Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 24 Eylül 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Ali FERŞADOĞLU

Rûh sağlığını korumanın yolları



Vücudumuzu, orgalarımızı, ruhumuz yönetir. Ruhumuz, beynimizi de inançlarımız, düşüncemiz, imanımız. Dolayısıyla beden sağlığı, rûh sağlığına bağlı. Rûh sağlığı da duygu, düşünce ve mânâ dengesine... Denge için de;

* Önce kendimiz; sonra yüce Yaratıcımız ile iletişim/irtibat kurmalıyız. Kendimizle iletişimi kurmak; kendimizi tanıyıp nefsimiz üzerimizdeki haklarını vermekle mümkün. Rabbimizle iletişim kurmak; ibâdet ve duâ ile olur. Çünkü, kul ile Yaratıcı arasında en yüksek iletişim, imân/ibâdettir. 1

* Kendimizle barışmalıyız. Unutmayalım, en kolay yol, musalâhadır. Yâni, en sağlıklı, en emin yol, anlaşma, uzlaşma ve barıştır. Kendimizle barışamazsak başkalarıyla asla sulh yapamayız.

* Hangi inanç ve düşünceye sahip olurlarsa olsunlar, akraba, komşu ve insanlarla; hattâ, hayvan ve eşyalarla da sağlıklı iletişim kurun.

* Apartman, mahalle, okul, iş yeri ilişkileri de uyum içinde götürün. Dünyanın tek başına sizin olduğunu düşününüz! Ne işinize yarardı? Öyle ise hemcinslerinizle iletişim kurup teşrik-i mesâiye mecburuz.

* İnsanlar arası ilişkilerimizi fedâkârlık, hürmet ve sevgiye dayandırırsak, uzun ömürlü olurlar. Art niyet, ön yargıdan uzak olun.

* Sosyal münâsebetlerimiz gerçekçi bir yapıya dayanmalı. İmkân ve kabiliyetler dikkate alınmazsa; yersiz, zamansız beklentilere girilir. Bu, iletişim ve ilişkileri bozar.

* En önemli iletişim aracı güvendir. Bununla birlikte, hüsn-ü zan ve adem-i itimat prensibi esas alınmalı. Yâni, bütün insanların iyi olduğunu düşünmek zorundayız. Fakat, nefis taşıyor, değişken bir yapıya sahibiz. Dünyanın çalkantıları bizi değiştirebilir. Öyle ise; adem-i itimat edip tedbir almalıyız.

* İnanç/imân, kültür değerlerinize bağlı kalın. Tam adâlet, fazîlet, doğruluk, sevgi, iyilik, diğergamlık, yardım, merhamet, affetmek gibi rûhun fonksiyonları; imân/inanç ile tekâmül edip tezahür ettiğini unutmayın.

* Ruh ve beden sağlığını istiyorsanız olumsuz düşünce, duygu ve davranışlardan uzak kalın. Daha doğrusu, “olumsuz duyguları” yerinde ve ölçüsünde kullanın.

* Gayesizlik, hedefsizlik sıkıntı, üzüntünün yanında duygu sapmalarına da sebep olur. Hayatından en fazla şikâyet edenler başıboş işsizler değil mi? 2

Bundan kurtulmak için emel ve zarûrî ihtiyaçlarınızı karşılayıp kişiliğinizi geliştirecek; iletişimi sağlayacak meşgalelere, ilgi alanlarına yönelin. Çevrenize, insanlığa faydalı olacak; kültür hayatına katkı sağlayacak sosyal faaliyetler içine girin. İyilik/yardım yaptığınızda stresi önleyip, enerji aldığınızı ve mutlu olduğunuzu hissetmiyor musunuz?

Dipnotlar:

1-İşârâtü’l-İ’câz, s. 142.; 2-Lem’alar, s. 218.

24.09.2007

E-Posta: [email protected] [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Adım adım gerilim



Türkiye'nin genel gidişatına baktığımızda, geçmişte de sâbıkalı olan bazı kişi ve kuruluşların, ülkeyi adım adım bir yüksek gerilim ortamına doğru sürüklemeye çalıştığını görmekteyiz.

Bu kesim, hemen her durumdan ve her gelişmeden bir vazife çıkarmanın hevesi içinde görünüyor.

Üzerlerine hiç vazife olmadığı konularda bile, büyük bir iştahla meydana atılıyor ve ahkâm üstüne ahkâm kesiyorlar.

Ne yazık ki, tekelci medya grupları da, bunların yaptıklarına çanak tutuyor. Bazıları da onlara cesaret verici, teşvik edici, hatta yer yer kışkırtıcı neşriyatta bulunuyor.

Askerî cenahın tavrında ise, tereddüt ve soru işaretleriyle dolu yaklaşımlar günden güne artıyor. Bilhassa, protokollerdeki tavır ve davranışlarda dikkat çekici bir değişim var. Hoşnutsuzluk, memnuniyetsizlik hâli, hemen her hadisede kendini gösteriyor.

Haliyle, çanakçı medya da bunları abarta abarta nazara veriyor. Tâ ki, yükseltilen sun'î tansiyonun trendi aynen devam etsin, hatta durum gerçek bir "yüksek tansiyon"a dönüşsün.

Bizim müşahade ettiğimiz bu ve benzeri hususlar, daha başka dikkatli çevreler tarafından da fark edilmeye ve ufak ufak seslendirmeye başlandı.

Bakalım, genel seçim ve cumhurbaşkanlığı seçimini geride bırakarak "sivil anayasa" taslağına son şeklini vermeye çalışan iktidar kanadı, bütün bu olup bitenler karşısında nasıl bir duruş sergileyecek ve nasıl bir irade beyanında bulunacak.

Asıl önemli olan budur.

Net ve muğlak ifadeler

Hürriyet'ten Ayşe Arman'ın sosyolog Şerif Mardin'le yaptığı röportaj, geçtiğimiz haftanın fikir gündemine damgasını vurdu.

Röportajda değişik konular ele alınıyor, bunlara dair fikirler serd ediliyor: "Mahalle baskısı" ne demek? Türkiye Malezya olur mu? İktidar partisinin karakteristik özellikleri. Laiklik, anayasa konuları. Türban/başörtüsü meselesi. Vesaire...

Prof. Mardin, "üniversitelerde başörtüsü yasağı" meselesi hariç, diğer bütün konularda ihtiyatlı, ihtimalli ve bir kısmında da gayet derecede muğlak konuşuyor. Dolayısıyla, değindiği konuları bir bakıma tartışmaya açıyor.

Mardin'in tartışma dışında bıraktığı ve yüzde yüz emin olduğu tek konu var; o da kendi ifadesiyle "türban" yasağıdır.

İşte, bu noktaya dair sözlerinin tamamı: "Bir tek bu türban meselesinin anti demokratik bir uygulama olduğu konusunda yüzde yüz eminim. Bu mesele, artık olguların toplanmasına ihtiyaç olmayan bir ahlâkî meseleye dönmüştür. Orada kararım net. Türbanlı öğrenciler üniversiteye girebilmeliler. Türban, benim kararımı verebildiğim nâdir alanlardan bir tanesi..." (Agg, 16 Eylül 2007)

Evet, Prof. Mardin'in gayet net bir şekilde söyledikleri ve üzerinde tartışmayı dahi abes gördüğü türbana (başörtüsüne) dair sözleri böyle.

Ama, siz gelin görün ki, laikçi geçinen kimi şahıs ve çevreler, bu noktayı görmezden gelerek ve üzerinde hiç durmayarak, nisbeten muğlak görünümdeki sözlerinin üzerine atladı ve sayın Mardin'in anlaşılır bazı sözlerini dahi adeta lastik gibi eğip bükerek, hatta yer yer çarpıtarak kendi kafalarındaki karanlık tabloları sergilemeyi tercih etti.

Bu durum, Türkiye'de bir "aydın hastalığı" olsa gerektir. Adamlar, işlerine gelen tarafa bakıyor veya baktırmaya çabalıyor.

Şerif Mardin, başka hiçbir konuda böyle "Yüzde yüz eminim" demediği ve sadece başörtüsü yasağı meselesinde bu ifadeyi kullandığı halde, onlar bunu görmezden/duymazdan geliyor ve bambaşka ummanlara yelken açıyorlar.

GÜNÜN TARİHİ 24 Eylül 1663

Uyvar Kalesinin fethi

Osmanlı tarihinde büyük bir bayram sevinci meydana getiren Uyvar Kalesinin fethi tamamlandı.

Sultan IV. Mehmed'in veziri olan Ahmed Fazıl Paşa komutasındaki Osmanlı ordusu, Avusturyalılar'la yapmış olduğu büyük meydan savaşını kazandı ve Uyvar kale–şehrini teslim aldı.

Bu fetih hadisesi, Osmanlı toplumunda büyük bir sevinç ve memnuniyet havası meydana getirdi.

Evliya Çelebi'nin seyahatnâmesinde "Allah muin oldu fetheyledik Uyvarı" ifadesiyle ebcedî tarih düşürülen (Hicrî 1074) bu fetih hadisesi üzerine türküler söylendi, şiirler, destanlar yazıldı.

İşte o destanlardan biri. Şair Üsküdarî Ahmed, Uyvar'ın fethini şu mısralarla destanlaştırdı:

Görünüz kudretin Perverdigârın,

Cümleden üst etti Âl–i Osman’ı,

Müyesser eyleyüb fethin Uyvar’ın

Şâd ü handan etti Muhammed Hanı.

Koç yiğitler bayram deyu uyandı,

Cenge göğüs gerüb Hakk'a dayandı.

Şehid düşen kızıl kana boyandı,

Mesken edindi Bağ–ı Cenan'ı.

Ehl–i iman bir araya geldiler,

Bir vechile fetih olmaz bildiler,

Tedbir ile toprak sürüp aldılar,

Hamdülillah, fethettiler düşmanı.

Serden geçüp hû eyleyüp girince,

Kâfirleri din aşkına kırınca,

Din düşmanı böyle cengi görünce,

Sağ kalanlar istediler amanı.

Üsküdarî der ki, bağrı başının

Daim elin alır yere düşenin,

Zamanında Ahmed Fazıl Paşanın

Zannettiler tahtı Yusuf Kenan’ı.

24.09.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Kur'ân'da Peygamber Efendimiz (asm)



İzmir’den Ekrem Kazan: “Peygamber Efendimizin (asm) diğer peygamberlerle arasındaki farklar nelerdir? Allah (cc) Peygamberimizi diğer peygamberlerden neden üstün tutmuştur?”

Peygamber Efendimizin (asm) diğer peygamberlerle arasında bulunan farklar, Peygamber Efendimizin (asm) üstünlüğü ve bunun hikmetleri ile ilgili olarak Kur’ân-ı Kerim ne diyor; ona bakalım:

1- Hazret-i Muhammed (asm) ulu’l-azm peygamberlerdendir. Yani kendisinden zor dönem yemini alınmış peygamberlerdendir.

Cenâb-ı Hak bütün peygamberlerden misak (yani zorluklar karşısında -tabir caizse- dönmemeye, geri çekilmemeye, vazifeyi bırakmamaya, haktan yüz çevirmemeye ve tebliğ vazifesini hakkıyla yerine getireceklerine dair yemin) almıştır. Beş peygamberden ise misak-ı galiz, yani çok ağır yemin, yani kuvvetli ahit almıştır. Çünkü bu beş peygamberin dönemi peygamberlik görevinin en zor yapıldığı, insanların azgınlıkta sınır tanımadıkları dönemlerdi. Bu peygamberlere ulû’l-azm peygamberler denir. Peygamber Efendimiz (asm) bunlardandır. Şu ayet bunu bildiriyor: “Hani Biz Peygamberlerden ahid almıştık. Bilhassa Sen’den, Nuh’tan, İbrahim’den, Musa’dan ve Meryem oğlu İsa’dan Misak-ı Galiz (kuvvetli ahit) almıştık.” 1

2-Peygamberler arasında derece farkı vardır. Cenab-ı Hak buyurur ki: “Biz, kıssalarını zikrettiğimiz bu peygamberlerden bir kısmını diğerlerine üstün kıldık. Onlardan bazıları var ki, Allah onlara bizzat hitap buyurdu. Bazılarının da derecelerini yükseltti.” 2

3-Hazret-i İbrahim (as) ve Hazret-i İsmail (as), Kâbe’nin temelini yükselttikleri sırada, Peygamber Efendimizin (asm) gelmesi için duâ etmiştir: “Rabbimiz! Neslimizden, onlara Senin ayetlerini okuyacak, kitabını öğretecek, kâinatın yaratılış sırlarını ve gayesini bildirecek ve onları inkâr ve isyan kirlerinden temizleyecek bir peygamber gönder.”3

4-Peygamber Efendimizin (asm) vasıfları Tevrat ve İncil’de yazılmış, geleceği müjdelenmişti: “O kimseler ki, yanlarındaki Tevrat ve İncil’de vasıflarını yazılı buldukları ümmî peygamber olan Resûlullah’a uyarlar. Resulullah kendilerini iyiliğe sevk edip, kötülüklerden sakındırır. Temiz ve güzel nimetleri onlara helâl, habis olanları ise haram kılar. Daha önce kendilerine yüklediğimiz ağır yükleri ve üzerlerindeki bağları onlardan kaldırır. İşte ona iman eden, ona hürmet eden, düşmanlarına karşı ona yardımda bulunan ve onunla indirilmiş olan nura uyanlar, kurtuluşa erenlerin ta kendisidir.”4

5-Hazret-i İsa (as), Peygamber Efendimizin (asm) geleceğini müjdelemişti: “Hani Meryem oğlu İsa, ‘Ey İsrail oğulları!” demişti. “Ben, daha önce indirilen Tevrat’ı doğrulamak ve benden sonra gelecek Ahmed ismindeki bir Resulü müjdelemek üzere size Allah tarafından gönderilmiş bir peygamberim.”5

6- Peygamber Efendimizin (asm) Peygamberliği umumîdir, mesajı cihanşümuldur (evrenseldir). O (asm) tüm insanlara ve kıyamete kadar gelecek tüm zamanlara gönderilmiştir: İşte ayetler: “Biz Seni insanlara resul olarak gönderdik. Buna şahit olarak Allah yeter.”6 , “Bu Kur’ân, sizi ve kıyamete kadar onun ulaşacağı bütün insanları Allah’ın azabından sakındırmam için bana vahy olundu.”7 , “Ey insanlar! Ben sizin hepinize göklerin ve yerin sahibi olan Allah’ın gönderdiği peygamberim!”8 , “Biz Seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.”9 , “Biz seni insanların hepsine birden müjdeleyici ve sakındırıcı olarak gönderdik.” 10

7-Peygamber Efendimiz (asm) Peygamberlerin sonuncusudur: “Muhammed, hiçbirinizin babası değildir. O Allah’ın Resulüdür ve Peygamberlerin sonuncusudur.” 11

8-Peygamber Efendimizin (asm) getirdiği din bütün dinlerden üstündür: “Bütün dinlere üstün kılmak üzere Resulünü hidayet ve hak ile gönderen O’dur. Buna şahit olarak Allah yeter.” 12

9-Peygamber Efendimiz (asm) Allah’ın en büyük ayetlerine şahit oldu: “And olsun ki O, Rabbinin ayetlerinden en büyüklerini gördü.” 13

10-Allah, Peygamber Efendimizin (asm) şanını yüceltmiş, O’na Kevser’i vermiş ve O’na Makam-ı Mahmûd’u vaad buyurmuştur: “Biz senin şanını yücelttik.”14 “Biz sana Kevser’i verdik.”15 “Ey Resulüm! Gece vakti sana mahsus nafile bir ibadet olarak Teheccüt namazı kıl. Umulur ki, Rabb’in Seni Makam-ı Mahmud’a ulaştırır.” 16

Dipnotlar:

1. Ahzab Sûresi: 7 2. Bakara Sûresi: 253 3. Bakara Sûresi: 129 4. A’râf Sûresi: 1575. Saf Sûresi: 6 6. Nisâ Sûresi: 79 7. En’âm Sûresi: 19 7. A’râf Sûresi: 158 9. Enbiyâ Sûresi: 107 9. Sebe’ Sûresi: 28 11 .Ahzâb Sûresi: 40 12.Fetih Sûresi: 28 (Ayrıca bakınız: Tevbe Sûresi: 33, Saf Sûresi: 9) 13. Necm Sûresi: 18 14. İnşirah Sûresi: 4 15. Kevser Sûresi: 116.ö İsrâ Sûresi: 79

24.09.2007

E-Posta: [email protected]




Hakan YALMAN

Oruçla kazanılan dünya



İnsan zaman içinde dünyaya aşık olacak bir noktaya geliyor. Özellikle kapitalizmin hakim olma eğiliminde olduğu son çeyrek asırda beşer sahip oldukları ile mutlu olmaya çalışıyor. Tabii ki burada sahip olduklarından kasıt mal ve mülk şeklinde algılanmalı. Reklamları izleyen insanın hayal dünyasında insanların mutlu olduğu bir alem empoze ediliyor. Sanki bir sanal alem var ve insanlar orayı televizyon penceresinden seyrediyorlar ve o pencereden seyrettikleri alemde insanlar hep mutlular ve hep gülüyorlar.

Koltuk takımı alanlar, tıraş olanlar, giyecek alanlar, kozmetik eşya alanlar öyle mutlular ki; sırf şu dünya gözü ile öyle bir mutluluğu izleyebilmek için insanın o malı alası geliyor. Hele dondurma yerken, hazır çorba içerken gözlediğimiz neşe ve mutluluk dolu aileler sanki cennetten dünyaya ışınlanmış gibi bir hal içindeler.

İşte bu tabloya muhatap olanlar sanki cenneti kazanmak istercesine dünyaya saldırıyorlar. Bütün enerji ve gayretlerini onu elde etmeye hasrediyorlar. Bu gayretten insanın temel gayelerinden birinin mutluluk olduğu anlaşılıyor. Hiç bitmeyecek bir mutluluk... Zamanla dünyanın fani yüzü ortaya çıkınca ölümler ve musibetlerle o televizyon penceresindeki sahte dünya kırılıveriyor. Büyük bir hayal kırıklığı ve belirsiz bir geleceğin sonucunda güvensiz, avare, çaresiz bir beşer sanki dünya insanlığının genel tablosunu ifade ediyor. Dünyaya olan bu meyil ahiretin tarlası olan ya da Alemlerin Rabbi’nin isimlerinin ayinesi olan bir dünya mânâsına dönüşmezse hep yaralayıcı ve hep mutsuzluk, çaresizlik kaynağı olacak. Bu maksatla asrın manevi hastalıklarının reçeteleri olan şifa kaynağına müracaat ettiğimizde şöyle bir çözüm önümüze konuyor:

‘DÖRDÜNCÜ SUAL: Mahbublara olan aşk-ı mecazî aşk-ı hakikîye inkılab ettiği gibi, acaba ekser nâsda bulunan dünyaya karşı olan aşk-ı mecazî dahi bir aşk-ı hakikîye inkılab edebilir mi?

Elcevab: Evet. Dünyanın fâni yüzüne karşı olan aşk-ı mecazî, eğer o âşık, o yüzün üstündeki zeval ve fena çirkinliğini görüp ondan yüzünü çevirse, bâki bir mahbub arasa, dünyanın pek güzel ve âyine-i esma-i İlahiye ve mezraa-i âhiret olan iki diğer yüzüne bakmağa muvaffak olursa, o gayr-ı meşru mecazî aşk, o vakit, aşk-ı hakikîye inkılaba yüz tutar. Fakat bir şart ile ki, kendinin zâil ve hayatıyla bağlı kararsız dünyasını, haricî dünyaya iltibas etmemektir. Eğer ehl-i dalalet ve gaflet gibi kendini unutup âfâka dalıp, umumî dünyayı hususî dünyası zannedip ona âşık olsa, tabiat bataklığına düşer boğulur. Meğer ki hârika olarak bir dest-i inayet onu kurtarsın. Şu hakikatı tenvir için şu temsile bak.

Meselâ: Şu güzel zînetli odanın dört duvarında, dördümüze ait dört endam âyinesi bulunsa, o vakit beş oda olur. Biri hakikî ve umumî, dördü misalî ve hususî... Herbirimiz kendi âyinemiz vasıtasıyla, hususî odamızın şeklini, heyetini, rengini değiştirebiliriz. Kırmızı boya vursak, kırmızı; yeşil boyasak, yeşil gösterir. Ve hakeza.. âyinede tasarrufla çok vaziyetler verebiliriz; çirkinleştirir, güzelleştirir, çok şekillere koyabiliriz. Fakat haricî ve umumî odayı ise kolaylıkla tasarruf ve tağyir edemeyiz. Hususî oda ile umumî oda hakikatta birbirinin aynı iken, ahkâmda ayrıdırlar. Sen bir parmak ile odanı harab edebilirsin, ötekinin bir taşını bile kımıldatamazsın.” (B.Said Nursî, Mektubat, 1. Mektup.)

Bu noktada fertlerin yaşadığı en temel problemlerden birinin dünyayı değiştirmek arayışı yaşadığı sıkıntı olduğu ortaya çıkıyor. Halbuki ferdin kendini değiştirebilmesi dünyayı değiştirebilmesinden daha kolay. Üstelik bu değişim ile ferdin kendi aleminde yansıyan dünya da değişmiş olacak. Duygular ve algılar alemindeki bu değişim aslında hayatın her anına bir çözüm sunacak ve kaybolmayacak bir mutluğun da anahtarlarını kişilerin önüne koyacaktır.

Bunun için ferdin aleminde dünyanın musibetler ve ölümlerden önce gerçek konumunda algılanması gerekiyor. Oruç ile buna bir adım atılmış ve bilinçaltında mülkün gerçek sahibi hissedilmiş oluyor. Bu özel günlerde kişinin en büyük kazancı mal ve mülk sevgisinin, dünyaya yönelen aşkın gerçek sahibine yöneltilmesi ve dünyanın hiç elden çıkmayacak şekilde kazanılması olacaktır.

24.09.2007

E-Posta: [email protected]




Nimetullah AKAY

İnsanlığımız boğulmadan



İnsanlığımızın bütün damarlarının tıkatılması arzu edilmekte, aklımızın doğruyu bulmaya yarayan bütün kanallarının kapatılması için çaba gösterilmekte, şuurumuz köreltilmek istenmektedir. Dört bir yanımızdan bütün insânî duygularımızın hedef alındığı, günah oklarıyla insanlığımızın öldürülmek istendiği bir zamanda yaşamanın bahtsızlığı bizleri boğuyor adeta.

İnsan nesli yaratılıp bu dünyaya gönderilmeseydi, kâinat sarayı inşâ edilir miydi? İnsanlık olmasaydı, bu dünyada yaşanabilir miydi? İnsan ubudiyetiyle Yaratıcısını razı etmek için çaba göstermeseydi, insan olmak bir değer ifade eder miydi? Bir imtiyaz olarak insanoğluna verilen şuur da görevini yapmasaydı, bu dünya yaşanabilir bir mekân olarak kalabilir miydi?

İnsanlığın bütün yönleriyle katl edilmeye çalışıldığı bir zamanda, şuurunun idrakinde olan bir insanın rahat olması mümkün olabilir mi dostlar? Bakınız etraf ne kadar günah ve küfrün kara bulutlarıyla kaplanmaya başlandı.

Bakınız rahmet bulutları artık bizlere görünmez oldu. Maddî ve manevî susamışlık en büyük derdimiz haline geldi. Rahmet ayı dahi aklımızı başımıza getirmez mi? Dışı da içi de bozulmuş insan sûretindeki varlıkların tefessühü, dünyamızın hayat damarlarını tıkamaya çalışmaktadır. Damarlara âb-ı hayat verecek ubudiyet hali bize gerekmez mi?

Dünya mükemmel bir nizam ve intizam içinde yaratılmışken insanlar böyle mi yaşamalı? Hiçbir işleyişte başıboşluğun olmadığı bir âlemde akıl görevini yapmazsa, kalb karalara bürünürse, şuur yolunu şaşırırsa ne olacaktır insanlığın hali?

Hayvanların çok masum kaldığı bir dünyada cahilliğin en denisini yaşayanlar nereye gidiyor? Çatlayan haya damarlarından mide bulandırıcı sıvılar akmaktadır. Rabb-i Rahim’in insanlara bir üstünlük işareti olarak verdiği libaslar görevlerinden istifa ettirilmektedir. Erler erliklerini, dişiler dişiliklerini unutmuş, yeryüzünü garip iki ayaklı mahluklar istilâ etmiştir.

Sahi insanlık nereye gidiyor? Gözler kapalı, kulaklar tıkalı, ayaklar yorgun, yüzler solgun, bütün duygular karmakarışık. Hedefler şaşırılmış, yollar karıştırılmış, ışıklar yerlerini karanlıklara bırakmış, sarhoşluklar diz boyu artmış...

Lütfen kendimize gelelim ey insan kardeşler... Gönderilmek istendiğimiz karanlıklardan yüzlerimizi çevirelim. Allah’a giden aydınlık yollara yönelelim. Firavunları, Nemrutları değil, Nebileri, bilhassa Nebiler Sultanını takip edelim. Resûlullah’ın liva-i şerifi altına girmeye liyakat kesb edelim.

Her an son bulmaya aday dünya hayatını ebedî ve saadetli bir âleme gitmek için basamak yapalım. Pusuda bekleyen şeytanların tuzaklarını akim bırakalım. Şeytanları, gafil insanları değil, Rabbimizi memnun etmenin yollarını arayalım. İnsanlığın medar-ı iftiharı olan Peygamber Efendimizin (asm) karanlıklardan eser olmayan pürüzsüz yollarında emniyet içinde yola revan olalım.

Uyanık olalım. Gafletin kara perdelerinin basiretimizi bağlamasına meydan vermeyelim. Nefsimizin sinsi planlarını bozalım, dünyanın zehirli bal şeklindeki lezzetlerine aldanmayalım.

İnsanlara şirin görünmek için yaşamayalım. Allah’a iyi bir kul olmanın hazzını yaşamak için çabalayalım. Sadece Ona kul olalım. Namaz miracıyla günde beş vakit Rabbimizin huzuruna çıkmayı ihmal etmeyelim. Sadece Ona eğilelim, sadece Ona secde edelim. Peygamber-i Zişan’ın ümmeti olmanın şerefini kendi hayatımızda gösterelim.

Başka türlü bu fitne asrının çirkinliklerinden kendimizi kurtarmamız zor olacaktır sevgili kardeşlerim. En büyük dâvâmız iman davasıdır. En büyük dâvâmız Allah’ın rızası dairesinde yaşamayı başarabilmektir.

Şeytanların ve nefsimizin bize göstermek için gayret gösterdikleri yalancı cennetlere kanmamayı başarabilmemiz gerekir. İnsanları bilinmezliklere götüren karanlıklardan kurtulabilirsek, Cennetlere götüren aydınlıklarla insanlığımızı kurtarmış olacağız inşallah...

24.09.2007

E-Posta: [email protected]




Murat ÇETİN

İlâveli, yeniden gözden geçirilmiş mahalle baskısı



İsminiz, makamınız, mevkiniz, adınızın önündeki öbek öbek sözcükler ne olursa olsun, hepinize birden “yasakçı” diyoruz.

Bu hem bizi her defasında aynı kelime yığınlarını telaffuz etmekten kurtarıp zaman kazandırıyor, hem de sizi ortak bir paydaya topluyoruz. Böylece ne kimilerinizi hariç tutuyor, ne de sizden olmayanları sizden gibi göstermiş oluyoruz.

Kabul etmek lâzım ki, yasaklar konusunda her gün yeni bir argüman geliştirerek, her gün bir bahane uydurarak, her gün yeni bir tez hazırlayarak, size bulduğumuz bu sıfatı fazlasıyla hak ediyorsunuz. Bu performansınızdan dolayı sizi avuçlarımız acıyana kadar alkışlayabiliriz.

Evet, biz alkışlarız alkışlamasına da, doğrusu anlamakta güçlük çekiyorum, kendinizi bu kadar yormaya, bu kadar kasmaya ne gerek var?

Öyle ya, güçlü argümanlarınız vardı, yasakçılığınıza dair. “Siyasî simge” dediniz, “annelerimizin başörtüsü değil, türbana karşıyız” dediniz, “laiklik” dediniz, “ilkeler” dediniz, “cumhuriyetin kazanımları” dediniz, “aslında farz filan da değil” dediniz.

Üstelik hiçbir şey demeniz de gerekmiyordu. “Yasak, işte o kadar” diye kestirip atabilirdiniz. Zira böyle bir şey söylediğinizde bu sözünüz “kesin hüküm” halini alır ve boynumuz kıldan ince olurdu.

Nedense bu güçlü(!) tezlerinizi terk edip, yeni iddialarla ortaya çıkmanız beni hayal kırıklığına uğrattı. En azından laikliği tartışamıyorduk. “Sus densiz, tanımlayıp da başımıza iş açma”yı diplomatik bir dille söyleyerek sözümüzü kesiyordunuz. “İlke” deyince, “devrimler”, “cumhuriyetin kazanımları” deyince akan sular duruyordu. “Annelerimizin başörtüsü” dediğinizde ise, o bisküvi reklamındaki gibi koşup annemize sarılasımız geliyordu.

Oysa şimdi “mahalle baskısı”nı çıkardınız, son baskı olarak. Bir de“yargının yasakları, yasayla yasal haline getirilemez” iddiasıyla, AİHM kararını.

Doğrusu size yakıştıramadık. Şimdi mahalle laiklik gibi değil ki, tanımını yapamayalım... İlke ve devrimler gibi değil ki, tartışmayalım. Anne gibi kutsal saymıyoruz ki, toz kondurmayalım. Mahalle kavramına karşı hiçbir aidiyet hissetmiyoruz. Bizim için ara sıra muhtarına uğrayıp ikametgah aldığımız bir idarî birim sadece. Hayır hayır, “İkinci Bahar” dizisindeki gibi mahalleler kalmadı artık. Onlar sadece dizilerde. Zaten o dizide de biri başını örttü diye kimse örtünmeye kalkmazdı.

Hele o “yargının yasakladıkları, yasayla ve anayasayla yasal hale getirilmemeli” tekerleme gibi iddiası ne oluyor? Yargının yasak koyamayacağını, yasakların ancak kanunla koyulacağını o kadar unutmuşsunuz ki, yasağın yasal dayanağı olmadığını, yargı tarafından konulduğunu itiraf ettiğinizi fark etmiyorsunuz bile. Gerçi bu sizin söylediğinizi bir hukuk öğrencisi sınav kâğıdına yazsa, hep hukuk öğrencisi olarak kalırdı, ama olsun, siz söyleyince pek bir hukukî oluyor.

Tamam, AİHM kararını referans almanız bir derece olsun bu performans düşüklüğünüzü affettiriyor. Her ne kadar “Madem AİHM uygun buldu, o halde yasak kaldırılamaz” tezi zayıf yanınız olsa da, “Ama AİHM yüzde 10 barajını da uygun bulmuştu, niye öyleyse onu seçimden önce bu kadar tartıştık?” sorusuna tatmin edici bir cevap verememiş olsanız da, mühim değil, her soruya da cevap yetiştirmek zorunda değilsiniz.

Hem siz rahat olun. Mevcut argümanlar bir süre daha gider. Gitmezse hakaret de edebilirsiniz. Nasıl olsa size cevap veremeyiz. Sizin için hiçbir anlam ifade etmeyen, “Yok canım, Türkiye’de düşünce özgürlüğünün kralı var” dedirten yasaklar, sadece bize işliyor. Ne yaparsak yapalım, halkımızı kin ve düşmanlığı tahrik etmekten, hem de açıkça tahrik etmekten ve kanunda sayılı mercileri tahkir ve tezyif etmekten kendimizi alamıyoruz.

Ha, neredeyse unutuyordum, bir de “yaşam tarzına müdahale” vardı. Sanırım ne kadar komik olduğunu fark edip terk ettiniz bu tezinizi. Zira şöyle bir diyalog geçiyordu, seçimden önce: “Yaşam tarzına müdahele var veya yok, önemli değil, önemli olan algılar. Siyaset algılar üzerine yapılır.” Psikoloji dersinde öğretirlerdi, “algıda seçicilik” diye bir konuyu. Kendi kendinize muhtemel şöyle söylendiniz: Ne? Seçim mi? Algıda da mı?

Biliyorum, bu yazıyı okuyacak kadar vaktiniz yok. Yeni tezler, argümanlar, iddialar için çalışıyorsunuz. Ama siz beni dinleyin, artık yeni bir şeyler uydurmayın. “Keyfimin kâhyası mısınız?” deyin, en azından dürüstlüğünüzle puan toplarsınız.

24.09.2007

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Mevlâna ve meşrebi



Mevlana, Kübreviyye tarikatına mensuptur. Kübreviye tarikatı İslâm'da ilk fetret döneminin ikinci bölümündeki Moğol istilasına ve gailesine karşı ilk manevî cepheyi temsil etmiştir. Onlara karşı İslâmın fiziki ve metafiziki sınırlarını savunmuştur. Moğol gailesine ve tecavüzatına karşı ilk maddi ve manevi reflekstir. Moğol istilası sırasında fiziki ve metafiziki yani manevi cephenin ve direnişin adresi olmuştur.

Bu bağlamda, ilk saffı evvelleri Moğol uğruları tarafından şehid edilmiştir. Bunlar arasında bizzat tarikatın kurucusu Necmeddin-i Kübra da vardır. Necmeddin Kübra Hazretleri ümmidir ve bununla birlikte ‘Aynu’l hayat’ isimli çok veciz bir tefsiri vardır. Mevlana ailesi Necmeddin Kübra hazretlerine bağlıdır. Fahreddin Razi akıl güneşi ve Müslüman bir aydın olmasına rağmen Mevlânâ ailesi onu bırakarak Necmeddin Kübra’nın eteğine sarılmıştır. Mevlânâ Hazretleri babasının hulefasından Burhaneddin Muhakkik’den Kübreviyye tarikatına dair dersler almıştır. Şeyhinin ona talim ettiği Kübreviyye Tarikatı’nın evrad ve ezkârına devam etmeye başladı. Mevlânâ’nın manevi inkişafı böyle başlamıştır. Bir diğer şehid de, Moğol gailesine karşı bir sedd-i Zülkarneyn olan Kübreviyye Tarikatı ile ilintili ve bağlantılı veya yârânından Tezkiretü’l Evliya sahibi Feridüddin Attar’dır. Ölümü de ilginçtir. Kendisini yaşlı bir halde esir alan Moğol uğrusu nebatat ve maneviyat attarı ve zamanının manevi Feridun’u olan Feridüddin Attar’ı satmak istemektedir. Attar’ı satacak birilerini ararken manevi kadrini ve kıymetini bilenlere rastlar. Ancak satış işlemi gerçekleştilirken Feridüddin Attar buna itiraz etmiş ve ‘ben daha fazla ederim’ demiştir. Buna tamah eden uğru onu daha fazla paraya satma derdine düşmüştür. Ancak Attar’ın fiziki kıymeti metafiziki kıymetinin yanında bir hiçtir. Ve satışa arzettiği kişiler onun bu manevi mertebesini bilmezler ve çok daha düşük kıymetler biçerler.

Bunun üzerine Attar, “İşte benim asıl kıymetim ve ederim budur” deyince uğru beyninden vurulmuşa hatta deliye döner ve derhal hazreti ve maneviyat güneşini orada şehit eder. Attar Kübreviyye’nin Molla Camisi’dir. Ondan yüzyıllar sonra gelen Mevlânâ Cami ise Nakşibendiliğin Attar’ıdır. İkisi de hakikatı şiirin kalıplarına ve diline dökmüşlerdir. Birisinin Nefahat el Üns’ü diğerinin de Tezkiretü’l Evliyası aynı kaynaktan içtiklerini ve aynı damardan beslendiklerini gösterir. Attar Mevlânâ’yı ilk keşfeden ve müjdeleyen zattır. Hatta Bahaeddin Veled’in arkasından giden Mevlânâ hakkında şu sözleri sarfettiği söylenir: “Fesubhanallah! Irmağın arkasından koca bir deniz gidiyor!” Mevlânâ’ların arkasından Nişabur’un Attar’ı bir Moğol uğrusu ve çapulcusu tarafından şehit edilmiştir.

***

Attar, Mevlânâ’nın hem müjdecisi ve habercisi hem de hazırlayıcısıdır. Her ikisi de aynı manevi havzaya mesuptur. Attar’ın ledünniyet sırları Mevlânâ’da inkişaf etmiştir. Attar hikemiyatı şiir diline ve kalıplarına dökmüş Mevlânâ da bunları kaneviçe gibi işleyerek şahikalara çıkarmıştır. Attar’ın da havzası içinde bulunduğu ve dostları arasında yer aldığı Kübreviyye erleri Moğollara karşı bir set, istinadgâh ve istinad duvarı örmeye çalışmışlardır. Kübreviyye birinci fetret devrinin manevi savunma hattıdır. Daha sonra Kübreviyye tarikatının bu vasfını aynı topraklarda Nakşibendilik tevarüs etmiştir. Yedinci yüzyılda Kübreviyye’nin yaptığını bilahare Safevilere karşı duruşuyla ve onun ötesinde ikinci fetret simetrisinde yani hicri onüçüncü yüzyılda Nakşibendilik yapmıştır.

İkinci fetret döneminin Moğolları olan Moskof yayılmacılığına karşı Nakşibendilik icra etmiştir. Onun akabinde komünizm suretine inkılap eden Moskofluk veya (onun kadim sureti ve atası olan) yeni Moğollara karşı Nakşibendilik manevi siper olagelmiştir. Kadim Moğollar karşısındaki Necmeddin Kübra gitmiş yerine cedit Moğollar veya Moskof karşısında Şeyh Şâmil gelmiştir. Moğollar döneminde inhisar eden ve iç kaleye ve merkeze çekilen ve dürülen alp erenlerin Anadolu’ya gelmeleri gibi ikinci fetret devrinde de ona keza Moskof mezalimi karşısında Nakşibendi sâdâtı Anadolu’ya hicret ve akın etmiştir. Yedinci yüzyılda fiziki direnişi Mısır, manevi direnişi de Anadolu temsil etmiştir. İkisinin başında da sultanu’l ulemalar vardır. (Mevlânâ’nın babası Bahaeddin Veled ile İzzeddin Bin Abdusselam). Dolayısıyla 7’inci yüzyılın simetrisi 13’üncü ve 14’üncü yüzyılda bir kez daha yaşanmış ve tecelli etmiştir. İşte Anadolu’yu yeniden irşad ve manevi açıdan imar edenler bir Şeyh Şerafeddin Dağistani bir Mehmet Zahid Kotku örneklerinde olduğu gibi ikinci göç dalgasının ürünleri ve alp erenleridir. Onlar da ikinci Moğol istilası döneminde Anadolu’ya sığınan ve onu yurt edinenlerdendir. Ve Anadolu son sığınaktır ve bir nevi Mevlânâ dönemindki gibi esaret altında olsa da alevler içinde yanmamaktadır. Ateş içinde güllük gülistanlıktır. Ateşin Hazreti İbrahim’e berd ve selamet / esenlik olması gibi Anadolu da müminlere esenlik yurdu yani darusselâmdır.

***

Bir nevi Afrika Nakşibendiliği olan Şazeliyye’nin müessisi Ebu’l Hasan eş Şazeli de âmâ olduğu halde Haçlılara karşı Necmeddin Kübra’nın Moğollara karşı gösterdiği celadet ve selabeti gösterir. Fiilen cihada katılmıştır. Bu mânâda Ruslara karşı fiili cihada katılan Bediüzzaman’ı da benzeri bir meşhed olarak anmak gerekir. Bununla birlikte onların cihadı sadece fiziki alemde kalmamış ve onun ötesine taşmıştır. Onlar fiziki cihadla İslâm topraklarını düşmanlarından tasfiye ettikleri ve püskürttükleri gibi büyük cihadla da nefisleri mezmum huy ve kötülüklerden tezkiye ve tasfiye etmişlerdir. Bununla da kalmamış fiziki düşmanlara hidayet kandilleri olmuşlardır. Moğollara karşı fiziki cihadda öncü ve pişdar olan Kübreviyye erenlerinin onların manevi olarak dirilmelerinde ve İslâma gelmelerinde de büyük payı vardır. Onlar iki dünyanın da efendisiydiler. Mevlânâ böyle bir havzanın çocuğudur.

24.09.2007

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Aile tartışması



‘Aile’nin, milletlerin temel taşı olduğu her halde inkâr edilemez. Bu gerçek bilindiği için, bir yandan ‘aile’yi muhafaza, öte yandan da ‘aileyi tahrip’ etmek isteyenler fikrî mücadelelerini sürdürüp gider. Geçmişte böyle olmuştu, gelecekte de muhtemelen bu mücadele sürüp gidecek.

Aile konusu, Türkiye’de şu an için birinci gündem maddesi olmasa da, tamamen gündemden çıkmış da değildir. ‘Aileyi koruma’ çalışmaları ınkıtaya uğrarken, ‘tahrip cephesi’ dört koldan çalışmalarını devam ettiriyor. Hali hazırda aileyi tahribe yönelen televizyon yayınlarını ve diğer medya vasıtalarını düşünün...

Aile ile ilgili yoğun bir tartışma da Almanya’da yaşanıyormuş. Cuma günkü Yeni Asya’da yer alan bir yazıda, Almanya’daki tartışmanın ayrıntılarını görmek mümkün. Yazıya göre, Almanya’daki ‘feminist cephe’ kısmî de olsa çöküntüye uğramış. (Bkz. Şükrü Bulut’un “Eva Hermann veya fıtratın sesi” başlıklı yazısı, 21 Eylül 2007)

Aynı günkü gazetelerde, adını CSU Genel Başkanı ve Bavyera Başbakanı Edmund Stoiber’e karşı çıkışıyla duyuran Fürth Kaymakamı Gabriele Pauli’nin ‘tahrip kalıbı’ gibi bir beyanı yer alıyordu. Hıristiyan Sosyal Birlik Partisi CSU’nun boşalan genel başkanlığına aday olan Pauli, evliliklerin 7 yılla sınırlı olmasını istemiş. (Hürriyet, 21 Eylül 2007)

Burası dünya olduğu için, bir yanda ‘tahrip’ ekibi, öte yanda da ‘tamir ekibi’ çalışmalarına devam edecek ve nitekim devam ediyor. Tabiî Almanya sadece böyle ‘uç’ teklifleri gündeme getiren siyasetçilerden oluşmuyor. Son yıllardaki gelişmeler, Alman siyasetçilerini ve kamuoyunu; ‘aileyi korumak gerektiği’ noktasına getirmiş. Bir yanda boşanmaları teşvik edenler varken, öte yanda da “Aile kurun, aile olarak yaşayın. Aile olarak yaşamanın en az 100 faydası var” sloganlarıyla hazırlanan sokak afişleriyle gençler evliliğe teşvik ediliyor.

Almanya Dışişleri Bakanlığı’nın katkılarıyla hazırlanan “Deutschland” adlı dergide, ‘yeni trend’in ‘babalık’ olduğu ifade edilmiş. Dergiye göre, Almanya’da artan sayıda baba, yeni aile politikası sayesinde ‘bebek molası’nın keyfini keşfediyor”muş. Mesela, ikinci çocuğuna bakım için ‘izne’ ayrılan bir baba, “Aldığım karar işverenim, iş yerindeki arkadaşlarım ve arkadaş çevrem tarafından çok olumlu karşılandı” diye konuşmuş. (Politika, Kültür ve Ekonomi Forumu Deutschland, Ağustos-Eylül, sayı: 4/2007)

Son yıllarda neredeyse bütün dünya ülkeleri, ‘aile’yi korumak için yeni adımlar atıyor. Her ne kadar bu adımlar ‘maddî adımlar’ olsa da, bir sonraki adımın ‘manevî, ahlakî adım’lar olması muhtemeldir. İfsat şebekeleri istemese de, yeni ‘trend’ bu. Türkiye’deki ‘kavga’ların da bir ucunun buralara dayanmıyor görelim.

Milletimiz, aileyi muhafaza edebilme kararlılığı gösterebilirse, pek çok sıkıntıyı geride bırakırız. Duamız, ‘ifsat şebekeleri’nin aile üzerinde kurdukları tuzakların bozulması niyetine...

24.09.2007

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

Başörtüsüne anayasal tuzak



Türkiye’nin gündemi yeniden “türban”a dolandı. Akademisyenlerden oluşan “bilim kurulu”na hazırlatılan yeni anayasa taslağı, “din dersleri”nden sonra, kasten “türban” dedikleri “başörtüsünün üniversitelerde serbest bırakılması”na yoğunlaştırıldı.

Mâlum medya, yok yere yakılan ateşin üzerine körükle gidiyor. Vatandaşların hak ve özgürlükleri zemininde hazırlanacağı belirtilen yeni anayasada, insan haklarının en muteberi olan bir temel hakka darbe vurma komplosu kuruluyor.

Anayasal ve yasal olarak tamamen serbest olması gereken bireyin tercih hakkı, saptırmalarla “yasak” kapsamına sokulmak isteniyor. Bu taktikle, öteden beri dayatılan yasağın devamı plânlanıyor. Doğrusu, hiçbir kanunî engeli olmayan ve tamamen inancını yaşama hakkı olan başörtüsüne kurulan bu tuzağa da, ne yazık ki yine iktidar partisinin ürkek ve ikircikli tavrı sebebiyet verdiriyor.

Tartışmalar yine şirâzeden çıktı. O denli ki, taslağın, partisinin merkez yönetim kurulunda görüşülmesinin ardından Başbakan, “Ortada henüz tartışmaya açılan bir metin yok” demek durumunda kaldı. Oysa daha birkaç gün önce, iktidar partisinin genel başkan yardımcısı ve ilgili komisyonun başkanı ile hükûmet sözcüsü, taslağa sahip çıkacaklarını ve kamuoyuna açıklayacaklarını deklâre etmişlerdi…

* * *

Esasen, iktidar partisinin meseleye yasakçı zihniyetin mülâhazalarıyla bakma yanlışlığı, medyanın da propagandasıyla kamuoyunda “başörtüsü yeni anayasa hedefi” haline getirildi. Küçük bir araştırmayla görülecektir ki, tesettürün bir parçası olan ve Anadolu kadınlarının yüzde seksenbeşinin taktığı başörtüsü hakkında hiçbir kanunî müeyyide yok.

Dahası, Türkiye’de kadınların kıyafetlerini sınırlayan hiçbir yasal hüküm bulunmamakta. Yasak tamamen indî ve keyfî olarak ileri sürülmekte. İnsan haklarının başında gelen demokratik eğitim hakkının ketmedilmesiyle, yüzbinlerce öğrenci hâlâ sırf inançları gereği taktıkları başörtüsünden dolayı hak kazandıkları okullarına alınmıyor; inanç hakkıyla eğitim hakkı âdeta takasla karşı karşıya bırakılıyor.

Bilindiği gibi sözkonusu “yasak”, Anayasa Mahkemesi’nin, “kanunlara aykırı olmamak şartıyla üniversitelerde kılık ve kıyafet serbesttir” ibâreli Yüksek Öğretim Kanunu Ek-17. maddesinin “gerekçesi”ne dayandırılmakta.

Bu hususta sınırlayıcı hiçbir kanun da olmadığına göre, maddeyi iptal edemeyen Mahkeme, belli ki yasağın ihdası için çarpıtmaya yeltenmiş. Kanunu iptal edemeyip başörtüsünü doğrudan yasaklayamamış; ama yasakçılara sözde “dayanak” olsun diye “başörtüsünün çağdaş bir kıyafet olmadığını” uzun gerekçesine eklemiş.

Ancak Anayasanın 153. maddesi, mahkemenin bir kanun veya kararnâme hakkında karar verirken, “kanun koyucu gibi hareketle, yeni bir uygulamaya yol açacak biçimde hüküm tesis edemeyeceği”ni açık hükme bağlamış. Çünkü “yasama görevi”, yine Anayasal yetkiyle sâdece TBMM’ye verilmiştir.

Buna rağmen, yasadışılığa dayandırılan bütün uygulamalar; yönetmelikler, tâlimatlar ve emirnâmeler bütünüyle yasadışı...

Ne var ki iktidar partisinin baştan beri yaptığı gibi, bir defa daha “Anayasa Mahkemesi kararlarını yasal gören” tavrı, işin başında vartaya düşürüyor. Tamamen tepeden inme yasadışı dayatmalara bir nevi “meşruiyet” maskesi bahşediyor.

* * *

Gerçek şu ki, yasağı çözmek için anayasada atıfta bulunmaya ya da Meclis’te yeni bir yasal düzenlemeye ihtiyaç yok. Zira başörtüsünü ve hatta kadınların kılık ve kıyafetlerini yasaklayan veya sınırlayan bir kanun yok ki düzeltilsin veya kaldırılsın…

Çünkü problem yasada değil, uygulamada. Ve siyasî iktidarın uygulama alanında sorumluluğu vardır. Aksi halde, bu yasadışı yasağı demokratik irâde ile bertaraf etmek yerine, bir temel hak olan başörtüsünü anayasa ve yasa kapsamına almak, yasakçılığa prim verdirmektir.

Her ne suretle olursa olsun, yasadışı yasağı anayasa ve yasalarla savuşturmaya girişmek, berâberinde daha vahim yasakları ve dayatmaları getirecek ciddî bir yanlışlıktır. Bu furyada, Mahkemeye ve yasakçılara yeni yasaklama fırsatını verdirmektir.

Kısacası, zaten bir temel hak ve özgürlük olan başörtüsünün anayasayla “korunması”na ihtiyacı yok. Medyatik şova dönüşen bunca gürültüye de gerek yok…

Siyasî iktidar, milletten aldığı güçle demokratik irâdeyi ortaya koysun, yeter…

24.09.2007

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Umre günlüğü – 2



(Dünden devam)

Elimdeki Kur’ân mealinden Medine’yi arıyorum. Tevbe Suresi 120. ayet karşıma çıkıyor:

“Medine halkına ve onların çevresinde bulunan bedevi Araplara Allah’ın Resulünden geri kalmaları ve onun canından önce kendi canlarını düşünmeleri yakışmaz. İşte onların Allah yolunda bir susuzluğa, bir yorgunluğa ve bir açlığa düçar olmaları, kafirleri öfkelendirecek bir yere (ayak) basmaları ve düşmana karşı başarı kazanmaları, ancak bunların karşılığında kendilerine salih bir amel yazılması içindir. Çünkü Allah iyilik yapanların mükafatını zayi etmez.”

Devamındaki ayet (121); “Allah onları, yapmakta olduklarının en güzeli ile mükâfatlandırmak için küçük büyük yaptıkları her masraf, geçtikleri her vadi mutlaka onların lehine yazılır” demektedir.

Surede aynı zamanda, Tebük seferine katılmayan Müslümanlar için şiddetli ikazlarla birlikte mükâfatlar da zikredilmektedir.

***

Tam bu esnada uçuşa hazır Suudi havayollarında uçuş duası yapılıyor. Sükunet dorukta. Sadece bir çocuk ağlaması duyuluyor. 400 kişilik uçak sessiz bir iç tefekkürün içinde.

***

Uçak, harekete başladı. Şimdilik tekerleklerle gidiyor. Yer küreye dokunuyor. Maddi kesafetin yer sofrasında hâlâ. Pencerelerden, bildiğimiz alemin görüntüleri olan mekânlar, cisimler ve insanlar, pistten gittikçe uzaklaşan siluetlere dönüşüyorlar.

***

Sarsıntılı, tekerlekli uçuş öncesi gidiş, bizim de iç sarsıntılarımızla ve arkada bıraktıklarımızla hâlâ ilgilendiğimize işaret eden bir geçiş gibi…Kendimize dönüşün, kendimizden kopuşla başlayan gidişi var…

Günlük hayatın nevalesini atıp gitmek, mutat davranışların ezberinden kopup gitmek, aklımıza dönüp bakmadan gitmek…

Bu gidiş, bir kavuşma, bir hasret ve bir ruhanileşme buluşması aynı zamanda.

Doğrusu, şu an (16:10) duraksayan uçak, kalkış öncesi son hazırlıklarıyla bizi bekletirken, şaha kalkacak ve uzaya fırlayacak bir seyrin, seferin içindeymişçesine bir çağrışım yaptırıyor…

Biz de, nefsimizle yeni bir duraktayız gibi geliyor. Uçuşa hazır halin, geriye durdurmak isteyen nefis tuzağıyla son hamlenin yapılmak istendiği bir bekleyiş hali adeta…

Şükür ki, gelişme uçuş yönünde ve semavat ehline yakın bir meleki arzu ile safiyetin gizli kanallarını mukaddes mekâna doğru hızlandırıyor.

Yine yutkunma… Artan yöneliş, aynı zamanda yeni bir diriliş… Bir mutluluk tezahürü…

Uçak ise, bunu doğrularcasına tekrar harekete geçti. Hızlandı. Ayakları, yerden kesilmek üzere…

Haydi Bismillah…

24.09.2007

E-Posta: [email protected]




Yeni Asyadan Size

Kitap fuarlarına bekliyoruz



Yeni Asya Neşriyatın Ramazan’la birlikte açılan kitap fuarlarına katıldığını daha önce duyurmuştuk. Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından Ankara’da Kocatepe Camii, İstanbul’da ise Sultanahmet Camii avlusunda, geçtiğimiz hafta sonu açılan 26. Kitap ve Kültür Fuarları 8 Ekim’e kadar ziyaret edilebilecek. Her iki fuarda da stand açıp eserlerini sergileyecek olan Yeni Asya Neşriyat, yeni tanzimle basılan Risaleleri bir set halinde özel indirimlerle okuyucuların istifadesine sunacak.

Katılacağımız fuarlardan bir diğeri de 27 Ekim’de İstanbul-Beylikdüzü’nde açılacak TÜYAP Kitap fuarı olacak. İstanbul Kitap Fuarı adıyla 26.’cısı açılacak fuar 4 Kasım’a kadar açık kalacak. Okuyucularımızı standlarımıza bekliyoruz.

***

Artışa geçtik

Yaz tatilinin geride kalıp yeni sezonun açılması ve 13 Eylül’de başlayan Kur’ân kampanyamızla birlikte, yazın da etkisiyle bir süredir yaşadığımız durgunluğu aşma sürecine girdik ve yeniden artışa geçtik. Kampanya çerçevesindeki artışlar devam ediyor. İnşaallah elbirliğiyle yeni ve kalıcı bir yükseliş trendini yakalayacağız.

Bu vesileyle, kampanya için gayret gösteren bütün temsilci ve okuyucularımıza teşekkür ediyor; 21 Şubat 2008’de başlayacak 39. hizmet yılımıza daha güçlü bir şekilde girmeyi diliyoruz.

***

Ramazan sayfalarımız

Geleneksel Ramazan sayfalarımız yine takdir ve istifadeyle takip ediliyor. Her Ramazan olduğu gibi, bu sene de emeği geçen bütün arkadaşlarımıza tebrik ve teşekkürlerimizi iletiyoruz.

***

Aktulga dâvâsı AİHM’de

Genel Yayın Müdürümüz Kâzım Güleçyüz’ün E. Org. Doğu Aktulga için yazdığı bir yazıdan dolayı Aktulga’nın vârisleri adına açılan dâvâda mahkûm edildiğini, bu kararın Yargıtay 4. Hukuk Dairesi tarafından onandığını, tashih-i karar için yaptığımız başvurunun kabul edilmediğini ve böylece Türkiye’deki iç hukuk yollarının tükenmesi üzerine Avukatımız Turgut İnal’ın kararı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine götürdüğünü evvelce duyurmuştuk.

Geçtiğimiz günlerde AİHM İkinci Dairesinden aldığımız yazıda, başvurumuzun mahkemeye ulaştığı, dosya numarası verilerek işleme konulduğu, sunduğumuz bilgi ve belgeler ışığında mümkün olan en kısa zamanda değerlendirileceği bildirildi.

AİHM’e giden dâvâların sonuçlanma süresinin, ortalama dört-beş yılı bulduğu biliniyor. Dolayısıyla, bizim başvurumuzun karara bağlanması da muhtemelen 2010’lu yılların başlarını bulacak gibi görünüyor. Ne diyelim. Geç olsun, güç olmasın. Hayırlısı olsun ve hak yerini bulsun.

24.09.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT


 Son Dakika Haberleri