|
|
Habib FİDAN |
What about God? |
|
Babası ve kız kardeşiyle birlikte dağcılıkla uğraşan bir gencin hayatını anlatan iki bin yılı yapımı güzel bir filmdir Dikey Limit. Genç adam yıllar önce bir tırmanma esnasında kopmak üzere olan ipi babasının isteğiyle kesmek zorunda kalır. Kendisi ve kız kardeşi kurtulur; ama babası ölür. Bu yüzden kardeşi onu affetmez. Yıllar sonra kardeşi maceraya atlar ve dünyanın en yüksek ikinci zirvesi olarak bilinen K2’ye tırmanılacaktır. Zirveye çıkılırken hava şartlarının uygun olmayabileceği dile getirilmesine rağmen, organizasyon başkanı diretir ve meydanda, “Bu kadar çok bilgili, becerikli ve teçhizat bakımından donanımlı insan varken bizi ne durdurabilir?” diye bağırır. Ortaya ansızın çıkan biri, şu ibretli soruyu sorar: “What about God? (Peki ya Allah?)”
Söz konusu filmin hiç unutmadığım ve unutamadığım ibretli sahnesi budur. Hele de son yıllarda olur olmaz türeyen ve özellikle yabancı kökenli kişisel gelişim kitaplarının model olarak sunduğu cüretkâr insan profillerini gördükçe, daha bir anlam kazanıyor. Meselâ The Secret (Sır) kitabının gevezeliklerine bakın: “Bu bilgiye sahip olduktan sonra yapamayacağınız hiçbir şey yok. Kim olduğunuzun, nerede bulunduğunuzun hiç önemi yok. Sır sayesinde istediğiniz her şeye sahip olabilirsiniz.” sormak lâzım: İnsanın istediği her şeye sahip olması, gerçek anlamda bir başarı mıdır? Yahut hiçbir sınırlama olmadan, insanın her şeyi isteyip elde etmesi, bireysel ya da toplumsal ölçekte mutluluk getirebilir mi? Evrensel kurallar nerede? Üstelik“Kazanılan paranın yüzde doksan altısının dünya nüfusunun yalnızca yüzde biri tarafından kazanılmasının sebebi nedir sizce? Onlar sırrı biliyorlar” derken, bu sır gerçekten sözü edilen ne olduğu belirsiz “çekim yasası”nı bilmek midir, yoksa manevî değerlerden yoksun ve insafsız baronların kanlı ayaklarıyla büyük çoğunluğun omuzlarına basmaları mıdır? Sahi, yazar bu sırrı mı anlatmaya, işlemeye çalışıyor?
Cüretkâr ifadeler bununla bitmiyor. Meselâ, “Siz evrendeki en güçlü mıknatıssınız. İçinizde barındırdığınız manyetik güç yeryüzündeki her şeyden daha güçlü. Bu akıl sır ermez çekim gücünü yayan ise yine sizin düşünceleriniz” gibi cümlelerin yanında, “Her şeyi değiştirme gücüne sahipsiniz. Çünkü düşüncelerinizi seçen ve duygularınızı hisseden tek kişi sizsiniz. Bu yolculukta insan, kendi evrenini kendisi yaratır” tarzında cümleleri okuyunca insanın, gerçekten “What about God?” diyesi geliyor. Hadi adını koyalım: Allah bunun neresinde? Son derece iğdiş edilerek bir araya getirilmiş fantezi türünden düşünceler, insanı tabiatından koparmaktan başka ne işe yarar?
Kitabı okudukça, “Siz kendinizin yaratıcısısınız. Çekim yasası ise yaşamak istediğiniz şeyi yaratmak için sahip olduğunuz olağanüstü donanımınızdır. Hayatın büyüsüne ve kendi ihtişamınıza hoşgeldiniz!” gibi cümleler insana pes dedirtecek cinsten olduğu gibi, başarının nasıl gerçekleştirileceği hususunda söylenen, “İşin nasılını bilmeniz gerekmez. Evrenin kendisini nasıl yeniden düzenleyeceğini bilmenize ihtiyaç yok. Kendinize çekeceğiniz şey, dileğinize ulaşmak” gibisinden cümleler, “Amaca götüren her yol mübahtır” düşüncesini dikte ettiği gibi, temelde insanı tanrılaştıracak dereceye kadar ileri gidebilen bir anlayış olan ve toplumu bireyselliğe değil, bireyciliğe götüren hümanizmanın zihinlere nakşedilmesi gibi geliyor bana.
The Secret kitabını baştan sona okuduğunuzda, kısmen alıntıladığımız düşüncelerin sürekli şekil değiştirerek arz-ı endam ettiğini görürsünüz. Ve “kendisini olduğu gibi kabullenme” düşüncesine yan çizen, bir yandan da insanı Allahsızlaştıran ve ayrıca, “Sen de zengin olabilirsin. Sen de yüksek yerleri işgâl eden insanlar gibi olabilirsin. Ne olursa olsun başarabilirsin. Toplumu düşünme, kendini düşün. Toplumsal gerçeklikler seni ilgilendirmez, sen büyük güçsün” gibi popülist lâflarla yahut dedikodu kabilinden örnek birkaç hayatın anlatımıyla insanı uyuşturan düşünceler var kitapta.
Doğrusu başta ABD’de satış rekorları kırmakla beraber, hemen çoğu ülkede ve dahi Türkiye’de satış listelerinin başında olup tartışmaları da beraberinde getiren bu tarz kitabın rağbet görmesi; anarşinin boy göstermesi ve düzenin yıkılmasını hatırlatan; hayallerle süslü imajların egemenliğiyle oluşan imaj doygunluğunun ortaya çıkardığı taklidin, gerçek olandan daha güçlü olmasını anlatan; en önemlisi de aslında var olmayan şeylerin sunulup da gerçeklerden daha güçlü göstermekle birlikte, müthiş bir boşluğu içinde barındıran postmodernite sorunuyla da bir nev'î ilişkili bir durumdur. Yoksa, insanın zihinsel kodlamalarına yönelik fantastik düşüncelerle bezeli bir boşluktan ibaret olan bir anlatım, başka nasıl açıklanabilir?
Evet, genelde ticarî kaygıların ön planda tutulduğu bu alanda, tâbiri câizse servet edinmenin anahtarlarını belinde taşıyan olur olmaz hayat koçları modern bilgelik(!) edasıyla çıkış yollarının başını tutarak, bir şekilde insanların yerine düşünebildiklerini dikte edip çoğu zaman yazdıkları cicili bicili kitaplarıyla yediden yetmişe hemen her insana umut tâcirliği yapmakta beis görmüyorlar.
Yanlış anlaşılmasın; elbette toplumun manevî değer yargılarını, sosyal yaşantısını, kültür dokusunu vb. durumlarını göz ardı etmeden, daha doğrusu muhatabın robot değil de başlı başına insan olduğunu unutmayan kişisel gelişim kitaplarının faydası şüphe götürmez. Ama son günlerde etrafında süregelen tartışmalar sonunda okuduğum “The Secret(Sır)” adlı kitap, çoğu zaman ortalıkta yığınla gezen kişisel gelişim kitapları ile ilgili düşüncemi daha da kuvvetlendiriyor.
04.08.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
S. Bahattin YAŞAR |
Küresel değil; kişisel ısınma |
|
Herkes kendi yolunda yürüyor
28-29 Temmuz 2007 tarihlerinde, Risâle-i Nur Enstitüsü Ankara şubesinin düzenlemiş olduğu, ‘Risâle-i Nur’u Anlama’ seminerlerine katıldık. Program dönüşü geri dönerken, otobüste, zihnimde oluşan küçük anekdotları sizlerle paylaşmanın faydalı olacağını düşündüm.
Temmuz ayının sonunda gerçekleşen bu program, yazın sıcağına, derd-i maişet meşgalelerine rağmen oldukça istifadeli bir program oldu.
Yani sadece bir araya gelmek ve hasb-ı hal etmek bile içinde harika güzellikler ve tatlı zevkler taşıyor. Ki bizimkisi, sadece bir araya gelmenin çok ötesinde hem konuşmacıların hem de dinleyicilerin –kendi itiraflarıyla- değişik yönlerden istifade ettikleri bir program oldu.
Bu konuda kendi üzerimdeki bir iki kanaati paylaşmak daha doğru olacaktır. “Pozitif Pencereler” adındaki yapılmış çalışmamızı önce Şanlıurfa’da arkadaşlarla paylaşmıştık. Burada ön plana çıkan cümlemiz, ‘Ne kadar imanınız varsa, o kadar pozitifsiniz...” şeklinde olmuştu.
Sonrasında gelen dâvet üzerine, Ankara’daki arkadaşlarımızla bu konuyu paylaşmak nasip oldu. Doğrusu konuyu paylaşmakla birlikte, yıllar önceki belli bir hukukumuz oluşmuş arkadaşlarımızla burada bir araya gelmek ve eski günleri yad ederken, yeni hatıralarda oluşturmak bizi oldukça memnun etti.
Her faaliyet, içinde heyecanını da taşıyor
Risâle-i Nur Enstitüsü’nün bu tarz programları Türkiye’nin hemen her şehir ve ilçesinde yapmasının zaruretini önceki yazılarımızdan birinde bahsetmiştik. Birbirini eğitme ve geliştirme, birbirinin birikiminden istifade etme programı ancak, böyle bir enstitünün üstlenebileceği bir faaliyet alanıdır. Tabiî illerin ilgi göstermesi sonucu daha da etkili ve istifadeli olur diye düşünüyorum.
Hatta mahallinde belli bir konuda temayüz etmiş arkadaşların böyle bir faaliyet çerçevesinde değerlendirilmesi, hem o kişi açısından hem de farklı şehir insanlarının yapılan çalışmayı alması açısından faydalı olacaktır.
Her toprağın çiçeğinin farklı olması gibi, her şehrin de ruhu, mânâsı ve maddî ve manevî içerdikleri farklı farklıdır. Onun için şehir değiştikçe insan da değişiyor. İnsan içinde yaşadığı muhitin tesiri içerisindedir.
Ankara’ya ‘Pozitif Pencereleri’ konuşmaya giderken, karşımıza onlarca yeni pozitif pencereler aşılacağını biliyorduk, ama faaliyetin içinde lezzetinin de bulunması sonucu bu kadar beklemiyorduk.,
Öğrenme bittiği gün, ihtiyarlama başlar...
Mezuniyeti bulunmayan, açılışı, kapanışı, alayiş nümayişi olmayan, açık alan, kapalı alan, kamusal alan gibi bir takıntısı bulunmayan, hoca konumundakinin de, öğrenci konumundakinin de birbirinden istifade için uğraştığı bir eğitim ocağının içinde bulunmak ve bunun nasiplisi olmak, oldukça insana haz veren bir duygu.
