Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 10 Mayıs 2008

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Lahika

Hadis-i Şerif Meâli

Biriniz Müslüman kardeşinde bir musibet gördüğünde kendisini o musibete uğratmadığı için Allah'a hamdetsin. Fakat bunu ona duyurmasın.

Câmiü's-Sağîr, No: 356

10.05.2008


Yıldız Sarayına değişilmeyen bir dağ: ÇAM DAĞI

Isparta’da okunan Bediüzzaman mevlidini dinlemiştik. Ertesi yıl tekrar buluşmak üzere sözleşmiştik. Ama arkadan gelen 12 Eylül 1980 askerî darbesi bu sözümüzü gerçekleştirmeye fırsat vermedi. O mevlid meğer Isparta’da dinlediğimiz son Bediüzzaman mevlidiymiş. Allah sevdiği kullarına bir kapıyı kapatırsa başka kapıları açarmış. Kaderin bir cilvesi deyip yaşadığımız o günlere geri dönüyoruz.

İki gün önce uğrayıp hızlıca bir iki yerini ancak görebildiğimiz Barla’ya doyamamıştık. Bu kadar yol gelmişken biraz daha gezmek maksadıyla kaldığımız yerden gezimize devam edecektik. Isparta - Barla karayolu söylendiğine göre 1950’den sonra açılmıştı. O tarihe kadar ulaşım ya kayıkla Eğridir Gölü üzerinden veya at - işlek (Bediüzzaman, eşeğe çok iş yaptığı için işlek dermiş) gibi hayvanlarla sağlanırmış.

Barla minibüslerinin hareket ettiği yere gittik. Alternatifimiz olmadığı için boş bulduğumuz yere iliştik. Çünkü bize oturacak yer kalmamıştı. Barla’ya tekrar kavuşmak için yola koyulduk. Minibüsün içinde boş durulmaz ya. Kardeşlerle konuşurken Barlalılarla da tanışmayı ve sohbet etmeyi ihmal etmedik. Barla’ya misafir gidiyorduk. Onlar o yolun devamlı yolcuları idiler. Yol boyunca mahallî şiveleriyle günlük alış verişlerini konuştular. Tanışmak istedik. “Üstad Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri Barla’da yıllar önce yaşamış. Biz onun talebeleriyiz” der demez yolculardan birisi söze karıştı: “Bunlar şu bizim Hucafendinin talebeleri” dedi. Meğer Barlalılar Bediüzzaman’ı genellikle bir cami hocası gibi tanıyorlarmış.

Biraz ayakta, biraz da oturarak sonunda Barla’ya ulaştık. Merkezde inip Bediüzzaman’ın ilk dershanesine gittik. Orada bizden önce gelen nur talebeleriyle karşılaştık. Onlarla tatlı tatlı sohbetler ettik. Balkondan çınar ağacını temâşâ ettik. Ama Üstadın kaldığı dallar arasındaki kulü-beye çıkamadık. Mahzundu. Çünkü bazı dalları kesilmişti.

Bediüzzaman için Barla, Barla için Bediüzzaman neyi ifade ediyordu? Risâle-i Nur satırları arasında bu sorunun cevabını aradık. Barla’ya ayırdığımız birkaç günde sözlerle yaşananları birleştirmeye çalışacaktık.

Sabah namazını kıldıktan sonra Çam Dağı’na çıkmaya ve orada birkaç gün kalmaya karar verdik. O gece mânen Üstadın misafiri olduk. Onun Barla’daki ilk dershanesinde sabahladık. Sabah namazını kılıp sıcak bastırmadan yola çıkmamız gerektiği söylendi. “Durmadan yürürseniz ancak dört saatte varabilirsiniz” dediler. Yolun tarifini de aldık. Birkaç günlük yiyecek ve battaniyeleri yüklenip arkadaşlarla birlikte dağcılar gibi yola koyulduk. Orada ne okunur dersiniz? Tabiî ki, Mektûbât. Çünkü Mektûbât’ın bir kısmı orada yazılmıştı. Kitabı okurken hayalen o zamanlara da gitmek istiyorduk.

