Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 07 Eylül 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Halil USLU

Hayvanlar dünyası



Üzülerek ifade etmek gerekir ki, 21. yüzyılda insanlığın büyük ekseriyeti hayvanlar âleminden uzaklaşmıştır. Bunun çok sebepleri vardır. Bir tanesi apartmanlar dünyası bizi çok uzaklaştırdı. Hayvanlar bizi, biz ise hayvanları tanımaz olduk. Hatta okullarda okuyan çocukların çoğu hayvanların isimlerini duymuş, fakat kendilerini tanımazlar. Halbuki mazideki dünyamızda ve kitaplarımızda hayvanlar için özel yerler vardır. Dahası hayvanlar da Cennete gireceklerdir. TV seyretmeye vakit bulamıyorum, eğer bulursam hayvanlara ait yabancıların çektiği hayvanlarla ilgili belgeselleri ibret ve hikmetle seyretmekteyim.

Hayvanlar âleminin sırları asırlar boyu hâlen çözülememiştir. Başta Peygamberimiz Hz. Muhammed (asm) Efendimiz ve Hz. Süleyman (as) gibi peygamberler, onlarla lisanen konuşmuşlar ve konuşturulmuş. Düşünürüm, bütün hayvanlar konuşsaydı ne olurdu acaba? Gönül sultanları eserlerinde hayvanlara çok yer vermişler. Bediüzzaman Hazretleri çok risâlelerinde hikmetleriyle zikrediyor. Meselâ;

“…insanda ve hayvanda ‘sâika’ ve ‘şâika’ namıyla, aynı sâmia ve bâsıra gibi iki hiss-i âhari ilmen bulmuştum. Ehl-i dalâlet ve ehl-i felsefe, o gayr-ı meş’ur (şuur harici) hislere, hata ederek, ahmakçasına, ‘sevk-i tabiî’ diyorlar. Hâşâ, sevk-i tabiî değil, belki bir nev'î ilham-ı fıtrî olarak, insan ve hayvanı kader-i İlâhî sevk ediyor.

“Meselâ, kedi gibi bazı hayvan, gözü kör olduğu vakit, o sevk-i kaderî ile gider, gözüne ilâç olan bir otu bulur, gözüne sürer, iyi olur.

“Hem rû-yi zeminin sıhhiye memurları hükmünde ve bedevî hayvânâtın cenazelerini kaldırmakla muvazzaf kartal gibi âkilüllâhm (etçil) kuşlara, bir günlük mesafeden bir hayvan cenazesinin vücudu, o sevk-i kaderî ile ve o hiss-i kablelvuku ilhamıyla ve o sâika-i İlâhî ile bildirilir ve bulurlar..”1

Geçtiğimiz yıllarda gerek Türkiye’de, gerekse Güney Pasifik Okyanusu’ndaki deprem ve denizin karaya çıkması hadiselerinde hayvanların bağırmaları, kaçmaları anlata anlata bitirilemiyor. Gölcük depreminde gecenin karanlığında kediler, köpekler ve ahır hayvanları bağırmışlar kaçan kaçmış, ondan sonra deprem olmuş. Güney Asya’daki denizin karaya çıkmasından bir müddet önce en çarpıcı olay; zincirlere bağlı olan fillerin zincirleri kırması, tepelere koşması ve kendi bakıcılarını da sürükleyerek kurtarmalarıdır.

Medeniyet ülkesi kabul edilen Hollanda’nın bir bölgesinde bir tür sinek, ilaçlama ile imhâ edilmiş. Bu tür milyarlarca sineğin imhasından sonra, orada sârî hastalıklar zuhur etmiş. İlim adamları araştırmışlar, “Meydana çıkan o hastalık mikroplarını ancak öldürdüğümüz sinekler imha edebilir, o mikroplar onların yemi imiş” derler. Bunun üzerine Afrika’ya gidiyorlar, oranın ormanlarından aynı tür sinek getirerek, döllendirerek, çoğaltarak o hastalıktan kurtuluyorlar.

Şimdi, bu hikmetleri ve vazifeleri anlatılırsa, o vakit insan bu masum hayvanları nasıl öldürecek? Hayvan öldürmeyen insan, karşısındaki insanı nasıl öldürecek? Çünkü bu hikmetini çözemediğimiz hayvanların görevlerinden birisi hem dünyadaki dengeleri sağlamak, hem de eşref-i mahlûkat olarak yaratılan insana kudret-i İlâhiyenin emriyle hizmet etmektir. İnsan hizmetçisine nasıl zulüm eder ve katl eder?

Hayvanları öldürenlerin ve dövenlerin kulakları çınlasın. Her hayvan, Bediüzzaman’ın yengesi merhum Rabia Ünlükul annemizin kedisi gibi olamaz ki. Kendilerinden dinledim: Kedisi, seccadesini kirlettiği için dövmüş. O Van kedisi de bir km mesafeye gidip Norşin Camii’nde Hz. Bediüzzaman’a şikâyet ederek evi terk etmiş ve Hz. Üstad’ın kedisi olmuş.

Evet, bu mânâdaki hayvanlar dünyasının neresindeyiz?

Dipnotlar:

1- Mektûbât, 28. Mektub, Birinci Mesele

07.09.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Gücünün yettiği kadar yapmak



İstanbul’dan okuyucumuz:

*“İbadetlerde eksiklerim var. Hep en iyisini yapmaya çalışıyorum; ama en iyisine muvaffak olamıyorum. Bu da beni rahatsız ediyor. Maddî durumum dar. Birçok yere yardım etmek istiyorum. Maddeten müsait olmayışıma üzülüyorum.”

İbadetler için, gücümüzün yettiği kadarından sorumluyuz. Ama mevcutla da yetinmeyiz. Çünkü mevcutla yetinmek de himmetsizliktir.1 Bu şu demektir: Hepimiz, her zaman, her ibadette en iyiyi yapmaya çalışırız, çalışmalıyız. Ama neticede elimizden geleni yaparız. Kendimizi hep sorgularız, sorgulamalıyız. Çünkü nefsimize güvenemeyiz. Bitip tükenmeyen istek ve arzularından dolayı, hiç durmadan dalâleti bize hoş gösterme çabalarından dolayı nefsimizi kınarız, kınamalıyız. Bizden çok şeytanın fısıltılarına ve vesveselerine kulak veriyor diye nefsimizi ayıplarız, ayıplamalıyız. Esasen bu, Kur’ân’da övülen bir ameldir de. Cenâb-ı Hak, kendini kınayan nefis için “nefs-i levvâme” ünvanını kullanarak yemin eder.2 Demek bu, Cenâb-ı Hak katında takdir gören bir ibadettir.

Eksiklerimizi hep sorgulayalım. Bıkmadan, usanmadan. Şunu bilelim ki; her sorgu, mükemmelliğe atılan bir adımdır. Her sorgu, en iyiye doğru bir koşudur. Her sorgu, bir önceki eksikliğimizin tescili ve itirafı, bir sonraki tekâmülümüzün ilk adımıdır. Öyleyse bunu yaparken rahatsızlık duymayalım. Tam aksine; huzur ve saadet duyalım. Zira Kur’ân’ın övdüğü şeyi yapıyoruz. Gücümüzün yettiği şeyin en iyisini yapmaya gayret edelim. Ama bu en iyi arayışı, bizi, elimizdeki mevcut iyiden vazgeçirmesin. Yani Cenâb-ı Hak bizi, yapabileceğimiz en iyiden sorar; gücümüzün yetmediği en iyiden sormaz!

Şu halde, anahatlarıyla farzları yapıp, sünnetleri de gücümüz yettiği kadar yaşamaya çalışır ve daha iyiye muvaffak etmek için de Cenâb-ı Hakk’a duâ etmeye devam edebildiğimiz ölçüde, hiç olmazsa içimiz rahat olmalıdır.

Hazret-i Âişe (ra) anlatır: Yanımda bir kadın vardı. Resûlullah (asm) odamıza girdi ve “Bu kimdir?” diye sordu. Ben de “Falan kadındır” dedim ve kadının namaza bağlılığından anlatmaya başladım. Allah Resûlü (a.s.m.):

“Yeter! Gücünüzün yettiğini yapın! Allah’a yemin ederim ki, Cenâb-ı Hak, siz usanmadıkça size sevap vermekten usanmaz!” buyurdu.3 Resûlullah (a.s.m), amellerin ve ibadetlerin devamlı olanını severdi.

Yardım yapma isteği ve maddî gücün zaafiyeti durumuna gelince; bu konuda da gücümüzün yeterli olmadığı şeyden sorumlu değiliz. Niyetimizle de sevap kazanabiliriz. Hatta niyetimizle yaptığımız hayır, riyasız olduğu için, kimi zaman elimizle yaptığımız hayırdan daha fazla sevap getirebilir. Nitekim Peygamber Efendimiz (asm): “Mü’minin niyeti amelinden hayırlıdır” buyurmuştur. Çünkü Rabb-i Rahîm olan Yüce Allah niyetimize büyük değer veriyor ve sevap yazıyor. Yani bir hayra niyet eden, fakat yapmaya kudreti olmadığından yapamayan bir kuluna Cenâb-ı Hakkın, o iyiliği yapmış gibi sevap yazdığı, bize sahih rivayetlerle bildiriliyor. Sonra; az olsun, ama Allah rızası için olsun; inanın çoklara bedeldir! Hazret-i Osman’ın (ra) ifadesiyle; “Bir fakirin, kendi boğazından kesip Allah yolunda verdiği tek bir dirhemi, çok olan maldan verilen on binlerden çok daha sevaplıdır.”

Öyleyse, tek dileğimiz, tek duâmız, tek niyazımız; her fırsatta Allah’ın rızasını gözetmek niyetine ulaşabilmek olursa, Cenâb-ı Hak, razı olabileceği amellere inşallah bizi muvaffak kılar. Allah Resûlü’nün (a.s.m) ifadesiyle; “Allah sizin cisimlerinize ve sûretlerinize bakmaz; O sizin kalbinize bakar.”

Dipnotlar:

1- Sözler, 666

2- Kıyâmet Sûresi, 75/2

3- Buhârî ve Müslim

07.09.2007

E-Posta: [email protected]




M. Ali KAYA

Tevekkül



Lügatte güvenmek, dayanmak, işi Allah’a bırakmak, neticeyi, sonucu Allah’tan bilmek anlamına gelmektedir. Tevekkül, kadere rıza ve Allah’ın hikmetine güvenmek anlamına gelmektedir.

Gerçekte tevekkül ise, dünya ve ahirete ait hususlarda Allah’ın emir ve yasaklarına, “Âdetullah” ve “Sünnetullah” denilen tabiatta cârî olan kanunlara lâyıkıyla uymak ve neticeyi Allah’tan beklemektir. İşin başında tevekkül ediyorum diye çalışmayı terk etmek tembellik, mevcut ile yetinmek ise himmetsizlik ve gayretsizliktir.

Bediüzzaman Hazretleri tevekkülü şöyle tarif eder: “Tevekkül esbâbı bütün bütün terk etmek değildir. Belki, sebepleri kudret elinin perdesi bilerek riâyet etmek, sebeplere sarılmayı ise bir nev’î fiilî duâ telâkki ederek sonucu yalnız Allah’tan istemek ve neticeleri O’ndan bilmek ve O’na minnettar olmaktan ibarettir.”1

“Teşebbüsü’l-esbâb min süneni’l-mürselîn” denilmiştir. Yani, sebeplere sarılmak peygamberlerin sünnetidir. Bütün peygamberler sebeplere tam sarılmışlar ve bütün himmet ve gayretleri ile çalışmışlardır. Tebliğ vazifesini yaparken aklın gerektirdiği bütün tedbirlere başvurmuşlar ve bütün sebeplere sarılmışlardır. Sonucu ise Allah’tan beklemişler ve neticeye kanaat etmişlerdir.

Tevekkülün dört şartı vardır:

1. Sebeplere sarılmak: Allah dünyada sebepler vasıtası ile iş yapmaktadır. Bu bakımdan sebeplere sarılmak Allah’ın koyduğu kurallara ve kanunlara uygun hareket etmek demektir. Peygamberlerin sünneti ve yolu budur.

2. Azimli ve gayretli olmak: Yüce Allah Kur’ân-ı Kerim’de “Önce azmedin ve gayret gösterin, sonra Allah’a güvenin. Allah kendisine dayanan ve güvenenleri sever”2 buyurur.

3. Tedbir almak: Tedbirli olmak ve işler sarpa sarmadan aklın gerektirdiği şekilde davranmak gerekir. İslâm bilginleri “Tedbir gibi akıl yoktur” buyurmuşlardır. Peygamberimiz (asm) devesini dışarıda bağlamadan bırakan ve “Ben Allah’a tevekkül ettim” diyen birisine “Önce deveni bağla, sonra Allah’a tevekkül et” buyurmuşlardır.3

4. Çalışmak: Allah insana çalışmak için akıl, sıhhat, el ve ayak vermiştir. Bütün hayırlı işler çalışma sonucu kazanılır. Günahların ve zararların, insanı cehenneme götüren sebeplerin başında tembellik gelir. Çalışmak farzdan önce farz, tembellik ise günahların en büyüklerine sebep olduğu için günahlardan büyük günahtır. Nitekim yüce Allah “Kişiye çalıştığının karşılığı vardır; kul çalışmasının karşılığını mutlaka görecektir”4 buyurur.

Bu şartlara uygun bir tevekkül anlayışı ile Allah’a güvenenler için Peygamberimiz (asm) “Sizler hakkıyla Allah’a tevekkül etmiş olsaydınız, kuşlar gibi rızıklandırılırdınız. Onlar aç olarak yuvalarından çıkarlar, karınları dolu olduğu halde yuvalarına dönerler”5 buyurmuşlardır. Yüce Allah’ın Kur’ân-ı Kerim’de istediği tevekkül de budur: “Kim Allah’a tevekkül ederse Allah ona kâfidir.”6 “Mü’minler o kimselerdir ki Allah’ın adı anılınca kalpleri titrer, Allah’ın âyetleri okununca imanları artar ve Allah’a tevekkül ederler.”7 “Mü’minler sadece Allah’a dayanıp güvensinler.”8 Bu âyetlerde istenen tevekkül, yukarıda şartları belirlenen tevekküldür. Tembelkârâne bir tevekkülün İslâmda yeri yoktur.

Kadere inanan ve Allah’a güvenen bir insan çalışma gayreti içinde olur. Çünkü çalışmalarının sonuçsuz kalacağı korkusuna asla kapılmaz. Böyle olunca da ümitle ve gayretle çalışır. Allah’a güvenerek çalışmasını sürdürür. Çalışan ise bu gün olmazsa yarın mutlaka sonuç alacaktır. Böylece tevekkül, tembelliğin değil çalışma ve gayretin ünvanıdır. Kişi Allah’a güvenerek sebeplere sarılacak, bütün ön çalışmalarını yapacak, tedbirlerini alacak ve elinden gelen gayreti gösterecektir. Sonucu ise Allah’tan bekleyecektir. İyi olursa Allah’a şükredecek ve ona minnettar olacaktır, sonucu iyi olmazsa neticeye kanaat edecek ve rıza ile karşılayacak ve ümitsizliğe düşmeyecektir. Tevekkül budur.

Çiftçinin tarlayı ıslâh etmesi ve tohum ekmesi, talebenin derslerine günü gününe çalışması, hastanın şifa araması ve mü’minin imanını güçlendirmeye ve ibadete gayret etmesi, hep tevekkül çerçevesinde değerlendirilecek hususlardır. Çalışmaya tembellik ederek rızık beklemek, ibadete tembel davranarak cennet beklemek ahmaklık ve akılsızlıktır. Çiftçi, Allah’a güvenerek tohum eker, rızık Allah’tandır. Doktor, Allah’a güvenerek ameliyat yapar, şifa Allah’tandır. Eceli gelmişse, ölüm de Allah’tandır. Mü’min Allah’a güvenerek ibadete koşar, cennet ve saadet-i ebediye Allah’tandır. Kul üzerine düşeni yaptıktan sonra neticede kadere itimat ederek sonucu kanaat ve rıza ile karşılayacaktır. “Rabbim, beni benden ziyade düşünür. Benim hakkımda ne dilemiş ise o hayırlıdır” diyerek ümitsizliğe düşmeden şevkle çalışacaktır.

İslâm bilginleri ve sahabeler kulluk edemediklerinden dolayı üzülür, sıkılır ve istiğfara devam ederlerdi. Hz. Ömer (ra), adaleti yerine getirmek amacı ile gece uyumaz, gündüz rahat etmezdi. “Gündüz uyursam dünyamı, gece uyursam ahiretimi kaybederim” derdi. Kendisine sordular: “Sen cennetle müjdelenen aşere-i mübeşşereden değil misin? Nedir bu telâşın?” Cevap verdi: “Evet! Ancak siz bunu yanlış anlamışsınız. Allah’ın bu va’di şartlara bağlıdır. Söyler misiniz, Ömer zulme başlarsa ve namazı terk ederse yine Cennete girer mi?”

İşte tevekkülün en güzel örneği budur.

Dipnotlar:

1- Sözler, 292

2- Âl-i İmran, 3:159

3- Tirmizî, Sıfatu’l-Kıyame, 60

4- Necm, 53:39-40

5- Tirmizi, Zühd, 33; İbn-i Mâce, Zühd, 14

6- Talak, 65:31

7- Enfal, 8:2

8- Âl-i İmran, 3:122

07.09.2007

E-Posta: [email protected]




Davut ŞAHİN

Dersimiz: Yine Rock!



Birçok gazetede haberi yer aldı:

“Büyük rock yıldızı olarak yaşamak genç ölmeye yol açıyor.”

Örnekler vermiş:

Elvis Presley, Kurt Cobain, Jimi Hendrix, Jim Morrison, Keith Moon, Brian Jones, Janis Joplin… v.d.

Bu isimlerin ölüm oranları karşılaştırılmış ve sıradan insanlara göre üç kat daha fazla ölüm oranı olduğu tesbit edilmiş.

İngiltere’de yapılan bir araştırma, bir rock yıldızının şöhretinin ilk 5 yılındaki ölüm riskinin, ortalama bir ABD’li veya Avrupalıdan 2,5 kat fazla olduğunu ortaya koymuş.

Peki, “rock yıldızı” gibi yaşamak, niçin genç ölmeye yol açar?

Bize göre; “hızlı” yaşıyorlar. Şöhretin getirdiği cazibe ile bir çok zevki tadıyorlar.

Ve; hayattan çok çabuk soğuyorlar.

Araştırmayı yapan bilim adamlarına göre, üç sebep var:

-Aşırı hız sonucu; kazalar

-Aşırı dozda uyuşturucu

-Aşırı alkol tüketimi ve kanser…

İntihar edenlerin oranıysa yüzde 3…

İşte bunları model alan “rock” sever gençler gittikleri konserlerde herhalde meşrubat içmez… Her halükârda onlar gibi yaşamayı ve “efsane” olmayı arzu eder. Çünkü yaptıkları müzik tarzı onların kanını kaynatmaya bile yeter.

Önceki gün “Rock’n Coke’in” ile ilgili yazımıza kendini tanıtma ihtiyacı hissetmeyen bir “Halkla ilişkiler sorumlusu”ndan “cevap” geldi.

“Yorumları büyük bir üzüntü ile okuduğu”nu söylüyor. “Lütfedip bir telefon etseydiniz” diyor.

Sağolsun, İl Jandarma Komutanlığının resmî raporlarından bize bazı bilgiler aktarmış…

Özetle: Katılan kişi sayısı 33 bin… Aranan araç sayısı: 5 bin… Kurulan çadır sayısı 4 Bin 900… Haklarında yasal işlem yapılan kişi sayısı 19 (5’i çeşitli suçlardan aranan şahıslar)…

Ele geçirilen malzemeler: 5 gr. Toz esrar, 15 gr. esrar, 9 adet uyuşturucu hap, 9 sarımlık esrar (sigara halinde) 1 adet boş enjeksiyon… (Bu rakamlar için özellikle teşekkür ediyorum)

Halkla ilişkiler uzmanımızın itirazı şu:

“Sayın Şahin, kokain eroin nerede?”

Evet haklı… Listede “kokain”in adı geçmiyor, “eroin”in esamesi okunmuyor.. Rakamlar da sayın Gürtay Kıpçak’ı doğruluyor.

Ben ne demişim:

“Eroin.”

Öyle ya, esrar nerede, eroin nerede…? Peki “işlev” olarak ikisi de “uyuşturucu” değil mi?

Sadece isimlerin farklı oluşu acaba neyi değiştiriyor?

Toz esrarla, uyuşturucu hap veya sigara halinde el altından satılan sarımlık esrarla “kokain”in arasında ne gibi fark var. Bunlar “uyuşturucu” kategorisine girmiyor mu?

Ama kabahat benim: “eroin” ve “esrar”ı ayırt edemeyecek bir bilgi düzeyimizle ne diye kalem oynatmaya cüret ediyorum ki?

Keşke sayın Kıpçak’a “lütfedip” bir telefon etseydim...

07.09.2007

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Hâlâ mı tank?



Genelkurmay Başkanı “Herşeye anlam yüklemeyin” diyedursun; asker adına verilen her bir görüntüden “derin mesajlar” çıkarma gayretleri medyada aynı şekilde sürüyor.

Bunun son örneği, Gül’ün Çankaya’da verdiği ilk resepsiyona, Büyükanıt ve kuvvet komutanlarının önceden planlanmış denetlemelerini gerekçe göstererek katılmamaları ve Genelkurmay’ı temsilen gelen orgeneralin on sene önce Sincan’da tankları yürüten komutan olması üzerine üretilen birbirinden “renkli” yorumlar.

Kimilerine göre, asker bu yolla Gül’e ve AKP iktidarına 28 Şubat’ı hatırlatan “ince” bir mesaj veriyor. Bazıları bu yoruma, resepsiyona katılmayan komutanların, denetlemelerini Gül’ün memleketi Kayseri’den başlatmak suretiyle ayrı bir boyut kattıkları gibi bir ilâvede bulunuyorlar.

Hadiseyi tersinden değerlendirenler ise, 28 Şubat’ta tank yürüterek Refahyol’un çekilmesiyle sonuçlanan süreci başlatan komutanın aradan on yıl geçtikten sonra, o zaman Refahyol’un bakanlarından biri olan Gül’ü Çankaya’da cumhurbaşkanı olarak kutlamasına “kaderin cilvesi ve adaleti” yorumunu getiriyorlar.

Orgeneral Ceylanoğlu’nun, Köşke “ordunun beyni” olarak nitelenen sekiz J-komutanla birlikte katılmasını da bu bağlamda “kaderin mesajı”nı kuvvetlendirici bir unsur olarak vurgulayanlar var. Ama nedense diğer bakış açısının sahipleri bu noktayı gözden kaçırmışlar. Çünkü bu husus onlar açısından da kullanılmaya elverişli bir nitelik taşıyor.

Sebebi, Genelkurmay karargâhındaki J-başkanlarının 28 Şubat’ta ön safta görünmeleri.

Aslına bakılırsa, iki bakış açısının da kendisini dayandırabileceği kuvvetli gerekçeler var.

Ancak bu durum, birinci tez açısından geçmişe bakan yönüyle geçerli. On sene öncesini bugüne taşıma amaçlı bir 28 Şubat hatırlatmasının söz konusu olması halinde ise cevap bekleyen bir dizi sualin gündeme gelmesi kaçınılmaz:

Köşke Genelkurmay’ı temsilen, 28 Şubat’ta tank yürütmüş komutanın gönderilmesi, benzer bir durumda tank paletlerinin tekrar döndürüleceği gibi bir mesaj vermeyi mi amaçlıyor? Eğer öyle ise, gelinen noktada böyle birşeyin imkân ve ihtimali var mı? Sosyal ve siyasî alanlarda tankların işi ne? Ve eğer tank yürütmek çözüm olsaydı bugünkü tablo ortaya çıkar mıydı?

Kaldı ki, o zamanki tank yürütme eylemi, dönemin Sincan Zırhlı Birlikler Tümeni komutanı olduğu için Ceylanoğlu’na mal ediliyorsa da, bu işin emir-komuta zinciri dışında, re’sen onun tarafından gerçekleştirilmiş olması mümkün mü?

Nitekim bu işi ondan evvel sahiplenenler çıktı. Ceylanoğlu’nun şimdi oturduğu Eğitim ve Doktrin Komutanlığı, on sene önce Korg. İzzettin İyigün’de idi. İyigün, bu görevden emekli olduktan sonra rahmetli Yener Süsoy’a yaptığı “Tankları yürüterek balans ayarını yapan kişi benim” açıklamasıyla bayrağı açan ilk kişi olmuştu (Hürriyet, 21.6.04). Ancak İyigün’ün anlattığına göre, tankları yürütme talimatını veren kişi, dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı Org. Hikmet Köksal’dı. Ve bu iş, Genelkurmay Başkanı Karadayı’ya haber verilmeden yapılmıştı.

Başka detaylar da var, ama konumuz değil.

Sonuç: “Tank” yorumlarıyla havayı bulandırma çabaları bugünün Türkiye’siyle örtüşmüyor.

07.09.2007

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

‘Namaz molası’nı ben talep ettim!



Yıllık iznimizin bir bölümünü geçirmek ve ‘sıla-i rahim’ için Karadeniz yaylalarını tercih ettiysek de, yine de ‘küresel ısınma’dan nasibimizi aldık. Başka bölgelerle kıyaslanamayacak olsa da ‘yayla’larımız da bu ‘afet’ten bir şekilde etkilenmiş görünüyor...

İstanbul’dan uzak kaldık, ama ‘gündem’den uzak kalmak her zaman mümkün olmuyor. Çünkü muhatap olduğunuz insanlar ‘gündem’le meşgul ve bu durum ‘yayla’lara kadar sirayet etmiş. İstanbul’a dönüşümüzle birlikte, ‘küresel ısınma’nın dışında, ‘yalan haber alışkanlığı’nın da devam ettiğine şahit olduk.

Aylardan beri “28 Şubat süreci”ne uygun haberler yayınlamakla ünlenen bir gazete, yine boş durmamış ve şehirler arası otobüslerde ‘namaz molası’ taleplerinin arttığını ifşa etmiş. “Yolda zorunlu namaz molası” başlıklı manşet haberin ‘özet’inde şöyle denilmiş: “Samsun’dan İstanbul’a gelirken cami önünde ‘istek üzerine’ yarım saat mola veren otobüsün diğer yolcuları uygulamaya tepki gösterdi.” (Milliyet, 5 Eylül 2007)

“Uzman görüşleri” ile desteklenen habere göre, cami molası ‘kurallar’a aykırı imiş... Haber üzerine yorum yapan bazı yazarlar da, “Mal bulmuş mağribi” gibi davranmışlar. Bunlardan birisi şöyle yazmış: “Uzun yıllar şehirlerarası otobüslerle yolculuk ettim, böyle bir olayla hiç karşılaşmadım. Yanımda, yöremde oturan yolcular içinde dini bütün insanlar da oldu ve onların bazılarının oturdukları yerde, kimseyi rahatsız etmeden ve sessizce namaz kıldıklarına da tanığım.” (Mehmet Y. Yılmaz, Hürriyet, 6 Eylül 2007)

Bir diğeri de, ilgili haberi “en ilginç haber” seçmiş ve “Hâlâ mı görmüyorsunuz bunda ne olduğunu?” diye sormuş. (Oktay Ekşi, 6 Eylül 2007) Hürriyet başyazarı Ekşi’nin görmemizi istediği şey, Türkiye’nin ‘bir yerlere sürüklendiği’ şeklindeki kanaattir ki, bunu da yazısında Cezayir’den verdiği örnekle desteklemiş...

Haberin pek çok unsuru yalanlanmış olsa da ortada bir vak’a var: Yolculardan böyle bir talep gelmiş ve otobüs ‘namaz molası’ vermiş. Bundan dolayı, hem bu talepte bulunan yolcuları, hem de otobüs şoförünü can-ı gönülden kutluyorum.

Aynı zamanda bir ‘itiraf’ta da bulunmak istiyorum: Ben de pek çok otobüs yolculuğunda bu şekilde otobüs şoförlerinden ‘namaz molası talebi’nde bulundum ve sağ olduğum müddetçe de bulunmaya devam edeceğim! Çünkü ‘namaz kılmak’ gizlenecek bir davranış değildir ve bunun için talepte bulunmak namaz kılanların en temel hakkıdır.

Bu haberlerin maksadı ise bellidir: Suyu bulandırmak...

Otobüslerde ‘namaz molası’ taleplerinin arttığı da doğrudur, ama bu talep artışını mevcut siyasî iktidarla irtibatlandırmak kökten yanlıştır. Çünkü bu millet Müslümandır ve inancının gereğini yaşamak istiyor. Dün de böyleydi, inşallah yarın da böyle olacak. Bunun için medyanın ‘fetva’sına da ihtiyacı yok. Bu konuda ‘fetva’ vermeye ehil olanlar bellidir ve bunu da milletimiz bilmektedir...

Geri adım yok, doğruları savunmaya devam...

07.09.2007

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

Siviller yapıyor diye “sivil anayasa” olur mu?



Kabul edildiği tarihten bu yana sürekli tartışma konusu olan ve ihtilâl sonrası hazırlanan 1982 Anayasası 25 yıl içinde 12 defa değişikliğe uğradı. 177 esas maddeden oluşan Anayasa’nın başlangıç bölümü ile toplam 73 maddesi değiştirilirken, 3 madde ise yürürlükten kaldırıldı. Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi ve milletvekili seçimlerinin 4 yılda bir yapılmasını öngören anayasa değişikliğinin 21 Ekim’de yapılacak referandumla kabul edilmesi halinde Anayasa 13. kez değişmiş olacak.

Seçimlerden sonra Prof. Dr. Ergun Özbudun başkanlığındaki bir heyet “sivil anayasa” diye kamuoyuna lanse edilen yeni bir anayasa taslağı hazırlığı yapmış, bunu AKP Genel Başkan Yardımcısı Dengir Mir Mehmet Fırat başkanlığındaki 11 üyeli “AKP Anayasa Hazırlık Komisyonu”na iletmişti. AKP heyeti çalışmalarını tamamladı. Şimdi bu iki heyet önümüzdeki günlerde Başbakan Tayyip Erdoğan’ın da katılacağı bir toplantıda son şeklini vermeye çalışacak.

***

Kamuoyuna sızdırılan bölümlerle ilgili kamuoyunda değişik konular konuşuluyor. Taslak ortaya çıktığında tamamı tartışılacaktır. Burada taslakla ilgili iki konuya temas etmek istiyorum. Birincisi anayasanın sivil olabilmesinin kriterleri neler olduğu konusudur.

“Anayasanın sivilleşmesi” için geçtiğimiz yıllarda da çok tartışılan geçici 15. madde, siyasî partiler için sivilleşme kriteri haline geldi. Ancak bugüne kadar hiçbir hükümet bu maddenin tümüyle kaldırılması için teşebbüste bulunamadı. Geçici 15. madde, “12 Eylül 1980 darbesi sonrasında kurulan Millî Güvenlik Konseyi’nin, Konsey döneminde kurulmuş hükümetlerin ve Danışma Meclisi’nin her türlü karar ve tasarruflarından dolayı haklarında cezaî, malî veya hukukî sorumluluklarının iddia edilemeyeceğini ve bu maksatla herhangi bir yargı merciine başvurulamayacağı” hükmünü kapsıyor. Bazı bölümleri basına “sızan” yeni anayasa taslağında bu madde ile ilgili bir düzenlemenin olup olmadığı henüz belli değil.

Sivil anayasa, anayasanın 1961 ve 1982’de olduğu gibi “ihtilâl sonrası askerler tarafından oluşturulan kurucu Meclisler tarafından değil, demokratik bir hazırlık sürecinin ardından kabul edilmesi” olarak kabul ediliyor. Bunun için Anayasa’nın, toplumun değişik kesimlerinin taleplerini karşılayan bir metin olarak hazırlanması ve demokratik seçimlerle oluşturulmuş Meclis tarafından ya da halkoyuyla kabul edilmesi gerekiyor.

Bunun için hazırlık çalışmasını yürüten heyetlerin ihtilâl dönemini çağrıştıran ve sivil anayasa görüntüsüne zarar verecek bu maddelerini ayıklamaları gereklidir.

Zira, sivil anayasa sivillerin hazırlaması ile sivil olmaz. İçeriğinin de sivil olması gerekir.

***

İkinci temas etmek istediğim konu da, anayasada başörtüsü ile ilgili bir bölümün olup olmayacağı konusudur.

Bilim adamları heyetinin hazırladığı metinde kılık-kıyafet serbestliğinin yeni hazırlanacak anayasaya ilâve edildiği bildirilmiştir ve iki ayrı metin şöyle sıralanmıştı. Mevcut anayasanın 42. maddesindeki “Kimse eğitim ve öğrenim hakkından yoksun bırakılamaz” cümlesinin “Kimse eğitim ve öğrenim hakkından kılık kıyafeti nedeniyle alıkonulamaz” veya “Eğitim öğrenim kurumlarında kılık-kıyafet serbesttir” cümlelerinden birisinin anayasa metnine konulabileceği söylenmişti.

Ancak, Dengir Mir Mehmet Fırat, yeni anayasada “Türbanla üniversiteye gireceksiniz diye anayasa’da bir hüküm yer almaz” diye açıklama yaparak bunun yönetmeliklerde var olduğunu dile getirdi.

Ancak unutmamak gerekir ki, yıllardır devam eden başörtüsü yasağı Anayasa Mahkemesinin bir yorumuna dayanılarak yürütülüyor. Üniversite kayıtlarının yapıldığı şu günlerde de bu yasağın katılaşarak devam ettiğini görüyoruz. Bundan dolayı yasağın artık bitmesi için anayasada bu konunun yer alması gerekiyor. O zaman yönetmeliklerin de ona uygun olması gerekecektir. Mesele bu yolla çözülebilecektir.

Ayrıca, Fırat’ın “Kılık-kıyafetle ilgili düzenleme yapılamaz. Tatbikatla hukuku karıştırmamak lâzım” dedikten sonra “O zaman etek boyu ne kadar olura kadar gidersiniz” türü beyanları hadisenin hafife alındığını da gösteriyor.

***

Özetle, anayasa birilerine şirin gözükmek, bazı çevrelerin tepkisini en aza indirmek ya da o çevrelere yaranmak adına değil, halkın ihtiyaçlarını karşılayacak, özgürlükleri alabildiğine genişleten bir üslûpla hazırlanmalıdır. Çünkü anayasa devlet için değil, insanlar için yapılır. Hazırlanırken de toplumun bütün kesimlerinin görüşleri alınmalı, aceleye getirilmemelidir. Yasakları değil, özgürlükleri, hak ve hürriyetleri koruyan bir metin olmalıdır. Yoksa, hazırlandıktan sonra 71 sefer de yama yapsanız, tutmuyor, tutmadı da…

07.09.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri