|
|
Nimetullah AKAY |
Bir Ramazan ayına daha veda ederken |
|
Cenâb-ı Hak bizlere bir Eylül ayı boyunca Ramazan orucunu tutmayı nasip etti. Bu bizim için şükredilmesi gereken büyük bir nimettir.
Zira özellikle sıcak günlerde yemekten ve içmekten uzak kalmak hiç de kolay olmamaktadır. Bu zorluğa Allah’ın rızasını kazanmak için katlanan bütün mü’minler mutlaka Rabb-i Rahîmin nezdinde büyük ecirlere nail olmuşlardır.
Açlığa ve susuzluğa direnerek sabredenler, bundan böyle o sıkıntıların lezzetlerini yaşayacaklardır. Mükellef oldukları görevi başarıyla bitirenler ömürleri boyunca bunu başarmanın huzurunu hissedeceklerdir. Ne yazık ki, nefisleri oyuna gelip de oruç tutmayanların vicdanı rahat olmayacaktır. Mutlaka çokları oruç tutmamanın pişmanlığını hissetmeye başlamışlardır bile...
Bilindiği gibi en önemli sabırlardan biri de taatte sabırdır. Nefis ve şeytanların bütün engellemelerine rağmen ibadet ve taatte direnenler bu sabırda başarı göstererek büyük bir muvaffakiyet göstermiş olmaktadırlar. Bizler de hem oruçlarımızda, hem de günde beş vakit kıldığımız namazlarda, ayrıca da günahlara girmeme noktasındaki çabalarımızda başarılı oluyorsak ne mutlu bize. Bizler böylece hem dünyamızı, hem de ahiretimizi kurtarmış olmaktayız. Aksi takdirde insanlığımız çok yara alacak ve bunun neticesinde dünyamızda huzurumuz bozulacağı gibi, ebedî hayattaki saadetimiz de kaybolacaktır.
Temennî edelim ki, Ramazan orucuyla başarılı olduğumuz nefis terbiyesini ömrümüz boyunca devam ettirelim. Ramazanda, Rabbimiz bizlerden muvakkaten bazı meşrû isteklerden uzak durmamızı istemektedir. Diğer zamanlarda ise meşrû olan bütün isteklerimizi rahatlıkla yerine getirmemize izin vardır. Ancak bu sefer Allah’ın haram kıldığı fiillerden ömür boyu kendimizi uzak tutmamız gerekmektedir. Artık günahlardan uzak durmakla ve Allah’ın rızasına uygun olmayan fiilleri işlememekle oruç tutacağız. Ramazan orucu bitiyor, ama günahlara yaklaşmama orucumuz devam ediyor.
İmtihan gereği olarak nefis ve şeytanlar günahlardan uzak kalma noktasındaki orucumuzu bozdurmak için ellerinden geleni yapacaklardır. Hayatımız boyunca şeytanların sayısız hileleriyle karşı karşıya geleceğiz. O düşman-ı gaddar hiç pes etmeyecek, ölüme kadar peşimizi bırakmayacaktır. Bu önemli ayrıntıyı hiç unutmamamız gerekmektedir. Ramazan ayını geride bırakmanın sarhoşluğuyla nefsine tabi olup şeytanın oyunlarına âlet olmaya başlayanlar hayatlarının en büyük hatasını işlemiş olacaklardır.
Hem günah-ı kebairden, hem de büyük günahlara götürecek küçük günahlardan, yılanlardan kaçar gibi kaçınmamız gerekmektedir. Fiillerimizle birlikte, düşünce ve duygularımızla da imtihanı kazanmamız gerektiğini de unutmamamız gerekmektedir. Muhabbete muhabbet etmeyi şiar haline getirmeli, nefsimizin sebep olduğu kin ve düşmanlıkları kalbimizden atmalıyız. Bilhassa mü’min kardeşlerimize karşı olan olumsuz duygularımızın bizi felâketlere götürmesine izin vermememiz elzemdir.
Tek kurtuluş yolu, amellerimizde sadece Allah’ın rızasını gözetmektir. O razı olduktan sonra bütün dünya küsse ehemmiyeti bulunmayacaktır. Nefsimizin bize oynaması muhtemel oyunlarıyla istikametli yoldan, yani Yüce Peygamberimizin (asm) nurlu yolundan ayrılma hamakatini göstermek insan olan insanlara yakışmaz elbette.
Rabbini tanımış, İslâm’ın nurunu bulmuş, Kur’ân-ı Azimüşşanın hakikatleriyle tanışmış ve Habib-i Rabbü’l-âlemin olan Muhammed’in (asm) ebedî saadete götürecek yolunu idrak etmiş bir insan, bu nimetlere kavuşmanın şükrünü her an yapmalıdır. Ve bilmelidir ki, şeytanlar onu bu nimetlerden uzaklaştırmak için en büyük kozlarını ona karşı kullanmaktadırlar. Nefsimize karşı her an yapmamız gereken cihada hiç ara vermememiz gerekmektedir. Yoksa, Allah korusun, telâfisi mümkün olmayan hatalarla ebedî saadeti kaybedebiliriz. O zaman hüsrana düşenlerden oluruz. Rabbimiz, rızasından ayrılmayan kullarından etsin, İnşallah... Bu düşüncelerle, yarın idrak edeceğimiz Ramazan Bayramınızı tebrik eder, bu bayramın gönüllerimizdeki iman nurunun daha da artmasına vesile olmasını Rabbimden niyaz ederim.
29.09.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Hakan YALMAN |
BAYRAM RUHUNU DÜNYAYA TAŞIYACAK TOPLULUK |
|
34. pencere
Bayramın sosyal hayata kattığı en güzel boyut, kardeşlik duygusunun hatırlanması ve daha güçlü duygularla tekrar gündeme gelmesi olmalıdır. Aslında bozulan dostlukların düzeltilmesi sadece algı ve duygularda hafif bir değişimle oluşacak bir durumdur. Bağların ve diyalogların bozulmaması ise çok kolaylıkla mümkün olabilir. Bu noktada bazı temel yaklaşımların uygulanması çatışmaları kolaylıkla ortadan kaldıracak ve basit birkaç İslâmî prensibin uygulanması ile pek çok sıkıntı ortadan kalkacak bayramın güzellikleri hayatın tamamına yansıyacaktır.
İslâmî bir hayat tarzının kişinin hayatına katacağı en önemli davranış ve yaklaşımlardan biri hüsn-ü zan olmalıdır. Yani herkes hakkında başlangıç kanaatinin olumlu olması. Herkesi potansiyel suçlu görmek yerine potansiyel melek olarak kabul etmek. Ancak daha önce yaşanan olumsuz tecrübelerden olsa gerek ‘mabeynlerindeki emniyet’ yani fertler arası güven duygusu kaybolmuş gibidir. Bu insanları ruhen sıkmakta ve oluşan güvensizlik pek çok toplum faaliyetini atalete uğratmaktadır.
İnsanın yaratılış amacı kulluk ve Rabbi ile muhabbet olmalıdır. Ancak zaman zaman bu bağ şekli kaygılardan dolayı ve aşırı hassasiyetten dolayı zarar görür ve ibadetin bu en güzel yönü devre dışı kalır. İnsan için en güzel hal Kâinat Sultanı ile birliktelik O’nun yanında olduğunu hissetmektir. Bazen insanlar özellikle hayatı kendilerine problem haline getirirler. Önemli olmayan problemler büyütüldüğü için büyük algılanır. Şeytanın genel stratejik planı da insanın bu zaaf noktasından istifade etmek üzerine bina edilmiştir. Diğer yandan, “iktiran” adı verilen iki şeyin aynı anda, ya da yan yana gözlenmesinin bunlar arasında bir irtibat olduğu inancını oluşturması da şeytanın vesveseye sürüklediği alanlardan biridir. Bu aslında dünya ile irtibatımızda ve maddî alanı anlamlandırmamızda en ciddî zaaf noktalarımızdandır.
Meselâ bir hocayı ya da dindar bir şahsı meyhaneden çıkarken gördüğümüzde bir anda aklımızda binlerce soru işareti oluşur şahsın kötü yola düşmüş olmasından dolayı büyük sıkıntı ve endişe duyarız. Bu durumda çoğunlukla şahsın oraya birine bakmak için hatta birilerini o bataklıktan kurtarmak için girmiş olabileceği aklımıza gelmez. Zihin meyhanenin kötü imajını, anında şahsın temiz olduğuna inandığı ahlâkına bulaştırma eğilimindedir. Aile hayatında eşler arası problemlerden bir çoğu da aynı mekanizma ile bir tarafın peşinen diğer tarafı suçlamasından kaynaklanmaktadır. Soğukkanlılık ve sükûnet ile olayı anlamak ve “Bera-yı zimmet asıldır”, yani suçlu olduğu isbatlanana kadar şahsın masum olduğu kabul edilmelidir ya da “hüsn-ü zan,” yani ilk planda hep iyi yönü düşünmek gereklidir gibi düsturlar uygulanmayıp üstelik tam aksi yönde hareket edilmesi çoğunlukla problemlerin başlangıç noktasını teşkil etmektedir. İnsanın varlıkla ilgili en büyük zaaf noktalarından biri yan yana gördüğü iki şeyi birbiri ile alâkalı ya da birbirini etkiliyor olarak kabul etmesidir. Bu zaaf sebebiyle çabuk suçlamalar ve peşin hükümler sıklıkla önümüze çıkan problemlerdir. Meselâ, bir şahıs kendi düşüncesine zıt fikirde insanların arasında veya onların kurumlarında görüldüğünde hemen suçlanır ve “O da onların safına geçmiş, onlardan olmuş!” düşüncesi doğar. Bu yüzden insanlar çoğunlukla farklı fikirde olan kişi ve kurumlardan kaçma onlarla bir arada bulunmaktan uzak durma eğilimindedirler. Bu hal iktiran zaafının birlikteliği kaynaşmayı ve çoğunlukla diyaloğu engelleyen yönünü ifade ediyor olmalıdır.
Belki de hayatımızın her anında şu prensip esas olmalıdır: “Güzel gören güzel düşünür, güzel düşünen hayatından lezzet alır.” Aslında hayatın asıl anlamı da Rabbi ile muhabbet bağlantısından doğan lezzettir. İbadetler de özünde bu maksada hizmet etmelidir.
Çok daha önemli bir nokta bu masumiyet algısının aynı cemaate ya da dâvâ amaçlı organizasyona mensup fertler arasında işlemesidir. Kardeşini yanlış yola meylettiğini gören bir mü’minin ya da dâvâ erbabının yapması gereken onu terk etmek değil aksine irtibat imkânlarını arttırarak istikametini muhafaza için koluna girmektir. Kardeşine bir savcı edası ile değil avukat yaklaşımı ile muamele etmektir.
Zaman ve yaşanan olaylar gösterdi ki kavgalar, kırgınlıklar, ayrılıklar ve savaşlar hiçbir problemi çözmüyor. Her şey konuşmak, anlamak ve anlatmakla çözüme kavuşuyor. Bu yüzden asrımıza bir yönü ile diyaloglar asrı diyebiliriz. Bu asrın en önemli gereği olabildiğince diyalogları irtibat alanlarını ve paylaşımları arttırmaktır. Dinlerarası diyalogdan bahsedilen bir dönemde elbette kardeşler arası diyalog çok daha önemli hale gelmiştir. Asrın ve İslâmın gereği hataya düşen kardeşinin kolundan tutup kaldırmaktır. Hemen kesip atmak yerine, onarmak ve bünye içinde muhafaza için elden gelen bütün gayreti göstermektir.
Varlığı Risâle-i Nur perspektifinden algılayan ve hayatı onunla anlamlandıran fertlerin oluşturduğu nuranî bir cemaatin mensuplarıyız. Kur’ân’da, Hazret-i Ali’nin Celcelutiye kasidesinde, Gavs-ı Azam’ın Fütuh-ul Gayb’ında işaretlerle müjdelenmiş ve istikbalde yapacakları hizmetler ve samimiyetleri, ihlâsları sebebi ile alkışlanmış bir cemaat. Dâvâsı ile bütün kâinatın alâkadar olduğu ve Hazret-i Muhammedin (a.s.m.) büyük ve yaratılışa maksat âleme ukde-i hayat olan dâvâsını günümüze taşıyan, üstadı ve bütün mensupları ile hayatî vazifeler üstlenmiş bir cemaat. İnsanlık Dar’üs-Selâm yolunda bir geminin yolcuları ve bu cemaatin mensupları o geminin mürettebatı. Bu yüzden dava büyük vazifeler çok ve fazlası ile hassasiyet gerektiriyor.
Geçmişte yaşanan her şey yaşanması gerektiği için yaşandı. Çünkü kaderin hükmüydü. Bunlardan Risâle-i Nur ölçüleri ile hayatını şekillendiren hiçbir ferdin âleminde ümitsizlik, şevksizlik, isteksizlik doğmamalı. Onların dâvâsı acz, fakr, şevk ve şükrü mutlak düzeyde hayata aksettirmeyi hedefleyen bir dâvâ. O dâvâda kırgınlık olmaz, küsmüşlük olmaz. Büyük bir yangından insanları kurtarmak üzere koşanların birbirlerine kızacak, küsecek vakitleri ve halleri olamaz. Yük ağır ve yardıma uzanan her ele ihtiyaç var ve rahmet okunmalıdır. Anlamsız çekişmelerin, lüzumsuz kırgınlıkların bir an evvel ortadan kaldırılması ve Risâle-i Nur hizmetine lâyık şevk ve gayretin, bitmek bilmez enerjinin tekrar kazanılması zamanıdır. Bu zaman artık hizmet boyutlarının Türkiye sınırlarının dışına taştığı ve dünyanın her tarafından insanların bu ulvî dâvâyı anlamaya ve hayatlarının bir parçası haline getirmeye çalıştıkları bir zamandır. Hıristiyan, Yahudi, Budist pek çok insan Risâle-i Nur’a yönelmiş ve onu kendilerine ulaştırma gayretimizin zayıflığından dolayı bizlere sitem etmektedirler. Artık hedef çok büyümüş ve yapılması gerekenler çok artmıştır. Nur hizmeti kendisini bu dâvâya mensup hissedenlerin birincil işi olmalıdır. Hem şevkimizi arttıracak ve büyük bir enerji verecek şekilde üstadın müjdelediği cennetasa bir baharın çiçekleri baş göstermeye ve tomurcuklanmaya başlamıştır. Gaye-i hayalimiz çok daha belirginleşmiş ve daha rahat hissedilir hale gelmiştir. Bu yükün altından kalkabilmenin yolu sarsılmaz bir inanç, uykularımızı kaçıracak bir ümit ve tam bir dayanışma olmalıdır. Yani; ihlâs, samimiyet ve gayret. İnanın yarınlar hizmetimiz ve dâvâmız açısından çok daha güzel olacak. Bu gelişmelerde bizim de payımız olsun, gelinen noktanın mutluluğunu biz de paylaşalım istiyorsak birbirimize kenetlenmeli ve gayretimizi çok arttırmalıyız.
Bazı zamanlar dâvâmızın aslı ile ilgili olmayan sebeplerden dolayı birbirimizi kırıyor ve sadece dünya hayatı ile alâkadar herhangi bir meseleden dolayı uhrevî dâvâmıza zarar verebilecek tavırlar içine girebiliyoruz. Oysa vazifesi çok büyük insanlığı Dar’üs-Selâma taşıyacak bir sefine-i Rabbaniyyenin hademeleriyiz. Bütün insanlığı kuşatan herkese yakın olan bir konumda olmamız gerekiyot. Varlığı Risâle-i Nur perspektifinden algılayan ve hayatı onunla anlamlandıran fertlerin oluşturduğu nuranî bir cemaatin mensuplarıyız. Kur’ân’da, Hazret-i Ali’nin Celcelutiye kasidesinde, Gavs-ı Azam’ın Fütuh-ul Gayb’ında işaretlerle müjdelenmiş ve istikbalde yapacakları hizmetler ve samimiyetleri, ihlâsları sebebi ile alkışlanmış bir cemaat. Dâvâsı ile bütün kâinatın alâkadar olduğu ve Hazret-i Muhammedin (a.s.m.) büyük ve yaratılışa maksat âleme ukde-i hayat olan dâvâsını günümüze taşıyan, üstadı ve bütün mensupları ile hayati vazifeler üstlenmiş bir cemaat. İnsanlık Dar’üs-Selâm yolunda bir geminin yolcuları ve bu cemaatin mensupları o geminin mürettebatı. Bu yüzden dâvâ büyük vazifeler çok ve fazlası ile hassasiyet gerektiriyor.
Üstad, Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri’nin çevresinde halka olmuş bir kaç samimî, fedakâr ve gayretli insanın çabaları ile başlayan ve günümüze kadar büyük gelişmeler kaydeden bu dâvâ aslî yönü ile ve manevî anlamı ile gerçekten çok büyük ve âlemin bütün zerrelerini, her insanı ilgilendiren bir misyon üstlenmiştir. Üstad ve sonrası çizgide tam bir gayret ve samimiyetle yeri geldiğinde canları pahasına ortaya atılmış hizmet erbabı, günümüzde sanki bir rehavet havası içine girmişlik görüntüsü arz etmektedir. Bunda toplumun topyekûn yaşadığı dünyevileşme sürecinin de büyük etkisi olduğunu düşünüyorum.
Bayramın gelişini en çok hak eden topluluk Risâle-i Nur’a gönül vermiş topluluktur. Çünkü onlar ve seleflerinin ömrü maneviyat çiçeklerinin açacağı cennetasa bir bahar yolunda geçmiştir. Onların davası acz, fakr, şevk ve şükrü mutlak düzeyde hayata aksettirmeyi hedefleyen bir dava. O davada kırgınlık olmaz, küsmüşlük olmaz. Büyük bir yangından insanları kurtarmak üzere koşanların birbirlerine kızacak, küsecek vakitleri ve halleri olamaz. Yük ağır ve yardıma uzanan her ele ihtiyaç var ve rahmet okunmalıdır. Anlamsız çekişmelerin, lüzumsuz kırgınlıkların bir an evvel ortadan kaldırılması ve Risâle-i Nur hizmetine layık şevk ve gayretin, bitmek bilmez enerjinin tekrar kazanılması zamanıdır. Bu zaman artık hizmet boyutlarının Türkiye sınırlarının dışına taştığı ve dünyanın her tarafından insanların bu ulvî davayı anlamaya ve hayatlarının bir parçası haline getirmeye çalıştıkları bir zamandır. Hristiyan, Yahudi, Budist pek çok insan Risâle-i Nur’a yönelmiş ve onu kendilerine ulaştırma gayretimizin zayıflığından dolayı bizlere sitem etmektedirler. Artık hedef çok büyümüş ve yapılması gerekenler çok artmıştır. Nur hizmeti kendisini bu davaya mensup hissedenlerin birincil işi olmalıdır. Hem şevkimizi arttıracak ve büyük bir enerji verecek şekilde üstadın müjdelediği cennetasa bir baharın çiçekleri baş göstermeye ve tomurcuklanmaya başlamıştır. Gaye-i hayalimiz çok daha belirginleşmiş ve daha rahat hissedilir hale gelmiştir. Bu yükün altından kalkabilmenin yolu sarsılmaz bir inanç, uykularımızı kaçıracak bir ümit ve tam bir dayanışma olmalıdır. Yani; ihlâs, samimiyet ve gayret. İnanın yarınlar hizmetimiz ve davamız açısından çok daha güzel olacak. Bu gelişmelerde bizimde payımız olsun, gelinen noktanın mutluluğunu biz de paylaşalım istiyorsak birbirimize kenetlenmeli ve gayretimizi çok arttırmalıyız.
Dünya acz, fakr, şefkat, tefekkür mesleğinden huzur,kardeşlik ve barışın doğacağı küresel bayramlara çok yakınlaşmıştır. Bu anlamda dar daireden geniş daireye doğru bütün kırgınlıklar ve dargınlıkların ortadan kardırılmasının en güzel vesilesidir bayram. Belki de her şeyden daha fazla üzerinde yoğunlaşılması gereken konu bu olmalıdır.
29.09.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Zekât hayat sigortasıdır |
|
Kullarını çok seven Rabbimiz onlara sayısız ihsanlarda bulunmuş, sonsuz nimetlerle besleyip büyütmektedir.
Ancak her nimetin bir bedeli vardır, şükür ister. Bedenin şükrü oruç ve namaz iken, malın şükrü de zekâttır. Allah Resûlü (a.s.m.), “Üzerindeki mal borcunu zekâtını verdiğin zaman ödemiş olursun”1 buyururken malın şükrünün zekât olduğunu bildirir. Ahiret ticareti için son derece kârlı manevî bir pazar olan Ramazan’da zekât, sadaka gibi hayırlara ağırlık vererek bu borcu ödemeye, şükrü yerine getirmeye çalışırız. Birgün Temim Oğulları kabilesinden bir kişi Resûlullaha (a.s.m.), gelip malının çok olduğunu belirtmiş, nasıl harcaması gerektiğini sorduğunda Resûl-i Ekrem de (a.s.m.), “Önce malının zekâtını verirsin.—Çünkü zekât malını da, seni de temizler.—Sonra da akrabalarını koruyup kollar, yoksulun, komşunun fakirin hakkını gözetirsin”2 buyurmuşlardı.
Malını Allah’ın bir emaneti, kendisini de bir tevziat memuru olarak görüp zekâtını veren kişi her şeyden önce imanın hazzına erer. Allah Resûlünün (a.s.m.) malının zekâtını her sene samimiyetle veren kimsenin imanın lezzetini alacağına dikkat çekmesi bu açıdan oldukça önemlidir.3
Zekât malın kirini temizler. Çünkü zekât fakirin zengindeki hakkıdır. Verilmediğinde sanki gasbedilmişcesine mal kirlenir. Verildiğinde ise temizlenir. Zekât asmanın budanması gibi malın budanmasıdır; asma budandığında nasıl verimli hâle gelirse zekât da malın artmasına, berektelnemesine vesile olur. Çünkü fakirin makbul duâsını kazadırır, bu da malının bereketlenmesine vesile olur. Bir hadis-i şerifte dikkat çekildiğinde göre günahsız ağızla yapılan diğer bir duâya da mazhar olur zekât veren. Hergün yeryüzüne iki melek inip birisi “Allah’ım, malını Senin yolunda harcayana ver” diye duâ edermiş.4
Sosyal barışın sağlanmasında da çok önemli bir yere sahiptir zekât. Zenginlerle fakirler arasındaki uçurum ancak zekât, sadaka gibi hayır ve yardımlarla kapatılabilir. Zekât verilmediğinde acımasız, sömürücü zenginlere karşı kin ve nefret içerisinde bulunan fakir elinden geldiğince zengine kötülük yapmaya çalışır. Sevgi ve şefkat duygusuyla dolup fakire zekâtla yardım elini uzatan zengin ise fakirden saygı ve sevgi görür. Böylece toplumdaki karışıklıklar önlenir, huzur sağlanır. “Zekât İslâmın köprüsüdür”5 hadis-i şerifi bu gerçeğe dikkat çeker. Zekât aynı zamanda çeşit çeşit belâ ve felâketlere karşı bir set ve paratöner olur. “Zekâtla mallarınızı koruyunuz”6 hadis-i şerifi de bunu bildirir.
Daha öte zekât miktarını ancak Allah’ın bileceği kadar sevap kazandırır. Daha bunlar gibi nice faydaları bulunan zekât verilmediğinde ise kişi bu nimetlerden mahrum kalmakla kalmaz nice felâketlere de kapı açmış olur. İsterseniz bunun üzerinde de yarınki yazımızda duralım.
Dipnot: 1. İbni Mâce, Zekât: 3. 2. Fethu’r-Rabbanî, 8:187 (Hadis no: 8). 3. Tec. 2:24. 4. Buharî, Zekât: 27; Müslim, Zekât: 57. 5. Keşfü’l-Hafa, 1:1416. 6. A.g.e., 1:361 (Hadis no: 1148).
29.09.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Oruç ayına veda |
|
Gidiyorsun, Rahmet Güneşi Şehr-i Ramazan. Mü'minler için hüsn-ü şehadette bulunmak üzere Rabbin huzuruna gidiyorsun.
Kırık dökük dünyamıza misafir oldun yirmi dokuz gündür. Yaşanan her anın kalbimizden birer parça gibi kopup gittiğini ve artık dönmeyeceğini bize defalarca ihtar ettin. Bizi defalarca uyardın.
Ama biz, emanet-i kübrâya ehil bir kul olamadık değil mi? Biz, her an, her an uçurumun kenarındaki o ince çizgide gidip geldik; her an kaybetmekle kazanmak arasında mekik dokuduk; her an isyanla itaat arasında yalpalayıp durduk değil mi? Sen koruyucu meleğimiz oldun ve bizi tuttun, korudun; hep hayra, vücuda, mağfirete, iyiye, yalnız Allah’a kul olmaya doğru çektin bizi değil mi?
Senin gündüzündeki o sonsuz, nihayetsiz, hadsiz, hudutsuz rıza-yı İlâhîyi istiyorduk biz. Gecendeki bin aydan daha hayırlı dakikalara taliptik. Seninle Allah’a yaklaşmaktı niyetimiz. Seninle kulluğun doruklarında uçmaktı kalbimizden geçen. Seninle rahmet deryasında boylu boyunca yüzmekti gayemiz. Seninle günahsız bir vadiye kanat çırpmaktı muradımız. Seninle af ve mağfiret ummânına yelken açmaktı arzumuz. Seninle Allah’ı, yalnız Allah’ı isteyecektik; yalnız!
Ama heyhât!... Bu yüksek gayeye ne kadar yaklaşabildik, bilemem!
Sen bize rahmet yüklü bulutlardan daha fazla rahmetle geldin ey Şehr-i Ramazan! Bizi rahmet dolu avucuna aldın! Müşfik kucağında bir ay bizi okşadın, bize sevgi pınarı oldun, bizi Kur’ân’ın müjdeleriyle müjdeledin! Bize ebedî saadetin kokusunu getirdin! Bizi Resûlullah’ın (asm) şefaat müjdesiyle coşturdun! Bize Cennetin pınarlarından birer damla hayat kaynağı sundun; Cennete benzeyen lezzetinle aklımızı başımızdan aldın!
Rahmet Güneşi! Şimdi gidiyorsun öyle mi? Bu gün aramızdaki son günün! Biz yine kaprislerimizle, meddi- cezirlerimizle, o kalın halatlarla, o demir pençelerle, o inatçı ve kaba ellerle baş başa kalacağız! Sense yükünü yükledin artık! Ayrılık saatin geldi gelecek! Aramızdan ayrılacaksın!
Seni anlayabildik diyemem! Varsa yoksa kalbimizin sâfî niyetini, nezih arzusunu, nâzik talebini, mümtâz muradını, şerefli gâyesini aldın, yazdın, kaydettin!
Elimizden gelseydi bütün sâlih ve veli kulların ibadetlerinin ve niyazlarının bir katını Cenâb-ı Hakk’a arz edecektik! Elimizden gelseydi bütün kâinatın zerreleri adedince Cenâb-ı Hakk’a tesbih ve tazimde bulunacaktık! Elimizden gelseydi, bütün kimsesizlerin, yetimlerin, mazlûmların, masumların, gönlü kırıkların gönlünü alacaktık! Elimizden gelseydi, Cenâb-ı Allah’ın emirlerine ve nehiylerine eksiksiz ve kâmilen uygun hareket edecektik!
Eksiklerimizle, noksanlarımızla, kusurlarımızla, günahlarımızla, yanlışlarımızla mutlak hayra ve hakka ne kadar yürüyebildik bilemem! Hakk’ın feyzinden, bereketinden, sevabından, hayrından, hasenatından ne kadar istifade edebildik bilemem! Allah’ın kitabında beyan buyurduğu “mutlak birr”e (salih amel’e, iyiliğe)1 azıcık da olsa nail olabildik mi bilemem!
Ey bütün kusurlardan ve noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah’ım! Biz Seni lâyıkıyla sena edemedik! Seni Kemal sıfatlarınla doğru dürüst bilemedik! Sen Kur’ân’ında ve Habibinin (asm) dilinde Kendi Zatına ettiğin senaya lâyıksın!
Allah’ım! Biz Seni lâyıkıyla tanıyamadık, lâyıkıyla zikredemedik! Sen; kâinatın bütün zerrelerinin titreşimleriyle yaptıkları sonsuz zikre lâyıksın!
Allah’ım! Şükrümüzü hakkıyla ödeyemedik! Sen; bütün hayat sahibi varlıkların, meleklerin, ruhların, cinlerin, ağaçların, bitkilerin, kuşların, balıkların, böceklerin, hayvanların ve bütün canlıların ince ve nazik duygularıyla ve rahmet dilleriyle yaptıkları sayısız, sonsuz, sınırsız şükre ve hamde lâyıksın!
Allah’ım! Biz Sana lâyık bir ibadetle kulluk edemedik! Biz Seni hakkıyla tesbih, tazim ve tenzih edemedik! Halbuki gökler, yerler ve içindekiler Seni lâyıkıyla tesbih, tazim ve tenzih ediyorlar! Hiçbir şey yoktur ki, Seni hamd ile tesbih etmesin!
Allah’ım! Âcizane ellerimizi ve gönüllerimizi açtık! Bütün varlıkların zikirleriyle Seni zikrederiz! Bütün kâinatın tesbihâtıyla Seni takdis ederiz! Bütün peygamberlerin, bütün velilerin ve bütün meleklerin tesbihâtıyla Seni tesbih ederiz! Bizden namazımızı, niyazımızı, orucumuzu, duâmızı, yakarışlarımızı eksikleriyle ve kusurlarıyla kabul buyur!
Ey Şehr-i Ramazan! Yarın bayram! Gönüllerimize bayram heyecanı şimdiden sökün edip geldi. Bir aylık misafirliğinden, geriye bir bayram bırakarak aramızdan ayrılacaksın! Bütün günleriniz bayram esenliğinde ve uhuvvetinde geçsin, demek istiyorsun; seziyor gibiyim!
Bundan, bütün ehl-i imana uhrevî ve ebedî bir bayramı da müjdelediğini çıkarabilir miyiz? Bu bayramın perde arkasının Cennet olduğunu herkese ilân edebilir miyiz?
Mağfiret ve Rahmet ayı! Yine gel dünyamıza, daha erken gel, olur mu?
Seni bekleyeceğiz, Rahmet Güneşi Şehr-i Ramazan!
Dipnot: 1. Âl-i İmrân Sûresi, 92
29.09.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Bediüzzaman’ın Kelâm ilmine getirdiği yenilikler (1) |
|
Bediüzzaman, Risâle-i Nur ile, Kelâm sahasında yeni ilmî metotlar geliştirir. Öncelikle bütün İslâmî ve özellikle Kelâma dair mefhumları/kavramları, Kur’ânî bir dil ile ele alır ve yerli yerine oturtur.
Henüz 16 yaşlarında iken, Kelâm ilminin, İslâma, Kur’ân’a, imana yapılan hücumları durdurmaya kâfî gelmediğini tesbit eder. Van Valisi Tahir Paşa’nın konağında fizik, kimya, biyoloji, zooloji, botanik, astronomi, matematik ve sâir bütün ilimleri kendi kendisine mütalâa ederek; kitap yazacak ve uzmanlarıyla tartışıp onları mağlûp edecek tarzda hepsini öğrenir.
Bunu, Diyanet İşleri eski başkanlarından Ali Rıza Hakses, “Bütün ilim ve fenleri ezberlemişti. Ona karşı gençliğinde bütün İslâm uleması aciz kaldı” diyerek ifade eder. Aslında zamanın fen bilimcileri de aciz kalmıştı!
Özellikle fen ilimlerinin özlerinden ve kesinleşmiş prensiplerinden çıkan delilleri kullanarak yeni bir kelâm ilmi çığırı açar. Ki, iman, itikat, inanç esaslarını ispat ve izah eden kelâm ilmine getirdiği bu yenilikler, açtığı çığırlar, geliştirdiği yeni metotlar “Ehl-i Sünnet çizgisinden sapmadan”, çağın insanının yapısına, ilmî birikimine ve teknolojinin şartlarına paraleldir. Bir kısmını şöyle maddeleştirebiliriz:
* Önce bütün ilimlerin kaynağının Esmâ-i Hüsnâ olduğunu tesbit eder. Fen, din, sosyal ilim ayrımını ortadan kaldırarak “tevhid-i ilmi”, yani “ilim birliğini” gerçekleştirir. Aklın ışığının fen, kalbin nurunun din ilimleri olduğunu ve bu ikisinin birleşmesiyle hakikatin tecellî edeceğini beyan eder.
* Kelâmı; Kelâmullah olan Kur’ân’dan süzerek modern, çağdaş ilimlerle yeniler. Yâni, medrese içindeki modern ilimlerle kısa bir yolu, sâfî bir kulluğu ve tarikat/tasavvuftan daha yüksek bir velâyet yolunu bulur.1
* Aklı, kalbi, ruhu ve insanın diğer özelliklerini dikkate alarak; akıldan kalbe, kalbden akla geçerek örneklerle açıklamalarda bulunan yepyeni bir yol takip ederek felsefenin dahi ulaşamadığı yerlere ulaşıp, imân hakikatlerini tahkikî bir sûrette gösterir.2
* Risâle-i Nur, ibâdet yerinde ilim içinde, hakikata bir yol açmış. Sülûk ve evrad yerinde mantıkî bürhanlarla ilmî hüccetler içinde, hakikatü’l-hakaika (gerçeklerin gerçeği, gerçeğin ta kendisine) bir yol açmış; tasavvuf ve tarikat ilmi yerinde doğrudan doğruya kelâm ilmi içinde, ilm-i akîde ve usûlü’d-din (din metodu, prensipleri) içinde büyük bir velilik yolunu açmış.3
* Mücerred/soyut kelâm ilmiyle elde edilecek İlâhî bilginin de tam huzur vermeyeceğini,4 ifâde ederek, Kur’ân tarzında olması gerektiğini belirtir. Yâni, sadece “akıl ve ilim” ile değil, akıl, kalb, vicdan, sair his ve duygular da gıdasını almalı ki, “mârifet-i kâmile ve huzur-u tam” elde edilsin. Dolayısıyla Risâletü’n-Nur ise der: “Her kim olursan ol; bak, gör. Yalnız gözünü aç, hakikati müşahede et, saadet-i ebediyenin anahtarı olan imanını kurtar.”
* Eski kelâmcıların imkân ve hudûs delili metodunu geliştirir; bunlara yeni aklî-mantıkî, ilmî metodlar ekler. Bunların yanında rûh, hayat, san’at, gaye, hikmet, yardımlaşma, nizam/düzen, denge, temizlik, sîmalar, fıtrat, vicdan, tarih delilleriyle Kur’ân delili, Peygamber delilini ekler. Bunları da, aklî, mantıkî, ilmî materyallerle yoğurarak sunar; ruh, duygu, kalp ve vicdânları tatmin eder.
Dipnotlar:
1- Kastamonu Lâhikası, s. 172
2- Sikke-i Tasdik-i Gaybî, s. 166; Mesnevi-î Nûriye, s. 65
3- Emirdağ Lâhikası, s. 80
4- Mektubât, s. 317
29.09.2008
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Zalimin pençesi Afganistan'da kırılır |
|
Komünist Rusya'nın vahşi pençesi Afganistan'da kırıldığı gibi, saldırgan Bush Amerikası'nın gaddar siyaseti de, yine aynı coğrafyada can çekişmeye başladı. Kendi aralarında ihtilâfa düşerek uyumsuz görünmelerine rağmen, Afgan halkı yine de mâsum ve mazlûmdur.
Onların bir başka ülkeye saldırdıklarını, bir başka topluluğa zulmettiklerini tarih kaydetmiyor.
Onlar, daha çok başkasının zulmüne mâruz kalmış, başka devletlerin zalimâne saldırısına uğramışlardır.
Toprakları maden depoları olsa da, ekseriyet itibariyle yine fakirdirler. Son derece basit ve mütevazi bir hayat tarzları var. Yer yer ilkel ve bedevî bir yaşantı biçimini yansıtırlar.
Farklı toplulukların, kabile ve aşiretlerin mensubu olarak, en büyük zaafları kendi aralarında birlik–beraberlik ruhu yaşamamaları, dolayısıyla anlaşmazlığa düşmeleri.
İşte, onların bu zaafından istifade eden Komünist Rusya, 1979'da koca Kızıl Orduyu üzerlerine saldırttı. Saldırı aylarca, yıllarca devam etti. Ancak, istedikleri neticeye bir türlü ulaşamadılar.
Sonunda, o süper gücün elindeki o koca Kızıl Ordunun dişi ve pençesi kırılarak, Afganistan'da yüzgeri olup döndü.
Afganistan batağından yorgun ve bitap şekilde geri çekilen Rusya'da, gerileme ve çöküş süreci devam etti. Kısa bir süre sonra kalın komünist perdesi büyük bir gürültüyle yırtıldı. Komünistlerle muhalifler birbirine düştüler. SSCB dağıldı. Türkî Cumhuriyetler bağımsızlığına kavuştu. Vesaire...
Rusya'da yaşanan bütün bu hercümerc süresi içinde, Afganistan, ne yazık ki bir türlü toparlanıp da ayağa kalkamadı. Taliban denilen mahiyeti meçhûl nevzuhur bir hareket, katı kurallarla burayı yönetmeye kalkıştı. Ancak, başarılı olamadığı gibi, bu coğrafyaya bu kez bir başka süper gücün, Amerika'nın nüfuzunu çekti.
Amerika, burada Rusya'dan farklı bir politika tarzı gütmekle birlikte, zulme bulaşmaktan yine de kurtaramadı kendini. Bilhassa son zamanlarda, silâhlı direnişçi kesimin dışında, ayrıca sivilleri katleden Amerikan kuvvetleri için de tehlike çanları çalmaya başlamış görünüyor.
Başta da belirttiğimiz gibi, Afgan halkı mâsumdur, mazlûmdur. Mazlûmun âhı ise, arşa çıkar ve zalimi yakmaya başlar.
Yirmi beş sene evvel Rusya'yı yakan Afganlıların âhı, şimdi de Amerika'yı alev alev yakmaya başlamış görünüyor.
11 Eylül 2001 saldırısını bahane ederek önce Afganistan'ı, hemen ardından da Irak'ı işgal eden ABD, bugünlerde bilindiği gibi tarihinin en ciddî iktisadî krizini yaşıyor. Yeni başlayan bu kriz dalgasının daha ne kadar devam edeceği ve yekûn zararın ne boyutta olacağı henüz bilinmiyor.
Ancak, Rusya örneğinden hareketle bilinen bir husus şudur ki; Amerika, Irak ve özellikle Afganistan'daki işgale son vermediği müddetçe, ne yaparsa yapsın asla iflâh etmeyecek, yükselen âhlar karşısında cayır cayır yanmaya devam edecek.
Tarihin yorumu 29 Eylül 1923
Filistin'de İngiliz mandası
Birinci Dünya Savaşının son merhalesinde (1917–18) Filistin topraklarının tamamını işgal eden İngilizler, 29 Eylül 1923'te ise Irak'la birlikte Filistin'i de mandası altına aldığını ilân etti.
Fransızca bir tâbir olan manda, diplomasi dilinde "yetki, görev ve sorumluluk" demektir.
Sömürge sistemine duyulan tepki ve alerji sebebiyle, nisbeten daha medenice görünen manda tabiri, diplomasi literatürüne daha çok 1919 yılında girdi.
Bu tabir, özellikle de Osmanlı'dan kopan zayıf toplulukların geçici süre bir başka ülke tarafından yönetilmesi maksadıyla Milletler Cemiyeti (MC) gündemine getirildi.
Bugünkü karşılığı Birleşmiş Milletler olan MC, manda sistemini onaylayarak yürürlüğe koydu. Buna göre, bir ülkede yaşayan ve bağımsızlık isteyen topluluklar, kendi ayakları üzerinde duracak seviyeye gelinceye kadar, güçlü bir ülkenin siyasî ve askerî himayesi altında varlığını sürdürecek.
Aynı dönemde, Türkiye'nin de sömürgeci karaktere sahip İngiliz ve Fransız mandası yerine, daha insanî davranan Amerika'nın mandası altına girmesini savunanlar oldu. Hatta bu konu Erzurum ve Sivas Kongrelerinde de ciddî şekilde tartışıldı. Netice itibariyle mandacılık kabul edilmeyerek, Millî Mücadelenin sonuna kadar sürdürülmesi cihetine gidildi.
Filistin'de ise, ne yazık ki, böylesi bir mücadele içine girilemedi. Onların dört yüz yıllık hamisi olan Osmanlı'dan kopmalarıyla birlikte, topraklarının tamamı İngiliz işgaline uğradı. MC'den de onay alan İngiltere, Irak ve Filistin'de kendi mandasını kurdu.
Irak, nisbeten çabuk ve ucuz kurtuldu. Yedi ay sonra Bağımsız Irak Krallığının kurulmasıyla (23 Ağustos 1923), buradaki İngiliz mandacılığı sonra erdi.
Sahipsiz ve takatsiz kalan Filistin halkı ise, mandacılıktan kurtulamadığı gibi, 1948'de bu kez İngilizlerin palazlandırmış olduğu toplama Yahudi milletinin boyunduruğu altına girdi. Aynı topraklar üzerinde, yine İngilizlerin desteğiyle Yahudi İsrail devleti kuruldu.
Müslüman Filistin halkı, 20 yıl müddetle İngilizlerin kahrını çektikten sonra, tam 60 yıldır da İsrail devletinin zulmü altında inliyor, kahır ve ıztırap çekiyor. Bunu da, İslâm âlemiyle birlikte bütün dünya seyrediyor.
29.09.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ruhan ASYA |
İftar davetinde dinler diyalogu |
|
Geçen hafta Avustralya‘da bir iftar yemeği verildi. “Government House” iftarı Viktorya Valisinin, 1870 yılında inşa edilen tarihî konağında gerçekleşti.
İftara, Viktorya Valisi Prof. David de Kretser ve eşi ev sahipliği yaptı.
Üst düzey bürokratların, çeşitli mesleklerden seçkin dâvetlilerin katıldığı yemeğe devlet erkânının yanı sıra ABD, İngiltere, Almanya, Endonezya ve Türkiye Başkonsolosları, üniversitelerin rektör ve dekanları, yazılı ve görsel medyanın üst düzey yöneticileri, dinî liderler ve önemli toplulukların temsilcileri katıldı. Çok kültürlü bir toplum olan Avustralya’da çeşitli kültür ve dinlerden pek çok insan bu iftar yemeğinde buluştu, iftar heyecanını birlikte yaşadı. İftar öncesi salonda ezan okundu, akşam namazı kılındı. İftar duâsı yapıldı. Ve Kur’ân tilâvetiyle başladı iftar. Yemeğin nihayetinde, serbest kürsü konuşmaları yapıldı.
Dinî liderlerin yaptığı konuşmalar takdire şayandı. Melbourne Katolik Lideri Başpiskopos Denis J. Hart “Müslümanlar bu akşam bize ibadetin ve paylaşmanın önemini gösterdi. Viktorya’da hepimiz birbirimize değer veriyoruz. Artık kardeş olduk. Hep beraber el ele vererek geleceğe yürüyoruz” dedi. Anglikan Başrahibi Philip J. Newman, “10 yıl kadar önce durum çok farklıydı. Birbirimize yabancıydık. Ama şimdi hep bir araya gelebiliyor, neler yapabileceğimizi konuşabiliyoruz. Beraber olabilmek bir ayrıcalık. Müslümanların, Müslüman olmayanlara gösterdiği misafirperverlik çok güzel ve sevindirici” diyerek dinler arası hoşgörü ve diyaloğun güzelliğine ve önemine dikkat çekti.
Bu yemekte dikkat çeken bir husus da namaz için tahsis edilen salonda, daha önce Melbourne’u ziyaret eden İngiltere Kraliçesinin ağırlanmasıydı. Ve iftar akşamı namaz kılan Müslümanları ağırlıyordu bu salon. Geçtiğimiz günlerde Faruk Çakır’ın bir yazısında okumuştum. İftara dâvet edildiği bir öğretmenevinde namaz kılacak yer bulamadığını esefle anlatıyordu. Gayri müslim bir memlekette, inancıma ve ibadetime bu hoşgörü gösterilirken, Türkiye’de insanların temel hak ve hürriyetlerinden mahrum edilmesi çok üzücü.
Okumuş olduğum üniversitede mescidimiz kapatılıp bilgisayar odasına çevrilmişti. Dekanımızın bizi uyutma babında verdiği “Mescit açacağız” vaadinde hulf vardı, ama başımızı açmadığımız için “Sizi okuldan atarım” sözünün ardından, atılma kararımızın altına imzasını atmıştı. Bu sözde hulf (yalan) yoktu.
Devlet kurumları adına izlenen bu politika halka da yansıyor maalesef. Babamın başından geçen şu hadise bunu teyid ediyor. Bir yolculukta, kaptandan namaz molası istiyor. Kaptan tam düzenin adamı. Olmaz da olmaz. Babam “Eften püften sebepler için mola veriyorsunuz. Yok sigara molası, yok ihtiyaç molası. Ya benim namazım? Beni burada indir, sen nereye gidiyorsan git. Ben namazımı kılacağım, sonra da firmana durumu bildireceğim” diyor. Tabiî kaptan işin ciddiyetinin farkına varıyor ve mola vermek zorunda kalıyor. En tabiî hakkımız olan şeylerden bile mahrumuz öz vatanımızda. Neyse yaramızı deşip iştahımızı kesmeyelim. Dönelim iftar yemeğine.
Viktorya Valisinin tarihî konağı böyle bir iftara şahit olurken, biz de Fatih Yargı Ağabeyimizin Melbourne’da Oxford Street’teki “cennetim” dediği evinde farklı bir iftara şahit oluyoruz. Melbourne Şehir Merkezi Belediye Başkanı Michelle Mcdonald’la aynı sofrada buluşup, iftar heyecanını birlikte yaşıyoruz. Mcdonald bir Katolik. İftar vaktinin girmesine yakın Fatih Yargı’nın evine teşrif eden belediye başkanı da bizimle ezanı bekliyor. Bu bekleme esnasında muhabbet oldukça koyulaşıyor. Herkes gayet tabiî ve samimî. Belediye başkanı mütevazi, sıradan kıyafeti ve gayet tabiî haliyle bizi şaşırtıyor. İftara dâvet edilen diğer misafirlerde de Türkiye’de siyasîlerin önündeki el pençe resmiyet havasından eser yok. Herkes gayet rahat. Biz başkanla sohbet edecek kadar İngilizce bilmediğimizden olayı dışarıdan gözlemliyoruz. Türk yemeklerinin ardından meşhur Türk kahvesi yudumlanıyor. Oldukça samimî bir sohbet ortamı oluşuyor.
Otuz üç yaşında olan başkan yakında evleniyor. Ve düğünü kilisede olacak. Topu topu üç saatlik bir düğün. Nur Vakfını da sık sık ziyaret eden başkan, vakıftaki programlarımızı duyunca “good” diyor. Ve teravih vakti gelince ev sahibimizin “finish” demesiyle muhabbet noktalanıyor. Belediye başkanına namaza gideceğimiz izah ediliyor. Onu geçirip Nur Vakfının yolunu tutuyoruz. Vakıfta demlenen, benzerini başka bir yerde kolay kolay tadamayacağımız o güzel çaydan mahrum kalsak da namaza yetişiyoruz.
Rahmet ve bereket ayı Ramazan’a veda ediyoruz. Oldukça hareketli, madden ve manen bereketli geçti Ramazan. Şimdi bayram heyecanını yaşıyoruz Melbourne’daki kardeşlerimizle. Büyüklerimiz keşkek ve tatlıları hazırlıyor. Küçükler de iştahla bayram sabahını bekliyor. Gurbette bir bayram da bizi bekliyor. Gerçi kardeşlerin içinde gurbet mi olur? Melbourne’daki ailemiz olan cemaatimizle güzel bir bayram geçireceğimize şüphemiz yok. Bu arada ailemizi de unutmadık tabiî. Büyüklerimizin hasretle ellerini öpüyor, küçüklerimizi kucaklıyoruz. Bütün kardeşlerimizin, hassaten Kırşehir ve İzmir Yeni Asya okuyucularının bayramını tebrik ediyoruz. Selâm ve duâ ile…
29.09.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şükrü BULUT |
Ramazan’ın kendisi bayram değil mi? |
|
Avrupa'daki Ramazan-ı Şerifin sonundaki bayramı bekleyenler kaybederler. İslâm kültürüne ancak köşe bucakta rastlayabildiğimiz, bizimle imsak edip iftar edenlerin gayet azınlıkta olduğu ve sevincimizi kapı kapı dağıtacağımız sevdiklerimizin ırakta kaldığı bir coğrafyada, tatsız-tuzsuz bir günlük bayramı bekleyenler hakikaten kaybederler
.
Ramazan ayındaki iftarların, İslâmın oruç esasını gurbette şeair mertebesine çıkarıp Avrupa ve Amerika'da dalgalandırdığını, gazetemize yansıyan resimlerden de görebiliyoruz. Ramazan-ı Şerifte nâzil olan Kur'ân'ın zamanımızdaki bir mû'cizesi olsa gerek ki, Müslümanların bu ayda büründükleri şu masum vaziyet, Avrupa ve Amerika efkâr-ı ammelerini İslâmiyetin lehine çeviriyor. Ahirzaman dinsizlerinin organize ettikleri 11 Eylül felâketini bahane eden İslâm karşıtları maksatlarına ulaşamadıkları gibi, bu coğrafyalardaki barış ve kaynaşma kısmen de olsa hızlandı. Bunun da Kur'ân'ın araştırılması ve bu vesileyle Müslümanlarla yapılan ilmî diyalog ve işbirlikleri ile gerçekleştiğini söyleyebiliriz.
Bildiğimiz gibi Hıristiyanlık kültüründe de "sofranın" özel bir yeri var. Hz. İsa'ya (a.s) gelen sofradan isim alan "Maide Sûresi"nin Kur'ân' da bulunması Nasaranın dikkatini çekiyor. "Maide, Nasara, oruç ve iftar sofrası" mânâları bir araya gelince de, Kur'ân' ın mû'cizesi ortaya çıkıyor. Ehl-i Kitap ile ortak sofralarda Müslümanları oturmaya teşvik eden Kur'ân, Kanberra, Viyana, Berlin, Düsseldorf, Brüksel, Londra, New York ve Toronto gibi Hıristiyanlık başşehirlerinde, idarenin en üst seviyesinden; okul, işyeri, kilise ve sivil toplum gibi mahallî birimlere kadar, dünya genişliğinde bir sofranın kurulduğunu hayâlen de olsa görüyoruz.
Avrupa' da gelişmekte olan hürriyetler, buradaki Müslümanların çocuklarının sosyal hayattaki başarıları ve bilhassa Avrupa' nın İslâm dünyasına olan özel ilgisi, Ramazan-ı Şerifi bir fırsatlar mevsimine çevirmiş. Seccal (dönüşümlü) olan iman- küfür mücadelesinde, ibrenin Kur'ân'ın lehine dönmekte olduğunu da içinde bulunduğumuz Ramazan-ı Şerif gösterdi. Almanya Müslümanlarının sembolik maddî bir nişânesi olacak Köln Camiine, Kölnlü Hıristiyanların ve bilhassa belediye başkanının sahip çıkması, İslâma karşı başlatılan medyatik kampanyanın yine Almanlarca püskürtülmesi, deccaliyetin AB ile Rusya'yı karşı karşıya getirme çabasının neticesiz kalması, mazlûm Irak, Afganistan ve diğer İslâm ülkelerini sömüren Batılı dinsizlerin Amerika'da kasırgalarca cezalandırılması ve ayrıca Amerika idaresi ile bazı Avrupalıların Bağdat ve Kabil zulümlerine ortak olmalarının bir başka neticesi olarak, yağmaladıklarını banka krizleriyle on misliyle ödemeleri, içinde bulunduğumuz mübarek Ramazan-ı Şerifin insanlığa ve bilhassa Müslümanlığa birer hediyesi olduğunu düşünüyoruz.
Almanya'daki Hıristiyanların Ramazan-ı Şerifi bekleyişleri ve bütün kiliselerin hem Ramazan'ımızı ve hem de bayramımızı tebrik etmeleri de coğrafyamızın bu aydaki önemli hadiselerinden sayılır. Bodrum katlarından başlayan Ramazan yürüyüşünün devlet başkanlarının saraylarına, parlamentolara ve belediye meclis binalarına ulaşması Avrupa'daki Müslümanları şükür secdesine dâvet eden çok güzel müjdelerdir. Bütün bunlar, Ramazan-ı Şerife bayram nazarıyla bakmamızı gerektiriyor kanaatindeyiz.
Not: Kıymetli okuyucularımızın bu bayramını, bayramda gizli Leyle-i Kadrini ve Kadir sonrasındaki bayramlarını gurbetin tahassürüyle tebrik ediyor ve şu çorak iklimde duâlarını bekliyoruz.
29.09.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
Yeni Asyadan Size |
Teşekkürler Yeni Asya |
|
Bu hafta köşemiz okur mesajlarının: Ufuk Coşkun (Öğretmen-Sen Yönetim Kurulu üyesi):
Bu sene dağıtılmış olan İlköğretim 8. sınıf İnkılâp Tarihi ders kitabında yer alan darbe övgülerini başından beri sert dille eleştiren ve peşini bırakmayan Yeni Asya gazetesini bu demokratik ve ilkeli yayın politikasından dolayı tebrik ediyoruz.
Öğretmen-Sen olarak bu ders kitabını incelemiş ve 199, 200, 201. sayfalarında yer alan—darbeleri meşrulaştıran—bilgileri basına bildirerek Millî Eğitim Bakanına uyarıda bulunmuştuk. Bakan ise bu uyarımıza “kitabın önümüzdeki yıl olmayacağı” açıklamasıyla cevap vermişti. Bu açıklamayı yeterli bulmayan, hatta eğitim açısından tehlikeli bulan sendikamız, kitapların derhal toplatılması yönünde yeni bir kampanya başlatmıştı. Bu hassasiyetimize Türk basınından sadece Yeni Asya büyük bir kararlılık ve ısrarla yürekten destek verdi. Muhabirleri, yazarları, manşete taşıdığı önemli haberleriyle bu işin peşini net sonuçlar elde edene kadar da bırakmadı.
