|
|
Abdurrahman ŞEN |
Mevlânâ’nın farkına bir varabilsek! |
|
“Yurdun her tarafından, dünyanın dört bucağından Konya’ya sefer var gene….
- Bu kadar insanı oraya çeken kim?
- Mevlânâ!...
- Mevlânâ’ya bu çekici kudreti veren ne?
- Aşk!..
- Bu aşk kime?
- Tanrı’ya!....
- Tanrı görülmez, bilinmez. Görülmeyene, bilinmeyene âşık olunur mu?
- Olunur. Çünkü aşk, görülmeyeni gösterir, bilinmeyeni bildirir. İnanma, gaybla başlar; huzura erer. Erenler, böyle derler ve biz onlara inanırız.
685 yıl önce 17 Aralık günü gözlerini dış âlemden büsbütün çekip iç âleme çeviren ve kalıbını gurbette dinlendirip ruh kandilini uhrevîlik vatanında yakan Mevlânâ, işte böyle bir âşık olduğu içindir ki asırlar sonra kalbinde sevgi esenler ona koşuyorlar. Tanrıyı seveni kullar da sever. Tanrıda güzelliğin kusursuzu, hakikatin tamamı vardır. Allah, kemâldir. Ona aşk, güzele, doğruya, iyiye bağlanmaktadır. Ona bağlananlar, çirkine, yalana, fenaya iltifat edemezler. Hak aşkı ruhlarından çirkinlikleri siler, yalanları öldürür, fenalıkları yok eder.”
Hasan Ali Yücel, 18 Aralık 1958’de, Cumhuriyet Gazetesi’ndeki köşesinde, “Seven ve Sevilen Mevlânâ” başlığı altındaki yazısına yukarıdaki satırlarla başlamış.
Mevlânâ’nın vuslatının 734’üncü yılındayız bu sene… Yani, yukarıdaki yazının üzerinden de 49 sene geçmiş ve altındaki imza açısından ayrı bir önemi var bu satırların..
Bir taraftan mübarek Kurban Bayramı’nı karşılamaya hazırlanırken, bir taraftan da düşüncelerine asırlar sonra bile muhtaç olduğumuz gönül sultanlarımızdan Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî’nin aramızdan ayrılışının yani “Şeb-i Arus”un, yani “Vuslat Gecesi”nin 734’üncü yıldönümünü idrak ediyoruz... Hem de UNESCO kanalıyla bütün dünyayla birlikte… Dünyanın dört bir yanında Mevlânâ felsefesinden kırıntılarla coşacak insanlık…
Ama ya gerçeklerimiz?
İnsanlık âleminin içinde bulunduğu insan olma noktasındaki tıkanıklıktan kurtulmamızda rehberimiz olması gereken gönül sultanlarımızın belki de en önde gelenlerinden biri olan Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî’yi, çeşitli bahaneler arkasına gizlenerek bugüne kadar tek satır olsun okumayanların, bu hazineden istifade etmesi mümkün mü? Ya da okur gibi yapıp da art niyet besleyenlerin okuduklarından bir şeyler anlayıp istifade edebilmesi ihtimali var mı?
Bu gün dünyada “hümanizm” adıyla paketlenmiş olarak bizlere de sunulan ve kendi kıymetinden-kıymetlerinden habersizlerin de “batı malı” diye balıklama üstüne atladığı “insan sevgisi”nin kaynaklarından biri olan Mevlânâ’yı acaba ne zaman hakkıyla okuyacak ne zaman doğru dürüst anlayacağız dersiniz?
Çünkü öncelikle ülkemiz ve genelde de dünya; Mevlânâ gibi gönül sultanlarının söylediklerine, öğretilerine her zamankinden çok daha fazla muhtaç...
Ama acaba –öncelikle- biz bu ihtiyacımızın ne kadar farkındayız, dünya ne kadar farkında!
Tabi burada hemen iğneyi kendimize batırıp düşünelim.
ABD’de çeşitli üniversitelerde “Mevlânâ” adına kürsüler, Avrupa ve yine ABD’de çok sayıda “Mevlânâ” merkezli dernekler açılmakta. Ama Türkiye’de bir “Mevlânâ Enstitüsü”, “Mevlânâ Akademisi” bile olmadığını söylersek, sizce suçlu kimdir dersiniz?
Ya dünyanın “hümanizm” çığırtkanlığı yaptığı bir ortamda, 800’üncü yılı da vesîle edip, O’nun tamamen İslâm’dan beslenmiş bir hoşgörü anlayışıyla “evrensel insanlık” adına yazıp söylediklerini de hatırlatarak, dünya çapında verilmek üzere; “Dünya barışına katkı adına, Mevlânâ Dostluk ödülü” veremez miydik?
Dönüp kendimize baktığımızda -yüreğimizi acıtsa da- söylemek durumundayız ki; toplum önüne çıkıp vaaz veren, nasihatlerde bulunan bir çok din adamımız, Mevlânâ’dan yaprak açmamıştır. O halde öncelikli işimiz kendi başımızın çaresine bakmak olmalıdır. Yani; Mevlânâ’yı öncelikle din adamlarımız derinliğine okumalıdır. Bu eksikliğin giderildiğinde göreceğiz ki; kafaca daha zenginleşmiş, gönül gözü açılmış, modern çağı da kavrayıp cemaatine de kavratmaya hazır din adamlarımız olmuş… Ve millet olarak 2 asırdır bekleyedurduğumuz sıçrayışa geçişde son noktaya gelmişiz!
Doğumunun 800’üncü yılını “dünya çapında” kutlar gibi yaptığımız şu 365 gün içinde bile “Mevlânâ filmi”ni perdelere aksettirememiş olmamızın eksikliğini asla unutmadan… İçinde bulunduğumuz ortamda Mevlânâ’nın fikirlerine neden ihtiyaç duyduğumuz noktasını tekraren de olsa açmak istiyorum…
Moğol istilasının karmakarışık ettiği Anadolu coğrafyasını, “gönül”den yola çıkarak yola getirmek üzere görevlendirilenlerden Mevlânâ’nın , 734’üncü vuslatını kutlarken... Bütün dünyanın, -hangi gerekçeyle olursa olsun- bir ucundan tanımaya çalıştığı Mevlânâ’mızın yanı sıra; Ahmet Yesevî, Hacı Bayram Velî, Hacı Bektaş-ı Velî, Ahi Evran ya da Şeyh Edebalî ve Yunus Emre gibi gönül insanlarımızın yaşadığı günlere iyi bakmamız gerekmekte…
Bugün içinde bulunduğumuz coğrafyanın, Moğol istilâsı altında yerle bir olmuş o günlerden pek de bir farkı yok! Yine bir istila yaşıyoruz... Kültürel, insanî, ekonomik, sosyal bir istilâ bu!
Ve ne yazık ki çoğunluğumuz ya istilânın varlığından bile habersiz ya da kurtuluş çaresi olarak istilâcıların reçetelerine sarılır, yanlış rehberler peşinde koşar durumda!
Hiç şüphe yok ki... Aradan geçen 734 yıla rağmen; hâlâ bize rehberlik edebilecek, bize yol gösterebilecek ve içinde bulunduğumuz sevgisizlik, kabalık, inkarcılık, saldırganlık, seviyesizlik ve saldırganlıktan bizleri kurtaracak olanlar, yukarıda isimlerini saydığımız gönül insanlarımızdır!
Yeter ki o önemli insanın söylediklerini, bizlere ne anlatmak istediğini, bizlere nasıl bir yol çizdiğini anlamaya gayret edelim. Kendi kısır, siyasete ayarlı kafamızın kalıpları içine alıp , “Kesinlikle böyle söylemek istemiştir!” kurnazlığına kaçmayalım!
İsterseniz sözü daha uzatmadan, Tempo Dergisi’nin 5 yıl önce bugünlerde yayınlanan sayısından, o günlerdeki editörü Kerem Çalışkan’ın şu haklı serzenişleriyle, tesbitleriyle noktalayalım: “13. yüzyılda Anadolu topraklarında insan sevgisi ve hoşgörüye dayalı bir kültür yaratmış olan bu büyük bilge, bu gün gerçek bir dünya markası. Batı dünyası son yıllarda Mevlânâ’yı yeniden keşfediyor. Eşsiz eseri Mesnevi dünyanın bütün dillerine çevriliyor ve bestseller oluyor. İran ise dünyaya onun Türk kültürüne ait olmadığı iddiasını yaymaya çalışıyor. ( O tarihlere yakın zamanda ölen Melih Cevdet Anday da Mevlânâ ve benzerlerini Türk klasiği olarak kabul etmiyor, Homeros’ları örnek gösteriyordu./ A.Şen) Oysa Mevlânâ, aynı Anadolu topraklarında Yunusların, Hacı Bektaşların yetiştiği hoşgörülü ve derin tasavvuf ortamının bir parçası. Türk kültürünün İslâm’la kaynaştığı noktada yaratılan özgün bir sentezin ürünü. Bu gün dünyada bir çok insan Mevlânâ’yı, Budizmle rekâbet edebilecek güçte evrensel bir hoşgörü felsefesi hatta dini gibi algılıyor.
Türkiye ise elindeki değerin farkında değil.
Sol gelenekten gelen aydınlar bu konulara uzak ve bilgisiz. Arap-İran İslâm’ının etkisi altındaki bağnaz İslâmcılar zaten tasavvuf ve Mevlânâ’ya karşı. Milliyetçi aydınlar ise Orta Asya’yı bile yeniden keşfedememiş durumdalar, nerede kaldı ki gelip Mevlânâ’yı bulsunlar.”
Ne yazık ki aradan geçen 5 yıllık sürede, Kerem Çalışkan’ın çizdiği tabloda olumlu hiçbir değişiklik, gelişme olmadı!
Bu sıkıntılı duygularla, gönüller sultanı Mevlânâ’ya bilvesile rahmet dilerken; hafta içinde karşılayacağımız Kurban Bayramı’nızı da can-ı gönülden kutlarım.
Bayramınız kutlu, mutlu olsun dostlar.
NOT: İnternetteki yazışma adresim değişti. Yeni adresim; [email protected]’dir. Yazışmak isteyen dostların, kayıtlarındaki eski adresi silmelerini hatırlatırım…
16.12.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
İslam YAŞAR |
Mevlânâ yılı vesilesiyle |
|
Mevlânâ Yılı...
2007 yılı tarihte artık bu sıfatla anılacak. Zîra, Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Teşkilâtı olan UNESCO, bu seneyi bütün dünyada Mevlânâ Yılı olarak ilân ve ihya etti.
Birleşmiş Milletlerin kuruluşundan hemen sonra faaliyete geçen bu teşkilât, insanlığın ortak değerlerinden müteşekkil bir bilim ve kültür zemini teşekkül ettirmek için her yılı bir mefhuma veya şahsiyete tahsis edip dünya çapında kutlamaya başlamıştı.
Mefhumlar seçilirken sevgi, barış, kardeşlik, çocuk gibi her insanın ilgisi ve ihtiyacı olan mânâları ihtiva etmesi; şahsiyetler tercih edilirken de insanlığın ilerlemesine, huzuruna, mutluluğuna katkıda bulunacak eserler verip çalışmalar yapmış olmaları esas alınmıştı.
Sene tahsisinde ise mefhumlarda, o hususta menfi veya müsbet mânâda insanlığı etkileyen hadiselerin meydana geldiği yılları; şahıslarda, doğum veya ölüm yıldönümlerinin asır ortalarına veya sonlarına tekabül eden seneleri tercih etmek teamül hâline getirmişti.
Meselâ, bazı devletler arasında savaş çıkma ihtimalinin zuhur ettiği zamanlarda barış; düşmanlıkların, merhametsizliklerin arttığı yıllarda sevgi, çocuk istismarcıları çoğalınca da çocuk konusu seçilip işlenmişti.
Eserleri insanlığa malolan büyük şahsiyetlerden Balzac’ın ölümünün yüzüncü yılı olan 1950 senesi, ‘Balzac Yılı’, Yunus’un vefatının altı yüz ellinci sene-i devriyesi olan 1972 yılı ‘Yunus Emre Yılı’ ilân edilmişti.
Aslında bundan önceki herhangi bir seneyi Mevlânâ’ya tahsis etmek için bazı sebepler bulmak mümkündü ama 2007 yılı onun doğumunun sekiz yüzüncü senesine tekabül ettiğinden bu yılı seçildi.
Bu vesile ile onu daha iyi tanımak, tanıtmak, anlayıp anlatmak için Türkiye başta olmak üzere Amerika, Kanada, Japonya, Avustralya, İngiltere gibi pek çok ülkede anma toplantıları tertip edildi.
İstanbul, Konya, Nevyork, Meksiko, Cihago, Vatikan, Sidney, Tokyo, Yeni Delhi, Viyana, Londra, Paris gibi şehirlerde sahanın mütehassısları Mevlânâ’yı anlattılar, değişik milletlere mensup san’atçılar çeşitli dillere çevrilen Mesnevî’den bazı bölümleri seslendirdiler.
Kültür Bakanlığına bağlı Konya Türk Tasavvuf Müziği Topluluğu ve İstanbul Tarihî Türk Müziği Topluluğu değişik ülkelerde konserler verdi, Kültür Bakanlığının semazen grubu sema gösterileri yaptı.
Bilhassa Mevlânâ’nın vefat yıldönümü olan Aralık ayında Türkiye’de ve dünyada onu anan kuruluşlar daha da arttı. O büyük mütefekkir, tertiplenen toplantılarla, icra edilecek konserlerle, yapılan sema gösterileri ile yıl boyu dünya milletlerinin kültür gündemlerinde yer aldı.
Mevlânâ’yı anma faaliyetleri hiç şüphesiz bir yıla münhasır kalmayacak. Bu seneki kadar kesif olmayacak ama daha önce olduğu gibi bundan sonra da dünya çapında anılmaya devam edilecek.
Mevlânâ Yılı, İslâm âlemi ve Türk milleti açısından büyük bir başarı. Mevlânâ’nın örnek şahsiyeti; cezbenin, coşkunun, âhengin tezahürü olan sema hareketi ve eserlerinin muhtevasını teşkil eden san’at, sevgi, hoşgörü gibi beynelmilel değerler bu başarının kazanılmasında en müessir unsur oldu.
Asırlar boyu onun mihveri etrafında dönerek hayat bulan hânedan mensuplarının, muhibbânının, müridânının, san’atkârların, semazenlerin samimî gayretleri de Mevlânâ mefkûresinin, onun yaşadığı zamanı ve mekânı aşmasını sağladı.
Mevlânâ da babası gibi saraylardan uzak durup saltanat çevrelerinin iltifatlarına itibar etmemesine rağmen; oğlunun kurduğu, torununun teşkilâtlandırdığı tarikat, devlet ricaline yakın olduğu ve ‘havas tarikatı’ telâkki edildiği için ilim, san’at çevreleri ile siyasî merciler de bu kararın alınmasında mühim rol oynadı.
Zaten, Türkiye’deki faaliyetleri Kültür ve Turizm Bakanlığının tertip etmesi, yurt dışındaki organizasyonları da o ülkelerdeki büyükelçilerin, konsolosların yapması, hükümetin meseleyi sahiplenmesinin neticesidir.
Bütün bunlara, aralarında Müslümanların da bulunduğu UNESCO mensuplarının ilgisi de eklenince, Anadolu’nun mânevî ikliminde neşv ü nema bulan bir hareket, beynelmilel alâkaya mazhar oldu.
***
Bediüzzaman Yılı...
Şimdi sıra bunun ihdas, ilân ve ihyasında.
Zîra, Anadolu’da yetişen mümtaz simalardan biridir Bediüzzaman. O da İslâm’ı, imanı, insanı Anadolu’da tanıdı, ‘imanın insanı insan ettiği’ gerçeğini orada gördü ve imanı ihya edip insanı tekâmül ettirme mücadelesini de yine orada verdi.
“Ben Hicaz’da olsam buraya gelirdim” dedi, Van’da inzivada iken hükümetin, hakkında aldığı sürgün kararına kızıp onu Hicaz taraflarına götürmek isteyen talebelerine, dostlarına.
Sürgün hayatı yaşadığı Burdur, Isparta, Barla, Kastamonu gibi Anadolu şehirlerinde ve pek çok talebesi ile birlikte hapsedildiği Eskişehir, Denizli, Afyon hapishanelerinde Kur’ân’ı tefsir ederek asrın en müessir imanî ve içtimaî hareketi olan Nur hizmetini başlattı.
Risâle-i Nur Külliyatının telif edilmesiydi bu hareketin ilk merhalesi. Hükümetler yasakladığı hâlde, halkın her tehlikeyi göze alarak eserlere sahip çıkması, istinsah edip Anadolu’ya yayması da ikinci merhale.
Üçüncü merhalede ise Bediüzzaman, Ellili yıllarda yazdığı lâhika mektupları, takındığı siyasî tavırları ve yaptığı içtimaî faaliyetleri ile hizmetini tahkim ve tanzim etti.
Bunlarla da iktifa etmedi; zamanın zorluklarına ve zaruretlerine rağmen Amerika’ya, Avrupa’ya, Japonya’ya, Vatikan’a, Mısır’a, Pakistan’a, Mekke’ye, Medine’ye bazı Risâlelerini gönderdi ve hayatta iken hareketine cihanşümul bir intişar zemini hazırladı.
Vefatından sonra talebeleri Nur hizmetlerine aynı şekilde devam ettiler ve onun “Nur Şakirdleri mümkün olduğu kadar her yerde küçücük bir dershâne-i Nuriye açmak lâzımdır. Gerçi herkes kendi kendine bir derece istifade eder, fakat herkes her bir meselesini tam anlamaz. İman hakikatlerinin izahı olduğu için hem ilim, hem mârifetullah, hem huzur, hem ibadettir” sözlerinden hareket ederek vatan sathını dershâne-i nuriyelerle donattılar.
Ardından, her gün o dershanelerde ve evlerde muntazaman yapılan Nur Derslerinin yanı sıra; vefat yıldönümü vesilesiyle kasabaların, şehirlerin en büyük salonlarında Bediüzzaman’ı anlatan toplantılar yaptılar.
Sair zamanlarda Risâle-i Nur’un içtimaî meselelere getirdiği izahları anlatmak için her seviyeden insanın katıldığı seminerler, konferanslar, paneller, açık oturumlar, sempozyumlar tertip ederek Nur Hareketini millete mâlettiler.
Bu arada, kendilerinin çıkardıkları gazetelerle, dergilerle veya müessir oldukları mevkutelerle Bediüzzaman’ın şahsiyetini, fikriyâtını ve Risâle-i Nur’un muhteviyâtını anlatarak hem cemaatin fertleri arasında irtibat vesileleri ihdas ettiler, hem de memleketin kültür hayatını zenginleştirdiler.
Çeşitli vesilelerle yurt dışına çıkan Nur Talebeleri, gittikleri yerlere zarurî eşyaları ile birlikte Risâle-i Nurları da götürerek dünyanın pek çok yerinde yeni hizmet zeminleri teşekkül ettirdiklerinden zamanla bu faaliyetler, oraları da içine alacak şekilde genişledi.
Hizmetlerini anlatmak için yazılı, sözlü her türlü hitap unsurundan istifade eden ve bütün teknik imkânı kullanan Nur Talebeleri, bazı radyolarda Risâle okuyarak Bediüzzaman’ın radyo için söylediği “İnşallah bir zaman gelip radyo ile bütün âlemlere ders verilecek ve -Risâle-i Nur- ilân edilecektir” şeklindeki tesbitini tahakkuk ettirdiler.
Radyo vasıtasıyla yapılan Risâle-i Nur’u yayma çalışmalarını, çok geçmeden bilgisayar, teyp, video, CD gibi cihazlarla herkesin istediği zaman dinleyip seyretmesini sağlama çalışmaları takip etti.
Nihayet, tekniğin ulaştığı son merhale olan televizyon ve internet imkânları da Nur hizmetinin intişar vasıtaları arasına girdi ve bir çok televizyon kanalı ve internet sitesi ekranlarını Said Nursî’ye ve Risâle-i Nur’a açtı.
Şu anda sadece Bediüzzaman ve Risâle-i Nur üzerine yayın yapan bazı radyoların, televizyonların yanı sıra münhasıran onları insanlığa duyurmak maksadıyla açılan onlarca internet sitesi faaliyetlerine devam ediyor.
Böylece Bediüzzaman’ın, “Bütün zemin yüzünü bir meclis-i münevver, bir menzil-i âli ve bir mekteb-i imanî hükmüne geçirmeye vesile olan bu radyo nimetine bir şükür olarak, beşerin hayat-ı ebedîyesine sarf edilecek olan kemalât-ı tayyibe beşte dördü olacak” şeklindeki tesbiti de hızla gerçekleşiyor.
Bütün bunlar Bediüzzaman’ın, insanlığın gelişmesi, huzuru ve saadeti için en az Yunus, Mevlânâ, Balzac ve Birleşmiş Milletlerin adına yıl tahsis ettiği diğer şahsiyetler kadar hizmet ettiğini gösteriyor.
Zaten onlara, sadece adlarına tahsis edilen yılda yapılan faaliyetlerden çok daha fazlasının, Bediüzzaman için her sene yapılmakta olması ve bu vesile ile binlerce insanın İslâmiyeti seçmesi de ona duyulan sevginin tezahürüdür.
Bu itibarla ‘Bediüzzaman Yılı’ zaten dünyada her sene fiilen yaşanıyor.
Hâl böyle olunca yapılması gereken şey, bu gerçeğin beynelmilel kuruluşlar tarafından da tescil edilmesidir. Bunun yolu da UNESCO’nun gelecek yıllardan birini ‘Bediüzzaman Yılı’ ilân etmesinden geçmektedir.
Aslında bunun için ilk teşebbüsü vatan ve millet adına hükümetin yapması gerekir. Kültür Bakanlığı, hükümeti temsilen böyle bir teklifte bulunduğu takdirde Said Nursî’nin, “Gelecek yakın bir zamanda bu vatan, bu millet ve bu memleketteki hükümet, âlem-i İslâm’a ve dünyaya karşı gayet şiddetle Risâle-i Nur gibi eserlere muhtaç olacak; mevcudiyetini, haysiyetini, şerefini, mefahir-i tarihiyesini onun ibrazıyla gösterecektir” sözleri de tahakkuk etmiş olur.
Hükümetler açısından, Bediüzzaman’ın geleceğini söylediği ‘yakın zaman’ daha gelmemiş olmalı ki, devlet ricalinde ve hükümet erkânında henüz böyle bir teşebbüs temayülü yok.
Onun için bu iş de yine Nur Talebelerine, Risâle-i Nurlar sayesinde imanlarını kurtaran dostlarına veya onun fikir muhitinde yetişen din, ilim, edebiyat, san’at ve siyaset adamlarına kalıyor.
Dünya kültür hazinesine kazandırılmak istenen kişilere tahsis edilecek yıllar seçilirken, o şahısların doğum ya da vefat yıldönümlerinin, asır başlarına veya sonlarına denk gelmesi esas alındığından ‘Bediüzzaman Yılı’ ilân edilmesi için en münasip zaman, onun doğumunun 133. senesine de tekabül eden ve vefatının ellinci yılı olan 2010 yılıdır.
Böyle bir teşebbüsün tahakkuk edebilmesi için müteşebbislerin önünde iki sene var. Eğer bu zaman içinde bir yandan mutad faaliyetler devam ederken diğer yandan gereken evraklar hazırlayarak Birleşmiş Milletlere müracaat ederlerse ‘Bediüzzaman Yılı’na doğru giden yolda yürüyüş başlamış olur.
Şurası muhakkak ki, Birleşmiş Milletlerin veya benzer kuruluşların adına yıl ihdas etmesi, Bediüzzaman Said Nursî’ye pek bir şey kazandırmasa da insanlığa çok şey kazandıracaktır.
Zira insanlık, bugün yeryüzünü beşerî zaafların kanlarından, kinlerinden, ihtiraslarından temizleyip bütün milletleri içine alacak umumî ve daimî bir barışa, kardeşliğe her zamankinden daha çok muhtaçtır.
Bunun kaynağını gösterip müjdesini veren âlim de Bediüzzaman’dır:
“Eğer başına çabuk kıyamet kopmazsa, hakaik-ı İslâmiye, beşeri esfel-i safilîn derece-i sukutundan kurtaracak ve ruy-u zemini temizleyip sulh-u umumiyi temin etmeye vesile olacaktır.”
16.12.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
‘Sarsılmaz ittifak’ |
|
NEI (Amerikan İstihbarat Raporu) ile İran ile Amerikan ilişkilerinin geleceği daha da karmaşık veya belirsiz hale gelmiştir. En azından İran’a yönelik bir darbe ihtimali zayıflamıştır. Buna mukabil, ABD ile İran arasında pazarlık marjı artmıştır.
Öte yandan, Annapolis Konferansına iştirak üzerinden Suriye ile, ABD yakınlaşması sağlanırken buna mukabil, İran-Suriye cephesinin ve ittifakının geleceğine gölge düşmüştü. İşte bu söylentileri ve beklentileri boşa çıkarırcasına Beşşar Esad, el Hayat gazetesine bir değerlendirmede bulundu. İran-Suriye ilişkilerinin sarsılmaz olduğunu söyledi. Aslında, bu açıklama ‘tahsilu hasıl’ kabilinden bir açıklama. Kolay kolay Suriye-İran ilişilerinde bir değişme sözkonusu değil. Taktik ilişkiler zaman zaman değişse bile aralarındaki stratejik zemin kolay kolay değişir gibi değil. Zira bu ilişkiler İran devrimiyle birlikte kuvveden fiile çıktı. Tarihi bir menfez buldu.
Baba Esad aradığını İran’da, İranlılar da Esad Suriye’sinde buldu. 30 yıl boyunca bu istisnaî ilişkiler iki ülkenin çıkarlarına da hizmet etti ve dış tehditlere karşı onları güçlü kıldı. Bundan dolayı taraflardan birisinin bu ilişkiden ve bağdan vazgeçmesi eşyanın tabiatına aykırı olurdu. Bu vazgeçilmez ilişkilerin tabiatını ne teşkil ediyor? Daha doğrusu vazgeçilmeyecek şekilde iki ülkeyi biraraya getiren sır nedir? Meselâ neden Mısır ile İran değil de Suriye ile İran? Bu sorunun galiba tek bir cevabı var. Bu cevap Ürdün Kralı Abdullah II’nin Irak işgalinden sonra yaptığı bir tanım veya tesbitte yeralıyor: Teşekkül safhasındaki Şiî üçgen.
Irak’ın işgalinden sonra bölgede Şiî bir üçgen kuruluyor. Bu üçgenin bir tarafında İran var, öbür ucunda ise Suriye. 1979 yılında başlayan bu zincire yeni halkalar ekleniyor. Irak zincire katılan yeni halkayı temsil ediyor. Bu zincirin en zayıf halkalarından birisi ise Lübnan. Suriye’nin Lübnan’dan atılmasıyla birlikte İran nüfuzu da zora girdi. Bundan dolayı Lübnan’ın iki Nasrallah’ından Maroni Patriği Nasrullah Sufeyr, Lübnan ordusunun güçlü adamı François El Hac suikastının arkasında bu sarsılmaz ittifakın yeraldığını ileri sürdü. Büyük ihtimalle de bu tesbit yerinde bir tesbit. Bush da suikasttan sonra bir kez daha Suriye rejiminden Lübnan’dan uzak durmasını istedi ama nafile. Dolayısıyla bu ittifaktan iki taraf da kârlı. Değiştirme gibi bir niyetleri de yok. Bundan dolayı, Beşşar Esad Annapolis’in hemen akabinde en üst seviyede Tahran’la biat tazelemeye gitti. Arapların ‘cefa’ dedikleri uzaklık iddialarını yalanladı ve reddetti. Suriye-İran ittifakını sarsılmaz ve vazgeçilmez (unshakeable) olduğunu söyleyen Beşşar Esad, her halukârda İran’la beraber olacaklarını ve hiç bir şartın kendilerini İran’la ittifaktan vazgeçiremeyeceğini söyledi. Bu ittifak çoklarının da ifade ettiği gibi, aslında, Şiî üçgenin ayrılmaz bir parçası. Her ne kadar Suriye rejimi kendisini Şiî olarak tanımlamıyorsa da aralarına taife akrabalığı olduğu söylenebilir.
***
Esat iki ülkenin ortak endüstri porjelerinin açılışında yaptığı değerlendirmede İran ve Suriye ilişkilerinin hiçbir zaman zayıflamayacağını söyledi. Oysa ki Arap ülkeleri ayrı koldan ABD ve İsrail ayrı koldan Suriye’yi İran mihverinden ve cephesinden uzaklaştırmaya çalışıyorlar. Arap ülkeleri kendi açılarından ve zaviyelerinden İsrail ve ABD ise kendi zaviyesinden ittifakın küçük ortağı Suriye’yi iğra ve teşviklerle (incentives) İran ekseninden koparmaya ve ‘yola getirmeye’ çalışıyorlar. Ama bugüne kadar muvaffak olamadılar. Belki de Suriye bunun için daha ağır bedel veya mükâfat istiyor olabilir. Müşterek ve ortak otomobil fabrikasının açılışında yaptığı konuşmada Beşşar Esad bu çağrılara ve girişimlere meydan okurcasına şunları öylüyor: “Bu fabrikanın açılış münasebetiyle söylentilere karşı birlik ve beraberlik mesajı vermek istiyorum. Bu münasebetle teyid etmek isterim ki, ilişkiler hiçbir kaydu şart altında gerilemeyecek ve sarsılmayacaktır...”
Her ne kadar Suriye ile İran arasındaki ticarî münasebetler düşük seviyede olsa da İran bugüne kadar Suriye’de azımsanamayacak bir hacimde; 2 milyar dolarlık bir yatırım yapmıştır...
***
Tarihî perspektiften değerlendirdiğimiz zaman Suriye ile İran ilişkileri Memlüklüler ile Safeviler arasındaki ilişkilerin mahiyetine ve karakterine benziyor. Her ne kadar farklı yönleri olsa bile taifi bir ittifak olarak görünüyor. En azından Ürdün Kralı Abdullah II’nin tanımının içine giriyor. Dolayısıyla bu ittifak ABD ve İsrail karşı çıktıkları için değil bölgesel dinamikler ve yerleşik normlar açısından da kolay kolay kabul edilebilir bir durum değildir. Tarihin dokusuna ve kimyasına da aykırı. Anakronik bir durum.
16.12.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
İsmail BERK |
Resulullah’a (asm) koşmak |
|
Kendi önüne atılırcasına koşar adım Ona gitmek, edeben geri durup, kalben ve hissen bedenin önüne düşmek ve “Yâ Resûlullah! Kabul buyur bizi!” demek, bunu dedirtecek an ve saadete erişmek, dünyanın geride kaldığı en ulvî haz ve lezzettir.
Çünkü, bütün kâinat Onunla yaşıyor. Ona dahil oluyor. Onunla hayat buluyor. Bu mevcudat kafilesine dahil olmak, bu insanlık kervanına müdavim olmak, bu ebedler ebedi yolculuğa katılmak, elbette şereflerin en büyüğü, hatıraların en azizi ve liyâkat kesbetmenin en müstesnasıdır.
Geriden de olsa, koşup yetişmek, izini bulmak, yoluna revan olmak, kadrine ulaşmak, kokusunu hissetmek, Onun izini ve yüzünü gösterecek tecellîlere bakmak, tefekkür etmek, doyumsuz anlara açılmak, gerçekten kudsiyetin terbiye edici vasfıyla Allah’ın bir lütfü ve hidayet nimetinin bir tezahürüdür.
Kâinat, inşa edilmeden ibdasını yaşarken, hatta öncesinde ruhlar âleme teşrif etmeden, Kâinatın Sahibi, Onun adına ve hatırasına halk etmişti her şeyi. Her şey Onun hürmetine yaratılmıştı. Son gelen, en evvel düşünülmüştü.
Kâinatın meyvesi ve insanın ise, en şerefli temsilcisiydi. Onunla anılan bir rahmet vardı. Âlemlere rahmetti. Kâinatın şefkat kolları, Onun “Ümmeti! Ümmeti!” diyen kucağındaydı.
Kâinat, Onun hatırına yaratılmıştı. Görevini yapmak üzere, Onun doğumuna hazırlanıyordu. Onu karşılamaya, kâinat diliyle Ona “Hoş geldin” demeye çalışıyordu. Hikmet ehlinin gözünden kaçmayan bu harikalar, istikbalin nübüvvet mührünü taşıyacak zâta bir hürmetti, bir ihtiramdı, bir mukabele idi, hususî bir karşılamaydı.
Hazreti Hacer ve oğlu İsmail’e verilen zemzem nimeti, o bölgeye hayat katmıştı. Zamanla Yemen’den gelen Cürhüm kabilesi, Zemzemle birlikte inşa edilen Kâbe’ye zarar verince, Allah’ın gadabı şiddetli olmuştu. Cezalarını çekmişlerdi. Zemzem suyu, gelen sellerle birlikte kaybolmuştu.
Dede Abdulmüttalip, üç asır sonra rüyadaki müjde ve tavsiye ile zemzemin yerini bulmuş, Cürhümlülerin eşyalarını ve altınlarını gömdükleri kuyuyu açmış ve zemzem bereketi, Mekke’yi tekrar canlandırmıştı. Bulunan altından put, Kâbe’nin onarımına harcanmıştı.
Kâinat, yeniden doğacak masum toruna ve bunu hisseden Mekke reisi Abdullmüttalip’e rehberlik ediyordu.
Kâbe’yi tahrip etmek isteyen, Mekke’yi boşalttırıp, cazibe merkezi olmaktan çıkarmak isteyen, Bizans İmparatorluğundan aldığı destekle Kulleys Kilisesini şatafatla inşa eden ve Kâbe’yi nazardan düşürmek isteyen Yemen valisi Ebrehe’nin saldırısı da, kâinatın yeni bir hazırlığıydı Resûlullah’a (asm).
Zira, Habeş kralının dillere destan Mahmut isimli büyük fili, Mekke girişinde yürümemeye başlamış. Daha doğrusu, geriye, sağa-sola giden filin Mekke’ye yönelmemesi, kâinatın bir ikazıydı Ebrehe’ye ve eblehlere.
Bunu anlayamadılar, ebabil kuşları üzerlerine taşlar yağdırdı. Gagalarında ve ayaklarında tuttukları taşlarla “Bomba”lar yağdırdılar. Taş bombaları, akabinde kuvvetli bir yağmur ve sel, alıp götürdü bütün kirleri ve kapıya dayanan zulmü.
Fil Sûresinde, “Onların tuzaklarını boşa çıkardı mı?” denir. Onları perişan eden sonuca işaret eder.
Kâbe, Hazreti İbrahim’in hanif dinini devam ettiren nezih bir çizgiye, saf bir sülûka yol veriyordu. Onu devam ettirecek son peygambere hazırlık yapıyordu.
Onun doğumuna 54 gün kala, Kâbe Abdülmuttalib’in himayesinde torununa, Peygamberimize hazırdı.
Abdulmüttalip, Mekke’yi işgal etmeye ve Kâbe’yi yıkmaya çalışan Ebrehe’den develerini iade etmesini isterken, Kâbe’nin müdafaasını yapmadığı için alaya maruz kaldığında ve küçümsendiğinde; “Ben, sahip olduğum develer adına konuşuyorum. Kâbe’nin sahibi ise Allah’tır” demişti.
“Kâbe’yi bana karşı kimse koruyamaz!” diyen Ebrehe’ye en manidar sözü söylemişti: “Onu korumak Allah’ın işidir. İşte sen, işte Allah!” hiddetinde bulunmuştu.
Kâinatın sahibi olan Allah, Hazreti Ademle ilk inşası yapılan Kâbe’yi korumuş, Habibine hazırlamıştı.
Kâbe, 1400 yıl sonra, aynı heyecan, ruh ve mânâ ile Ebrehe’lerden korunmuş bir hususiyette ziyaret edilmekte ve Hac mevsiminde ibadetlerin mertebece en küllîsi ile emaneti korumaktadır.
Bu günler, Hac şuurunda idrak gerektiren bayram arefesi.
16.12.2007
E-Posta:
[email protected].
|
|
Faruk ÇAKIR |
‘Karanlık dünya’ neresi? |
|
Brüksel’de toplanan, Avrupa Birliğine üye ülkelerin devlet ve hükümet başkanları zirvesinin sonuç bildirisinden, Türkiye’nin memnun olmadığı ortada. Bildiride, Türkiye’den ‘tek cümle’ ile bahsedilmesi ve üye ülke temsilcilerinin Fransa’nın baskısına boyun eğildiği intibaının uyandırılması da can sıkıcı.
Türkiye’nin ilerlemeye çalıştığı AB yolu, hep inişli ve çıkışlı oldu. Kimi zaman ipler gerildi, kimi zaman ‘zafer’ ilân edilecek başarılı hamleler yapıldı.
Türkiye’nin AB’ye üyeliği konusunda, Avrupa ülkelerinde de tam bir görüş birliği yok. Aleyhte olanlar olduğu gibi, Türkiye’yi hararetle savunan siyasetçiler de var. Hatta bazı Avrupalı siyasetçiler, Türkiye’de siyaset yapanlardan daha fazla ‘Türkiye dostu’ imajı çiziyorlar.
Ancak AB zirvesinde alınan son karar, Türkiye’deki siyasetçileri ve işadamlarını da etkilemiş görünüyor. İşadamları, son yıllardaki ihmallerin hesabını sorarken, siyasetçiler de ‘eksiğimiz varsa tamamlarız, AB yolundan dönüş yok’ mesajı vermeye başladılar.
Şu bir gerçek ki, hükümet son aylarda AB konusundaki reformları iyice yavaşlattı. Bunun için belki makul ‘bahaneler’ vardı, ama artık seçimler de geride bırakıldığına göre hızlanmak gerekiyor.
AB zirvesinde alınan kararın medyaya yansıması da garip. Bazı yazarlar, tümden ümitsizliğe kapılarak, AB kapısının kapandığını ileri sürüyorlar. Elbette ‘kriterler’ yerine getirilmeden AB üyesi olma imkânı yok. Ancak bu ‘kriter’leri yerine getirmek imkânsız değil.
Bazı siyasetçiler de “Bizim hedefimiz AB standardına ulaşmak. Üye olmasak da olur” diyorlar. Prensip olarak bu ifade doğru olsa da, ‘üye olmasak da olur’u akla getirdiği için doğru değildir. Tabiî ki maksat AB standartlarına ulaşmaktır. Ama bunun AB üyeliği yolunda adım adım ilerlemeden temin edilmesi mümkün müdür?
Geçmişte Başbakan da “Kopenhag Kriterlerini Ankara Kriterleri yapar, yolumuza devam ederiz” demişti. Ama gelişen hadiseler “Ankara Kriterleri”nin “Kopenhag Kriterleri”ne hiç benzemediğini de ortaya koymuştu. O halde, kulağa hoş gelen sözlere ve beyanlara fazla itibar etmemek gerektiğini hatırlamak lâzım.
Türkiye’nin AB üyesi olmaması halinde ‘Doğu’ya döneceğini ve bu yönün de ‘karanlık’ olduğu iddia edilmektedir, ki bu, tâ Türkiye gerçeğini okuyamamak olsa gerek. Ekonomik konularda isabetli yorumlar yapan bir yazar, bu konudaki yazısını şöyle noktalamış: “Elveda Avrupa... Selamünaleyküm karanlık dünya!” (Güngör Uras, Milliyet, 15 Aralık 2007)
“Selâm” ile “karanlık dünya”nın bir arada zikredilmesi çok yanlış bir değerlendirme olsa gerek. Çünkü ‘selâm’ aynı zamanda ‘barış’ demektir ve hiçbir zaman ‘karanlık dünya’ ile bağdaşmaz. Yani, eğer Türkiye AB’ye üye olamayacaksa, bunun sorumlusu ‘selâm’ değil, olsa olsa selâmdan ürkenler olabilir.
Dolaylı olsa bile “İslâm ülkeleri”ni karanlık görmek ve bunun sorumluluğunu da “din”e, “selâm”a yüklemek dünya gerçekleriyle de bağdaşmaz. Böyle düşünenler, “selâm”la sabahların kesildiği “tek parti” devrinin hiç muhasebesini yapmazlar mı? Madem o kadar ‘ilerici’ydiler, niçin o yıllarda Türkiye’yi Avrupa ülkeleri seviyesine ulaştırmadılar? Yoksa öyleydi de Türkiye demokrasiye geçtikten sonra mı ‘geri’ye gitti?
Asıl ‘karanlık dünya’ gerçeklerin karartıldığı yerlerdir. Ümitsiz değiliz, ‘selâm/barış’ dolu günler yakındır inşallah.
16.12.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mehmet KARA |
“Gel ananın, babanın yanına…” |
|
Güneydoğu’da terörlü mücadele kar ve soğuğa rağmen devam ederken, “pişmanlık yasası” olarak isimlendirilen çalışmalar da Türkiye’nin gündeminde. Başbakan Tayyip Erdoğan’ın 2. AB-Afrika Zirvesine katılmak üzere Lizbon’a giderken açıkladığı “PKK’yı dağdan indirme plânı” günlerdir tartışılıyor.
Erdoğan bu açıklamanın öncesinde bu çıkışının ilk işaretlerini partisinin il başkanları toplantısında vermiş, “Biz, dağa çıkışı engellemek ve dağda da bu kanlı teröre karışmamış, bulaşmamış olanlara da ‘gel ananın, babanın’ yanına…” demişti. Başbakanın bu sözleri “eve dönüş yasası” hazırlığı olarak değerlendirilmişti.
* * *
Gelişmeleri özetlersek bazı soruların olduğunu görebiliriz.
Konu geçtiğimiz haftanın gündemini belirlerken, tepkiler birbiri ardına sıralanmıştı. Meclis içinden CHP, MHP ve DTP girişimi eleştirirken, Meclis dışından sadece SHP destek verdiğini açıklamıştı. MHP “Teröristlerin önünde diz çökmek”, CHP “aymazlık”, DTP ise “uygulayamazlar” diyerek tepki göstermişlerdi. Hem CHP hem de MHP’nin geçmişte hükümet ortağı oldukları dönemde 4 tane pişmanlık yasası çıkardıklarını unutmamak gerekir. Birçok aydın ise bu girişimi desteklediklerini gerekçeleriyle birlikte açıklamışlardı.
Başbakanın ortaya attığı düzenleme de neler olduğu bile söylenmişti. Kısa sürede yürürlüğe sokulması öngörülen düzenlemeyle, PKK’nın büyük oranda çözülmesi hedeflendiği, dağa çıkışı önlemeye yönelik sosyal politikalar üretileceği, dağdan inişi hızlandırmak üzere yasal düzenlemeler yapılacağı bile yazılıp çizilmişti.
* * *
Bütün bunlar yazılıp çizilirken, Erdoğan’ın yeni bir yasanın çıkabileceğini söylediği de belirtilmişti. Hatta onun ağzından “Evet, yeni bir yasa çıkartılabilir. Birçok boyutuyla ele alacağız. Ona göre hazırlıklarımızı yapacağız. En yüksek verimi nasıl elde ederiz, bunu nasıl bir yasayla sağlayabiliriz, ona bakacağız” diye yazılmıştı.
Üstüne üstelik Erdoğan, “Bu çalışmaları Türk Silahlı Kuvvetleri ile yürütüyoruz” demişti. Ancak Hükümet sözcüsü Cemil Çiçek, Bakanlar Kurulu’nun ardından yaptığı açıklamada bu konuda bir girişim olmadığını dile getirmiş, peşinden de Erdoğan açıklama yaparak, yeni bir yasal düzenlemenin kesinlikle gündemde olmadığını söyledi. Erdoğan, söylediklerinin sadece, TCK’nın 221. maddesinin güncelleştirileceğini ve yapılan çağrının sadece insanî bir çağrı olduğunu açıkladı.
Şunu da burada hatırlamakta fayda var. Başbakan’ın bu çıkışı DP Genel Başkanı Mehmet Ağar’ın geçtiğimiz yıl Mardin ve Diyarbakır’da yaptığı “Dağda silâhla gezeceklerine, düz ovada siyaset yapsınlar” sözlerini hatırlatmıştı. O zaman başta Erdoğan olmak üzere AKP sözcüleri sert bir şekilde bu sözü eleştirmişlerdi…
* * *
Bu konuda yapılan son açıklamalar bir tavır değişikliği mi, yeni bir gelişme mi bilemiyoruz? Ya da Genelkurmay Başkanı Org. Yaşar Büyükanıt’ın “PKK/Kongre-Gel Terör örgütüne yönelik ideolojik ve ekonomik desteğin kesilmesi” konulu sempozyumun kapanış konuşmasında “Terörde iç destekle dış destek birbirini tetikliyor. Terör hem siyasallaştı hem legalleşti” sözleri mi etkili oldu, bilemiyoruz. Burada Erdoğan’ın “Bu çalışmaları Türk Silahlı Kuvvetleri ile yürütüyoruz” sözlerini de tekrar hatırlamakta fayda var.
Ancak Büyükanıt’ın dikkat çektiği bir husus vardı ki, dikkatle incelenmesi gerekir. Büyükanıt, “Biz ortaya çıkan terör mücadelesinde insan hakları, demokrasi, özgürlükler ve barış gibi bazı değerleri elimizden kaçırdık. Bunlar bize silâh olarak geri döndü. Bu kavramlar elimizden çıktığı için şimdi bunlara karşı kendimizi savunmaya çalışıyoruz. İnsan haklarını dikkate almayan, barıştan nefret eden bir ülke gibi gösteriliyoruz. İşte biz bu psikolojik harekâtı elimizden kaptırdık…”
İşte mesele burada düğümleniyor.
* * *
Terörle mücadele edilirken bu tür girişimlerden geçmişte sonuç alınmamış olmasına rağmen konu iyi tahlil edilip, geçmişten ders alınıp çalışmalar yapılırsa sonuç alınabilir. Şurası da bir gerçektir. Yıllardır görüldü ki, sadece silâhla mücadele terörün bitmesine yeterli olmuyor.
Öte yandan bu yasa (TCK, 221) güncellense de altı doldurulmadığı sürece diğer yasalar gibi neticesiz kalır. Bunun için bölgenin ekonomik, kültürel, sosyal yapısı göz önüne alınarak ciddî, kalıcı politikalar üretilmeli, terör örgütünün istismar sahaları yok edilmeli, dağa çıkışı önleyecek tedbirler alınmalıdır. Yani, demokratik açılımlar sağlanmalıdır.
Özetle önce devlet millet kucaklaşması sağlanmalı, ardından yasalardan sonuç beklenmeli…
16.12.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
İmtihanın çetini |
|
Hayat bir imtihan… Her halimizle imtihan olunuyoruz. Varlıkla, yoklukla…
Varlık şükrü, yokluk da sabrı gerektirir. Şükreden de, sabreden de kazanır.
Ne nimetler şımartmalı, harama sevk etmeli, helâl ve meşrû daireyi taşırtmalı; ne de yokluklar şikâyete, isyana, sabırsızlığa götürmelidir. Makam, mertebe arttıkça imtihan da büyür. İnsanlar büyükleri ölçüsünde imtihanlara maruz kalırlar.
Evet, büyüklerin imtihanı da büyüktür.
Bir Hz. İbrahim’i, bir Hz. Eyyüb’ü, bir Efendimiz Hz. Muhammed’i (a.s.m.) düşünün. Az mı çile çekmişlerdi?
Kur’ân, Enfal Sûresinin 28. âyetinde, “Bilin ki mallarınız ve çocuklarınız ancak birer imtihandır” buyuruyor.
İşte Hz. İbrahim’in zorlu imtihanı! Kendisiyle eşi Sare’nin yaşları oldukça ilerlemiş, buna rağmen hayrü’l-halef olacak, hizmetlerin sürdurecek bir evlâtları olmamıştı. Çok arzu ediyorlardı. Yaşları ilerlemiş olabilirdi; olsundu. Verecek Allah değil miydi? Herşeyin sahibi, gücü sonsuz olan Allah’tan istiyorlardı.
Evlât arzusu içlerini o kadar sarmıştı ki Hz. İbrahim, onu Allah için kurban edeceğini bile söylemekte tereddüt etmemişti.
Hanımı Sare büyük bir fedârkârlık gösterip hizmetçileri Hz. Hacer’le evlenmesini teklif etti Hz. İbrahim’e. Evlendiler, Cenâb-ı Hak da onlara Hz. İsmail’i ihsan etti.
Ne var ki önceleri rıza gösteren Sare sonraları dayananamamış, anne-oğulun kendilerinden uzak bir yere götürülmesini istemişti. Hz. İbrahim de—sır ve hikmetleri sonradan anlaşılacağı üzere—vahye dayanarak bir meleğin kılavuzluğunda onu Mekke’ye götürmüş, bugünkü Kâbe’nin bulunduğu yere, zemzem kuyusunun yanına bırakmıştı.
O zamanlar ıpıssız olan bu yerler Hz. İbrahim’in duası bereketiyle emniyetli bir belde olmuş, Hz. Hacer’le oğlu başta zemzem olmak üzere çeşitli nimetlere mazhar olmuşlar, kalbler onlara meyletmiş, yalnızlıktan kurtulmuşlardı.
Hz. İbrahim ara sıra Mekke’ye geliyor, delikanlılık çağına gelen oğluyla dağlara gidiyor, odun, v.s. topluyorlardı. Günlerden Zilhacce’nin sekizinci günüydü. İşte Hz. İbrahim çetin imtihanlardan birine daha o gün muhatap olacaktı. Cenâb-ı Hak ona rüyasında verdiği sözü hatırlatıyor, oğlunu kurban etmesini istiyordu.
Acaba bu rüya Rahmanî miydi, şeytanî miydi? Karar veremedi önce Hz. İbrahim. Rüyayı peşpeşe üç defa görünce sözünü hatırladı ve oğlunu kurban etmek üzere dağa götürdü.
İşte büyük imtihan o andan itibaren başlıyordu. Hem Hz. İbrahim, Hz. Hz. Hacer, hem de Hz. İsmail’i içine alacak şekilde.
Bakalım neler yapacaklardı?
İnşaallah konuya yarın devam edelim.
16.12.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Lüks otomobillere değil, ümit ve şevke binmek! |
|
Hizmet için, lüks otomobillere, uçaklara değil, aşk ve şevke binmek gerekir. Zira, Müslüman fertleri, aileleri, cemaatleri tembellik/uyuşukluk zindanına atan sebeplerin başında en şiddetli düşman olan yeis (ümitsizlik) ve şevksizlik gelir. Ümit ile şevkini kaybeden, dünyanın en güçlü, en varlıklı insanı da olsa, bir varlık gösteremez. Çünkü, hedefe ulaştıran binek; aşk, şevk ve ümittir.
Bu kavramların tahliline, “Atalet-i mutlaka (mutlak tembellik, hareketsizlik, uyuşukluk) nedir?” sorusuna cevap bularak başlayalım.
- Atalet; ölümün biraderi (kardeşi),
- Ademin ammizadesi (yokluğun amcaoğlu)
- Vücut içinde adem (varlık içinde yokluk)
- Hayat içinde mevttir (ölümdür).1
Hayat bir faaliyet ve hareket; şevk ise, bineğidir. Otomobilleri, makineleri çalıştıran yakıt ve elektrik enerjisidir. Yakıtsız bir makine çalışmadığı gibi, şevki sönen bir insanın da Allah yolunda cihad etmesi (İslâmı anlaması, yaşaması ve yayması) beklenemez.
İnsan heyecanlı ve hareketli bir yapıya sahiptir. Olumlu veya olumsuz, mutlaka bir şeyle meşgul olacaktır. İşte yeis, heyecan ve hareketi öldürür; tembellik bataklığına atar; yolu keser, mânevî gücü kırar.
Toplum hayatını alt üst eden yeis, ferdi, içinde yaşadığı toplumu düşünmekten koparıp, şahsî menfaatlerine yöneltir. Ümitsizlik; karamsarlık, kötümserlik gibi bütün olumsuzlukların kaynağıdır. “Battı balık yan gider” dedirtir. Böylece gelişmenin, olgunlaşmanın, mükemmelleşmenin engeli, en dehşetli virüsü olur.
Ümitsizliğin psikolojik dayanağı, acizlik ve korkudur. Bu da hayatı anlamsız yapar, azaba çevirir ve çekilmez kılar. Aslında ümitsizlik, bir anlamda, zımnî olarak rahmet-i İlâhîyi de itham etmek gibidir. “Şirk-i hafî” (gizli şirk) kokusu taşıyor. Yani, Allah’ın sonsuz gücüne, yardımına, esirgeyicilik ve bağışlayıcılığına güvensizliktir. Zira, ümitsizlik, Allah’a iman zaafını işmam ediyor, çağrıştırıyor. Yani, “Ey Allah’ım, artık öyle bir perişan haldeyiz ki,—hâşâ—‘Sen bile kurtaramazsın!’” gibi fasit ve dehşetli bir sonuç çıkıyor! Halbuki kâinatın Yaratıcısı ve Yöneticisi; Kadir-i Mutlak, Rahim-i Mutlak, Ganiyy-i Mutlak ve Hakim-i Mutlak’tır. Elbette böyle bir Rabb-i Rahîme inanan bir Mü’min, asla ümitsizliğe düşmez. Üzüntüsü yeise dönüşmez.
Mü’min, ümitsizlik düşmanına karşı, “Ümidinizi kesmeyin”2 kılıncını kullanmalı. Bunun yanında Kur’ân’da doğrudan, yahut dolaylı olarak yüzlerce âyet-i kerîme ümit ve şevk aşılarken, ümitsizlik kapılarını kapattığını hatırlamalı. Unutmamalı ki, İslâm tarihi boyunca Müslümanlara ilimde, fikirde, hukukta, mimaride, sanatta, kısaca medeniyette büyük icat ve keşifler yaptıran; 1750’li yıllardan sonra da ecnebîleri aynı ruh ile çalıştıran haslet ümittir.
Şu noktayı da karıştırmamak gerekir: Üzüntü başka bir şeydir, ümitsizlik başka bir şey. İnsan olmak hasebiyle üzülürüz, endişe ederiz vs. Ancak hangi şart ve durumlar olursa olsun, ümitsizliğe düşmeyiz, düşemeyiz.
Dipnot: 1- Muhakemat, s. 71.; 2- Kur’an, Zümer, 53.
16.12.2007
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
Hüseyin GÜLTEKİN |
Para ve kariyer üzerine kurulan evlilikler |
|
Okulunu başarıyla bitirmiş, oldukça gözde, iyi bir iş yerinde hatırı sayılır bir maaşla işe başlamıştı Aysel Hanım. İş yerinde şimdilik de örtüsüne, kılık-kıyafetine ses çıkaran kimseler olmadığndan Aysel Hanım istediği kıyafetle işine gidip geliyor, huzur içinde çalışıyordu.
Okul hayatı süresince Aysel Hanım, dinî hizmetleri gaye edinen insanlarla tanışmış, onlarla beraber aynı mekânlarda kalmış, önceleri öylesine bir dinî yaşantının yerine küçümsenmeyecek bir inancın sahibi olarak hayata atılmıştı.
Şimdi artık Aysel Hanımın işi vardı, maaşı vardı. Fizikî yapısı, hüsn-ü sûreti de fena sayılmazdı. Bir çok insan artık ona imreniyor, ona gıpta ile bakıyordu. Bu yönüyle evlenmeyi düşünen, bu noktada bir arayışın içinde bulunan bir çok genç, Aysel’in ebeveynini çoktan rahatsız etmeye başlamışlardı artık.
Tekliflerden usanan ve artık bıkkınlık derecesine varan istemelere bir son vermek için anne-baba önce durumu kendi aralarında istişare ettikten sonra durumu açıkça kızlarına açmaya karar verdiler.
Beraberce akşam yemeği yenilip, günün yorgunluğu atıldıktan ve Aysel, çayları demledikten sonra, bir taraftan çaylar içilirken, bir taraftan da işin sözcülüğünü üstlenen anne söze başladı: “Güzel kızım, çok şükür okulunu bitirdin, işe başladın, iyi bir gelirin var... Bütün bunlar bize de, sana da mutluluk veriyor değil mi? Bizim için de senin için de bundan iyisi olamaz. Ama doğrudan seni ilgilendiren, bizim için de önemli bir beklenti ve mutluluk olan evlenip bir ev bark sahibi olmanı baban da, ben de sabırsızlıkla bekliyoruz. Bu konuda bu güne kadar sana hiçbir şey söylemedik. Ama isteyenlerin o kadar çoğaldı ki... Her gün heryerden teklif geliyor. Bu durum bizi rahatsız ediyor. Son söz senin olacağı için gelenlere bu güne kadar bir şey diyemedik. Bunların içinden doğrusu dini diyaneti yerinde olan, hatta senin gibi, bizim gibi aynı dâvânın müdavimlerinden olan beğendiğimiz gençler de var... Ama dediğim gibi sana sormadan bir şey diyemedik. Az daha unutuyordum, seni isteyenlerden birisi de sizin orada şef olarak çalışan Ahmet Bey diye birisi...” Burada Aysel, araya girerek, annesine: “Ahmet Beyin teklifine ne dediniz?” deyince, annesi: “Kızım, hiç tanımadığımız adam için ne diyebiliriz ki? Yalnız öğrendiğimiz kadarıyla adam oldukça zengin ama dinî yaşantısı çok zayıf. Her neyse kızım, son söz senin, gecikmeden bir karar vermelisin artık.”
Aysel anlatılanları iyice bir dinledikten sonra, şöyle bir düşündü. O, annesini babasının istek ve arzularını çok iyi biliyordu. Nihayetinde evlenecek olan kendisi olduğu için, bu konudaki asıl düşüncesini ve niyetini söylemeye karar vererek söze başladı: “Bütün çabalarınızın benim huzur ve mutluluğum için olduğunu çok iyi biliyorum. Benim yüzümden bu güne kadar giriftar olduğunuz sıkıntıları ve üzüntüleri de biliyorum. Bu konuda beni affedeceğinizi bekliyorum. Ve yine affınıza sığınarak bu konudaki niyetimi ve isteğimi söylemek istiyorum. Çok çeşitli çevrelerden evlenme teklifiyle karşılaşmam sizi de, beni de zor durumda bırakıyor. Belki de işimin ve maaşımın oluşu bunlara sebep oluyor. Düşünüyorum bu güne kadar ben dinimi öğrenerek ve yaşayarak geldim. Belli bir hedefim ve şerefli bir dâvâmın olduğunu da biliyorum. Bana evlenme teklifinde bulunanlardan benimle aynı dâvâya inanan ve o yolda hizmette bulunan takdire şayan insanların bulunduğunu da biliyorum. Fakat ben artık geleceğimi de düşünmek zorundayım. Yüksek tahsilimi yaptım ve ileriye yönelik hedeflerim var. Kabiliyetlerim var, evlenirken kariyerimi de düşünmek zorundayım. Sırf dindar olmakla veya dindar birisiyle evlenmekle bu işler yürümüyor...” deyince Aysel’in babası kızının niyetini anlamış olacak ki araya girerek, “Kızım, fazla uzatmasan iyi olur... Sizde çalışan ve seni istemeye gelen şef için ne diyorsun?” deyince, Aysel: “Babacığım, biliyorum onun için dini yaşantısı yok diyeceksiniz... Ama geleceğim için sizler razı oluyorsanız ben de uygun görüyorum” dedi.
Anne baba kalben razı olmasalar da kızlarının bu kararlarına karşı “olur” demekten başka bir çareleri yoktu.
Düğün hazırlıklarına hemen başlandı ve yeni damat adayı Ahmet Beyin isteği üzerine görkemli bir düğün salonunda çağdaş görünümlü, eğlenceli bir törenle Aysel-Ahmet ikilisi evliliğe ilk adımlarını atmış oldular.
Evliliklerinin üzerinden daha çok kısa bir zaman geçmişti ki iş yerinde Aysel Hanıma artık bundan böyle tesettürlü bir kıyafetle gelemeyeceğini, amirleri yazılı bir şekilde tebligatta bulunurlar.
Hiç beklemediği bu durumla karşılaşan, morali bozulan Aysel Hanım, soluğu hemen beyinin yanında aldı. Konu ile ilgili resmî yazıyı okuyan Ahmet Bey işin ciddiyetini anlayınca, hiç tereddüt etmeden, tesettürlü kıyafeti çıkarıp, herkes gibi açık ve dekolte bir kıyafete girmesini söyledi.
Beyinin bu tereddütsüz kararına şaşıran Aysel Hanım; “Böyle bir kıyafete nasıl girerim?” diyecek oldu; Ahmet Bey hemen söze girerek; “Hanım, bu durum karşısında ne yapabiliriz ki? Düşün ki sen de, ben de geleceğimizi düşünmek zorundayız. Senin kıyafetin yüzünden elimizin altındaki imkânları, kariyerimizi tehlikeye atmak doğru olmaz herhalde” diyerek bu söylediklerine Aysel Hanımı da ikna etmeye çalıştı.
Bir anda tesettürünü terk ederek, açık bir kıyafete girmek Aysel Hanım için kolay olmasa da bir taraftan amirlerinin diretmesi, diğer taraftan beyinin zorlaması karşısında Aysel Hanım istemeyerek de olsa bu yeni duruma razı oldu.
Aysel Hanım artık başı açık, tesettüre uymayan bir kıyafetle devam ediyor. Mesainin dışında tesettürlü olan Aysel Hanım elden geldiğince ibadetlerini de aksatmamaya çalışıyor.
Üç-beş ay bu şekilde işine devam eden Aysel hanım, yine bir sabah iş yerine gittiğinde idare amiri tarafından makamına çağırılıyor, bu gün itibarıyla işine son verildiğini söylenerek, durumu bir resmî yazıyla kendisine tebliğ ediliyor.
Daha bir süre önce amirlerinin emirleri üzerine başını açıp, tesettürlü kıyafetini terk ettiği halde işine hangi sebeple son verildiğini bilemeyen Aysel Hanım, şaşkın ve üzüntülü bir şekilde soluğu beyinin yanında alıyor. Eşinden bir teselli, bir moral bekleyen Aysel Hanımın beyinin; “Yapılacak bir şey yok, haydi doğru eve...” azarını işitince iyice sıkılıyor Aysel Hanım.
Kariyerini ve geleceğini garantiye almak niyetiyle böyle bir evliliğe razı olan Aysel Hanım, şimdi de artık sade bir ev hanımı olarak hayatına devam ediyor. İşinden ve masasından olmanın üzüntüsünü atlatmanın çabasında olan Aysel’i bu defa başka problemler ve sıkıntılar bekliyordu.
Ailevî problemler ve geçimsizlikler... Yüksek tahsilini başarıyla tamamlamış, kariyer yapmaya kabiliyetli, maaşlı bir hanımla evlilik yapan Ahmet Bey şimdi artık sade bir ev hanımı konumundaki bir eşe razı olabilecek miydi? Çünkü Ahmet Bey de makam-mevkiye meftun, kariyeri ön planda tutan, lüks bir yaşantının özlemini çeken bir yapıya sahipti.
Günler haftaları, haftalar ayları kolvaladıkça, Aysel Hanımın evindeki geçimsizlik, kavgalar artık iyice su yüzüne çıktı ve Ahmet Bey yine bir kavga esnasında hanımına; “Aysel, açıkçası, ikimizin de başımıza hesapta olmayan olaylar geldi. Ben pek yüksek tahsilli, maaşlı, kariyer yapmaya müsait bir Aysel ile evlendim... Halbuki şimdi evimde sıradan, sade bir ev hanımıyla beraberim... Kusura bakma benim için hiç bir özelliği olmayan birisiyle evliliğimi sürdüremeyeceğim...” deyince Aysel de “O halde yarından tezi yok; hemen mahkemeye gidip karşılıklı boşanma dilekçelerini verelim” diyerek son noktayı koydu.
16.12.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Kurban soruları |
|
Selim Yıldız
*“Ben solak bir kişiyim, yazı yazmak ve yemek yemek dışında tüm işimi sol elimle yaparım, sağ elimli elma soymayı bile beceremem. Bu durumda sol elle kurban kesebilir miyim, bununla ilgili fıkhî deliller nelerdir?”
Sol el ile yemek ve içmek mekruh; sağ el ile yemek ve içmekse sünnet-i seniyyedir. Peygamber Efendimiz (asm) yemek ve içmek için sağ elini kullandığı gibi;1 sağ el ile almayı, sağ el ile tutmayı, ayakkabı ve elbise giymeye ve abdest almaya sağ taraftan başlamayı tavsiye buyurmuştur.2
Sağdan başlamak ile sağ eli kullanmayı birbirinden ayırt etmemizde fayda vardır. Birçok işte sağdan başlamak sünnettir; fakat işin devamında sol el de, sol ayak da kullanılır. Söz gelişi ayakkabı giymeye sağdan başlanır; ama hemen ardından sol ayağa da ayakkabı giyilir. Abdest almaya sağ taraftan başlanır; ama hemen ardından sol taraf da yıkanır ve ihmal edilmez. “Devamlı kullanma” konusunda sadece yemek ve içmekte sağ el sünnettir. Diğer fiillerde sağdan başlamak kaydıyla, iki elden hangisi daha yetenekli ise, o el kullanılabilir. Herhangi bir kerahet durumu söz konusu olmaz.
Keza solak birisi, kurban kesimi sırasında bıçağı sağ eliyle alıp sol eline vermesi sünneti yaşaması için inşallah kifayet eder. Devamında daha yetenekli olan sol eliyle kesimi yapar.
***
Hüseyin Bulut:
*“150 Km mesafede kurban kestikten sonra tekrar o gün içerisinde (bayramın ilk günü eve geldiğimizde) ikinci kurban kesmek gerekir mi?”
Kurban Bayramı günlerinden birinde her hangi bir yerde kurban kesmiş olan birisi bu vacibi yerine getirmiştir. Artık evine döndüğünde tekrar kurban kesmesi vacip olmaz. Ama keserse tekrar sevap işlemiş olur.
***
Kartal’dan Elif Serbest:
*“Babaannem, vefat etmiş babam için kabir kurbanı kesecek Allah izin verirse; fakat ona biri kabir kurbanının arefe günü kesileceğini söylemiş böyle bir şey var mı ben ilk defa duydum beni aydınlatırsanız sevinirim.
Arefe gününe tahsis edilmiş özel bir kurban çeşidi yoktur. Kurban çeşitlerine kısaca göz atacak olursak; Kurban Bayramında kesilen kurban, Adak kurbanı, Akîka kurbanı, şükür kurbanı ve Hac’da kesilen kurban.
Bunlardan Kurban Bayramında kesilen kurbanın kesme vakti Hanefî ve Mâlikîlere göre bayramın ilk üç günüdür. Hanbelîlere göre ilk iki gün; Şafiî Mezhebine göre ise bayramın dördüncü günü gün batımına kadar olan süredir. Her dört mezhepte de bayram namazı kılındıktan sonra kurban kesim vakti girmiş olur. Bundan önce geceleyin veya arefe gününde kurban kesimi yapılırsa, sadece et alınmış olur. Bayram namazından önce kesilen kurbanın tümü dağıtılsa bile, sadece sadaka sevabı alınmış olur.
Adak kurbanına gelince, adanan şey meydana geldiği gün kesilmesi vacip olur. Bunun da arife gününe tahsisi yoktur.
Arefe günü duâ, niyaz ve zikirleri artırmakla ilgili rivayetler mevcuttur. Arefe günü oruç tutmanın faziletiyle ilgili de rivayetler vardır. Bunlar yapılabilir ve arefe gününün feyzinden istifade edilebilir. Arefe günü yapılan duâ, zikir, niyaz ve ibadetlerin sevabı ölenlerimize de bağışlanabilir.
Eğer ölenlerimizin kurbanla ilgili vasiyeti veya adağı varsa, bu yerine getirilmelidir. Vasiyeti Kurban Bayramında kesilmeli; adağı ise ilk fırsatta, Kurban Bayramını beklemeden kesilmelidir. Vasiyeti veya adağı bulunmadan da, sevabını bağışlamak üzere ölenlerimiz adına kurban kesilebilir. Bu durumda yine Kurban Bayramı günlerini tercih etmek, kurban ibadeti sevabından istifadesi açısından önemlidir.
***
Ali Bey:
* “Büyükbaş kurbanın boynuzu kesilirse o hayvan kurban olur mu? Olmaz mı? cevabını yazarsanız seviniriz. Sevgiler ve saygılar dileriz
Hayvanın boynuzu kökten kopmuş veya kırılmış olursa kurban olmaz. Fakat ucundan biraz kırılmış olursa kurban olur.
***
Cemalettin Abalı:
* “Ev halkı için kesilen kurban 8 kişi niyetine sayılabilir mi?”
Büyük baş hayvan en çok yedi hissedarla kesilir. Sekiz kişi niyetine kesilmez. Allah kabul etsin. Âmin.
Dipnotlar:
1- Câmiü’s-Sağîr, 1/281
2- a.g.e., 1/286, 1/469
16.12.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|
Son Dakika Haberleri
|
|
|
|
|