BIRAKIN PALAVRALARI
Bugün tatil bitmese de bayram bitti. Dün bayramın son günüydü.
Sabah gazetelere göz atarken, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin 60. yıldönümü nedeniyle yayınlanan mesajlar dikkatimi çekti. Tüm medyanın da çekmişti... Mesajlar okununca ‘güllük gülistanlık’ bir Türkiye’de yaşıyoruz sanabilirdiniz...
Üstelik bu demeçler, polisin on altı yaşındaki bir genci vurması nedeniyle neredeyse toplumsal bir ayaklanma yaşanan Yunanistan’daki olaylarla kıyaslanınca iyice sırıtıyordu... Nitekim gene dünkü gazetelerde bu mesajların yanı başındaki İnsan Hakları Kuruluşları’nın verdiği rakamlar insanı gerçekten ürpertiyordu...
* * *
İsterseniz önce mesajlara bir göz atalım...
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül: ‘Türkiye, hak ve özgürlüklerin korunup geliştirilmesine yönelik uluslararası çalışmalarda her zaman öncü ülkeler arasında yer almayı amaç edinmiştir. Türkiye, yaptığı reformlarla insan haklarına saygı bakımından yüksek standartlara sahip bir ülke haline gelmiş bulunmaktadır. Söz konusu yüksek standartların uygulanmasının kusursuz ve kapsayıcı hale getirilmesi yönünde Türk toplumunda ortak bir bilincin gelişmiş olması memnuniyet vericidir.’
Başbakan Tayyip Erdoğan: ‘Bugün sadece 60 yıl boyunca elde edilen hakları gururla hatırlama günü değil, bu süre zarfında yapılan hak ihlallerinin tekrarlanmaması için ulusal ve uluslararası alanda ortak çabaların arttırılması ve hak ihlallerine karşı hep birlikte yüksek sesle karşı koyma günüdür.’
TBMM Başkanı Toptan: ‘İnsan haklarına saygı, Türkiye’nin demokratik gelişimi ve hukuk düzeninin temelini oluşturmaktadır.’
Dışişleri Bakanı Ali Babacan: ‘Ülkemizde insan haklarının ileri götürülmesi, devlet politikamızın öncelikli hedefleri arasındadır. Bu konudaki açılımlar sürdürülecektir.’
* * *
Şimdi de... İnsan Hakları Derneği (İHD)... Ve Türkiye İnsan Hakları Vakfı (TİHV) tarafından yapılan ortak açıklamadaki satır başlarını hatırlayalım...
‘Artık, Türkiye, güvenlik güçlerinin insanlara işkence yaptığı, karakolda, sokakta, hapishanede işkenceyle insanların öldürüldüğü bir ülke olmaktan kurtulmalıdır’ denildikten sonra rakamlar verilmekte:
1 Aralık 2008’e kadar sekiz kişi gözaltında... Otuz altı kişi cezaevinde hayatını kaybetmiş...
‘Dur’ ihtarına uymadıkları için güvenlik güçlerinin açtığı ateş sonucu dokuz kişi öldürülmüş...
2008’in ilk 10 ayında düşünce ve ifade özgürlüğünü kısıtlayıcı nitelikte açılan 291 davaya, iş kazalarına, temel haklardaki yoksunluklara filan girmiyorum...
Fiilen işkence ve polis kurşunuyla ölenlerin sayısını hatırlatıyorum... Ülkedeki on bir aylık bilanço elli üç kişi...
* * *
Yönetimdekilerin söyledikleriyle, fiili rakamlardaki vahşeti bir arada görünce fıkrayı anımsadım...
İstanbul’da, Boğaz’da kan ter içinde akıntıya karşı kürek sallayan kürekçiyle...
Yalısının balkonunda ferah fağfur, püfür püfür oturan yalı sahibi göz göze gelmiş...
Yalı sahibinin gülümsediğini gören kürekçi sinirlenmiş: - Ne gülüyorsun, sen de öleceksin, ben de, diye bağırmış...
Yalı sahibi yanıtlamış: - Ama sen öyle öleceksin, ben böyle...
* * *
Maalesef... Ankara’da yönetim insanları bir zaman sonra kaçınılmaz bir şekilde ‘kayıkçıya gülümseyen yalı sahibi’ haline getiriyor...
Türkiye’de bir yıl içinde gözaltında, hapishanede, işkencede, polis kurşunuyla elli üç kişi ölmüş... Bir kişinin ölümüyle ters yüz olan Yunanistan hepimizin gözü önündeyken... Yönetim ‘insan hakları aryası’ söylemekte...
Ne demiş konak sahibi?
- Ama sen öyle öleceksin, ben böyle...
* * *
Ankara’nın bütün duvarlarına Andre Malraux ünlü sözünü mü asalım? ‘Bir hayat hiçbir şeydir ama hiçbir şey bir hayat değildir.’
Belki yönetimler, ‘bir hayat hiçbir şeydir’ inancından vazgeçerler bu sözü okuduktan sonra.
Star, 12 Aralık 2008
|
Mehmet Altan
13.12.2008
|
|
‘Çağdaş’ tek parti yönetimi!
Tek parti dönemine açıktan övgü dizmek zor. Gericiliğini teşhir etmeye meraklı bazı marjinal gazeteci ve siyasetçiler ‘cesaretle’ bunu da yapıyorlar, ama o dönemi burnunun direği sızlayarak özlemle anan ‘akıllı’ kalemler daha usturuplu bir yol izliyorlar.
Tek parti yönetiminin artık ‘çağdışı’ kaldığını dile getirmekle beraber, bu uygulamanın o dönem için ‘çağdaş’ olduğunu iddia ediyorlar. Herhalde faşizm ve Nazizmi 1930’ların ‘çağdaş’ ileri rejimleri sayıyorlar. Türkiye’deki tek parti diktatoryasıyla Nazi Almanya’sını ve faşist İtalya’yı karşılaştıranlar Türkiye’nin 1930’larda ‘Avrupa’yı yakalayan ‘çağdaş’ bir rejimle yönetildiğini sanıyorlar. Doğrudur; Recep Peker, Nadir Nadi gibi şahsiyetler de faşizmi ‘çağdaş’lık sanmışlardı.
Biraz daha ‘sofistike’ olanların tezlerinde bir ‘tarih felsefesi’nin izleri de var; ‘o dönemin şartlarında tek parti yönetimi kaçınılmazdı,’ diyorlar. Neden efendim? Çünkü, verilen bir ‘kurtuluş savaşı’ vardır, ardından bir milli devlet kurulacak, cahil halk modernleştirilecektir. Dolayısıyla tek parti rejimi gerekli, devrimleri jandarma zoruyla uygulamak kaçınılmazdır. Direnenleri veya direnme ihtimalleri olanları acımasızca yok etmek, sindirmek mubahtır. Ayrıca, ‘olayları dönemin şartlarında değerlendirmek gerekir’.
Bu mantıkla tarih olması gerektiği gibi olmuş, yapılması gerekenler yapılmıştır; ne hata vardır ne günah. Yani, ‘milli burjuvazi’ yaratmak için devletin yağma yapması ve milletin malını üç beş adama peşkeş çekmesi ‘makul ve gerekliydi’; dindarları tehdit olarak görüp İstiklal Marşı şairinin bile peşine hafiye takmak doğruydu; Nazım Hikmet’in, Kemal Tahir’in, Necip Fazıl’ın hapishanelere tıkılması, Said Nursî’nin hayatı boyunca eziyete uğraması ve ölüsüne bile saygı gösterilmemesi de aynı mantıkla ‘izah edilebilir’di. Menderes’i asmaları da, 28 Şubat yüzkarası da açıklanabilirdi bu mantıkla. Hatta becerebilselerdi Ergenekoncuların tezgâhladıkları darbe de... Tek parti yönetimi ‘kaçınılmaz bir durumdu’, kurulması gereken bir ‘milli devlet’ vardı, halk yoksuldu, eğitimsizdi! Bu mantık, bıraksak bugün de hükmünü sürecek. Demokrasi laikliği tehdit ediyor diye askıya alınacak, insan hakları devleti aciz düşürüyor diye inkar edilecek, Meclis cahil cühelanın seçtiklerinden oluşuyor diye kapatılacak...
Cebri de olsa bir ‘aydınlanma dönemi’ olarak niteliyorlar tek parti yönetimini. Faşizmin öteki adı olan bu ‘cebri aydınlanma projesini’ makul ve meşru gördükten sonra şimdiki zamanlarda da ‘demokrat’ olabilmek ve demokrat kalabilmek mümkün mü? Evet demokrat ‘görüntü’ verilebilir, ama ne zaman ‘tek parti ideolojisi’ toplumsal ve siyasal alanı kuşatacak topyekûn bir saldırı başlatsa hemen ‘saf’lar değiştirilmeye başlanır. Örneğin, darbeciler ortalıkta kol gezerken ‘ne darbe ne şeriat’ sloganına sarılır; binlerce öğrenci, yıllardır başörtülerinden dolayı eğitim haklarından mahrum edilirken ‘en demokrat’ları ‘başörtüsü yasağı dursun önce diğer tüm özgürlük sorunları çözülsün’ tavrına sığınırlar.
Bir dönemin, hem de şiddetin kol gezdiği, hukukun olmadığı bir dönemin gerekli ve kaçınılmaz olduğunu söylemek ne hakikate saygıyla açıklanabilir ne de siyaseten savunulabilir. Hâlâ sıkıntısını çektiğimiz hukuk ve demokrasi yoksunluğunun temelleri tek parti döneminde atıldı; hem de öylesine derinlere atıldı ki hâlâ ayakta. ‘Demokrasi, hukuk ve halk korkusu’ adeta devletin genlerine işledi. Ha, “bağımsızlık savaşının ardından ‘milli devlet’i kurmak için bunlar gerekiyordu” diyorsanız, yanılıyorsunuz. Kurulan, ‘milli devlet’ bile değildi; ‘parti devleti’ydi, daha doğrusu ‘CHP devleti’. Kuranlar da ‘devletlerini’ dönüştürecek demokratik açılımlara hep direndiler, çünkü ‘devletlerini halka kaptırmak’ istemediler ve de istemeyecekler. Mücadele, halkın demokrasi yoluyla devlete el koyması mücadelesidir. Bunun için AK Parti dâhil siyasi partiler sadece bir ‘araç’tır.
Zaman, 12 Aralık 2008
|
İhsan Dağı
13.12.2008
|
|
Biriken özür borçları... Devletin özür borçları…
1915’e yönelik bireysel özür kampanyasından basının haberdar olmasıyla saldırılar da başladı.
Sık söylenen söz şu: Özür kimsenin haddi değildir…
Asıl bireyin özür duygusuyla kaplı olmasını ve özür dilemesini engellemek kimsenin haddi değil…
Özür erdemdir, ahlaktır, arınmadır, ait olduğun kimliği bir anlamda erdemle yüceltmedir.
Daha ileri gidelim…
Mesele bireyin değil, aslında devletin özür dilemesidir. Sözünü ettiğimiz sadece 1915 değildir. Bu ülkede sistem kirliliği korkutucu boyutlardadır.
Derin kirliliğin işaret ettiği temizlenme gereği de o denli derindir… O denli derindir, zira gerçek sorun ve gerçek temizlik kişilerin değil, kurumların oynadığı rolle ilgilidir.
Yaptırım olmayan yerde, yaptırımın kurum politikalarını hedeflemediği yerde siyasi temizlik yapılamıyor.
Örnek mi?
Yunanistan’daki “son askeri darbe”yi gerçekleştiren ve hayatta kalan “generaller”den sonuncusu uzun süren hapis döneminin ardından, yaşından ötürü affa uğrayabilmesi için toplumdan özür dilemek zorunda bırakıldı.
Türkiye’de “son askeri darbe”yi gerçekleştiren “general” ise “Güney sahilleri”nde yaşıyor, resim sergileri açıyor, pop şarkıcılarla yanak yanağa pozlar veriyor, siyasetle ilişkin beyanatlar veriyor.
Bilinir; “bir suç yaptırımsız kalırsa, suç olmaktan çıkar”, meşruluk kazanır, sistemin işleyişinin parçası haline gelir... Zira “kural ve ilke”nin yerini “güç, güce tapınma, güçten medet umma” alır.
Öylesine ki, hukuku katledenler, yolsuzluk yapanlar değil bu katliamlara ve soygunlara işaret edenler suçlu ilan edilir... Türkiye bunu hep böyle yaşadı ve yaşıyor...
Bu ülkede askeri darbeler böyle meşrulaştı ve yenilerine böyle zemin hazırladı; Çorum’dan Maraş’a 70’li yılların katliamları, bir iki istisna dışında hemen tüm siyasi nitelikli yolsuzluk dosyaları da keza...
Uçak alımlarına ilişkin milyarlık “Lockheed Yolsuzluğu”nun aydınlığa kavuşmadığı tek ülkedir Türkiye...
Bu yolsuzluğun 1982 Anayasası’nın bazı geçici maddelerinin koruyucu kanatları altına gizlendiği ülkedir. Üstelik bu konuda yazı yazmanın, fikir beyan etmenin bazı kurumlara hakaret etme anlamına geldiği ülkedir.
Türkiye’de temizlik denince devlet kurumları arası mücadeleler, güç kavgaları akla gelir, daha doğrusu pislikler bu itiş kakışta ortaya çıkar. Ama bu gerçek bir temizlik midir?
“Aynı karanlıkta koşan”, dolayısıyla birbirini andıran “rakiplerin rant ve iktidar dalaşından ipucu ve bilgi edinme alışkanlığı” ile hukuki şeffaflık aynı şey olabilir mi?
Rasyonel bir sistemin işleyişi ve ideal bir yasal düzenin ruhu açısından hiçbir anlamı olmayan, bu itiş kakış, iç mücadele mekanizması yerini “hukuk”a bırakmadıkça, temizlik konusunda yol almak mümkün olamayacak gibi görünüyor.
Bakın, Malatya davasında ipuçları nasıl ve ne yollarla Özel Harekat’a, devletin savcılarına kadar uzanıyor.
Nasıl açıklanır bu durum? Bu konudaki en küçük şüphede bile Türkiye’nin ayağa kalkması gerekmez mi?
Bu durumda üzerine gidilmesi gereken sadece Özel Harekatçılar değil, bizzat Özel Kareket kurumu değil midir?
Bu beklentiye karşılık oluşturacak bir iradenin varlığından o denli uzağız ki…
Oysa yol açık, zaman olgundur… Yargının gücü yetmiyorsa, siyaset harekete geçmelidir.
Yargıyı siyaset pekiştirerek hareket ettirmelidir… Bu köhne sistemin, kendi topluma yüklü bir özür borcu var…
Ve özürün hâlâ mümkün olan tek yolu var: Suçluları gerçekten cezalandırmak ve malum yapısal eşiklerden, ağır yaptırımlarla “eşikler”nden atlamak...
Yeni Şafak, 12 Aralık 2008
|
Ali Bayramoğlu
13.12.2008
|
|
Bir yılı ziyan ettik
2008’in sona ermesine sadece 19 gün kaldı. 2000 yılını heyecanla beklerken, yeni bin yılın 8 yılını göz açıp kapatıncaya kadar yedik.
2000’lere kötü başlamıştık ama arkasını iyi getirdik. 2002’den sonra ekonomiden hukuka kadar birçok alanda önemli değişikliklere tanıklık ettik. Hiçbir yenilik yeterli değildir, hep daha fazlasını, daha iyisini isteriz ama şu yakın dönemde yaşananların önemini yadsımamak gerekir.
Bunların en başında devlete bakıştaki mantalitenin değişmesi geliyor bence. Artık daha fazla insan, devletin her yaptığının doğru olmayabileceğini ve gerektiğinde devletin kimi eylemlerine karşı konulması gerektiğine inanıyor.
Türkiye 2000’leri ortalamada iyi götürdü ama ilk 10 yılı yine kötü kapatıyor.
Bunda dünyayı sarsan ekonomik krizden önce kendi kendimize yarattığımız siyasi krizin büyük etkisi var elbette. Önce 367 krizini yarattı sistem, ardından da AK Parti’ye kapatma davasını.
Cumhurbaşkanlığı seçimi, genel seçim, kapatma davası derken koca bir yılı atıl bir halde geçirip gittik.
Bu krize daha iyi koşullarda yakalanabilir, bugün daha fazla yol kat etmiş olabilirdik. Ancak birbirimizin ayağından çekmekle o kadar meşguldük ki, yeni heyecanları kulak ardı ettik.
Değişime direnenlerin gücü, değişim isteyenlere üstün geldi ne yazık ki. Çünkü 2007’de neredeysek 2009’un başında da aynı noktadayız, kriz bu şekilde devam ederse, 2009’un sonunda daha da kötü olabiliriz.
Genç ve büyük nüfusu Türkiye’ye durma, yerinde sayma fırsatı tanımıyor. Sürekli büyümesi, yatırım yapması, gençlerine iş ve aş olanağı yaratması gerek bu ülkenin.
Gençleri mutsuz bir ülkede terör ve şiddetin eksik olmayacağı da açık.
Bu gerçekler bütün çıplaklığıyla gözümüzün önünde ama dediğim gibi, herkes kendi derdinin kavgasında.
İstikrar yerine istikrarsızlığı, büyüme yerine daralmayı destekleyen kesimler var. İpleri hep ellerinde tutmuş olanlar hâlâ bu gerçeği kabul edemiyor.
Oysa son 10 yıl bu ülkede siyaset anlayışını değiştirdi. Artık siyasette iplerin tek bir grubun, tek bir çıkar grubunun eline geçmesi mümkün değil.
Çıkarları ortak bir noktada birleştirmeyi başaranlar ülkede sorumluluk gerektiren koltuklara oturacak, herkes paylaşmak zorunda olduğu gerçeğini kabul edecek. Bunu yapana kadar vakit ve fırsat harcamaya mahkûmuz.
Bedelini hep birlikte ödemek üzere elbette.
Sabah, 12 Aralık 2008
|
Ergun Babahan
13.12.2008
|