Köylüler tarlalarına ve bahçelerine giderken biz de Çam Dağı’nın yolunu tutmuştuk. Önce yol üzerinde Barla Kabristanını ziyaret ettik. Başta nur talebeleri olmak üzere kabristanda yatan mevtalara Fatihalar gönderdik. Çam Dağı’nın yolu bazen sivri taşlardan oluştuğu için zor gidili-yordu. Aslında Çam Dağı’nın yolu patikadan çok keçi yoluna benziyordu. Dağda köylülerin yaylaları vardı. Araç yolu ise henüz yapılmamıştı.

Üstadın ve talebelerinin yıllarca yürüdüğü yola revan olduk. Yolun çoğu çıplak tepelerden ve yokuşlardan oluşu-yordu. Biraz yürüdükten sonra gördüğümüz çeşmede ilk molamızı verdik. Arkadaşlar çok susamışlardı. Çeşmeden kana kana su içtiler. Bazı arkadaşlar istirahata çekildiler. Çeşmeden, Barla ve Eğridir Gölü gayet güzel görünüyordu. Yolumuzun çok olduğunu söylememe rağmen bazı arkadaşları ikna edemedim. Diğerleri ile yola devam ettim. Biraz sonra bazılarında da yorgunluk alâmetleri belirdi ve hız kestiler. Bir arkadaşla kalan yola devam ettik. Ormanlık alana girdik. Güneşin hararetinden biraz olsun kurtulmuştuk. Çam Dağı’nı orman içinde aramaya başladık. Çam Dağı’nın alâmeti olarak Tarihçe-i Hayat’ta gördüğümüz çam ve katran ağaçlarını aradık. Bir ara ormanda kaybolduğumuzu bile düşünmeye başladık. Ümidimiz sona ermek üzere iken birden başımız yukarıya çevrildi. Tepede katran ağacını görünce çok sevindik. Dik bir tepenin başındaydı. Hemen tırmanmaya başladık. Kısa sürede katran ağacına ulaştık. Yanına dikilip Eğridir Gölünü seyretmeye koyulduk. Burada bir de çam ağacı olmalıydı. Ama nerede? Yakınında olmalıydı. Aramaya başladık. Etrafımıza baktık. Katran ağacına yakın bir yerde Tarihçe-i Hayat’ta yer alan resimdeki gibi bir çam ağacını gördük. Dalları merdiven gibiydi. Sevinçle ağaca koştuk. Çam ağacının tepesinde Ömer Tuncay Ağabeyin yüksek sesle Cevşen okuduğunu gördük. Üstadın kaldığı kulübede Ali Vapur Ağabey de kaylûle yapıyormuş. Hiç ses çıkarmadan ağaca tırmanmaya başladık. Bir ara Ömer Ağabey Cevşen okumayı kesti. Biz de “Ağabey devam edin” dedik. “Vapur uyandın mı?” dedi. O arada Ali Ağabey de uyanmış oldu. Bizi görünce şaşırdılar. “Madem gelecektiniz niye daha önce haber vermediniz? Beraber gelirdik” dediler.

“Arkadan gelen arkadaşlar var, oradan seslenir misin?” dedik. Ömer Ağabey yüksek sesle “Ey nurcular, bu tarafa! Ey nurcular, bu tarafa!” diye bağırdı. Bir müddet sonra grubumuzun diğer üyeleri de geldiler. Öğle ezanı okunmadan Üstadın tefekkür mekânına yaptığımız yolculuk tamamlanmıştı. Dört saatten önce menzilimize ulaşmıştık. Yorgunluğumuz kısa sürede geçti. Bediüzzaman Çam Dağı’nı “Yıldız sarayına değişmem” diyordu. Üstadın aylarca kaldığı bu tepede biz ne kadar kalabilecektik?

“Ben şimdi Çam Dağı’nda, yüksek bir tepede, büyük bir çam ağacının tepesinde bir menzilde bulunuyorum. İnsten tevahhuş ve vuhuşa ünsiyet ettim” diye başlayan mektubu orada okumak çok manidar geldi.

Ahmet ÖZDEMİR

10.05.2008


İnsan, nihayetsiz musibetlere maruz

İbâdetin, çendan, zahirî bir ağırlığı var. Fakat, mânâsında öyle bir rahatlık ve hafiflik var ki, tarif edilmez. Çünkü, âbid, namazında der: Eşhedü en lâ ilâhe illallah. Yani, "Hâlık ve Rezzâk, Ondan başka yoktur. Zarar ve menfaat, Onun elindedir. O hem Hakîmdir, abes iş yapmaz. Hem Rahîmdir, ihsanı, merhameti çoktur" diye itikad ettiğinden, her şeyde bir hazîne-i rahmet kapısını bulur. Duâ ile çalar. Hem herşeyi kendi Rabbinin emrine musahhar görür. Rabbine ilticâ eder; tevekkül ile istinad edip, her musîbete karşı tahassun eder. İmânı ona bir emniyet-i tâmme verir.

