Bediüzzaman, Risâle-i Nur ile, Kelâm sahasında yeni ilmî metotlar geliştirir. Öncelikle bütün İslâmî ve özellikle Kelâma dair mefhumları/kavramları, Kur’ânî bir dil ile ele alır ve yerli yerine oturtur.
Henüz 16 yaşlarında iken, Kelâm ilminin, İslâma, Kur’ân’a, imana yapılan hücumları durdurmaya kâfî gelmediğini tesbit eder. Van Valisi Tahir Paşa’nın konağında fizik, kimya, biyoloji, zooloji, botanik, astronomi, matematik ve sâir bütün ilimleri kendi kendisine mütalâa ederek; kitap yazacak ve uzmanlarıyla tartışıp onları mağlûp edecek tarzda hepsini öğrenir.
Bunu, Diyanet İşleri eski başkanlarından Ali Rıza Hakses, “Bütün ilim ve fenleri ezberlemişti. Ona karşı gençliğinde bütün İslâm uleması aciz kaldı” diyerek ifade eder. Aslında zamanın fen bilimcileri de aciz kalmıştı!
Özellikle fen ilimlerinin özlerinden ve kesinleşmiş prensiplerinden çıkan delilleri kullanarak yeni bir kelâm ilmi çığırı açar. Ki, iman, itikat, inanç esaslarını ispat ve izah eden kelâm ilmine getirdiği bu yenilikler, açtığı çığırlar, geliştirdiği yeni metotlar “Ehl-i Sünnet çizgisinden sapmadan”, çağın insanının yapısına, ilmî birikimine ve teknolojinin şartlarına paraleldir. Bir kısmını şöyle maddeleştirebiliriz:
* Önce bütün ilimlerin kaynağının Esmâ-i Hüsnâ olduğunu tesbit eder. Fen, din, sosyal ilim ayrımını ortadan kaldırarak “tevhid-i ilmi”, yani “ilim birliğini” gerçekleştirir. Aklın ışığının fen, kalbin nurunun din ilimleri olduğunu ve bu ikisinin birleşmesiyle hakikatin tecellî edeceğini beyan eder.
* Kelâmı; Kelâmullah olan Kur’ân’dan süzerek modern, çağdaş ilimlerle yeniler. Yâni, medrese içindeki modern ilimlerle kısa bir yolu, sâfî bir kulluğu ve tarikat/tasavvuftan daha yüksek bir velâyet yolunu bulur.1
* Aklı, kalbi, ruhu ve insanın diğer özelliklerini dikkate alarak; akıldan kalbe, kalbden akla geçerek örneklerle açıklamalarda bulunan yepyeni bir yol takip ederek felsefenin dahi ulaşamadığı yerlere ulaşıp, imân hakikatlerini tahkikî bir sûrette gösterir.2
* Risâle-i Nur, ibâdet yerinde ilim içinde, hakikata bir yol açmış. Sülûk ve evrad yerinde mantıkî bürhanlarla ilmî hüccetler içinde, hakikatü’l-hakaika (gerçeklerin gerçeği, gerçeğin ta kendisine) bir yol açmış; tasavvuf ve tarikat ilmi yerinde doğrudan doğruya kelâm ilmi içinde, ilm-i akîde ve usûlü’d-din (din metodu, prensipleri) içinde büyük bir velilik yolunu açmış.3
* Mücerred/soyut kelâm ilmiyle elde edilecek İlâhî bilginin de tam huzur vermeyeceğini,4 ifâde ederek, Kur’ân tarzında olması gerektiğini belirtir. Yâni, sadece “akıl ve ilim” ile değil, akıl, kalb, vicdan, sair his ve duygular da gıdasını almalı ki, “mârifet-i kâmile ve huzur-u tam” elde edilsin. Dolayısıyla Risâletü’n-Nur ise der: “Her kim olursan ol; bak, gör. Yalnız gözünü aç, hakikati müşahede et, saadet-i ebediyenin anahtarı olan imanını kurtar.”
* Eski kelâmcıların imkân ve hudûs delili metodunu geliştirir; bunlara yeni aklî-mantıkî, ilmî metodlar ekler. Bunların yanında rûh, hayat, san’at, gaye, hikmet, yardımlaşma, nizam/düzen, denge, temizlik, sîmalar, fıtrat, vicdan, tarih delilleriyle Kur’ân delili, Peygamber delilini ekler. Bunları da, aklî, mantıkî, ilmî materyallerle yoğurarak sunar; ruh, duygu, kalp ve vicdânları tatmin eder.
Dipnotlar:
1- Kastamonu Lâhikası, s. 172
2- Sikke-i Tasdik-i Gaybî, s. 166; Mesnevi-î Nûriye, s. 65
3- Emirdağ Lâhikası, s. 80
4- Mektubât, s. 317
29.09.2008
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|