Kimi basın yayın organları gibi “günü kurtarma” yoluna gitmeyen, bu antidemokratik ve insanlık karşıtı bilgilerin kitaptan çıkartılmasında büyük rol oynayan Yeni Asya’ya bir kez daha teşekkür ediyoruz. Yeni Asya’nın darbe karşıtlığının, demokratlığının, ilkeli ve ahlâklı yayın politikasının tüm Türk basınına örnek olmasını temenni ediyoruz. Ülkemizin böylesi kararlı ve cesur yayın organlarına ihtiyacı vardır. Türkiye’nin demokratikleşmesinde önemli hizmetleri olan ve olacak olan Yeni Asya gazetesine ve tüm çalışanlarına başarılar diliyoruz.
***
Bilal Tunç: Gazetemizin yüklenmiş olduğu târihî vazîfe istikametindeki hizmetlerini alkışlıyor, iftihâr ediyoruz. Röportajlar da hârika oluyor. H. H. Kemâl’in Oral Çalışlar’la röportajı fevkalâde! İyi ki varsın Yeni Asya’m!
***
Adı bizde mahfuz bir okur (“Millî Güvenlik dersi” başlıklı Tahlil köşesi için): “Benim iki çocuğum lisede. Millî Güvenlik dersine neden üniformalı subayların—asla astsubay değil—girdiğine anlam veremiyorum. Askerlerin görevi nedir? Polisin görevi nedir? İmamın görevi nedir? v.s. Eğer konusuna göre kamudan ya da özel sektörden eğitimci gelmesi gerekiyorsa neden bu sadece askerlerle sınırlı? Subayların öğrenciler arasında üniforma ile gezmesi, sınıfa girerken gençleri asker gibi ayakta esas duruşta bekletmesi neyi sağlıyor? Herhangi bir derste öğrenci sorgulayıcı iken bu derse sus pus olmuyor mu? Bu gidiş bize Türkiye’de asla sivilleşmenin olmayacağını göstermiyor mu? Ben bu soruları çekinerek ve ismimin verilmesini istemeyerek size havale ediyorum. Başlattığınız sivilleşme hareketi bize cesaret veriyor. Bizim yerimize siz ilgililere sorun; kaç subay Millî Güvenlik dersi için şehirlerde mesai yapıyor, maliyeti ne kadar, bu dersi sivil bir öğretmenin vermesi çok mu zor? v.b. Belki de sorumlu ve ilgili askerî yetkililer bile bu konunun sorgulanmasından memnun olup bir değerlendirme yapabilirler.”
Yukarıdaki mail Taraf gazetesi yazarı Yasemin Çongar’a gönderilmişti. Henüz bir yazı yazmadı, ama siz benim tüm sorularıma cevap verdiniz. Teşekkürler, lütfen bu konuyu ilgili yerlere duyurmaya devam edin. Gerekirse Başbakana. Ne zaman bitecek bu zavallı halimiz? Sorun.
***
Münir Kardeş: Yakın tarihte yaşadığımız ve halen de yaşamakta olduğumuz sıkıntıların temel sebeplerini kısa ve öz biçimde özetleyen “Kemalizm pazarlığı” başlıklı makaleden dolayı tebrik ediyorum. Yazının “Kemalizme bakışın turnusol fonksiyonu icra edeceğini” belirten son cümlesi bana Ruşen Çakır’ın cemaatlerle ilgili bir değerlendirmesinde “Herhangi bir cemaatin tam mânâsı ile kendi iradesiyle hareket edip etmediğinin—hür ve sivil bir hareket olup olmadığının—kriteri resmî ideolojiyle ilgili tavrıdır” mealindeki ifadesini hatırlattı. Nisyan ile mâlûl hafızaları tazelemek için böyle çerçevelik yazılara zaman zaman ihtiyaç var. Allah razı olsun.
29.09.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Vahideddin okulda |
|
Bayram arefesinde de ‘resmî tarih yanlışlarıyla’ uğraşmak mecburiyetinde kalmak üzücü.
Başta ‘büyük gazete’ olmak üzere bazı gazetelerde, son Osmanlı Padişahı Sultan Vahideddin’in bir fotoğrafının Burdur’daki bir okul duvarına asıldığı ifade edilerek ‘tepki’ göstermişler.
Habere göre, “tartışmalı padişah”ın fotoğrafı, okulu ziyarete giden bir ‘eğitim sendikası’ görevlilerince tesbit edilmiş ve ‘gereğinin yapılması için’ ilgililere şikâyette bulunulmuş. Tabiî bu tavra, beklendiği üzere hemen siyasî destek de gelmiş. CHP’li eski TBMM Millî Eğitim Komisyonu üyesi, başka okullarda da böyle ‘suç’lar işlendiği anlamına gelecek beyanlarda bulunmuş. CHP’li ‘uzman’, fırsattan istifade ile, ders kitaplarındaki ‘ihtilâl övgüsü’nün değiştirilecek olmasından dolayı duyduğu ‘rahatsızlığı’ da dile getirmiş. İlgili habere göre, Millî Eğitim Müdürü de “Okulda inceleme yaptıracağım, mevzuat neyse gerekeni yapacağız” demiş. (Hürriyet, 28 Eylül 2008)
Görünüşte sadece Sultan Vahideddin’in fotoğrafının asılmasına itiraz ediyorlar, ama gerçekte bütün padişahların tanınmasına, tanıtılmasına itiraz ederler. “Nereden biliyorsunuz?” diyen olursa; okul yıllarımızda benzer tartışmalara şahit olduğumuzu hatırlatmak isteriz. Maalesef, bazı öğretmenlerimiz; fırsat çıksa da Osmanlı padişahlarını, onlar üzerinden de bütün dindarları eleştirsek, aşağılasak diye beklerlerdi!
İnkâr edilmeye çalışılsa da bir ‘resmî tarih’ bir de ‘gerçek tarih’ bilgileriyle karşı karşıyayız. Resmî tarihe göre bütün padişahlar; yemiş, içmiş ve eğlenmiş. “Peki, o halde Osmanlı Devleti nasıl oldu da dünyaya hükmetti?” diye soracak olursanız o zaman da Kanuni Sultan Süleyman ve Fatih Sultan Mehmed Han gibi bir iki padişahı güya ayrı değerlendirirler. Bunun dışında bütün padişahları kötülemek için yarışırlar.
Sultan Vahideddin’in resminin okullara asılıp asılmaması önemli değil. Önemli olan onunla ilgili olan ve olmayan diğer bütün tarihî bilgilerin doğru olarak öğretilmesindedir. Her insan gibi Osmanlı padişahlarının da elbette hataları vardır. Ama bu hataları, kimsenin onlara ‘hain’ demesini gerektirmez.
Sultan Vahideddin, belki de hakkında en çok konuşulan padişahlardan biridir. Hatırlanacağı üzere, geçen yıllarda da benzer bir tartışma başlatılmış, dönemin başbakanı Bülent Ecevit, “Vahideddin hain değildi” demişti. Bu söz üzerine çok üzülen ‘tek parti’ anlayışına mensup kişiler, yıllarca “Karaoğlan” diyerek el üstünde tuttukları Ecevit’i bile defterlerinden silmişlerdi.
Peki millet bu tartışmalara ne diyor? Gerek okullarda ve gerek başka yerlerde, bunca yıldır devam eden aleyhte propagandaya rağmen Sultan Vahideddin ve diğer bütün Osmanlı padişahları hayırla yad ediliyor. Dolayısıyla, Sultan Vahideddin’in fotoğrafının “Türk büyükleri” listesinde yer alması kimseye bir şey kaybettirmez. “Eğitim sendikaları” da okulların başka problemleriyle ilgilense daha iyi olur.
Okul duvarına asılan o fotoğraf, ‘mevzuata aykırı’ diye indirilse bile Osmanlı sevgisi gönüllerden silinmez...
29.09.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|