Evet, her hakiki hasenât gibi, cesâretin dahi menbaı imândır, ubûdiyettir. Her seyyiât gibi, cebânetin dahi menbaı dalâlettir.

Evet, tam münevverü'l-kalb bir âbidi, küre-i arz bomba olup patlasa, ihtimâldir ki, onu korkutmaz. Belki hârika bir kudret-i Samedâniyeyi, lezzetli bir hayret ile seyredecek. Fakat, meşhur bir münevverü'l-akıl denilen kalbsiz bir fâsık feylesof ise, gökte bir kuyruklu yıldızı görse, yerde titrer. "Acaba bu serseri yıldız arzımıza çarpmasın mı?" der, evhâma düşer. (Bir vakit böyle bir yıldızdan Amerika titredi. Çokları gece vakti hânelerini terk ettiler.)

Evet, insan nihayetsiz şeylere muhtaç olduğu halde, sermâyesi hiç hükmünde. Hem nihayetsiz musîbetlere mâruz olduğu halde, iktidarı hiç hükmünde birşey. Adetâ sermâye ve iktidarının dairesi, eli nereye yetişirse o kadardır. Fakat emelleri, arzuları ve elemleri ve belâları ise; dairesi, gözü, hayali nereye yetişirse ve gidinceye kadar geniştir.

Bu derece âciz ve zayıf, fakir ve muhtaç olan ruh-u beşere ibâdet, tevekkül, tevhid, teslim ne kadar azîm bir kâr, bir saadet, bir ni'met olduğunu, bütün bütün kör olmayan görür, derk eder. Mâlûmdur ki, zararsız yol, zararlı yola velev on ihtimâlden bir ihtimâl ile olsa tercih edilir. Halbuki, meselemiz olan ubûdiyet yolu, zararsız olmakla beraber, ondan dokuz ihtimâl ile bir saadet-i ebediye hazînesi vardır. Fısk ve sefâhet yolu ise hattâ fâsıkın itirafiyle dahi menfaatsiz olduğu halde, ondan dokuz ihtimâl ile şekâvet-i ebediye helâketi bulunduğu, icmâ ve tevâtür derecesinde, hadsiz ehl-i ihtisâsın ve müşâhedenin şehâdetiyle sabittir ve ehl-i zevkin ve keşfin ihbarâtıyla muhakkaktır.

Elhâsıl, âhiret gibi dünya saadeti dahi, ibâdette ve Allah'a asker olmaktadır. Öyle ise biz dâimâ, El-hamdü lillâhi ala't-tâati ve't-tevfîk (Emirlerine itaate ve hayırlı işlerde başarıya ulaştırdığı için Allah'a hamd olsun) demeliyiz ve Müslüman olduğumuza şükretmeliyiz.

Sözler, s. 25

çendan: Gerçi.

âbid: İbadet eden, kul.

istinad: Dayanma.

tahassun: Sığınma.

emniyet-i tâmme: Tam bir emniyet, güven, huzur.

hasenât: İyilikler.

seyyiât: Kötülükler.

cebânet: Korkaklık.

münevverü'l-kalb: Kalbi nurlanmış, imanla aydınlanmış olan.

küre-i arz: Dünya.

kudret-i Samedâniye: Herşey kendisine muhtaç olan Allah'ın gücü.

münevverü'l-akıl: Aklı nurlanmış, aydınlanmış olan.

ubûdiyet: Kulluk.

fısk: Günah.

sefâhet: Gayrimeşrû eğlenceler, hareketler.

şekâvet-i ebediye: Sonsuz sıkıntı, azap.

icmâ: Fikir birliği. Bir meselede âlimlerin ittifak etmesi.

tevâtür: İçinde yalan ihtimali bulunmayan ve birbirlerine kuvvet veren haberlerden oluşan büyük bir topluluğa ait haber.

10.05.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri