç gün önce Anayasa Komisyonu Başkanı AKP’li Burhan Kuzu’nun ifadelerinden de anlaşılıyor ki, yeni anayasanın başka bir baharda da çıkması zor görünüyor.
“Sivil, özgürlükleri genişleten, ihtilâl anayasasından kurtulmuş bir Türkiye” gibi iddialı ifadelerle yola çıkan hükümetin şimdi geldiği noktayı Kuzu şöyle özetliyor: “Bir mini paket olabilir. Eğer yeni bir anayasa yapılamıyorsa, hiç olmazsa mini paketlerle geliştirelim. Başka çare de yok. Bir şeyin tamamını elde edemiyorsak, bir kısmını elde edelim. Bunu da kâr saymak lâzım…”
İki maddelik anayasa değişikliği gündeme geldiğinde, bunun hatalı olduğunu defalarca yazdık. Kuzu, şimdi itiraf niteliğinde şunları söylüyor: “Sonra bu metin tartışmaya açılacaktı. Tam o sırada başka bir gelişme oldu. Başörtü konusu öne çıktı. Bizim niyetimiz, başörtüsünü çözüp, anayasanın kalan bölümünü bir kenara bırakmak değildi.”
Bunun böyle olacağını tek başına iktidar olan bir hükümetin önceden kestirmesi gerekemez miydi?
“Değişmez maddelere dokunuldu’” eleştirileri yapıldığını hatırlatırken de, “Temin ederim ki metin de ortada, değişmez maddelerin zerresine dokunmadık. Aynen 1982 Anayasasında neyse, öyleydi” diyerek bu çevrelere öyle bir güvence veriyor ki, bir yemin etmediği kalıyor Burhan Kuzu’nun…
12 Eylül ihlâlinden sonra hazırlanan mevcut anayasada öyle bir ifade var ki, “değiştirilemez” dedikten sonra “değiştirilmesi dahi teklif edilemez” deniyor. Peki bu neyin nesi? Değiştirilmez maddeleri oraya yazanlar kimlerdi? Anayasaları, kanunları yapan Meclis değil mi ki, böyle bir ifadeyle ipotek konulmuş. Ayrıca kimsenin bu maddelerle ilgili bir ısrarı yok. Sadece denilen “laiklik” ifadesinin net bir şekilde ortaya konulması… Yoksa başşehrin Ankara olmasıyla, yönetim şeklinin Cumhuriyet olmasına kim itiraz ediyor ki?
Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin’in benzer ifadeleri yer aldı. Anayasa değişikliğinden vazgeçmedik amma… “Mevcut anayasanın ihtiyaç duyulan maddelerinde değişiklik yapacak daha küçük çaplı bir anayasa değişikliği önümüzdeki günlerde gündeme gelebilir” diyor…
***
Öyle anlaşılır ki, bu hükümetin yeni, sivil, özgürlükçe, temel hak ve hürriyetleri genişletecek, anayasanın üzerinden “ihtilâl ürünü” gölgesini kaldıracak bir adım atamayacağı netleşti. Zaten, ekonomik kriz, mahallî seçimler derken, önümüzdeki Nisan-Mayıs ayına kadar bir şey yapacakları da yok. Sonra Meclis’in tatile girmesi sözkonusu olur ve 2009 yılı da böylece anayasa değişikliği konusunda kaybedilmiş olur.
