Her düşünce yapısının, her mütefekkirin kendine has bir hizmet stratejisi, bir metodu, bir sistemi, üslûbu vardır. Bediüzzaman’ın Risâle-i Nur ile ortaya koyduğu sistem ve metod ise, muhteşem bir orijinalliğe sahiptir. Dolayısıyla biz, onu kendi kafamıza göre şekillendiremeyiz. Onu kendimize değil, kendimizi ona uyarlamaya çalışmalıyız. Risâle-i Nur hizmetlerini anlamaya çalışmalı, ancak, aklımızı karıştırmamalıyız. Yani, “Üstad o zaman böyle söyledi, ama aslında şöyle de olabilir, böyle yapsak daha uygundur, bugünkü şartlara göre şöyle bir metod izlemeliyiz?” gibi bir yola sapamayız.
“Kafa fenerimizle hareket etmeme” meselesini Zübeyir Gündüzalp’in ifadelerinden de çıkarabiliriz. Ki, Üstad’ın hizmetine girdiği ilk günlerde, “Şunu yap, bunu yap!” diye dört vazife birden verince, Zübeyir Ağabey ilk zamanlar bocalar. Çocukluğundan beri Bediüzzaman’ın yanında yetişen Ceylan Çalışkan’a gider:
“Herhalde Üstadın işini yapamayacağım!” der.
“Üstadın işini yapmak çok kolay. İşine kafanı karıştırmayacaksın, ne demişse onu yapacaksın. Meselâ, Üstad, gece 00:02’de dilekçe yazdırır ve ‘Götür bunu valiye ver!’ derse; sen kafanı karıştırmayacaksın; götürüp vereceksin. Eğer dersen ki, ‘Gece ikide valiye dilekçe mi verilir? Sabah erken kahvaltımı yaparım, sonra valinin evine doğru giderim. Vali evden çıkarken ben de hemen yakalar, mektubu veririm…’ İşte o zaman Üstadın işine aklını karıştırmış olursun. Akıbet beklediğinin tersine olur. Üstad da seni yanında barındırmaz!”1
İşte içtimaî ve siyasî ölçüler dahil, hizmet stratejisinde de yapmamız gereken şey, Risâle-i Nur’un işlerine aklımızı karıştırmamaktır. Yani, kendi görüşümüzü, metodumuzu, düşüncemizi ona yamamak değil; onun çizdiği stratejiyi, eğip-bükmeden, dosdoğru anlamak ve uygulamaktır. Kafamızı karıştıramayız, zira, Üstadın kendisi karıştırmamış; hatta onların kendi eseri olmadığını, zekâsını karıştırmadığını; siyaset dahil, her meselenin kalbine ihtar edildiğini ifade ediyor:
“İman hakikatlerini yazmaya şiddetli bir ihtar-ı gaybî hissettim.”2 “Bu münasebetle iki nokta ihtar etmek kalbime geldi.”, “Bu Ramazan-ı Şerifteki kıymettar vakitleri radyonun malayaniyatıyla zayi etmemesi için manen kalbime kaç defa ihtar edildi ki…”, “Size dört meseleyi beyan etmek kalbime ihtar edildi.”, “Konuşmak lâzım gelmiş diye kalbime ihtar edildi. Bir parça gönderdim. Daha tamamlamaya bir ihtar almadım.”, “Hakikatlerin hizmetine ne vakit ihtiyaç görülse, ihtiyâca göre bir nebze ihsân edilir.”3 “Bu makamda perde indi, yazmaya izin verilmedi. Başka zamana tehir edildi.”4
Dikkat etmemiz gereken diğer bir nokta, yalnızca iman, ibadet, ahlâk, şeriat meseleleriyle değil; Kur’ân ve Sünnet’in içtimaî ve siyasî ölçü, prensip ve hizmet stratejisini de, yine “manevî ihtarlar” alır: “Kalbe ihtar edilen içtimaî hayatımıza ait bir hakikat. Bu içtimaî, siyasî mesele mücmel olarak ihtar edildi.”5
Keza Bediüzzaman, “Kırk seneye yakın siyaseti terk ettiğinden” içtimaî ve siyasî meselelerle ilgilenmediğini, bundan dolayı da İslâm milleti ve İslâm hükümeti (Demokratların iktidarı için kullanıyor) büyük bir tehlikeyi, verilmek istenen zararı göremediğini; “ehl-i siyaset ve cemiyet-i beşeriyeye hamiyetle çalışanlar için bana mânevî bir ihtar edildiğinden Üç Noktayı beyan” eder…
Yine, namaz tesbihatı esnasında, Reis-i Cumhura (Celal Bayar) ve Başvekile (Adnan Menderes’e), “Sizlerin Pakistan ve Irak’la gayet muvaffakiyetkârâne ittifakını tebrik için” kuvvetli bir ihtar ile bunu yazmaya mecbur kaldığını ifade eder.
Bediüzzaman'ın, yazdığı eserleri yüzlerce kez okuması ve aşağıdaki ifadeleri de, Risale-i Nur’un kesin olarak kendi fikrinin ve zekâsının eseri olmadığını gösterir:
“İnsan kusurlardan, nisyandan, sehivden halî değil. Benim bilmediğim çok kusurlarım var; belki de fikrim karışmış, risalede hatalar da olmuş… Risâle-i Nur onun (Bediüzzaman’ın) hüneri olamaz ve onunla iftihar edemez. Belki doğrudan doğruya Kur’ân-ı Hakîm’in bu zamanda bir mu’cize-i maneviyesidir ve rahmet-i İlâhiye tarafından ihsan edilmiştir. O adam, binler arkadaşıyla beraber, o hediye-i Kur’âniyeye el atmış. Her nasılsa birinci tercümanlık vazifesi ona düşmüş. Onun fikri ve ilmi ve zekâsının eseri olmadığına delil:
“Risâle-i Nur’un öyle parçaları var ki; bazı altı saatte, bazı iki saatte, bazı bir saatte ve bazı da on dakikada yazılan risâleler var. Ben yeminle temin ediyorum ki, Eski Said’in kuvve-i hafızası beraber olmak şartıyla, o on dakikalık işi on saatte fikrimle yapamıyorum, o bir saatlik risâleyi iki günde istidadımla, zihnimle yapamıyorum. O altı saatlik risale olan Otuzuncu Sözü ne ben, ne de en müdakkik dindar feylesoflar, altı günde o tahkîkatı yapamaz. Ve hakeza... Demek biz, müflis olduğumuz halde, zengin bir mücevherat dükkânının dellalı ve bir hizmetçisi olmuşuz”.6
“Kalbe ihtar-hatırlatma!”yı kafamıza takmamalıyız. Zira, biz de, “Aklımıza geldi, birden fark ettim, kalbime doğdu!” demez miyiz? Böylesine ilim, zühd, takva sahibi Üstad da, duyguların kumandanı olarak elbette, “kalbine mahiyeti yüksek bir şekilde ihtar!” edilmesi tabiîdir. Hatta “ihtar meselesi” mahkeme ve bilirkişi raporlarında da, suç unsuru olarak bahis mevzuu yapıldığı ve bunu kullanmasının sebebi Risâle-i Nur’da şöyle izah edilir:
“Bir adam kabir kapısında, seksenden geçmiş, kırk seneden beri kendisini inzivaya alıştırmış, yirmi sekiz seneden beri tecrid-i mutlak ve haps ve nefiy içinde bütün bütün dünyadan küsmüş. Otuz beş sene gazeteleri okumamış, dinlememiş. Mukabelesiz ömründe hediye kabul etmemiş, en yakın akrabasından, hattâ kardeşinden hiç mukabelesiz bir şey kabul etmemiş. Hürmetten, teveccüh-ü nastan kaçmak için, halklarla görüşmemek için zaruret olmadan kendine düstur yapmış. Ve bütün dostların medihlerini kendi şahsına almayarak, ya Nurcuların heyetine, ya Risâle-i Nur’un şahs-ı mânevîsine havale etmiş. Ve dermiş:
“Ben lâyık değilim. Haddim de değil. Ben bir hizmetkârım; çekirdek gibi çürüdüm, gittim. Risâle-i Nur ise, Kur’ân-ı Hakîmin tefsiridir, mânâsıdır.”
Hemen herkesin dediği gibi, ‘Hatırıma geldi’, yahut ‘Fikrime geldi’, yahut ‘Fikrime ihtar edildi’ gibi tabirleri herkes istimal ediyor. Benim de bunu söylemekten maksadım bu ki: ‘Benim hünerim, benim zekâm değil. Sünûhat kabilinden’ demektir. Bu da herkesin dediği gibi bir sözdür. Eğer vukufsuz ehl-i vukufun verdiği mânâ ilham da olsa, hayvanattan tut, tâ melâikelere, tâ insanlara, tâ herkese bir nev'î ilhama ve sünûhata mazhar oldukları, ehl-i fen ve ehl-i ilim ittifak etmişler. Buna suç diyen, ilim ve fenni inkâr etmek lâzım gelir.
Beşincisi: ‘Müellif, câzibedar bir fitnenin esiri olmak ihtimali olan bir nesli, Risâle-i Nur’dan medet umanlara verdiği cevaplarla kurtaracağına kanîdir.’7
Son olarak şu hususu da nazara verelim: Bediüzzaman, içtimaî ve siyasî meseleleri de iman perspektifinden ele aldığından; Sözler, Mektubat, Lem’alar ve Şuâlar adında dört temel eser ve bunların bölümleri olan lahikalarla bir bütün olduğunu, “Risâle-i Nur’un kitapları birbirine tercih edilmez. Herbirinin, kendi makâmında riyâseti var ve bu zamanı tenvir eden bir mu’cize-i mâneviye-i Kur’âniyedir.”8 hatırlatmasını yapar.
Dolayısıyla kendi zamanındaki meseleleri hallettiği gibi, istikbaldeki meseleler için de temel şablonlar, formüller verdiğini de, “Lillâhilhamd, Risâle-i Nur, bu asrın, belki gelen istikbâli tenvir edebilir bir mu’cize-i Kur’âniye olduğunu çok tecrübeler ve vâkıalar ile körlere de göstermiş”9 tarzındaki ifadelerinden de anlıyoruz.
Dipnotlar:
1. İbrahim Kaygusuz, Nurun Sadık Kahramanı/Zübeyir Gündüzalp, s. 147-148.; 2. Emirdağ Lâhikası, s. 326, 39, 52, 76.; 3. Lem’alar, s. 364.; 4. Şualar, indeksli, s. 426.; 5. Emirdağ Lâhikası, s. 386-387, 394.; 6. Tarihçe-i Hayat, s. 368.; 7. Emirdağ Lâhikası, s. 361.; 8. Hizmet Rehberi, s. 23.; 9. Kastamonu Lâhikası, s. 6.
20.08.2007
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|