Risâle-i Nur faaliyetleri içerisinde en dikkat çekici kavramlardan birisi, talebeliktir. Yani öğrenmenin bitmediği bir sürecin adı oluşu, başlı başına bir orijinallik içeriyor. Zaten programa katılan bir ağabeyin ifadesi de konuyla ilgili şöyleydi: “Öğrenme bittiği gün, ihtiyarlama başlar...”
Program içerisindeki konuşmacıların her bir çalışmasından ayrı ayrı istifade ettik. Zaten programın güzel taraflarından birisi de, dinleyiciler kadar konuşmacıların da birer, dinleyici olmalarıydı. Çünkü her bir alan ilgilisi, kendi alanının dışındaki çalışmalara ihtiyaç duymakta idi. Şunu burada önemle söyleyelim ki, her bir risâle okuyucusunun, belli bir konuda yoğunlaşarak, o konunun ilgilisi, sevdalısı olması ve bu çalışmasını da sair insanlarla paylaşma yolu açık. Bunu aslında omuzumuza yüklenmiş bir sorumluluk olarak düşünmek gerekmektedir. Yani hali, vakti, imkânı yerinde olup da, risâleler üzerinde bir alanda kendini geliştirmeyen bir akademisyeni, bir öğretmeni, bir Nur talebesini, bir bu işin sevdalısını, doğrusu ben bu davranışlarından sorumlular diye düşünüyorum. Eğer onlar bu yapmaları gerekenleri yapmazlarsa, korkarım fuzuli bir takım meşguliyetler kendilerini yeterince ve belki daha da fazlaca meşgul edecektir.
Ne kadar okursanız, o kadar pozitifsiniz
Yıllardır risâlelerden beslenmiş, ama kendisine düşen rolün farkında olmayan pek çok akademisyen ve eğitimcilerimiz bulunuyor. Bu dairedeki herkesin vicdanen kendisini bir sorgulamaya tutmasında fayda var. Cahiliye dönemindeki sahabelerin üstlendikleri rol ne ise, bu helâket ve felâketler asrında, yangın içinde evlâdı tutuşmuş yanan bir insan psikolojisiyle hareket etme zorunluluğu kendini gösteriyor. Aksi halde küresel bir takım tokatları hep birlikte konuşmaya başlayacağız demektir. Onun için bu eserlerin etki alanında olup da, kendisine, eşine, çocuklarına, en yakın komşusuna, iş arkadaşına taşımayan kişi kesinlikle yetersiz beslenme içerisindedir. Yani pozitif etkimiz risâleleri okumamız oranındadır diyebiliriz.
Konuşmacılara yürekten tebrikler!
Sayın Dr. Mahmut Bozan’ın, ‘Türkiye’nin Demokrasi Serüveni’ adlı çalışması, bir vatandaş olarak herkesin ülkesinde olup biten tarihî süreçle ilgili olup bitenlerden haberdar olma noktasında oldukça derli toplu bir çalışma. Mahmut Beyin, sunum tekniği de oldukça yerinde.
Zübeyir Gündüzalp’i anlatan sayın İbrahim Kaygusuz da, gerçekten heyecan dolu bir serüvenin içinde uğraşıyor. Zübeyir Gündüzalp’i araştırma konusu yapmak zaten başlı başına bir heyecana, bir cereyana kapılmak anlamına geliyor. Kaygusuz’a bir Anadolu turu yaptırarak, bu tatlı hatıraları daha çok kişinin duymasına çalışabilir. Başarılarının devamını diliyorum.
Her konuşmacının, kendi alanıyla ilgili üstünlüğü tartışılmaz. Onun için birini diğerine tercih gibi bir durum burada söz konusu değil. Hepsi Kur’ân kaynaklı risâlelerin araştırma ve inceleme çabalarını içinde barındırdığı için, hepsinde pek çok güzellikler kendini gösteriyor.
Bu alanlarda gayreti olan herkesi özel tebrik etmek gerekiyor. Özellikle de bu tür çalışmaları bir program dahilinde insanların faydasına sunan enstitü ilgililerini.,
Evet, Risâle-i Nurlar, pozitif enerji kaynaklarıdır. Ancak bu enerji kaynaklarından bizim de istifade edebilmemiz için, günlük olarak okuma düğmelerine dokunmak gerekecektir.
Yoksa bu daire içinde yaşayıp da, içinde heyecan, şevk, gayret taşımayan insan düşünülemez.
Hatta sayın İsmail Benek Ağabeyin temenni olarak ifade ettiği gibi, yakında bu konferans ve seminerleri, aynı anda yüzlerce, binlerce merkezin de izleyip, istifade edebileceği bir dönüşüm hiç de uzak gözükmüyor.
İnsanlar kalkmışlar küresel ısınmalardan, ikilim değişikliklerinden bahsediyorlar. Bütün küresel davranışlar kişisel davranışlardan geçiyor. Buraya unutmayalım. Bir musibetin umumileşmesi, kişisel davranışlarla direkt alâkalıdır. Küresel değil, kişisel ısınmalara dikkat çekmek gerekiyor. Bunun da çözümü, insanî/İslâmî ölçülere dikkat ederek yaşamaktır. İşte bir bu hafta sonu, kişisel ısınmayı ortadan kaldıran ve küresel ısınmaya da çözüm niteliğinde kişisel adımlar attık. Lütfen bu konularda küresel değil, kişisel düşünün yeter.
Teşekkürler, Risâle-i Nur Enstitüsü, Ankara Şubesi! Temmuz sıcağında içimizi serinleten bir program tertip ettiniz.
04.08.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Yeni dönemde beklentiler |
|
Seçim tartışmaları geride bırakıldı. Türkiye’nin kalıcı gündem maddelerinden olan Avrupa Birliği ile ilgili gelişmeler ise, gündemdeki önemini koruyor. Gerek seçim süreci ve gerekse başka bazı sebepler dolayısıyla ağır aksak işleyen ‘AB süreci’, yeniden hız kazanmak durumunda.
Avrupa Birliği Komisyonunun, Türkiye ile ilgili ilerleme raporunu 7 Kasım’da yayınlayacağı ifade ediliyor. Bu tarihe kadar AB yetkililerinin; Ankara’dan çeşitli beklentileri olduğu, bu konularda ciddî adımlar atılması halinde ise ‘ilerleme raporu’nun Türkiye açısından ‘olumlu’ olacağı hatırlatılıyor. (Hürriyet, 2 Ağustos 2007)
Sözkonusu ‘ilerleme raporu’nun ‘aleyhimizde’ olması halinde ise, Türkiye’nin üyeliğine sıcak bakmayan ve öncülüğünü Fransa’nın yaptığı bazı AB üyesi ülkelerin, Aralık ayındaki AB zirvesinde Ankara’ya yönelik “olumsuz” karar aldırabilme ihtimali yükselecek.
Böyle bir ihtimal, Türkiye’nin arzuladığı bir durum değil elbet. Türkiye’nin önünde yeni hükûmetin kurulması ve cumhurbaşkanlığı seçimi gibi önemli konular var. Ama bir yandan da AB süreci işlemek durumunda. Gazetelere yansıyan haberlere bakılırsa, AB çevrelerinin yeni hükûmetten beklentileri şunlar:
*301’in değiştirilmesi: AB, ifade ve düşünce özgürlüğüne kısıtlama getirdiği için TCK’nın 301’inci maddesinin değiştirilmesini istiyor. Bu maddenin değiştirilmesinin hem Türkiye kamuoyu açısından, hem de AB nezdinde çok önemli. (TCK 301. maddeyi hatırlayalım: “Madde 301. - (1) Türklüğü, Cumhuriyeti veya Türkiye Büyük Millet Meclisini alenen aşağılayan kişi, altı aydan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır. (2) Türkiye Cumhuriyeti Hükûmetini, Devletin yargı organlarını, askerî veya emniyet teşkilâtını alenen aşağılayan kişi, altı aydan iki yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır. (3) Türklüğü aşağılamanın yabancı bir ülkede bir Türk vatandaşı tarafından işlenmesi halinde, verilecek ceza üçte bir oranında artırılır. (4) Eleştiri amacıyla yapılan düşünce açıklamaları suç oluşturmaz.”
*Vakıflar yasası: AB, bu yasayı, azınlıkların dinî özgürlükleri önündeki engelin kaldırılması olarak da görüyor.
*Sayıştay yasası: Bu beklenti, özellikle askerî harcamaların sivil denetime geçişi açısından önemli bulunuyor. AB, bu maddenin hayata geçirilmesiyle, askerin sivil denetime geçişinin de tamamlanacağını düşünüyor.
*Ombudsman: İnsan haklarının ihlâl edilmesiyle ilgili mahkemelerin yükünü azaltacak bir mekanizma olan ve kişilerin hak ihlâlini mahkemeden önce götürebileceği “Ombudsmanlık/hakem” sistemi, Avrupa ülkelerinde mevcut. Türkiye henüz bu yasayı hayata geçiremedi.
Gerek AB çevreleri ve gerekse Türkiye kamuoyu açısından gerçekleşmesi beklenen bu değişiklikleri uygulamaya koymak aslında ‘zor’ değil. Bunun için ‘siyasî irade’ göstermek yeterli. Hükûmet olup da ‘iktidar’ olamamak, bu reformları gerçekleştirememenin önündeki en büyük engel.
Başta 301. madde olmak üzere; benzer bütün maddeler değişmeli ve Türkiye daha hür, daha demokrat olmalı vesselâm.
04.08.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Abdil YILDIRIM |
Uzlaşma tamam, eller havaya |
|
Uzlaşma, son zamanlarda en çok işittiğimiz ve okuduğumuz kelimelerin başında geliyor. İnsanlar arasındaki ilişkilerin düzenli ve toplum hayatının huzurlu olması için uzlaşma kültürüne ihtiyaç vardır. Geneli ilgilendiren bir konuda, birden çok taraf farklı görüşler ileri sürüyorlarsa, çoğunluğun kabul ettiği bir noktada buluşmak ve ona göre hareket etmek gerekir. Medeni anlayış bunu gerektirir.
Ne var ki, bugün uzlaşma isteyenlerin niyetleri ortak noktada buluşmak değil, kendi taraflarında buluşmaktır. Uzlaşma için ortak bir zemin aramaya, çoğunluğun görüş ve düşüncesini dikkate almaya gerek yoktur. Herkes onların düşüncesine teslim olacak, fikirlerini kabul edecek ve hayat tarzını benimseyecektir. O zaman uzlaşma sağlanmış olacaktır. Çoğunluk ne istiyor, çağdaş demokrasilerde nasıl uzlaşılıyor, evrensel değerler neyi gerektiriyor, bunların hiç biri önemli değildir. Onların dediklerini kayıtsız şartsız kabul ederseniz, uzlaşmış olursunuz. Aksi takdirde sizinle bir arada yaşanmaz. Onların uzlaşma şartlarını kabul etmezseniz, “öteki” olur çıkarsınız.