Büyük heyecan meydana getiren yeni bir anayasa değişikliği başka baharlara, başka hükümetlere kalmış gözüküyor. Ama hem basın, hem de sivil toplum kuruluşları bunu devamlı gündemde tutulabilirse, hükümeti bu mânâda sıkıştırılabilirse, bazı maddeler değiştirilebilir. Gerçi üçte biri değiştirildi, izler silinmedi, yine silinmeyecektir ama en azından biraz daha hürriyetler genişleyecektir. Kuzu’nun da dediği gibi “kâr, kârdır…”
Ancak hükümetin bunları bile yapamayacağı anlaşılıyor. Şimdilik görünen bu…
13.12.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Cevher İLHAN |
Bayrama bomba! |
|
Bayramın son günü Erbil yolu üzerindeki bir lokantadaki intihar saldırısıyla Kerkük’ün kana bulanması, işgalden sonra Irak’ın süregelen “kanlı klâsiği”nden…
Irak Cumhurbaşkanı Talabani’nin Kerkük’ün statüsünü görüşmek üzere şehre geldiği saatlerde patlatılan bombada yine 60’a yakın Irak’lı öldürüldü, 100’ü aşkın sivil yaralandı. Gerçek şu ki Amerikan–İngiliz işgalinin başladığı 2003 Nisan’ından bu yana Irak’ta bayramlar da dahil hergün bombalamalar, saldırılar, suikastler olmakta. Kesilen kurban kanlarına mâsum Irak halkının kanı karışmakta…
İstilâ ve sömürü ile birlikte katliâm aynen devam etmekte. Ama her defasında başka bir şekle girerek, kılık değiştirerek, bazen de “intihar eylemcisi” gibi işgale isyan eden “tetikçileri” kullanarak. Tıpkı Amerika’daki 11 Eylül intihar saldırılarında olduğu gibi…
Kerkük, işgalle birlikte en çok baskı ve zulme uğrayan ve işbirlikçilerin işgalcilerin hegemonya ve çıkarları hesabına oynanan oyunun bir sahnesi. Olayın Kerkük–Erbil yolunda Kürtlerin devam ettiği lüks bir lokantada ve Araplarla - Kürtlerin yapacağı bir toplantı esnasında yapılması, bombanın maksadını ve hedefini açıkça ortaya koyuyor…
Maksat, Kerkük’ün statüsünü değiştirmek, parçalanmış Irak’ta işgalcilerin bölgedeki yegâne müttefiki ve işbirlikçisi olan kuzeydeki yönetime bağlamak. Hedef, Türkmenleri daha da ezmek, sindirmek ve adım adım dayatılan bu emr-i vakiye karşı teslim almak…
DEĞİŞTİRİLEN DEMOGRAFİK YAPI
Bilindiği gibi bundan 19 yıl önce “Baba Bush” döneminde Saddam’ın Kuveyt’i işgali bahanesiyle başlatılan Birinci Körfez Savaşıyla Irak’ın kuzeyi, 36. paralelden koparıldı.
Bağdat’tan kopuk “otonom bölge”nin Barzani ve Talabani’ye tahsisi yetmedi; Kerkük gibi tarih boyunca Türkmenlerin çoğunlukta olduğu şehirlerde önce tapu ve nüfus daireleri olmak üzere vahşi bir talan ve yağma yapıldı.
Ardından sistemli bir biçimde uygulanan göçle Kerkük, Telafer ve diğer Türkmen şehirlerinin, kasabalarının, köylerinin demografik yapısı değiştirildi. Şehirlerinden, evlerinden, köylerinden zorla koparılan Türkmenlerin yerine kuzeyden getirilen Kürtler yerleştirildi.
Öylesine ki 800 bin nüfuslu Kerkük şehir meclisinde 30’dan fazla üyeliği, Irak’tan ayrılma peşinde olan Barzani ve Talabani’nin adamlarına tahsis edilirken, şehrin hâkim unsuru olan ve nüfusu 500 bini aşkın Türkmenlere ancak üç kontenjan verildi. Şehrin valiliğiyle birlikte hemen hemen bütün yönetimi peşmergelere teslim edildi.
Ama bununla da kalınmadı, Amerikan askerleri ve Kuzeydeki özerk yönetim, Bağdat’ın itirazına rağmen onbinlerce Kürdü kuzeyden getirerek, stadyumlara, boş araziye kurulan çadırlara yerleştirerek Kerkük’ün nüfusuna kattı.
