|
|
Selim GÜNDÜZALP |
Duâların anası, anaların duâsı |
|
İnanmak zor. Ömrümde hiç böyle güzel günler görmedim. Ocak ayının başında bile, yazdan kalma bir gün. Damlardan sarkan buzlar, diz boyu karlar yok artık. Annemin tâbiriyle gülüyor her yer. Ortalık günlük güneşlik. Seyirlik, şenlik. Bu yıl ekimde bile, bu havalara hasrettik. Ne oldu böyle, nazar mı değdi mevsimlere? Rabbimin işine karışılmaz, vardır bir hikmeti. Ama ne diyeceğiz yeni doğan bebelere? Ahirzaman gülüdür, kokusuz olur; ahir zaman kışıdır, karsız olur mu diyeceğiz. Bilemiyorum. Mevlâ hayreyleye…
…
Mavi göklerin altında, pırıl pırıl parlayan güneşlerin çocuğuyum. Aslında bunlar, benim sevdiğim havalar. Uçarcasına yürüyorum sokağımda. Adımlarımın hedefi belli. Minarelerden davudî bir ezan sesi yükseliyor. İnsanı tâ kalbinden yakalayan. Bir yerleri düşünmeden edemezsiniz. En aziz, en mübarek hatıraların kucağında olmak ne güzel. Rüzgâr, saygılı bir eda içinde susmuş, o da ezanı dinliyor sanki. Kalbime dokunuyor bu sesin çağrısı. Ağlamaya az kaldı. O saf yanım, çocukluğum yanıbaşımda. Bu sesin ezelden sevdalısı o. Sevdiklerimi, evvel giden ahbabı arıyorum, babamı, babaannemi, dedemi. Uzakta değiller biliyorum. Bir nefes duâ kadar, yakınımda bir yerdeler. Yalnız değiliz, Allah ile beraber olunca. Yalnız değiliz, dilimiz duâya durunca.
Gözlerim sıra dışı bir şeyler arıyor. Dikkatle tarıyor her yanı. Beni cezbedecek bir şeyi yakaladım gibi. İşte az önümdeler. Kucağında bir çocukla annesi. Allah’ım, bu ne tatlı bir yüz, bu ne güzel bir uyku böyle. Salıvermiş kollarını, teslim olmuş âdeta. Anneciğinin sağ omuzuna dayamış altın sarısı başını. Anne de, şefkatle ve güvenle sarmış sarmalamış yavrusunu. Kıskandım doğrusu. Böyle bir fotoğrafımın olmasını çok isterdim. Hemen bu fikrimi onlarla paylaşmalıydım. Öyle de yaptım; “Hanımefendi, sakın bu ânı kaçırmayın. Ne olur uyuyan yavrucakla beraber mutlaka bir fotoğrafınızı çektirin,” dedim. Kadıncağız şaşırdı önce. Yüzünde beliren tebessüm, tamam der gibiydi. Seri adımlarla yanlarından geçtim. Bir yandan da niye bunu söyledim diye sorguladım kendimi. Hiç böyle bir fotoğrafım olmamıştı. Belki de ona hasretlenmiştim. Anne ve yavrusunun birlikteliğini, ne kadar da güzel anlatacaktır böyle bir fotoğraf. Bir resim, bin kelimeye bedel. İnsan arıyor, poz vermeden çekilmiş fıtrî bir ahval içindeki donmuş zaman karelerini. Belki de bengisu o anlarda gizli, kim bilir? Zaten o tip resimlerde de bir samimiyet var ki, çerçevenin dışına taşıyor.
Annemle beraber çekilmiş fotoğraflarımı hatırlamaya çalıştım. O kadar az ki. Hele böylesi hiç yok. Aaah ediyorum şimdi. Her özel an için bir fotoğrafım olmalıydı. Uyurken ya da mahmur gözlerle yataktan kalkarken. Oruçlu halimle, iftarı açarken ve de binbir zorlukla sahur sofrasına yürürken. Kim bilir daha nice güzel anlarım var. Bu yaşa gelince insan, sadece ve sadece mutluluğun fotoğrafını arıyor albümlerde, hatıralarda. Ey fotoğrafçı kardeşim, sen mutluluğun ve gülen yüzlerin resimlerini çek sadece. Ziya Osman Saba’nın, “Mesut İnsanlar Fotoğrafhanesi” adlı hikâyesi de bunu öğütlemiyor mu? Rahmet ve şefkat yüklü sahneleri görecek gözlere ihtiyaç var. Allahım, güzelliklerini görecek ve gösterecek güzel gözler nasip et.
Bugün gözlerim; yolda ve yüzlerde geziniyor. O sırrın peşindeyim. Kulaklarım farklı sesler arıyor. Güzellikleri görmek ve göstermek, kutlu bir görev. Hayret… İnsanlar onca emek, onca zahmet karşılığı birkaç eser görmek için sergilere gidiyor. Oysa gözümüzün önünde serili duran bu muhteşem dünya sergisinden daha şahanesi nerede var acaba? “Bunu nasıl olsa her gün seyrediyoruz,” diyeceksiniz öyle mi? Oysa her gün, her güzellik, her an yeniden yaratılmıyor mu? Bunu da mı olsun akledip düşünemiyoruz? Çok şükür birileri var. Bunu, gayet yüksek bir ibadet ruhu içinde yapanlarımız var.
Sağa sola selâm vermeden geçemiyorum. Satıcılar, sokak başlarını erkenden tutmuşlar. Can dostlarım onlar. Pazar günü dahi, ma-navlar, balıkçılar, berberler ve esnaf kahvehaneleri açık. İşte şenlik bu. Ortalık neşe kaynıyor. Yüzler gülüyor. Her birinin macerası farklı ama gayesi aynı. Hepsi helâlinden bir lokma rızık peşindeler. Her birinin içini, hayatı dikkatle yaşamak sevdası kaplamış. Onların tatil gününde dahi dükkânlarını açıp, tezgâhlarının başında görmek sevindiriyor insanı. Çalışmalarına hayranım. Tembellik damarı kırılıyor nefsimin.
İnsan hakkıyla çalışıp, helâlinden kazanmalı. Çalışmak da bir ibadet oluyor işte o zaman. Yaptığı iyiliklerin sevabını, kabrine yaşarken göndermeli. Âyet de bunu öğütlüyor: “İnsana kendi eliyle kazandığından başkası yoktur.”
“Işığını önden gönder yavrum, kabirde önden giden ışık daha fazla aydınlatır” diyen bir annenin evlâdına yaptığı öğüdü hatırlıyorum. Bizim satıcılar öğütlü, duâlı insanlar. Anne duâsını, duâların anasını alıp da yola çıkmışlar. Yakından tanıyorum bazılarını. Boş değiller, arkaları sağlam. Duâlılar, yalnız değiller.
Duâlar, özellikle de ana duâsı koruyucu meleğidir insanın. Buna gönülden inananlardanım. Hem de ziyadesiyle. Anamın duâları, her müşkülümde Hızır gibi yetişir imdadıma...
“Anamın duâları üzerimde olmasa
Yıkılır sırtımı verdiğim duvar
Kopar, elime gelir tutunduğum dal
Kapımı çalmaz bahar”
Yavuz Bülent Bakiler de bu şiiriyle, duygularıma tercüman olanlardan.
Necip Fazıl Kısakürek’de, duâyı ve anayı el üstünde tutanlardan;
“Anne girdin düşüme.
Yorganın olsun duâm
Mezarında üşüme.”
Anne, annem. Annelerimiz, ah. Gözümü açıp da gördüğümüz ilk sîma. Acaba ne kadar hatırlayabiliyoruz o melek yüzü. Bizi kollarına aldığı o ânı. Ne sevinmişti kim bilir? O ölümlerden dönerken, biz hayata yürüyorduk. Rabbinin lütfettiği bir yüce emaneti bizi, evlâdını “yavrum” deyip bağrına bastığı o ana, kim bilir kaç melek şahit olmuştur? Bu ânın fotoğrafını görmek isterdim. Bu mu’cizeyi sadece ikimiz yaşamıştık. Kim bilir, ne muhteşem bir gündü o? Anneler unutmaz. 9 ay 10 gün karnında taşıdığı yavruyu unutur mu hiç? Analar, kanını canına kattıklarının hayatına, yaşarken de duâlarını katar gönderirler. Mırıl mırıl duâlar ederler. Esirgemezler. Şefkat kahramanıdır onlar. Hayat pınarıdır analar. Duâsız bir ana düşünemiyorum. Anaların dilleri duâlıdır, duyarlıdır.
Olmuyor, onlarsız olmuyor. Hiçbir şey olmuyor. Duâları, hayatımız kadar kıymetli. Hayatımız da duâlarımız kadar. Anasız, duâsız olmuyor. Duâların anası, anaların duâsıdır. Peygamber Efendimiz’e (a.s.m.) biri gelerek, kime iyilik edeyim dediğinde, Peygamberimiz üç defa, “Annene, annene, annene” dördüncüde “babana” buyurmuştur.
Yine bir başka sözlerinde de: “Kelime-i Şehadet ve anne babanın yaptığı duâ hariç, her şey ile Allah Teâlâ arasında bir perde vardır,” buyururlar.
...
Saadet asrından ibretli bir başka olay. Sahabeden Alkama isminde bir zat son nefesini vermek üzeredir. Fakat bir türlü dilini döndürüp de Kelime-i Şehadeti getiremez.
Korku ve heyecan içinde Hz. Peygambere koşan ailesi olanı biteni anlatır.
Durumu ciddî bulan Hz. Peygamber, Alkama’nın annesini çağırtır. Sorar:
“Oğluna darılmışlığın var mı, seni kırmış mıydı?” der. Yaşlı kadıncağız, önce söylemek istemese de sonunda itiraf eder:
“Bir defasında, hanımının yüzünden beni kırmış, haksız yere beni incitmişti. Hâlâ gönlümde o sert sözlerinin kırıklığı vardır.”
Bunun üzerine kadını merhamete getirmeyi düşünen Hz. Peygamber (a.s.m.):
“Öyle ise odun toplatacağım, oğlunu burada yakacağım. Çünkü ben burada yakmasam, Allahü Teâlâ âhirette Cehennemde yakacak. Ama sen hakkını helâl edersen, yanmaktan kurtulur, Allah da affeder” buyurur.
Oğlunun yanmasından korkan kadıncağız, hemen orada hakkını helâl edince, Efendimiz (a.s.m.) emreder:
“Gidin Alkama’ya bakın, dili çözülmüş mü, Kelime-i Şehadeti getirebiliyor mu?”
Gidip bakarlar, Alkama’nın Kelime-i Şehadeti getirdiğini duyarlar.
Alkama’nın cenaze namazında bulunan Efendimiz (a.s.m.) oradaki gençleri şöyle ikaz eder: “Ana babaya itaatsızlık, onların gönlünü kırıp bedduâsını almak, ahiretten önce dünyada karşılığı gelen bir büyük günahtır. İşte Alkama’nın hâli buna güzel bir ibrettir. Sizi büyütüp besleyen, ana babanızın gönlünü kırmayın, kalbini yaralamayın. Sonra aynı âkıbete uğrar, Kelime-i Şehadetten mahrum ölürsünüz.”
...
Ne güzel demiş şair:
“Ana başta taç imiş
Her derde ilâç imiş
Bir evlât pir olsa da
Anaya muhtaç imiş.”
Anaya duyulan ihtiyaç, az ve öz bu kadar anlatılabilir.
Anacığım, duy sesimi. Anacığım, duâlarına muhtacım. Esirgeme benden ve bizden duâlarını. Su gibi akan, bir nefes gibi dilinden kayıp giden duâlarınla yaşıyorum. Rabbim, duâlarının bereketiyle işlerimi kolaylaştırıyor, sıkıntılarımı gideriyor…
“Allah gülen yüzünü hiç soldurmasın...
Kuşlar gibi gidin, kuşlar gibi gelin.
Sadece dünyalık yaşamayın, sakın ahireti unutmayın.
İyi insan, her yerde iyidir yavrum. Allah, iyi-lerden ayırmasın.
Aman Kur’ân’ını mutlaka oku. Sakın namazını bırakma. Bak işlerin nasıl güzelle-şecek.
Allah ferahlık versin. Kimseden fayda yok, Allah’a emanet ol.
Ben sizi koruyamam, Allah (cc) korusun.
Sen beni nasıl arıyorsan, seni de böyle arasınlar inşallah.
Elâleme fırsat vermeyin, bir mesele varsa kendi aranızda halledin arkadaşlarınızla. Fitnesiz, fesatsız halledin işlerinizi.
Kuşlar gibi uçayazın. Kuşlar gibi geleyazın.
Bir cebinizden altın, bir cebinizden gümüş aksın.
Yarın Hakk’ın huzuruna çıkacağız, Kur’ân yoldaşın olsun.
Kur’ân’ı oku ki, her iki dünyada da faydası olsun.
Ne olur, hiç olmazsa günde bir sayfa oku. Gücenme sakın sözümden. İyilik olsun diye söylüyorum...” demeyi de ihmal etmezdin. Ve ardından da; “Cenâb-ı Hak, Hazret-i Peygamber Efendimiz’e (asm) ve Fâtıma anamıza komşu etsin. Mevlâm, hayırlar versin. Evvel Allah, kapı gibi arkanızdayım,” derdin. Duâlarını yazmaya kalksam, sayfalar almaz. Bitmez ki senin o güzel duâların. Hayatın duâ olmuş. Duâ da hayatın. Bize ne güzel bir ders veriyorsun. Başımız dara düştüğünde, duâlarına sığındık hep. Yanılmadık, aldanmadık. Duâların, derdimize deva oldu. Ruhumuzun kanayan binbir yarasına, her duân bir şifa oldu. Anaları ve duâları yarattığı için Rabbime hamdolsun.
Rabbimizin şefkati analarda tecellî eder ya; bundan olsa gerek analar çocuklarını hiç büyütemezler; çocukları hep çocuktur onların gözünde. Hoş bir nükte duymuştum, şöyle idi: Birisi doksanlık annesine bir gül gibi bakıyor, onu hiç incitmemeye, Kur’ân’da ifade edildiği gibi “Öf bile demeyin!” ilâhî emrine uymaya çalışıyor, hizmetinde bulunuyormuş. Bir gün annesini ziyarete gitmiş. Annesi de onu dizine yatırmış, eliyle saçını, sakalını tarıyor, yanağından öpüyor ve onu bir bebek gibi seviyormuş. Adam dayanamamış, mahcup bir edayla: “Ana benim saçım, sakalım ağardı, dedeyim artık, torunlarım var, utanıyorum” deyince, annesi suratına bir şefkat tokadı indirmiş ve “Sen ne de çabuk büyüyüverdin” demiş.
Rabbim, elimizin altında nice hazineler var da bilemiyoruz kıymetini. Bilenlerden eyle, affeyle, bağışla bizi. Analarımızın duâlarını, üzerimizden eksik eyleme Rabbim. Analarımıza hayırlar lütfeyle. Hastalık, yalnızlık ne varsa, onlardan uzak eyle. Onlar gönül tâcımız, her işte duâcımız. Madem rahmetini annelerde tecellî ettirdin Rabbim, öyle ise onların duâlarını da müstecap eyle. Bizim için ettikleri hayır duâlarını da kabul eyle. Anneciğini özleyen, yüzünü bile görmeyen, başını göğsüne dayayıp bir kerecik olsun o sinelerde yatıp uyuyamayan nice şefkatli yetimler, öksüzler var Allah’ım. Onlara anne acısını hissettirme. Sen ki Rahmansın, bütün mahlûkatta tecellî eden rahmetlerin toplamı, Senin sonsuz rahmetinin yanında bir damla bile değildir.
Anaları yâr eyleyen, duâlarını var eyleyen Allahım, bizleri hiçbir vakit dar eyleme. Bîkarar eyleme. Sevgili Habibi’nin annesi Hz. Âmine Hatun hürmetine, büyük anamız Hz. Hatice, Hz. Âişe hürmetine, Hz. Fâtıma hürmetine bizim annelerimizi affeyle. Annelerimizin yüzü suyu hürmetine bizleri de affeyle. Onların hakkımızdaki hayır duâlarını lütfen kabul eyle.
Havva’lar, Fâtıma’lar, Emire’ler, Behiye’ler, Nuriye’ler, Kerime’ler, Emine’ler, Rahime’ler, Âişe’ler, Fethiye’ler, Naciye’ler, Lütfiye’ler, Raife’ler, Mümine’ler, Müzeyyen’ler, sayısız nice nur anneler, nice isimler var. Mahallemizin, sokağımızın konu komşularımızın, yakınlarımızın, şehrimizin ve ülke-mizin insanlarının tek tek isimlerini de katı-yoruz bu duâlara. Bütün inananların sevgili anne ve babalarının isimlerini de. Rabbim sonsuz rahmet, afiyet ve bereketler ihsan eylesin hepiciğine inşallah. Allahım; dünyanın her yerindeki yaşamış ve yaşamakta olan, Hz. Peygamberimizin (a.s.m.) bütün ümmetinin hepsine tek tek ve özel rahmet eyle. Kabir azabından ve cehennem ateşinden hepimizi muhafaza eyle. Âmin...
Bu yazıyı, annemin iki yaşında iken kaybettiği ve yüzünü hiç hatırlamadığı annesi Emire Hanımın aziz ruhuna ithaf ediyorum. Duâlarla ve fatihalarla… Sevgili annelerini unutmayan evlâtlara da duâlarımla beraber armağan olsun…
...
Hepimizin çok sevdiği (Gani) Nihat Ağabeyimizi ve onun ardından kısa bir süre sonra da annesini ebedî âleme uğurladık. Otuz bir sene önce onun başlattığı güzel hizmetlerden biri olan, Cuma namazı sonrası verdiğimiz kuru fasulye ve pilav âdeti hâlen de devam ediyor. Diliyorum ki, Gani olan Rabbimiz, ilk başlatıcısı olduğu için ona sevabını gani gani versin. Ayrıca sohbetlerini ve zencefilli çaylarını da hiç unutmayacağız. Okuyucularımızdan bu ağabeyimize ve annesine Fatiha’larını ve duâlarını esirgememelerini rica ediyorum.
10.05.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Zafer AKGÜL |
Abesle iştigal |
|
Hakan Şükür’ün Galatasaray - Fenerbahçe maçından önce gerginlik ve çirkinlik olmasın diye “Bu hafta Kutlu Doğum Haftası. Bu haftanın mânâsına uygun kardeşçe ve dostça bir karşılaşma olsun” temennileri birden ortalığı karıştırdı. Daha doğrusu bu sözlerle ortalığı karıştırdılar. Ellerine malzeme geçmişti ya. Dindar, namazlı niyazlı bir futbolcu konuşunca; ulusalcılar, çağdaş yaşamcılar, laik geçinenler, Atatürkçü görünenler ve Atatürkçülükten geçinip nimetlenenler fırsatı kaçırmadılar. Futbola “din-iman” karıştırılmıştı. Laik Türkiye’de böyle şeyler olmaz, olamazdı(!). Hakan Şükür ne demeye getiriyordu? Bir sürü itham, karalama, hücum ve laik linç…
Her zamanki basit Atatürkçülük istismarı deyip geçiştiriverdik. Kabak tadı vermeden öte artık tiksindirici bir taktik olagelmişti bu tür saldırılar ve hesap sormalar. Yazı yazacaktım bu konuda vazgeçmiştim. Bu arada sözde yönetici olan bir grup Galatarasaylı her ne münasebetle olmuşsa Anıtkabir’i ziyaret etmişler. Detayını konuyu ciddiye almadığım için bilmiyorum. Bazı medya organları bu ziyareti, Hakan Şükür’ün günahına (!) karşılık tevbe ve istiğfar ziyareti, Atatürk’ün manevî huzurunda ondan özür dileme olarak değerlendirdiler. Değerlendirme bana göre çok değersiz olduğu için yine yazı yazmadım. Hem bu saatten sonra yazarsam gecikmeli yayınlanan bazı yazılarımın başına gelen kontrpiyede kalmak, kopyacılık durumuna girmek gibi riskler de vardı. Yine yazmamakta inat ettim. Bu arada gönüllerin şampiyonu Sivasspor’un, Galasaray maçına hazırlık antrenmanları yaparken sahada 10. yıl marşı çalındığını da bazı TV’lerden öğrendim. Sanki ilerici- gerici, cumhuriyetçi-şeriatçı, Peygamberci-Atatürkçü karşılaşması yapılacak havası verildi. Yani Yiğidolar ve Sivasspor camiası da bu anlamsız zıtlaşmanın içine çekilmeye çalışıldı. Manzara hakikaten mide bulandırıcıydı. Maç sanki Kutlu Doğum Haftası’nda okunan naat, kaside ve ilâhiler ile 10. yıl marşı arasında yapılacaktı. Öyle ya Sivas, cumhuriyetin kurulduğu ve kongrenin yapıldığı yerdi. Bir anlamı vardı. Madımak faciası da cabası. Kaşınacak yaralar mevcuttu. Dediğim gibi bu konuyu ele almak bana abesle iştigal gibi geldi. Bırakalım bir takım densizlikler yapanlar kendi kendilerine çalıp oynasınlar diye düşündüm.
Gelgelelim asıl tüyü Hakan Şükür dikti. Bu sevilen, sayılan, takdir edilen millî futbolcumuz, Galatasaray ve Türk futbol tarihinin gol kralı, mazbut bir aile yaşantısı olan ve sansasyonel hayattan uzak duran bu muhterem kardeşimiz bir demeç verdi. “Yanlış anlaşıldım. Ben Atatürkçü, laik bir yaşam modeli seçmiş biriyim. İnançlıyım, ama... vs.vs.” türünden günah çıkarma, özür dileme anlamlarına çekilecek beyanatta bulundu. Hakan Şükür, Galasaray camiasının ve takım arkadaşlarının morali bozulmasın diye bu açıklamayı yapmayı Sivasspor maçından sonraya bıraktığını da ifade etti. Üstelik bir büyük gazete “Geciken/ gecikmiş bir açıklama!” diye sür manşetten verdi. Bu mantığa göre Hakan Şükür Atatürkten ve laik kesimlerden özür dilemekte geç bile kalmıştı. Ama olsundu. Sonunda özür dilemiş, tevbe (!) etmiş ve hidayete ermişti. O da yola gelmişti sonunda...
İşte benim bu saatten sonra yazı yazmama sebep bu yaklaşım biçimiydi. İllâ ki birileri özür anlamında demeç verene veya Anıtkabir’e gidip tevbe edene kadar zorlanırdı. Mahalle baskısı gibi bir şey yani. İşin aslına gelince Türkiye’de kimse inancını ifade ettiği için Atatürk’ten veya Atatürkçülerden özür dilemek zorunda değil. Kimse fikir ve kanaatlerinden dolayı—velev ki pişmanlık gösterip—dönecek olursa Anıtkabir’e günah çıkarırcasına gitmek gibi bir yaptırımla mükellef olamaz. Kaldı ki bu tip demeçler, alttan almalar şimdiye kadar kimseyi aklamamıştır. Kimseyi takiyye yaptığı isnadından beraat ettirememiştir. Kimseyi itimat edilir konuma getirememiştir o malûm çevrelerin gözünde. Öyleyse ne gerek var bu tür davranışlara? Bu tür geri adımlar, özürler ve “yanlış anlaşıldım”lar şimdiye dek kimseye bir fayda getirmedi. Dahası bu geri adımlardan sonra karşı taraf “Asıl biz sizi yanlış anlamışız, verdiğimiz rahatsızlıktan ötürü özür dileriz“ mi demişler? Hayır. O hâlde nedir bu abesle iştigal yahu? Muhatap olmaya değer mi?
Yine de Hakan Şükür şükretsin(!) Bunlara kalırsa gerici beyanat yüzünden futbol sahalarından müebbed uzaklaştırma ve Galatasaray Spor Kulübünü kapatma dâvâsı açılmalıydı. 17 değil 47 kez şampiyon olsa da kapatabilirler âlimallah.
10.05.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
S. Bahattin YAŞAR |
İlham, ikramdır |
|
İlham, Cenâb-ı Hakkın insana
bir nev'î
seslenmesidir
İçimizden gelen seslere dikkat lâzımdır. Çünkü ilham, insan için bir ikramdır. İnsan, muhatab-ı İlâhî olarak zaman zaman özel seslenişlere mazhardır. Rabbanî ilham, Cenâb-ı Hak’kın kuluyla bir nev'î konuşması demektir. Cenâb-ı Hak kullarına fiilen yardım ettiği gibi, kavlen, mukaleme-i Rabbanî yoluyla da mukabele etmektedir. Cenâb-ı Hak ile insan arasında bir kalp telefonu bulunmaktadır. O'nun için kalpten gelen sesler, O’nun varlığının ve bizimle ilgileniyor olduğunun birer göstergesidir.
İlhamlar; melaike, insan ve hayvanat ilhamları olmak üzere çeşitlidir. Pek çok envaıyla denizlerin katreleri kadar kelimat-ı Rabbaniyenin teksirine medar bir zemin teşkil etmektedir.
Cenâb-ı Hak neden ilham
yoluyla
seslenmektedir?
Bu sorunun cevabını, Şuâlar, 7. Şuâ, s. 116’da bulmaktayız: İlhamın mahiyeti, hikmetleri ve şehadetleri dört nurdan terekküp etmektedir.
Birincisi: Teveddüd-i İlâhî denilen kendini mahlûkatına fiilen sevdirdiği gibi, kavlen ve huzuren ve sohbeten dahi sevdirmesi, vedüdiyetin ve rahmaniyetin muktezasıdır.
İkincisi: İbadının duâlarına fiilen cevap verdiği gibi, kavlen dahi perdeler arkasında icabet etmesi, rahimiyetin şe’nidir.
Üçüncüsü: Ağır beliyyelere ve şiddetli hallere düşen mahlûklarının istimdatlarına ve feryadlarına ve tazarruatlarına fiilen imdat ettiği gibi, bir nev'î konuşması hükmünde olan ilhamî kavillerle de imdada yetişmesi, rububiyetin lâzımıdır.
Dördüncüsü: Çok aciz ve çok zayıf ve fakir ve çok ihtiyaçlı ve kendi malikini ve hamisini ve müdebbirini ve hafizini bulmaya pekçok muhtaç ve müştak olan zişuur masnularına, vücudunu ve huzurunu ve himayetini fiilen ihsas ettiği gibi, bir nev'î mukaleme-i Rabbaniye hükmünde sayılan bir kısım sadık ilhamlar perdesinde ve mahsus bir mahlûka bakan has bir vecihte, onun kabiliyetine göre, onun kalp telefonuyla, kavlen dahi kendi huzurunu ve vücudunu ihsas etmesi, şefkat-i Uluhiyetin ve rahmet-i Rububiyetin zarurî ve vacib bir muktezasıdır diye anladı.
Kalplere gelen ilhamlara dikkat!
Allah, insana şah damarından daha yakın olduğunu belirtmektedir. Dolayısıyla her anında mahlûkunun/ibadının/insanın yanında olması oldukça akla uygundur. İşte bu yakınlığın bir işaretinin de ilham olduğu anlaşılmaktadır.
Nurlu cümlelerden benim anladığım şu ki, Cenâb-ı Hak, kulun kabiliyetine göre, O'na kendisini sevdirmek istiyor. Bunu fiilen yaptığı gibi (yani sevgi beslenecek eserler halkederek) kavlen (Rabbanî mukaleme, ilham yoluyla) de yapıyor. Bunu kendisine sevgi beslenen ismi, vedüt ile yapıyor.
Yine kendisine ibadet eden mahlûkatın duâlarına fiilen cevap verdiği gibi (kullarının isteklerini yerine getirerek), ağır belâlara, şiddetli hallere düşen mahlûkatının; medet umma, yardım istemelerine (istedikleri yardımı yerine getirme şeklinde) cevap verdiği gibi, bir nev'Î konuşması hükmünde olan ilhamî sözlerle de imdada yetişmesi, yani kulun bir tercihle karşıkarşıya kaldığı durumlarda kalbine gelen ilhamla onun imdadına yetişmesi gibi. (Nitekim bu kalbe gelen ihtar da haliyle ibadeti ölçüsünde olacaktır.)
Son olarak da, çok aciz, çok zayıf ve fakir ve çok ihtiyaçlı, kendi malikini ve hamisini ve müdebbirini bulmaya pek çok muhtaç ve müştak olan masnularına varlığını, huzurunu, koruyor olduğunu fiilen hissettirdiği gibi, mahlûkunun kabiliyetine göre, kalp telefonuyla kavlen dahi mukaleme-i Rabbaniye hükmünde sayılan bir kısım sadık ilhamlarla kendi huzurunu ve vücudunu hissettiriyor.
İnsanın acizliğini hissetme
hali, ikrama
vesiledir
Kul, acizliğini hissettiği oranda, Cenâb-ı Hakkın yardımına mazhardır. Onun için, iman ehlinin acizliği arttıkça sığınması artar. Bir başka ifadeyle, sıkıntısı arttıkça sığınması artar insanın. Kulluğa yakışan bir davranış, sığınma hali.
Cenâb-ı Hak kuluna her an sesleniyor. Yeter ki insan o ilâhî sesleri duymaya müsait olsun. Bu duyma konusundaki hassasiyeti de insanın Allah’a yakınlığını arttıracak olan ibadetleridir. İşârâtü’l-İ’câz isimli eserin 141. sayfasında, ibadet için; ‘dünya ve ahiret saadetlerine vesile olduğu gibi, maaş ve maade; yani dünya ve ahiret işlerini tanzime sebeptir ve şahsî ve nev'î kemalata vasıtadır ve Hâlık ile abd arasında pek yüksek bir nispet ve şerefli bir rabıtadır.’ ifadesi kullanılmaktadır.
Demek ki kalp ve vicdan telefonlarının mukaleme-i Rabbaniye hükmünde sadık ilhamlar suretinde çalışması, kulun ibadetindeki nitelikle elde edilecek bir durumdur.
Bu, aynı zamanda, kulun Rabbinden fiilen ve ilhamen yardımının sürmesi için, yakınlığını, takvasını; yani Allah’ın emirlerini yapmaktan ve nehiylerinden sakınmaktan ibaret olan ibadetle, vicdanî ve aklî olan îmanî hükümlerin terbiye ve takviyesiyle, sağlam ve kavi yapılabilecek ve kazanılabilecek bir durumdur.
İnsandaki, Cenâb-ı Hakkın makamı olan kalp ve vicdan, gün içindeki bütün tercihlerimizde harekete geçirilir. Ya da nefis makamı varlığını hissettirir. İşte burada imtihan hali devreye giriyor.
Kalp ve vicdan söz hakkını çok bulursa, nefsin etkisi azalır; nefis söz hakkını çok bulursa, kalp ve vicdan zayıf kalır.
Hayat, nefesimiz adedince yaptığımız tercihlerle meydana gelmektedir.
Ömür denen sonuç, günlük raporların bir çıktısıdır.
10.05.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Habib FİDAN |
SEKÜLER HIDRELLEZ (Mİ?) |
|
Malûmunuz, özellikle tabiatın yeniden dirilişi ve yaza adım atışın simgesi olan bahar aylarında “Bahar Şenlikleri” adı altında nice şenlikler düzenlenmektedir. Bunlardan birisi de 5-6 Mayıs itibariyle düzenlenen “Hıdrellez Şenlikleri”dir. Millî kültürümüzde her bahar meydana geldiğine inanılan “Hızır-İlyas (a.s)” buluşmalarına verilen bir isimdir Hıdrellez. İnanışa göre, Milâdî 5-6 Mayıs olarak kabul edilen bu günde, ölümsüzlük (Âb-ı hayat) sırrını elde ettiklerine ve biri karada, diğeri de denizde olmak üzere, dara düşenlere yardım ettiklerine inanılan Hz. Hızır ve İlyas buluşup sohbet ederek, dinî-imanî dilek ve temenniler içinde ayrılırlarmış.
İşte bundan dolayıdır ki, Hızır - İlyas buluşmaları belli bir dinî gelenek hâlini alarak, halk bunu devam ettirmek için meselâ bu günlerde nafile namazlara ağırlık vermek, Kur’ân okumak, mezarlıkları ziyaret etmek, iyi kimselerle görüşüp gönül almak, imanî sohbet halkalarına dahil olmak ve toplu duâlarda bulunup Hz. Hızır ve İlyas’ı (Her ne kadar Hz. İlyas isim olarak varsa da zamanla Hz. Hızır isimi öne çıkmıştır) vesile kılıp Allah’tan türlü dileklerde bulunmak ve benzeri faaliyetler için çeşitli buluşmalar düzenlemişlerdir. Ancak takip ettiğim kadarıyla bu mâneviyatlı gün, “Hızır-İlyas buluşmaları” mânâlarından soyutlanarak, söz gelimi şarkılı türkülü eğlencelerin tertip edildiği, alkollü parti düzenlendiği, içki sofralarının kurulduğu, ateş üzerinden atlandığı, pikniklerin yapıldığı, ağaçlara çaput bağlandığı, hatta kimi yerlerde edep-âdâp sınırlarının zorlandığı ve benzeri tevhid inancına aykırı çok sayıda faaliyetler eşliğinde kutlandığı bir “Hıdrellez Günü” seviyesine indirgenmiştir.
Evet, kutlanıyor; hem de idraksizce… Oysa bu tarz mâneviyatlı günler öncelikle idrak edilmeli ve idrak edildikten sonra kutlanması gereken günlerdendir. Ne garip değil mi? Kur’ân-ı Kerim’de İsrailoğullarına gönderilen bir peygamber olduğu sabit olan Hz. İlyas ile Allah’ın çok değerli bir kulu olduğu ifade edilen Hz. Hızır’ın adını alan böylesi bir gün, nerdeyse İslâm dışı her türlü nesneyle ifade edilmeye çalışılırken, İslâmî olan nesneler kendisine yok denecek kadar az bir yer bulmakta. Oysa böyle bir yanlışlığa düşenler bilmiyorlar ki: “Hızır (a.s.) kendisinde şu üç haslet olan kimse ile görüşür (Yardım eder). Bu üç haslet yoksa, kul meleklerin ibadetini yapsa bile onunla görüşemez: Birincisi, kişinin her hâli ile sünnet-i seniyyeye uyması. İkincisi, kalbinde Müslümanlara karşı kin, adâvet, haset ve diğer kötü duyguları beslememesi. Üçüncüsü, dünyaya düşkün olmamasıdır (Ali bin Cemâl Nebîti).”
Bütün parçalar bir araya geldiğinde, son dönemde üzerinde oldukça tartışılan Sekülerizm’in varlığı tırmalıyor zihnimi. Evet, Sekülerizm denen dünyevîleşme yahut dinin hayatın dışında tutulması olgusunun medya aracılığıyla iyice belirginleştiğini gördükçe, kaynağı dinî olan tarihin getirdiği önemli sosyo-kültürel geleneklerin dinî hüviyetten nasıl uzaklaştırıldığına, içinin nasıl boşaltıldığına dâir bir düşünce alıyor beni. Aslında sorgulamak lâzım: Sahi kaç kişi Hıdrellez’in anlam ve önemini idrak ederek söz konusu şenliklere katılıyor?
Şimdi, “Kardeşim, tabiatın yeniden dirilişi olan baharın ve yazın gelişi, ilk çağlarda İslâmiyet’ten önce de dünyanın her tarafındaki insanların hayatında önemliydi. Bu, bütün dünyada birtakım tabiat üstü güçlerle anlatılagelmiş ve bu sebeple çeşitli âyinler düzenlenmiştir. Hızır-İlyas meselesi sadece İslâmî bir kılıftır. Amaç, baharın gelişini kutlamaktır!” diyenler, elbette olacaktır. Ancak bizim de onlara bir çift lâfımız vardır: “Azizim, biz kimiz? Hıdrellez bizim için neyi ifade etmeli ve nasıl idrak etmeliyiz Hızır-İlyas buluşmalarını?
10.05.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Allah'ın misafirliği şuuru |
|
Dünyanın bir misafirhane, bizlerin de birer yolcu ve misafir olduğumuzu biliyoruz. Bu gerçek, mutluluktan uçar hâle getiriyor bizi. Maddî imkânlara sahip olanlar ise hac veya umre maksadıyla yolları mukaddes diyarlara düşüp beyaz kefenler gibi ihramlara büründüklerinde bu duyguyu daha yakından hissederler. Mekke’yle müşerref olanlar Allah’ın misafirleri değil midir? Misafir içre misafirsiniz artık. Allah onca rızık, ikram ve nimetlerle birlikte bu seçkin misafirlerinin tevbe, istiğfar ve duâlarını kabul eder. Bir hadis-i şerifte buna dikkat çekilmiştir.
Bu misafirlik insana teslimiyet ruhunu hatırlatır. İhrama girdiğinde sıkça getirdiği telbiyelerde bunu dile getirmez mi hacı adayı veya umreci? Lebbeyk derken, “Buyur Allah’ım, ben senin kulunum. Emrine âmâdeyim. Ne buyurmuşsan tek tek yapmaya hazırım” anlamında bu teslimiyetini açığa vurur. Hz. İbrahim de oğlu İsmail’le birlikte Kâbe’nin temellerini atarlarken yaptıkları “Rabbimiz! Bizi her şeyiyle Sana teslim olmuş kullar eyle”1 duâsında Allah’tan böylesi bir teslimiyet istemişler ve bilfiil hayatlarında göstermişlerdi.
Öyle bir teslimiyet ki birisi Rabbine verdiği söze uymak için oğlunu kurban etmeyi, diğeri de hiçbir tereddüt göstermeden emre uymayı kabullenmişlerdi.
Kâbe inşâ edildiğinde Cenâb-ı Hak, insanları hacca davet etmesini emredince, Hz. İbrahim, “Ben onca insana nasıl duyuracağım?” demiş, Cenâb-ı Hak da, “Sen seslen, çağır, duyuracak olan Biziz” buyurmuştu. Radyonun, televizyonun bulunmadığı bir dönemde bütün dünya onun sesini duyacak, davetine icabet edenler, koşarak geleceklerdi. Hatta değil sadece o günün insanları, Kıyamete kadar bu daveti gönlünde, ruhunda, aklında duyan insanlar koşup gelmiyorlar mı?
Hz. Cebrail haccın nasıl yapılacağını Hz. İbrahim’e bizzat göstermiş, birlikte haccetmişlerdi. Resûl-i Ekrem de (asm) bu özü muhafaza ederek bir kısım ilâvelerde bulunacaktı.
Bu yüce davete icabet farklı olacaktı elbet. İhrama girilecek, tavaf yapılacak, Arafat ve Müzdelife’de durulacak, Safa ve Merve’de sa’y edile-cekti.
Hayat bir yolculuk… Ruhlar âleminden başlayan bu yolculuk dünya misafirhanesine uğrayarak sonsuzluğa kadar uzanır gider. Hac ve umre de yolculuk içre yolculuktur.
Kısmet olunca bu yolculuğa çıkarken önce niyetlenir, şart ve gereklerine bir bir uyarak farklı dünyalara dalarsınız. Yaratılışa, öze dönüş yolculuğudur bu. O anda Hz. İbrahim (ra) rolünü üstlenir; siz de birer İbrahim ve İsmail olursunuz. Evinizi, barkınızı, malınızı, mülkünüzü, makamınızı, mevkiinizi, sevdiklerinizi, dostlarınızı terk edip geldiğiniz bu davette, gedasıyla sultanıyla herkesin eşit hâle geldiği bir diyarda sonsuzluk yolcusu olduğunuzu bir kere daha bütün gönlünüzle hissedersiniz.
Ne yaptığınız, ne yapacağınız ve neyi, ne maksatla yapacağınızın şuurunda olduğunuz için her şey anlamlı, hikmetli ve duygulandırıcı gelir size. Âdetâ bir başka insan olup çıkıverirsiniz. Ne büyük bir mutluluktur bu.
Dipnotlar
1- Bakara Sûresi, 128.
10.05.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Fitne ve fesatla imtihanımız... |
|
Galiba en az aklımıza gelen şey, “dünyaya imtihan için gönderildiğimiz”dir. Oysa her dakika, her saat, her şeyle, her halimizle imtihanda olduğumuzu hatırlamalıyız… Zira, Kur’ân’da şöyle beyan edilir: “Biz insanı meşakkat, imtihan ve çile ile içli dışlı yarattık”, “Kötülüklerden dönüş yaparlar diye onları gâh nimetler, gâh musîbetlerle imtihan ettik.”1
Fitne ateşiyle de imtihandayız. Fitne; belâ, imtihan, sıkıntı, mihnet, meşakkat demektir. Istılâhî anlamı; tefrika çıkarmak, zarar vermek, sıkıntıya, günaha sokmak; isyana teşvik etmektir.
Enfal Sûresi 28. âyette geçen, “Evlâtlarınız, sadece birer fitnedir” kelâmındaki “fitne” kelimesi ise, “imtihan” anlamındadır.
Fitneyi cinnî şeytanlardan ders alan, insîleri körükler. Bazı saf Müslümanlar da âlet olur. Buna şöyle dikkat çekilir: “Aranızda onları / fitnecileri dinleyecek kişiler de vardı.”2
Fitne ve fesatçılar, öyle oyunbaz ve dessas ki, İslâm hakikatlerini, hatta Kur’ân’ı da fitnelerine âlet edebilecekleri haber verilir: “O Kur’ân’ın âyetlerinden bir kısmı, mânâsı açık olan muhkem âyetlerdir ki, kitabın aslı ve anası bunlardır. Diğer bir kısım âyetler ise müteşabih âyetlerdir. Kalblerinde sapıklığa meyil bulunanlar, muhkem âyetleri bırakıp fitne aramak ve yalan yanlış yorumlamak için müteşabih âyetlere yönelirler. Halbuki o âyetlerin tefsirini Allah’tan başkası bilemez. İlimde derinlik ve istikamet sahibi olanlar ise, ‘Biz buna inandık; hepsi Rabbimizin katından indirilmiştir’ derler. Bunları ancak akıl sahibi olanlar düşünüp anlar.”3
İfsat komitelerinin, özellikle gençlerin “duygusal” yönlerini tahrik ederek onları kullanabileceklerine, Peygamberimiz (asm) “Ümmetimin helâkı, sefih gençler eliyle olacak”4 sözüyle işaret eder. Son Elçi (asm), “İçimizde salihler, dindarlar olduğu halde helâk olur muyuz?” sorusuna, “Kötülükler çok olunca” cevabını vermişti.5
Acaba belâ, sıkıntı, mihnet ve musibet olan “ayrılık fitnesini” nasıl savuşturabiliriz? “Allah’ın ipine sımsıkı sarılmak”, fitnecilerin oyunlarına gelmemek, tesanüd, metanet, birlik ve beraberliği sürdürmek ve müteyakkız olmakla değil mi?
Gaybâşinâ gözüyle asırları tarayan Peygamberimiz (asm), “Yakında büyük fitneler olacak. O fitnelerde (yerinde) oturanlar ayaktakilerden, ayaktakiler yürüyenlerden, yürüyenler koşanlardan daha hayırlı olacaklar. Kim o fitne içinde bulunmuş olursa, ondan uzak dursun. O zaman bir iltica yeri, sığınacak mekân bulursa ona sığınsın”6 buyurmuştur.
Yine başka hadis-i şerifte ise, “İleride büyük fitne-ler olacak, kişi o fitnelerde kardeşinden ve babasından ayrılacak”7 buyurarak inanç, fikir ayrılıklarına, felsefik akımlara da işaret eder.
Asırları tarayan yüce Nebînin (asm) şu uyarısı da hepimizi titretmeli:
“Fitne uykudadır. Allah, uyandırana lânet etsin!”8
Dipnotlar:
1- Kur’ân, Beled, 4., A’raf, 168.; 2- Kur’ân, Tevbe, 47.; 3- Kur’ân, Âl-i İmrân, 7.; 4- Sahihu’l-Buhari, VIII, 88; Sünen-i İbn-i Mace II, 1331 (no: 4015).; 5- A.g.e., 88; Sünen-i İbn-i Mace II, 1305 (no: 3954).; 6-A.g.e., 92; Tefriru’l-Kur’âni’l-Azim II, 43; Sünen-i İbn-i Mace, II, 3961.; 7- el-Müfredat s. 61.; 8- Ramuz El Ehadis, Sh: 226, No: 5.
10.05.2008
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Muhtelif cevaplar |
|
Serkan Bey: “Kur’ân-ı Kerim’in ölenlere okunması veya okunan Kur’ân’ın ölenlere bağışlanması dinen uygun mudur? Okunan Kur’ân’dan ölüler fayda sağlar mı? ‘Ölenlere Kur’ân okunmaz, Kur’ân’da ve hadiste böyle bir şey yoktur’ diyenler var. Bu doğru mu?”
Ölüler de Allah’ın kulları ve onlar da Allah kelâmının feyzine ve saadetine muhtaçtırlar. Bilhassa Müslüman ölülerin, hassaten hayatlarında Kur’ân’ı kendilerine rehber edinmiş, Kur’ân’dan tefeyyüz etmiş, Kur’ân’ı öğrenmiş ve öğretmiş kimselerin, öldükten sonra Kur’ân’ın feyiz ve sevabından mahrum kalmaları düşünülebilir mi?
Kur’ân’ı okur; sevabını ölenlerimize bağışlayabiliriz. Ölenlerimiz için Allah’a duâ ederiz, onlar için rahmet-i Rahman isteriz, günahlarından mağfiret olmalarını dileriz, varsa azaplarının hafifletilmesini niyaz ede-riz, varsa sıkıntılarının giderilmesini talep ederiz, ifa ettiğimiz ibadetlerin, yaptığımız hayır ve hasenâtın, okuduğumuz Kur’ân’ın sevap ve feyzini bağışlarız. Bu duâlar ve bağışlamalar, ölenlerimizin bizim üzeri-mizdeki haklarıdır. Ve elbette kaynağını Kur’ân’dan ve sünnetten alırlar.
İfrata da, tefrite de lüzum yok. Din orta yoldur ve itidaldir. Biz orta yolu idrak etmekle yükümlüyüz. Yoksa her şey için ifrat ve tefrit söz konusudur, her meseleyi cerbeze konusu yapmak mümkündür, her şeyi içinden çıkılmaz bir kargaşa haline getirmek zor değildir, ma-rifet de değildir.
Elbette Kur’ân’ı ölenlere okumaya tahsis etmek ve ondan hayatımız için hiçbir ders almamak, vahametin en dayanılmazıdır. Ve şüphesiz Kur’ân’ı sadece ölenimiz olduğunda hatırlamak, onun dışında ona müracaat etmemek, ona el uzatmamak, onu işlerimizde hakem, amellerimizde kılavuz, hayatımızda ölçü kılmamak, onu iki hayatımız için hakikat kaynağı bilmemek, onu rehber edinmemek, onunla gülüp onunla ağlamamak, ehl-i hakîkati ağlattıracak bir gaflet halidir. Elbette Kur’ân’la önce kendi kalplerimizi diriltmemiz ve Kur’ân’ı kendi kalplerimizin hastalığı için şifa kaynağı yapamamız lâzım.
Ama bütün bunlar demek değildir ki, ölenlerimize bir buket duâ göndermek için, Allah kelâmından tefeyyüz ve istimdat etmeyelim.
Kur’ân’ı kendimizi muhatabına alarak okuyacağız, mutlaka okuyacağız; ama onun feyiz ve sevabını ölenlerimize de bağışlayacağız. Bu bizim sevabımızı eksiltmez. Bu mübarek günlerde okuduğumuz Kur’ân hürmetine, ölenlerimiz için mağfiret dileyelim, dünyamız için barış ve huzur isteyelim, Müslümanlar için ferahlık ve aydınlık dileyelim, günahlarımızın affını isteyelim, umduklarımıza nail olmayı ve korktuklarımızdan emin olmayı talep edelim. Ve Kur’ân’a öyle bir gönül verelim ki, o bizim hem dünyamız için, hem âhiretimiz için, hem kendimiz için, hem ölenlerimiz için ebedî necat vesilemiz ve kurtuluş vesikamız olsun.
***
Remzi Bey: “Fıkıhta ‘Mekruhları sürekli işlemek haramdır’ diye bir kaide var mıdır?”
Kur’ân’ın vahyinin ve Peygamber Efendimizin (asm) tebliğinin genel esaslarına uygun olmayan davranış biçimleri “hüküm” bazında “mekruh” olarak değerlendirilmektedir. Yani Allah’ın ve Resûlü’nün(a.s.m.) hoş karşılamadığı, ibadetlerle örtüşmeyen, kulluk ve itaat ruhuna yakışmayan davranışlara “mekruh” (kerih görülen, çirkin bulunan, hoş karşılanmayan) denmiştir. Haram ise, Allah’ın Kur’ân’da açık bir üslûpla veya Resulullah’ın (asm) hadislerinde net bir biçimde yasakladığı davranışların dindeki karşılığıdır.
Çoğu kere mekruhların bir adım ötesi harama çıkmaktadır. Öyle mekruhlar vardır ki, ısrarla devam edenler, haramlar hususundaki duyarlılıklarını da kaybedebilmektedirler. Fakat her mekruhun aynı ölçüde insana zarar vermediği de açıktır. Mekruhların “tenzîhen” ve “tahrîmen” şeklinde iki bölüm olarak incelenmesinin hikmeti de bu olsa gerektir. Tenzîhen, yani helâle yakın mekruhlarda tehlike daha azdır. Fakat tahrîmen, yani harama yakın mekruhlarda harama düşme tehlikesi daha fazladır.
10.05.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Yeni bir yıpratma furyası |
|
Tanınmış dindar şahsiyet ve cemaatleri yıpratmaya yönelik yeni bir furya hareketi başlatılmış görünüyor. Tıpkı "28 Şubat" sürecinde olduğu gibi...
Ortada şayet bir suç, bir hata, bir günah varsa, bunun elbette ki savunulacak bir tarafı olmaz.
Mahkemeler, devletin ilgili birimleri harekete geçer, suçluların üzerine gider ve gerekeni de yapar.
Bunu yapmak, devletin aslî görevi.
Ne var ki, bir kısım medya ve onların arkasına saklanmış bazı odaklar, devletin tüm birimlerini dışlayarak ve mahkemeleri sollayarak, hedef tahtasına koydukları şahıs ve cemaatler hakkındaki hükmünü veriyor ve hemen ardından infazı da gerçekleştiriyor.
Üstelik, bununla yetinmiyor; cephaneliğinde ne kadar tekdir, tezyif, tahkir ve aşağılacıyı malzemesi varsa, hepsini birden ateşleyerek saldırıya devam ediyor.
Bunlarda insaf–vicdan yok, hürmet–merhamet mâfiş.
İşleri güçleri sadece suç aramaktan ibaret olsa, yine de eyvallah der, geçersiniz.
Suçtan çok, malzeme arıyorlar. Malzemeyi de, istedikleri şekil ve kılıfa sokarak, tepe tepe kullanıyorlar.
Dahası, hukukta temel bir kaide olan "suçun şahsiliği" prensibini fütursuzca çiğneyerek, bütün bir camiayı tahkir ile karalamaya yelteniyorlar.
Böyle yapmaktaki birinci maksatları, insanları mukaddes İslâm dininden soğutmak. Bağlantılı olarak, dindarların kötü ve güvenilmez kimseler olduğunu yaymak. Son olarak da, kitleleri tahrik ede ede ortalığı iyice bulandırmak, icabında cinayet işlettirmek, hatta gerekirse isyan çıkarttırmak.
Tâ ki, devletin güvenlik birimleri harekete geçsin, dindarların üzerine yürüsün, çatışma çıksın, kan akıtılsın ve unutulmaz bir vukuât olarak tarihin irtica dosyasına yeni bir sayfa daha eklenmiş olsun.
Dehşet verici tuzaklarla örülü bu karanlık senaryo, ne yazık ki "31 Mart Vak'ası"nda (1909) olduğu gibi, 1925'teki Şeyh Said Hadisesi ile 1930'daki Menemen Hadisesinde de aynen sahneye konuldu.
Hadiselerin geri planında ihanet odakları bulunduğu halde, işlenen bütün suç ve cinayetler dindarlara, Müslümanlara fatura edilmeye çalışıldı.
Oysa, mukaddes İslâm dini, dahilde nizaya, çatışmaya, vuruşmaya, kan dökmeye asla izin vermez, cevaz vermez.
Demek ki, işin iç yüzünde başka şeyler var, kasdî hedefler var... Önce planlar hazırlanıyor, tuzaklar kuruluyor; ardından da, dine ve dindarlara sataşmalar başlıyor. Böylelikle, kitleler mütemadiyen kışkırtılmak suretiyle harekete geçiriliyor ve bilhassa muhakemesiz kesimin tuzağa düşmesi sağlanmış oluyor.
Yukarıda sıraladığımız kanlı hadiselerin tamamında, aynı marka tuzağın izini, yüzünü, mekanizmasını görmek mümkün.
O halde, böylesine gizli tuzaklarla örülü ihanet planlarına karşı son derece dikkatli ve müteyakkız olunmalı. Tahrik olmamalı, oyuna gelmemeli. Aksi halde, faturası gayet ağır oluyor. Bakınız, aradan yüz sene geçtiği halde, hâlâ dindarların sırtından sökülüp atılamayan kanlı, kirli yaftalar var.
Eminiz ki, 31 Mart Vak'ası gibi, Şeyh Said Hadisesi ile Menemen Hadisesi de birer planlı tahrik ve kupmastan ibarettir. Yoksa, dinin emir ve yasaklarını bilen hakikî mü'minlerin durduk yerde kalkıp bulaşacağı şenaetler, cinayetler değil bunlar.
İşte, zaman zaman nükseden ve maalesef bâzan da maksadına ulaşan yeni bir sataşma dalgası ve yıpratma furyası ile daha karşı karşıya gelmiş bulunuyoruz.
Böyle durumlarda bize düşen, sabırlı, itidalli, ihtiyatlı ve müteyakkız davranmaktır. Ta ki, pusuya yatmış hainlerin tuzakları boşa çıksın ve asırlık menhus hevesleri kursaklarında kalsın.
Tarihin yorumu 10 Mayıs 1868
Demokrasiye Şûrâ-yı Devlet kapısından giriş
Bugün Danıştay ismini alan Osmanlı Devlet Şûrâsı, Sultan Abdülaziz'in de iştirak etmiş olduğu bir büyük merasimle açıldı ve ilk toplantısını yaptı.
Padişah, açılış merasiminde irad ettiği nutkunda, Şûrâ'nın kuvvetler ayrılığı esasına göre teşkil edildiğini ve dili–dini ne olursa olsun, bu meclisin bütün Osmanlı milletlerini temsil ettiğini söyledi.
Kendi bölgelerinden Eyalet Meclisi tarafından seçilerek gönderilen Şûrâ–yı Devlet üyeleri, bugünkü Millet Meclisi ile Danıştay üyelerinin görmüş olduğu bazı hizmetleri aynı anda görmekte idiler.
Bu üyelerin, devletin hem hukukî, hem de idarî işleriyle ilgilenmek ve dolayısıyla bakanlar kuruluna yardımcı olmak gibi bir mükellefiyetleri de vardı.
Birinci Meşrûtiyet, her ne kadar 1876'da ilân edildiyse de, esasında ilk meşrûtî hareketin 1868'de gün yüzüne çıktığını söylemek mümkün. Nitekim, yerli ve yabancı bazı tarihçiler, bu şûrâ için "İptida Meclis–i Mebûsan" tâbirini kullanmışlar ve bunu Osmanlı'da ilk demokratik açılım hareketi şeklinde değerlendirmişlerdir.
İlk başkanlığını Mithat Paşanın yapmış olduğu Şûrâ–yı Devlet, bugün de Danıştay'ın ilk kuruluşu olarak kabul edilmektedir.
10.05.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Tartışılan satış |
|
Sabah ve atv’nin Çalık grubuna satışıyla ilgili tartışmalar, dozu bir miktar azalarak da olsa sürüyor. Sadece bu satışın, Erdoğan için bir “Yüce Divana sevk” gerekçesi olacağını iddia eden siyasetçiler dahi oldu.
Tabiî, Yüce Divan meselesi hem siyasette, hem de hukuk çevrelerinde tartışmalı bir konu.
Çoğu zaman siyasî mülâhazalarla, yerli yersiz açılan Yüce Divan dâvâlarının çoğunun “fos” çıktığı biliniyor. Siyasî mücadelenin, zarurî ve kaçınılmaz haller dışında, araya yargı faktörünü sokmadan yürütülmesi gerektiği de bir vâkıa.
Çoğunlukla siyasî husumetten kaynaklanan iddiaların, her fırsatta “siyasallaşmak”la eleştirilen yargıya götürülmesinin bir mantığı var mı?
Siyasî hesaplaşmaların prensip olarak siyaset zemininde ve sandıkta yapılması gerekmez mi?
Yüce Divan fonksiyonunun hangi organ tarafından üstlenileceği de yüksek yargıda hâlâ sonuca bağlanmamış bir tartışma konusu. Yargıtay bu görevi AYM’nin yapmasına itiraz ediyor.
Sabah-atv satışını Yüce Divan gerekçesi olarak gösterenlerin dayandığı birkaç madde var.
Bunlardan biri, Çalık Holding Ceo’sunun, Erdoğan’ın damadı olması. Anlaşılan o ki, evvelce hayli zaman sürdürdüğü ticarî ortaklıkları sebebiyle başı ağrıyan Erdoğan şimdi de aile efradının benzer faaliyetleri sebebiyle sıkıntı çekecek.
Üstelik bu sıkıntı onunla sınırlı değil. Unakıtan başta olmak üzere bazı bakanların çocuklarının ticarî faaliyetleri de hep tartışma konusu.
Gül’ün küçük oğlunun, sosyal güvenlik reformu yürürlüğe girmeden erken yaşta sigorta ettirilenler kervanına dahil edilmiş olması cabası.
Sabah-atv satışıyla ilgili tartışmaların bir diğer sebebi, 1.1 milyar dolarlık ihale bedelinin 750 milyon dolarının iki kamu bankasından alınan kredilerle karşılanması; bir diğeri, Katarlı bir ortağın da finansör olarak işin içine girmesiydi.
Eleştirenler, “Çalık’ın Ceo’su Başbakanın damadı olmasaydı, kamu bankaları o kredileri verir miydi?” noktasından hareketle yükleniyorlar.
Tüm bu itirazların arkaplanında, Türkiye’deki yerleşik medya yapılanmasının ciddî şekilde değişiyor ve bir “AKP medyası”nın gelişiyor olmasına yönelik tepkilerin yattığı ayrı bir vâkıa.
Sektörde belli bir grubun adeta tekel oluşturan hakimiyetine dayalı mevcut yapının sağlıklı olmadığı kesin. Ama bu yapıyı AKP endeksli bir karşı ağırlıkla dengeleme çabaları da sıkıntılı.
Bu tartışmaya bir de mâlûm hassasiyetleri taşıma girişimleri var. Nitekim Sabah-atv satışını en çok eleştirenlerin başında gelen Doğan grubunun bir üst düzey yetkilisi, Çalık’ın ortağı olan Katar firması için şöyle bir çekince koyuyor:
“Biz Arap sermayesine karşı değiliz. Ancak medya sektörüne yatırım yapacakların, ülkemizin laik, demokratik, sosyal hukuk devleti uygulamalarına duyarlı olması hayatî önem taşıyor.”
Yani demek istiyor ki, “Arap sermayesi medyaya da girerse irtica tehlikesi iyice azgınlaşır.”
Sektördeki rekabetten kaynaklanan itirazları bir dereceye kadar anlamak mümkün. Ama işi buraya vardırıp, rejim meselesi haline getirip, mâlûm “zinde kuvvetler”i de satışa müdahil olmaya çağıran provokatif tavırların anlamı ne?
Bu ahlâk dışı tahriklerden medet umanlar, Arap medyasını, hele Katar’ın da dahil olduğu Körfez bölgesinde çıkan gazeteleri üstünkörü de olsa gözden geçirme zahmetine katlansalardı, kendi laiklik ve çağdaşlık anlayışlarıyla hiç çelişmeyen bol miktarda örnekle karşılaşırlardı.
Bu arada şöyle birşey daha oldu:
Mâlûm grubun, kendisini “basının amiral gemisi” olarak niteleyen ve 60. yılını kutlayan gazetesi, başından beri “Atatürk ilke ve devrimlerinin takipçisi” olduklarını tekrar ilân ederken, Çalık da Sabah ve atv’yi devraldıktan sonra çalışanlara yaptığı konuşmada temel ilkelerinden birini “Atatürk devrimleri” olarak deklare etti.
AKP ile sistem arasındaki “En hakikî Atatürkçü kim?” kavgası burada da yüzünü gösteriyor.
10.05.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Nejat EREN |
Baharı yaşamak |
|
Kâinatın inci gezegeni dünyamızda Cenâb-ı Hakk’ın bütün isim ve sıfatlarının tecellîsine mazhar olan “bahar” bütün güzelliğiyle arz yüzünde endam ediyor.
Çiçekler, kelebekler, böcekler bütün hayvânât ve nebatat bir şehrâyin ve bayramda.
Renkler bütün tonlarıyla bir geçiş merasimi ve cümbüşteler.
Gönülleri coşturan, ruhları dolduran İlâhî mûsikî sesleri arzdan gök kubbeye doğru yükseliyor.
“Ölümü” bütün çıplaklığıyla hatırlatan “kış” elveda deyip sessizliğe bürünürken, “hayatı” müjdeleyen “bahar” merhaba diyerek gülümsüyor.
Dünya gamından geçip,
Yokluğa kanat açıp
Çağırırım dost, dost!
hakikatini anlayan bilir, “baharın” bahar olduğunu, “kışın” kış olduğunu.
Yüz binlerce nev ve çeşidin, sınıf ve türün yeniden “Bismillah” diyerek, yepyeni bir hayata, hizmete, faaliyete başladığını anlamak için yeryüzüne ve hayata başka bir gözlükle bakmak lâzım. An ve an o duyguyu bütün benliğinde yaşamak lâzım.
Yeşilin rengi bu mu ki?
Yapraklar yalan söylüyor
Çağlayan akan su mu ki?
Irmaklar yalan söylüyor.
O’nu çağırmayan, O’nun için hareket etmeyen, O’nu andırmayan, O’nu hatırlatmayan hiçbir şey ama hiçbir şey anlamlı ve mânâlı olamaz. Her şey, “Huu! Huu! Huu!” diyerek O’nu zikrediyor.
Evet, “bahar” gönüllerde, ruhlarda, his ve duygularda, akıl ve dimağlarda, hafızalarda ve kalplerde varsa, cennetâsâ mevsimleri inançla sahiplerine yaşatır!
“Karanlık” zihniyetler...
“Karanlığa” kurşun sıkanlar...
“Karamsarlık” havası yayanlar, yaymaya çalışanlar...
“Kara gözlük” takıp dolaşanlar bu histen, bu nimetten, bu coşkudan nasipsizdir.
“Tek düşünce ve tek ses” kaynaklarını kökünden kurutan nebîler nebîsinin dünyaya teşrifi, asırları kucaklayan eşsiz bir “baharı” getirdi.
Ebediyet âlemlerine taşınacak bu “bahar” havasını gölgeleyecek hadiseleri aşarak ve onlardan uzak kalarak menzil-i maksuda gidenlere selâm olsun.
Bahar, hem kışı, hem yazı andıran karakterler arz eder. Fırtınası da vardır, soğuğu da. Yağmuru da vardır, sıcağı da. “Hikmet” yönüne bakmak gerek.
Mânevî iklimin “bahar” alâmetleri zuhur etti. Karanlık fikirlerin tasallutundan kurtulup büyük badireler atlatarak bugünkü haline gelen ve asrın mânevî tabibini bağrında barındıran ecdad yadigârı güzelim Anadolu’m da mânevî bir “baharın” sancılarını hissediyor.
Âfâkî âlemde, dış dünyada bu sancıyı “karabasana” çevirmeye çalışan “zındıka” komitesi” ve “ecnebî parmağı” zaten gereğini yaptı, yapıyor ve yapacak!
İnançlıyım, Müslüman’ım, dindarım, “dâvâ sahibiyim” diyen dostum!
Sana kışın kara günlerinde takılıp kalmak değil, “intibah ve kardeşliği” beraberinde getiren “baharı” tadına doya doya yaşamak yaraşır.
Müjde peygamberinin mânevî vârisinin sadık ihbarını nakzedecek menfîliklerden uzak, karşı vadilerdekilerin ekmeğine yağ sürmeden mert ve istikametle yoluna devam etmek zamanındasın. Kan kusup, kızılcık şerbeti içtim demenin tam zamanı! “Mânevî baharın” engin ummanından nasiplenmek ümit ve temennîsiyle.
10.05.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
II. Abdülhamid’e iade-i itibar |
|
Galiba Türkiye ve Ortadoğu, 1908 ve 1909 yılında girmiş olduğu ve 100 yıl süren türbülans ve karanlık tünelden ve labirentten çıkış yolunu ancak düştüğü yerden kalkarak bulabilir. Tih çölündeki yolculuk gibi dönüp dolaşıp aynı noktaya gelmemek ve arpa boyu mesafe almadan boşlukta deveran etmemek, boşlukta yüzmemek için çıkış noktasını doğru teşhisle bulmak ve istikamete yönelmek gerekir. Çıkışın işaretlerinden birisi II. Abdülhamid Han’a iade-i itibarda bulunmak olacaktır. Onu aşarak değil, onu yeniden bularak bu badireleri atlatabiliriz. Elbette döneminin farklarını ve şartlarını gözardı etmeden. O hem mazlum hem de müşfik bir padişahtı. Halefleri onu çok arattılar. Bir zamanlar 150’liklere ve benzeri şahsiyetlere yönelik iade-i itibarda bulunulması gündeme gelmişti. Listenin başında elbette İkinci Abdülhamid Han olmalı. Aslında, girmiş olduğumuz ve yüz yıl süren türbülanstan çıkışımızın en kevvetli işaretlerinden birisi tarihle yüzleşmek olacaktır. İşte biz de IRCICA’nın tertiplemiş olduğu Yüzüncü Yılında İkinci Meşrutiyet uluslar arası kongresinde bu tarihî hesaplaşmanın veya yüzleşmenin izlerini gördük. Bu yüzleşmenin tarihî tanıkları olduk. Toplantıyı takip etmek için Cevahir Oteli’ne gittiğimizde ilk karşılaştığımız isimlerden birisi tarihçi Süleyman Zeki Bağlan Ağabeyimiz oldu. Tam isabetti. Süleyman Abi sayıları giderek azalan dürr-i yekta veya kibrit-i ahmer nevinden bir eski nesil temsilcisi. O tarihçi değil, adeta canlı veya ayaklı tarih veya serapa tarih. Onun gibi tarih bilincimiz canlı kalabilseydi bu millet bin kere ayağa kalkmıştı. Şanlı tarihimize, onun ötesinde ecdadımıza ve dinî değerlerimize yürekten bağlı. Mutlaka çantasında ve yanında bir belge veya vesika taşır, size ummadığınız bir zamanda sürpriz yapar. Veya sizinle yeni bir bilgiyi paylaşır. Yine aynı şekilde davrandı ve bana bir belge uzattı. Bu vesika bir yönüyle beni bana hatırlattı. Zira, doğum tarihimin damgasını taşıyor. 11 Şubat 1992 tarihli Millî Gazete’de yayınlanmış Rıza Tevfik’in Abdülhamid’in ruhaniyetinden istimdad şiiri.
***
1992’yi çıkardığınızda benim doğum tarihimle karşılaşırsınız. Rıza Tevfik’in Sultan II. Abdülhamid’in ruhaniyetinden istimdat şiirinden bir dörtlük okudu. Hemen kulak kabarttığımı ve mest olduğumu görünce de gerisini getirdi ve belgeyi çıkardı ve bana takdim etti. İlki Müsavat’ta yayınlanan bu muhallet ve ölümsüz şiir daha sonra Necip Fazıl ve akabinde de Tarih ve Toplum dergisi tarafından mükerreren yayınlanmış. Bu gerçekten de büyük bir tevafuktu. Zira Cevahir Oteli adeta ağlama duvarına dönmüş ve herkes İkinci Abdülhamid’in ruhaniyetinden istimdat talep eder hâldeydi. Zaten İKÖ de II. Abdülhamid’in İttihad-ı İslâm projesinin tadil edilmiş bir sureti sayılabilir. Süleyman Zeki Bağlan Abi ile hasbihal ederken uzaktan Suriyeli Kemal Hoca’yı gördüm ve hemen yanımıza damladı. O da tevafukun diğer şıkkını tamamladı. Suriye Turizm Bakanı Agha da Filozof Rıza Tevfik’in istimdadına benzer şekilde şarklılar olarak II. Abdülhamid Han’a topluca haksızlık ettiğimizi dile getirmiş ve koca sultanın ruhundan istimdat dilemiş. Demek ki akıl için yol bir. Rıza Tevfik gibi Agha da Müslümanların Hamid sonrasında girdikleri türbülanstan çıkışlarını aynı noktada görmüş. Aynen Filozof Rıza Tevfik gibi Arap bakan da pişmanlık ve nedamet getirmiş. Gökkubbeler kimbilir nice bu tarz pişmanlıklara tanık ve sahne olmuştur. İstibdat görmeyenler daha sonra öyle istibdat gördüler ki; havlinden çocukların saçları ağardı. IRCICA tarafından tertip edilen toplantıya katılan Suriye Turizm Bakanı Riyad Nassan Agha, Arap elitlerinin Osmanlı’ya haksızlık yaptığını belirtiyor. Kalkış noktasını müşterek tarihe küfretmek ve onu kevgire çevirmek olarak görmüşler. “II. Abdülhamit’e gerçekten çok zulmettik. Abdülhamit, ‘Beni çiğnedikten sonra ancak Filistin’i alabilirler’ demişti. Hiçbir zaman aşağılık öneriyi kabul etmedi. Çok büyük bir şahsiyetti. Bugün Türkiye, İslâm âlemindeki yerini sağlamlaştırmaktadır. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın ülkesinde Müslümanlar olarak yeniden eski ihtişamlı yerimizi alalım. Biz hepimiz tek bir milletiz, tek bir halkız” diye duygularını ifade etmiş.
***
Sonra da Batılıların tasallutu yerine Arap, Acem ve Türk birliğine davet etmiş. ‘Deliden al haberi’ başlıklı yazımda da benzeri bir davetin Jirinovski tarafından yapıldığını ve Türk, Acem ve Ruslar arasında bir ittifakı düşlediğini yazmıştım. Washington Post’un tanınmış köşe yazarlarından David Ignatius, Türkiye’nin ABD’nin yardımıyla İsrail ile Suriye arasında bir köprü kurabilmesi hâlinde Ankara’nın Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşünden bu yana ilk defa Arap dünyasına sağlam bir biçimde ayak atacağını ve köprü kuracağını ileri sürüyor. David Ignatius, ABD’de sürdürülen başkanlık kampanyasında önde çıkan dış politika konularını değerlendirdiği yorumunda ABD ile İran arasındaki bir çatışma riskinin, kısmen Suudi Arabistan ve ABD’nin bölgedeki diğer müttefiklerinin çok istekli olması sebebiyle arttığını da öne sürüyor. Buna mukabil, Ortadoğu’da barış müzakerelerinin sonuç vermesi ihtimali bulunduğunu ifade eden Ignatius, bu çerçevede de İsrail ile Suriye arasında bir barış anlaşması yapılmasına yönelik girişimlere de temas ediyor. Ignatius, İsrail’in, Beşar Esad yönetiminin Suriye’de sağladığı istikrarı “beğendiğini”, Suriye’nin Lübnan’daki egemenliğini de “kabul edilebilir” ve “belki arzu edilir bir bedel’ olarak gördüğünü de kaydediyor. Suriye ile İsrail’in Türkiye’yi “kilit arabulucu” olarak kullanmalarının önemli bir yönü olduğunu savunan Ignatius şöyle devam ediyor: “Eğer Türkiye, ABD’nin yardımıyla bu iki ülke arasında bir köprü kurabilirse, bu, Ankara’yı Osmanlı İmparatorluğu’nun 1918 yılındaki çöküşünden bu yana ilk defa Arap dünyasına sağlam bir biçimde yeniden bağlar.” Bu sözler bana Velid Canbolat’ın yıllar önce söylediği bir sözünü hatırlattı. İranlıların sahih dini bulmaları için Dürzilere teklifte bulunduklarını söyleyen Velid Canbolat bunu şöyle yorumlamıştı: “Niye Kum üzerinden Hicaz’a gideyim ki? Kum yolunu kullanacağımıza daha kestirmeden gideriz. Biz Hicaz’a İran’dan daha kısa mesafedeyiz ve kestirmeden gidebiliriz.” Sahi Türkiye neden Tel Aviv yolunu kullansın ki? Bu destek mi köstek mi belli değil! Güya bu durumda dağınık kardeşler arasında asıl köprünün İsrail olduğu vurgulanıyor. Halt etmişler, Bu katıksız yalandır. İsrail kapısından Ortadoğu’ya dönmek, olmayacak duâya amin demektir. Önce İsrail Ortadoğu’da bir yer edinsin de sıra ötekisine gelsin...
10.05.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
‘Keçi’lerden özür dileriz |
|
Nedense, ‘keçi’ denince akla ‘inat’ geliyor. Dolayısı ile ‘akıllı insan’ların yaptığı pek çok harekete kızıp, ‘keçi’lerin kulaklarını çınlattığımız oluyor. Belki ‘keçi’lere haksızlık yapmış oluyoruz, ama bazı hadiseleri de ancak bu şekilde ifade edebiliyoruz.
Meselâ, önümüzdeki yıllarda Türkiye’yi meşgul edecek konulardan biri de enerji konusudur. Enerji konusunda yapılan yatırımların yeterli olmadığını uzmanlar ifade ediyor. İnsanoğlu, daha fazla üretmek için, bir yandan da daha fazla tüketmeye mecbur kalıyor. Sanayileşirken, bir yandan da çevre katlediliyor. Bu çelişki, henüz aşılabilmiş değil.
Arzu edilen, çevreye zarar vermeden zenginleşmek, sanayileşmek ve ‘ileri’ gitmek. Ancak bunu başarabilmiş ülkelerin sayısı parmakla gösterilecek kadar az. Türkiye, sanayileşen ülkelere nisbetle daha az ‘kir’lenmiş, daha az çevre tahribine mazur kalmış bir ülke. Fakat bir yandan da sanayileşmek için gayret gösteren, hedef koyan bir ülke. Bu noktada, çevreyi koruyabilecek teknolojiler gündeme geliyor.
İşte, enerji konusundaki çeşitli yatırımlar bu sebeple tartışma konusu oluyor. Meselâ, dünyanın pek çok ülkesinde ‘nükleer enerji’ santralleri var ve bu ülkeler enerjilerinin büyük bir bölümünü bu yolla temin ediyor. En dikkat çekici örnek Fransa. Nükleer enerji, bir yönüyle de çok tehlikeli olabiliyor. Geçmişte yaşanan Çernobil hadisesi, bunun en çarpıcı örneği. Meydana gelen nükleer kaza sonrası binlerce kişi öldü ve on binlerce kişi de ‘hasta’landı. Çernobil patlamasının yıldönümünde gazetelerde yer alan bir haber, bu dehşeti hatırlamamızı sağladı. Çernobil koca bir şehir ve kazadan sonra bunca yıl geçtiği halde bu şehirde insan yaşamıyor... Çünkü nükleer kazanın sebep olduğu ‘ölüm’ tehlikesi hâlâ devam ediyor.
Bir yanda dehşetli bir kaza, öte yanda bütün dünyanın istifade ettiği kârlı bir yol. Türkiye bu tercihi yapmak durumunda. Teknoloji de her geçen gün geliştiğine göre, ‘tehlikesi en aza indirilmiş’ nükleer santralleri kurmaktan başka çare görünmüyor. Hemen ifade edelim, aynı ölçüde çevreye de hassasiyet göstererek yatırımlar yapılmalı...
Enerji konularındaki yatırımlarıyla bilinen Unit Group yöneticileri geçen gün ziyaretimize gelmişlerdi. Haklı olarak, karşılaştıkları bürokratik engellerden şikâyet ettiler. Tabiî bu şikâyetleri sadece bir kuruluşun, bir şirketin şikâyeti olarak değil, iş yapan bütün şirketlerin ortak derdi olarak görmek lâzım. Örnek olması bakımından, yapmak istedikleri bir projenin ‘koruma altına alınan 25 keçi’ sebebiyle engellendiğini hatırlattılar. Elbette ‘keçi’lerin de hayat hakkı var. Şikâyetin sebebi, ‘keçi’leri muhafaza ederek bu yatırımın yapılıp yapılamayacağının dahi incelenmemesi. Meselâ, sözkonuzu ‘keçi’lerin başka bir yere nakledilmesi teklifini ‘bürokrat’lar dinlememiş bile.
Asıl ‘keçi’lik; her çözüm teklifi karşısında, ‘mevzuât hazretleri, yönetmelikler, uygulamalar imkân vermiyor’ diyen ‘bürokratik anlayış’ değil mi?
Tabiî ki ‘keçi’leri de, ‘insan’ları da düşünerek ‘insanlık’ yararına olan işlere devam etmek lâzım...
10.05.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Cevher İLHAN |
“Kapatma dâvâsı”yla kapatılan gündem |
|
Siyasette bir oyalanma ve avutma dönemi yaşanıyor. İktidar partisini “kapatma dâvâsı” üzerinden âdeta bir “medya geyiği” oluştu. En son Başbakan’ın Can Paker’in evindeki yemekte bazı gazetecilere ne dediği ya da “deyip demediği”yle sütunlar, sayfalar dolduruluyor.
Gittikçe bir “geyik muhabbeti”yle televoleye dönüşen en son Başbakanlık’tan peşpeşe, “Sayın Başbakanımıza atfedilen ifâdelerin doğru olduğu anlamına gelmemektedir” türü muğlak ve zorakî açıklamalarla süren tartışmalar, magazinel spekülasyonlardan öteye geçmiyor. Hatta AKP’nin kapatılması ve ATV-Sabah’ın satılmasından da bahsedilmediği özellikle ‘vurgulanıyor.’
“Kayıt tutulmayan özel bir sohbet sırasında konuşulanlar”ın muhtevasından ziyade, menüde neler olduğu dedikodularla geçiştiriliyor…“İçeriden ve dışarıdan dedikodular”da ne Türkiye’nin Avrupa Birliği yolculuğunun kesintiye uğraması tehlikesinden, ne müzâkere sürecinin tıkanmasına karşı çıkış yolundan ve ne de uyum yasalarından tek kelime nakledilmiyor…
* * *
Keza daha yeni değiştirilen Türk Ceza Kanununun 301. maddesinin yetersizliğinden, uygulamadaki öneminden, devamında düşünce ve ifâde özgürlüğüne dair düzenlemelerin gelip gelmeyeceğinden, rafa kaldırılan “yeni anayasa”nın, demokratikleşme ve özgürlüklerin akıbetinden söz edilmiyor… Belli ki onca iç ve dış mesele bir defa daha ıskalanıyor; “kapatma dâvâsı”nın kapattığı Türkiye’nin gerçek gündeminin üstü kapatılıyor…
İşin garip tarafı, antidemokratik dayatmalardan şikâyet eden Başbakan ve partisi de bu oyalama oyunundan memnun. Çoğu ötelenen asıl gündemin kaçırılmasından hoşnut… Özellikle inanç ve mânevî meselelerdeki “icraatsızlığı”nın son demde bir “kurtarıcı” gibi “kapatma dâvâsı”nın gölgesinde kalması, siyasî iktidarın işine geliyor.
Zira bu gölgeleme ile, global kriz dalgasının ekonomiyi vurması, yeniden çift rakamlara tırmanan enflasyon, vâhim bir biçimde artan carî açık gündem dışı kalıyor. Hatalı tarım politikalarının yol açtığı hububat ve gıda krizi, bir tek “pirinç fiyatları”na indirgeniyor. Varsa yoksa “kapatma dâvâsı”; bunun dışında olup bitenler çoğu kez tartışma konusu bile edilmeden gözler kaçırılıyor…
* * *
Meselâ, iktidar partisi tarafından genel seçimlerde meydanlarda alabildiğine istimal edilen süreçte Gül’ün Cumhurbaşkanı seçilmesinin ülkeye, demokratikleşmeye, temel hak ve hürriyetlerin kazanılmasına ve hatta AKP’ye ne faydası olduğu konuşulmuyor. Ahmet Hakan’ın dediği gibi, kimse “Abdullah Gül’ün Çankaya’daki yalnızlığına, çırpınışına, etkisizliğine, hareket kabiliyetinden yoksun kalışına, önyargı duvarlarıyla sarmalanmış olmasına” bakmıyor. İnadına Gül’ün seçilmesiyle Çankaya’nın “kazanılmış bir mevzii”den çok “kaybedilmiş bir mevzii” haline geldiğinin üzerinde durmuyor.
Meselâ Gül’ün, 28 Şubat sürecinde mevhum “irtica ile mücadele” için kurulan “Batı Çalışma Gurubu”nun yerine ikame edilen “Başbakanlık Tâkip Kurulu” üyesi, Ceza ve Tevkif Evleri Genel Müdürü iken aralarında Yeni Asya yazarlarına da açılan “deprem İlâhî ikaz” dâvâlarının soruşturmasını hazırlayan Ali Suat Ertosun’u, üç aday arasında Yargıtay üyesi olarak seçmesinin anlamı sorulmuyor. Sezer’in yargı mensupları arasında ilk kez “devlet üstün hizmet madalyası”yla ödüllendirdiği Ertosun’un Gül tarafından tercihinin, seçim meydanlarında propaganda edilen “dindar cumhurbaşkanı” lansesiyle ne derece uyumlu olduğu sorgulanmıyor…
Magazinel dedikodularla sadece iç gündem değil, dış gündem de gündem dışı kalıyor. Türkiye’nin Irak’ta çıkmaza giren işgalcilere verdiği desteğin kaybettirdikleri, Kuzey Irak’ta ve Kerkük’te “stratejik müttefik”çe silinen kırmızı çizgileri, Afganistan’a “ek muharip asker” emr-i vakisiyle karşı karşıya bırakılması, İsrail ve Suriye arasındaki “arabuluculuğa” soyunmanın neticesi, tartışılmıyor…
Kısacası, içte “laiklik”e odaklanan “kapatma dâvâsı”yla Türkiye’nin iç ve dış gündemi gündemi kapatılıyor…
10.05.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mehmet KARA |
1 Mayıs ve sağduyu ihtiyacı |
|
Üzerinden 10 gün geçmesine rağmen 1 Mayıs’ta yaşanan olayların yankıları hâlâ devam ediyor. Sendikalar hükümet ve polisi suçluyor, hükümet sendikaları.
1 Mayıs, 1886’dan beri dünyanın değişik ülkelerinde, 1900’lü yıllarında başlarında ise Türkiye’de “işçi bayramı” olarak kutlanmaya başlandı. 1935 yılından sonra da “bahar bayramı” olarak kutlandı. İkinci dünya savaşından sonra kutlamalara ara verilmişse de Demokrat Parti’nin iktidarı ile birlikte yineden kutlanmaya başladı. 12 Eylül ihtilâli ile birlikte tekrar askıya alınırken, 1990’lı yıllarda tekrar kutlanmaya başladı.
1977 yılında Taksim kutlamalarında 34 kişinin ölmesinden sonra zamanın CHP hükümeti bu meydanı gösterilere yasaklandı.
1 Mayıs’ın eski sendikacı AKP milletvekili Agâh Kafkas’ın verdiği kanun teklifiyle resmî bayram ve tatil olarak kutlanması amaçlanıyordu. Hükümetin, sendikaların Taksim’de kutlama ısrarını kırabilmek için bu teklifi kanunlaştırmak istediği söylenmişti. Ancak Bakanlar Kurulu, 1 Mayıs’a birkaç gün kala günü resmî tatil yerine “Emek ve Dayanışma Günü” olarak kutlanması kararı aldı.
Tartışmada buradan başladı. Adı geçen sendikalar son güne kadar “Taksim’de olacaklarını” söylediler. Hükümet ise, kesinlikle izin verilmeyeceğini söylerken geniş tedbirler aldı. Neticede, 1 Mayıs günü, geniş güvenlik tedbirleri alındı, yer yer kavgalar, sürtüşme-ler oldu ama sendikalar son anda Taksim’de kutlama yapmaktan vazgeçtiğini açıkladı. Şimdi, DİSK, KESK ve TÜRK-İŞ olaylı 1 Mayıs’ı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ve Uluslar arası Çalışma Örgütü’nün gündemine taşıma hazırlığında. Ve bu olaylardan sonra literatürümüze bir deyim girdi: Orantısız güç… İsrail’in Filistinlilere karşı yaptığı saldırılarda ‘orantısız güç’ kullandığı yorumları yapılırdı. Şimdi ise 1 Mayıs olaylarında bu tabiri duyduk.
Hafta başında yapılan partilerin grup toplantılarında da bu konu konuşuldu. Bahçeli ve Baykal, Erdoğan’ı eleştirirken, Erdoğan sendikaları eleştirdi. “Taş ve sopalarla çatışmaya gelenlerin çoğu işçi değildi. Camı, çerçeveyi indiren araçları taşlayan kaldırımları sökenler nasıl işçi olabilir” diyerek illegal örgütlerden bahsetti.
Bu tartışma daha çok su götüreceğe benziyor. Acaba bu olayın gündemde tutulması başka olayların üstünü örtmek için mi?
Hükümet ile sendikalar arasındaki bu restleşmenin sıkıntısını vatandaş yaşadı. İnşallah gelecek yıl böyle sorunlar yaşamayız.
* * *
Geçtiğimiz gün arkadaşımız Kemal Benek’le birlikte Memur-Sen Genel Başkanlığına yeni seçilen Eğitim-Bir-Sen Genel Başkanı Ahmet Gündoğdu’ya “tebrik ziyaret”ine gittiğimizde konu 1 Mayıs’ta yaşananlar oldu. Gündoğdu, günün mânâsının kaçırıldığını söylüyor. Bugünde güvenlik tedbirleri değil, işçilerin, memurların durumu, işsizlik, yoksulluk, ekonomideki gelişmeler tartışılması gerektiği üzerinde durdu. Kutlamaların amacından saptırıldığını söyledi. 1 Mayıs’ta demokratik, özgürlük ve insan hakkı taleplerinin, sivil anayasa taleplerinin gür sesle dile getirildiği yerler ve zeminler haline geti-rilmesi gerektiğini dile getiriyor. Taksim’de ısrar eden sendikaların öncelikle 28 Şubat sürecinin hesabını vermelerini, ondan sonra demokrasiden, insan haklarından bahsetmelerini istiyor.
Yaklaşık 300 bin üyesi olan bir konfederasyonun genel başkanının konuşmalarından “sağduyunun sesi” olacaklarını intibaını aldık. Kendisini ve yeni yönetim kurulunu bu vesile ile tebrik ediyor, hayırlı hizmetlerinde başarılar diliyorum.
10.05.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|