Demokrasilerde uzlaşma, çoğunluğun tarafında olur. Azınlığın dediğinde uzlaşma olacaksa, o zaman seçimin bir anlamı kalmaz. Millet sandığa attığı oylarla nerede uzlaşılacağını gösteriyor. Buna rağmen, halkın tercihini dikkate almadan “ben azınlığım, ama benim dediğim olmalı” diye diretilirse, bu uzlaşma değil dayatma olur. Yani azınlığın çoğunluğa tahakkümüdür. O zaman “çoğulcu demokrasi” yerini “ azınlıkçı demokrasi” şeklini alır ki, dünyada böyle bir ucube demokrasi örneği yoktur.
Bir ülkede, halkın yüzde sekseni “başörtüsü yasağı kalkmalı” diyor, yüzde yirmisi de “devam etmeli” diyorsa, burada uzlaşma aramak gereksiz ve anlamsızdır. Ne var ki, bizim ülkemizde gereksiz ve anlamsız uygulamalar normal görüldüğü için bu sorun da bir türlü çözülemiyor. Daha garip olan da, yüzde elliye yakın bir halk desteği ile iktidara gelenler de hâlâ uzlaşma arayışı içinde bulunuyor. Millet uzlaşmış, size de bu sorunu çözün diye bu kadar destek vermiş. Buna rağmen “kurumsal mutabakat” gibi ne olduğu belli olmayan bir mutabakat beklentisi içinde olmak, “ ben bu sorunu çözmek istemiyorum” demektir.
Yeni mecliste 70 millet vekili ile temsil edilen MHP başörtüsü yasağının kaldırılacağını vaad etmişti. Bu vaadleri her halde hâla geçerlidir. Bu defa eski hatalarını tekrar etmeyeceklerini ümit ediyoruz. Bağımsızların da büyük çoğunluğu bu yasağın kalkmasından yana olacaktır. AKP’nin 341 milletvekili de her halde yasağın devam etmesinden memnun değillerdir. Halk zaten bu konuda büyük bir çoğunlukla mutabakata varmıştır. Yani un var, şeker var, yağ var, geriye helva yapmak kalıyor. Eğer bu kadar malzemeye rağmen bu defa da helva yapamazsanız, millet bir daha sizi o mutfağa sokmayacaktır.
Aslında başörtüsü bireysel bir haktır. Kişilerin hakkı konusunda bir başkası ile uzlaşı aranmaz. Uzlaşma aynı zamanda bir pazarlıktır. İnsan hakları ise, pazarlık konusu yapılamaz. Ne yazık ki, ülkemizde en temel haklar bile siyasete malzeme olmuş ve pazarlık konusu yapılmıştır. Onun için hiç gereği yokken uzlaşma ihtiyacı hissedilmiş, buna rağmen millet uzlaşmayı da sağlamış ama bazı engelleri aşmak mümkün olmamıştır. Şimdi şartlar daha müsait, siyasetin eli daha kuvvetlidir. Artık bu eller yıllardır süregelen bu yasağın kalkması için havaya kalkmalıdır. Vekillerin maaşı ve özlük hakları söz konusu olduğunda hemen mutabakat sağlanıyor ve eller havaya kalkıyor. Bir defa da başörtüsü mağdurları için elleri havada görmek istiyoruz.
04.08.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Tıkanma ve çıkış noktası |
|
28 Şubat’ta devlet ciddî yanlışlar yaptı. Haksız uygulamalarıyla geniş toplum kesimlerini karşısına aldı. Zaten istenen seviyede sağlanamamış olan devlet-millet kaynaşması bu uygulamalarla yeni ve ağır yaralar aldı.
Tek bir örnek olarak, son derece haksız, mantıksız ve anlamsız başörtüsü yasağının on binlerce öğrenci, öğretmen ve memure ile birlikte ailelerinde meydana getirdiği derin burukluk ve kırgınlığı zikretmek herhalde yeterli olur. Devletin, toplum vicdanında asla mâkes bulmayan ve onaylanmayan bu yasakta hâlâ diretmesi olacak şey mi!
Tabiî, tek bir konuda takılıp kalmak doğru değil. Ama başörtüsü olayı 28 Şubat sürecinde yaşanan sıkıntıların da simgesi haline getirildiği için özel bir önem taşımakta.
Başörtüsü hadisesinde gelinen nokta, devlet açısından savunulması imkânsız bir tabloyu ortaya koyuyor. Okulların ve kamu görevlerinin başörtülülere kapatılması, en başta kişilik, eğitim ve çalışma haklarını ihlâl ediyor.
Bu haklarını başörtüleriyle kullanmak isteyen bir kitle mevcut olduğu ve devlet de engelleyici tavrını devam ettirdiği sürece, olayın çözüme kavuşması mümkün değil. Çözümsüzlük ise tıkanma, kilitlenme ve huzursuzluk getiri ve sorumlusu, yasakçı zihniyetten başkası olmaz.
Başörtüsü örneğinde yapılan bu değerlendirme, haksız baskı ve dayatmaların devam ettiği diğer tüm konularda da geçerli. Her halükârda dayatma tıkanmayı getiriyor. Çözüm ise demokratik ve özgürlükçü açılımlarda.
Bu çerçevede, herşeyden önce 28 Şubat’a dayanak oluşturan irtica suçlamasının, hür bir ortamda, önyargılardan uzak ve objektif yaklaşımlarla tartışılması lâzım. Böyle bir tartışma, birçok yanlışın sezilip fark edilmesini ve doğruların ortaya çıkıp anlaşılmasını sağlayacaktır.
Fikirler ve sosyal olaylar “Ben yaptım oldu” mantığıyla şekillendirilemeyeceği gibi, “Ezeriz, yok ederiz” türü yaklaşımlarla da silinemez. Eğer bir fikir yanlış ise, alternatifi doğru fikirdir. Yanlış fikrin yerine doğru fikri ikame etmenin yolu da, sağlam bilgiye dayalı ikna metodlarından geçer. Aynı şekilde, toplumda taban ve zemin bulmuş sosyal oluşumlar da emir-komuta sistemiyle tanzim edilemez.
28 Şubat sosyolojiyi ve sosyal psikolojiyi de reddeden tepeden inmeci bir tavırla geldiği için, toplum tarafından benimsenmek şöyle dursun, suskun ve pasif bir tavırla da olsa reddedildi. Bunun en belirgin işaretlerinden biri, bütün anketlerde, “Başörtüsü yasağına hayır” diyenlerin mutlak çoğunluğu teşkil etmesi.
Keza anketler halkın, askerin irticaya karşı gösterdiği duyarlılığı “abartılı” bulduğunu, 28 Şubat ürünü BÇG’yi yasadışı bir oluşum olarak gördüğünü, ordunun yönetime el koymasını reddettiğini, “Ordunun görev alanını Meclis belirlemeli” dediğini; “din adına siyaset” ve—güya—“dine dayalı diktatörlük” çabalarını da tasvip etmediğini ortaya koyuyor.
Halkın sağduyusunu açıkça ortaya koyan bu sonuçlar, 28 Şubat’ın dayandığı temelleri de birer birer çürütüyor. Ve tıkanan devlete çıkış yolunun adresini gösteriyor.
(1.3.2001)
04.08.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Zordan korkmamak |
|
Üstad Bediüzzaman Hazretleri birkaç saatlik uykuyla yetinir, gecesini ibadet ü tâat, zikir, fikir ve münâcâtla geçirirdi.
Birgün diz çöke çöke, ibadet yapa yapa ayak parmağı yaralanmış, merhem sürmek istemişti. Bunu gören talebesi Molla Resûl, “Biz de Allah’tan korkuyoruz, ama senin ödün patlıyor. Bizim gibi rahat otursan ayağın yaralanmayacaktı” dediğinde, Üstad şu cevabı vermiş: “Molla Resul! Kısa ömürde, kısa dünyada ebedî hayatı kazanmaya gelmişiz. Hem burada rahat oturayım, hem Cennet dâvâ edeyim, olmaz böyle şey! Onun için cesaret edemiyorum rahat oturmaya”
O büyük Üstad ömrü boyunca hep böyle devam etmiş, öncelikle fiilen örnek olup sonra da talebelerine zordan yılmamalarını tembihlemişti. Bir talebesine yazdığı bir mektupta, “Amellerin en hayırlısı, en zor olanıdır” (Keşfü’l-Hafa, 1:55) hadis-i şerifini hatırlatıyor; meşakkatli, külfetli, zevksiz, sıkıntılı salih amel ve hayırlı işlerin daha kıymetli, daha sevaplı olduğuna dikkat çekiyor ve “O sıkıntıda, o meşakkatteki ziyade sevabı ve makbuliyeti düşünüp sabır içinde mesrûrâne şükretmek gerekir” (Kastamonu Lâhikası, s. 97) diyordu.
Hapishanenin sıkıntılı günlerinde de, “Madem biz kadere teslim olup, bu sıkıntıları, ‘Amellerin en hayırlısı en zor olanlarıdır’ sırrıyla, ziyade sevap kazanmak cihetiyle manevî bir nimet biliyoruz; madem geçici dünyevî musibetlerin sonları ekseriyetle ferahlı ve hayırlı oluyor; ve madem hakkalyakîn derecesinde yakînî bir kanaatimiz var ki, ‘Biz öyle bir hakikate hayatımızı vakfetmişiz ki, güneşten daha parlak ve Cennet gibi güzel ve saadet-i ebediye gibi şirindir; elbette biz bu sıkıntılı haller ile müftehirâne, müteşekkirâne bir mücahede-i maneviye yapıyoruz’ diye şekva etmemek lâzımdır” (Şuâlar, 277) diyordu.
Maksat, hedef, gaye ne kadar büyük, ulvî ve yüce olursa, gayret, faaliyet de o kadar çok olmalı değil mi? Elbette böylesine yüce bir maksat için de o kadar meşakkat, çile ve sıkıntı çekilecektir. Çilesiz saadet olmaz.
Başta Resûl-i Ekrem (asm) olmak üzere, Sahabe ve sâir İslâm büyükleri dâvâlarının büyüklüğü ölçülerinde çileyi ve ıztırabı üstlenmiş; yılmadan, bıkmadan, usanmadan hizmetten hizmete koşmuşlardı.
Maksat, sonuçta Allah’ın rızasını elde etmekse, niçin meşakkatler zevkle üstlenilmesin?
04.08.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Rahmete muhtacız |
|
Ünal Bey: “Yağmura şidetli ihtiyacımız var, âfetten de korkuyoruz. Birçok yerde yağmur duâsının zamanı. Yağmur duâsı yaparken eller ne yönde çevrilmeli ve bunun hikmetleri nelerdir?”
Topraklarımız yağmura muhtaç. Canlılar suya muhtaç. Ruhumuz Allah’ın sayısız ikramına, ihsanına, rahmetine ve lütfuna muhtaç. İçimiz dışımız rahmete muhtaç. Allah âfet vermesin tek! Yağmur namazı ve duâsı bir ibadettir. Yağmursuzluk o duânın ve ibadetin vaktidir.1 Duâyı ve ibadeti vaktinde yapmalı, değil mi?
Yağmurlar kesildiği zaman tövbe ve istiğfar etmek, duâ edip namaz kılmak ve ikramı, ihsanı ve rahmeti sonsuz olan Cenâb-ı Hak’tan yağmur istemek sünnettir. Kur’ân’da Nuh Aleyhisselâm’ın, kavmine şöyle dediği kaydedilir: “Dedim ki: ‘Rabb’inize istiğfar edin. Muhakkak o bağışlayandır. Size gökten bol bol yağmur indirsin.”2
Peygamber Efendimiz (asm) bir kıtlık zamanında yağmur duâsında bulunmuş ve daha ellerini indirmeden mübarek sakalı yağmur suyu ile ıslanmıştır. Enes bin Malik (ra) anlatır: Bir defasında insanlar bir kıtlığa uğradılar. Bir Cuma günü idi. Resûl-i Ekrem Efendimiz (asm) hutbe okurken, karşı kapıdan birisi girdi ve: “Yâ Resûlallah! Mallar helâk oldu. Çoluk çocuk aç kaldı. Bize duâ buyur!” dedi. Resûlullah Efendimiz (asm) mübarek ellerini kaldırdı. O sırada gökyüzünde gözümüze hiçbir bulut parçası gözükmüyordu. “Allahümme eğısnâ!” (Allah’ım bize yağmur ver!) ve “Allahümme’skınâ!” (Allah’ım bize su ver!) diye dua buyurdu. Nefsim kudret elinde bulunan Allah Teâlâ’ya yemin olsun ki, bulutlar dağlar gibi gökyüzünü sarmadıkça, o mübarek ellerini indirmedi. Minberden inerken mübarek sakalına doğru yağmur tanelerinin yuvarlandığını gördüm. O gün, ertesi gün, daha ertesi gün... Tâ öteki Cuma’ya kadar. Hep üzerimize yağmur yağıp durdu. Ertesi Cuma yine bir adam ayağa kalkarak, bu defa “Yâ Resûlallah! Binalar yıkıldı. Mallar boğulmaya başladı. Bize duâ buyur” dedi. Bunun üzerine Allah’ın Resûlü (asm) insanoğlunun bu kadar çabuk usanmasına tebessüm buyurdu. Mübarek ellerini kaldırdı. “Allahümme havâleynâ, velâ aleynâ!” (Allah’ım, etrafımıza gönder! Üzerimize gönderme!) diye duâ buyurdu. Bunu söylerken mübarek eliyle hangi cihetteki buluta işaret buyurdu ise, orası açıldı. Medine üstü açık bir alan oldu. Kanat vadisi bir ay mütemadiyen aktı ve hangi yönden kim geldiyse bol yağmur geldiğinden bahsetti.”3
Abdullah bin Zeyd (ra) dedi ki: “Hazret-i Peygamber (asm) namaz kılınan yere çıkıp yağmur duâsı yaptı. Kıbleye döndü. Ridâsını ters çevirdi. İki rek’at namaz kıldırdı.”4
Abbas b. Temim (ra) amcasından nakleder: “Resûlullah’la (asm) yağmur duâsına çıktım. Ridâsını ters çevirdi. Arkasını da cemaate dönerek duâ etti. Daha sonra iki rek’at namaz kıldı. Namazda kıraati açıktan okudu.”5
Enes bin Malik (ra) şöyle demiştir: “Resûlullah (asm) yağmur duâsı yaptı da, ellerinin arkasıyla semaya işâret etti.”6 Enes (ra) bir diğer rivayetinde ellerinin içini aşağıya getirip uzatarak, şöyle demiştir: “Resûlullah (asm) ellerini böyle yaparak yağmur duâsına çıkardı. Ellerini o kadar kaldırırdı ki, koltuk altlarının beyazlığını görürdüm.”7
Duâ esnasında sünnet olan, istenen şeyin lehimize olması halinde ellerin semâya doğru açık tutulması; aleyhimize olması halinde, yani bir âfetten ve şerden Allah’a sığınmamız söz konusu olduğunda ise, avuç içlerinin yere, sırtının da semâya doğru çevrilmesidir. İkisi de sünnettir.
Yağmur duâsında, yukarıdaki rivayetlerden de anlaşılacağı gibi, Peygamber Efendimiz (asm) mübarek ellerini koltuk altının beyazı görülünceye kadar kaldırmış ve avuç içini yere çevirmiştir. Ellerin bu şeklini “taabbüdî” kabul etmek, yani ibadet şeklinin böyle olduğunu düşünmek, teslimiyet açısından bizi daha sağlıklı neticeye götürür. Bundaki görünebilen hikmete gelince:
1-Peygamber Efendimiz (asm) yağmur ve su istemekle beraber, susuzluk musibetinden de, suyun âfetinden de Allah’a sığınmıştır. Bu durumda rahmet isterken ellerin düz çevrilmesi, âfetten Allah’a sığınırken de ellerin ters çevrilmesi sünnete uygundur.
2-Mübarek ellerini çok fazla kaldırıp yere doğru çevirmekle, ihtiyaç duyulan suyun gökten aşağıya doğru indirileceğine işaret buyurmuştur.
3-Gökten nazil olacak rahmete şiddetle muhtaç olduğumuz dua lisanıyla îlân edilmiştir.
Dipnotlar:
1- Sözler, s. 287
2- Nûh Sûresi, 71/10,11
3- Buhârî, 3/505, 538; Müslim, İstiskâ, 8; Nesâî, İstiskâ, 9
4- Müslim, İstiskâ, 2; Buhârî, İstiskâ, 540
5- Nesâî, İstiskâ, 5
6- Müslim, İstiskâ, 6
7- Ebû Dâvud
04.08.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Alışkanlıklarımız |
|
Yeme-içme, uyuma gibi zarûrî işler dışında da bir çok davranış biçimleri sergileriz: Kitap, gazete okumak, sohbet etmek, radyo dinlemek, tv izlemek, eğlenmek, sigara içmek, vs. Bunlar zamanla “alışkanlık, tiryakilik ve fizyolojik bağımlılığa” dönüşür; hava, su gibi ihtiyaç hâline gelirler. Bir kısmı sûistimal ile de zarûri ihtiyaç listesine dahil edilir. Görenek belâsı tiryaki yapar; bir daha kolay kolay terk edilemezler.1
Kitap okumak, sohbet etmek gibi güzel alışkanlıkların faydaları saymakla bitmezken; kötü alışkanlıkların zararları sıralamakla tükenmez. Aslında meşrû yeme-içme gibi zarûri ihtiyaçları karşılamadaki aşırılık bile bağımlılık yapar. Vücudumuzu neye alıştırırsak, onu ister. Günlük 1200 kalorilik bir gıda kâfîdir. Çok yemek ihtiyaç değildir. Fakat, hedonizm (lezzetkoliklik) bizi çok yemeye, o da oburluğa götürür.
Âdet ve alışkanlıkların terki; dengesiz davranış, başağrıları ve krizlere yol açar. Hattâ, terk-i âdet ölümlere bile sebep olabilir. Eğer kırk günden evvel ölüm gelse, kat’iyen rızıksızlıktan değil. Belki âdetleri/alışkanlıkları terkten, kötü tercih yapmaktan gelen bir âdet ve âdeti terk etmekten doğan bir sebepten, bir hastalıktan ileri gelir.2 Yani, uyuşturucu kullanan birisi, bulamayınca krize girdiği gibi; yeme içmeyi alışkanlık haline getirenler, yemek gecikince veya bulamayınca krize girerler. İşte oruç, yemekkolikliği yok eder. Açlıktan gelen krizleri önler!
Tv ve bilgisayar, zaman yutan birer canavar gibidir. Bağımlılıkları o dereceye varır ki, dindarlar bile, ibâdeti terk edip onlara koşar! Hatta, normal yemek yemeyi bile unutturur. Bunların zararları ilk başta kişinin kendisine yönelik. Onu esir edip; zamanını yer; hareketsizlikten kaynaklanan hastalıklara dûçâr eder.
Sigara, alkol ve uyuşturucu bağımlılıkları ise; şuûrumuzu menfî yönde etkileyen zararlı ve tehlikeli madde uyarıcıları taşıdığından daha dehşetli sonuçlar doğurur. Rûh-beden sağlığını doğrudan etkileyerek şuûr bozuklukları ve dengesizliklerine sebep olurlar. Müptelâyı esaret zincirine vururlar. Zararları başkalarına da sirayet eder. Sigara dumanı içmeyenleri de etkiler. Alkol, uyuşturucu sosyal uyumu altüst edip âile içi şiddet; sakat doğum; trafik kazaları ve içtimâî felâketlere yol açar.
Meşrû çerçevede de olsa, şehvet de bağımlılık yaparak, kadına tapmaya kadar götürdüğünü Kur’ân şöyle haber verir: “Onların Allah’ı bırakıp da taptıkları, bir takım dişilerden başkası değildir.”3 “Cahiliyye müşrikleri, yaptıkları putlara bile ‘dişi’ isimler verirlerdi!”
Günümüz insanının iflâhını kesen bağımlılıklardan birisi de “dişi putlar” değil mi? Kadın “meta ve reklâm” yoluyla en mahrem yerlere de pespayece girerek kendisini putlaştırmış; bağımlılığı artırmış. Moda/kozmetik bağımlılığının odak noktası da yine kadın. Herkesi peşinde koşturuyor.
Adamın biri elindeki bir kutu ile, koşa koşa giderken dostlarından birisi:
“Azizim o kutuda ne var?” diye sorar.
“Bizim hanım benden son moda bir şapka istedi de onu aldım!”
“İyi de niçin koşuyorsun?”
“Moda değişmeden yetişeyim diye...”
Modacıların arzularının peşinde mi koşmak, yoksa Yaratanın emirleri dâiresinde mi? Kime kul-köle olmak? Modacıya mı, Allah’a mı?
Şehvet bağımlılığı birçok psiko-fizyo-sosyolojik zararları beraberinde getirir. Meşrû çizgiyi zorlar. Kimi zaman sıkıntı, zekâ/hâfıza zaafı, kimi zaman riya, öfke, hased, kin; kimi zaman harama meyil, kimi zaman iç-dış çatışma ve patlamalar şeklinde ortaya çıkar. Keza, para, mal, mülk, şan şöhret, makam mevkî sevdası; siyasî gevezelikler de muzır alışkanlık, bağımlılıklar bataklığına düşürür.
Ne var ki, zararı zarar, kötüyü kötü, çirkini çirkin bildiğimiz halde, bile bile o bataklığa saplanırız. Çünkü, alışkanlık, bilmeyi yener! Dolayısıyla bilmek yetmez, ihlâsla uygulamak gerekir.
Dipnotlar:
1- Lem’alar, s. 146; 2-Age, s. 67; 3- Kur’ân, Nisâ, 117
04.08.2007
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
|
|