İşgal sonrası, oldubittiye getirilip Irak halkına çeşitli hîle ve tehditlerle ettirilen “işgal anayasası”yla Irak’ın etnik ve mezhebî yapı üzerinde taksimi esas alınarak, ülke iç çatışma ve kargaşayla kaos ve içsavaşın içine çekildi.
Şimdi de tepeden inme bir dizi düzenbazlıkla değiştirilen demografik yapı üzerinden “Kerkük’ün statüsü”nü resmen değiştiren ve Kuzeye bağlamayı amaçlayan bir referandum yapılmak isteniyor. En son bir hafta misafiri olduğu “büyük dostu” Bush’tan “Kerkük’ün Kürdistan’ın kalbi olması”nı isteyen Barzani’nin isteği yerine getiriliyor.
ANKARA HÂLÂ SEYİRCİ
Aslında baştan beri devam eden demografik yapının bozulması, Türkmenlerin ve Arapların şehirden ve hatta bölgeden tasfiyesi ve peşmergelerin yerleştirilmesi operasyonu, asıl büyük operasyon için…
Asıl büyük operasyon, Irak’ın etnik ve mezhebî farklılıklar üzerinden parçalanıp bölünmesi. Oysa Irak halkının kahir ekseriyeti, Araplar, Şîiler, Türkmenler ve hatta kuzeydeki yönetimin maşası olmayan ve işgale karşı çıkan Kürtler, sözkonusu emr-i vaki referanduma da karşı. Irak Başbakanı Malikî bunu defalarca ifade etti; Irak Meclisi Irak halkı adına bu husustaki karar ve kanaatini birçok defa açıkladı.
Lâkin işgalciler ve işbirlikçileri, Kerkük’ü işgal kuvvetlerinin konuşlanacağı kukla yönetimdeki Kuzey Irak’a katma plânından vazgeçmiş değiller. Bunun için özellikle Türkmenlere ve Araplara yönelik baskılar, suikastlar, devam ediyor…
Fitne devam ettiriliyor. Zaten ateş içinde yanan şehir bu kez ateştopuna çevrilmek isteniyor. Daha önceki olaylarda olduğu gibi bir Kürt lokantasına düzenlenen saldırıyla Türkmenler suçlanıp, Türkmen mahallelerine saldırılarla göçe zorlanmalarına zemin hazırlanıyor. Irak’ın bütünlüğünden yana olan ve Bağdat’a bağlı kalmak isteyen Türkmenlere ve Araplara yönelik baskılara bahaneler üretiliyor…
Millî Savunma Bakanı Vecdi Gönül, kısa bir süre önce, Kerkük’ün halen Irak’ın istikrarını etkileyen “hayatî konu” olduğunu belirterek, demografik yapısı tehlikeli bir biçimde değiştirilen şehirde bu şartlarda yapılacak referandumun yasallığının tartışmalı olacağını belirmişti.
Bağdat ve Ankara, oynanan oyunun farkında. Lâkin AKP hükûmeti, hâlâ seyirci. Irak’ı etnik ve mezhebî farklılıklar üzerinde taksim edip parçalama plânına göre yazılan “yeni anayasa”da olduğu gibi referanduma karşı da bigâne. Günübirlik politikalarla, Bağdat ve Washington arasında, kendince “ne şiş yansın, ne kebap!” politikasını izliyor!
Cumhurbaşkanı Gül, Talabani’ye gönderdiği mesajda, sal dırının” Irak’taki etnik ve mezhepsel zenginliği bir arada tutma”ya karşı yapıldığını belirtip “intihar saldırısı”nı kınamakla kalıyor. Irak’ı “etnik ve mezhepsel ayırım” ve iftirak fitnesiyle içsavaşın içine iten politikalardan, bu politikalara sebebiyet veren ve sürükleyen Amerikan işgalinden tek kelime bahsetmiyor…
Irak resmen parçalanıyor, Irak’ın toprak bütünlüğünü kırmızı çizgisi sayan Ankara, bu defa da işgalcilere ve işgal fitnesine bir şey demiyor…
13.12.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|