|
|
Şaban DÖĞEN |
Ölülere yardım |
|
Bir hadis-i şeriften öğrendiğimize göre insan ölünce amel defteri kapanır. Üç kişininki açık kalır ancak. Bunlardan biri sâlih evlât yetiştiren kişidir.
Sâlih evlât, Allah’ını, peygamberini, dinini, imanını, sevgiyi, saygıyı, insanlığı bilen evlât demektir. Böyle evlâtların yaptıklarının bir misli de anne ve babalarının defterine kaydolur.
Sâlih evlât, gerçekten büyük sermayedir bir anne ve baba için. Bir taraftan işledikleri hayırlı amellerle ebeveynlerinin defterlerini kabartırlarken diğer taraftan sürekli irtibat halinde bulunur; onlar adına yaptıkları iyilik, okudukları Kur’ân ve yaptıkları duâlarla onlara olan sevgilerini gösterir, destek vermeye çalışırlar.
Ölmüş gitmiş bir insan adına yapılan iyilik, duâ ve istiğfarlardan da ne çıkar demeyin! İnsanın bazan az bir yardıma dahi ihtiyacı olabilir. Bize göre ufak birşey başkaları için sadra şifa olamaz mı? Azaplarının hafifleyip derecelerinin yükselmesi az şey mi? Peygamberimiz (a.s.m.) kabirdeki ölüyü denize düşüp boğulmaktayken başkaları tarafından imdadına koşulan adama benzetmiyor mu? Onun için ölüye, evlat, kardeş ve dostundan gelebilecek bir duâ, ona dünya ve dünya içindeki her şeyden daha sevimlidir.
Yine Peygamberimiz (a.s.m.) buyururlar ki: “Dirilerin ölülere gönderebilecekleri hediyeleri duâ ve onlar adına istiğfardır.” 2
Ölüler duâlarımızı duyarlar mı? Elbette. “Hiçbir kimse yoktur ki, dünyada iken, tanıştığı bir ölünün yanından geçip selâm versin de o ölü onu tanıyıp selâmını almasın”1 buyuruyarlar Allah Resûlü (asm).
Sâlih bir evlâdın anne, baba, yakınları ve dostlarının kabirlerini ziyaret edip ruhlarına Yasinler, Fâtihalar bağışladığını bir düşünün. Ölüler için bir bayramdır bu. Manevî hediyeler halinde takdim edilir onlara. Peygamberimiz (a.s.m.) “Kim Âyete’l-Kürsî’yi okuyup sevabını kabir ehline bağışlarsa, Allah doğudan batıya kadar her (Müslüman) mezara kırk nur yerleştirir ve onların yerlerini genişletir”3 buyurmuşlardır.
Sonra ziyaretçilerinin kıbleye yönelip yaptığı şu duâ da ne kadar anlamlıdır: “Ey Sana iman etmiş olarak dünyadan ayrılan bu çürümüş cesetlerin ve ufalmış kemiklerin Rabbi olan Allah’ım! Bunların üzerine katından bir rahmet, tarafından ise bir selâm indir. Ya Rabbi, bizi bunların ecrinden mahrum etme, onlardan sonra bizi fitneye maruz bırakma, bizi ve onları mağfiret eyle.”
Sevgiyi, şefkati kabre kadar götüren İslâm ne kadar güzel ve büyük bir nimet!
Dipnotlar:
1.Terğib Terhip, 5: 340.
2. A.g.e., 5: 350.
3. A.g.e.
27.06.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Saadet Bayri FİDAN |
Cehennemin gelişi Çarşamba’dan belli olur |
|
“De ki: ‘Cehennem ateşinin sıcaklığı daha şiddetlidir.’ Bir kavrayıp anlasalardı.” (Tevbe Sûresi: 81)
“Nereden biliyorsunuz?” ifadeleri yaptığımız birçok yorumdan sonra gelir. Özellikle de dinî konularda yapılan sohbetlerde bu ifade çok yer alır. İstediğiniz kadar anlatın, inanmak istemeyenin aklında “Ama nereden bileceğiz?” sorusu takılır kalır.
Cennetin çok güzel olduğunu anlatırız, nereden bildiğimiz sorulur ve bu dünyadaki gördüğümüz her şeyin bir numûne olduğunu ve bu numûnelerle Yaratıcının diğer eserlerini tanıyabileceğimizi biliriz. Zira çok güzel bir yer gördüğümüzde hemen “Cennet gibi bir yer, görmen lâzım” ifadesi dökülür dilimizden. Ki evet, dünyada olan birinin cenneti görmesi imkânsızdır. Öyleyse bu kıyası neden yaparız. Çünkü biliriz ki “gibi” bir benzetme edatıdır ve karşımızdakine anlatmak için onun aklına yakınlaşsın diye bir ifade kullanırız. Cenneti görmesek de âyet ve hâdisler ışığında aklımızın alamayacağı kadar güzel olması hasebiyle, bize göre bir yer Cennete ne kadar benzerse, o kadar güzeldir. Ve bütün güzellikler bize cennetin güzelliğinden haber verir...
Bunun yanında, Cehennem kadar sıcak ifadesi de yine sıcaklığın ne kadar yüksek olduğuna bir delildir. Zira cennet ve Cehennem fikri tam olgunlaşmamış kişiler bile “cehennem kadar sıcak yahu” sözlerini kullanmadan edemezler. Bu tâbir medyada da fazlasıyla yer buluyor. Demek ki bu gelen sıcaklıklar, bize cehennemden haber veriyor. Sahi, “Dayanılmaz sıcaklık, nasıl dayanacağız, çarşamba günü en büyük sıcaklıkla karşılaşacağız” gibi ibareler, kafamıza tokmak gibi düşüyor mu?
Haziran’ı bitirmediğimiz şu günlerde, henüz Temmuz gelmemişken, bu sıcaklık normalin üstünde iken, şunu kavramaya başladık: Bu sıcaklığa dayanamıyoruz ve ne yapacağımızı düşünüyoruz. Öyleyse asıl cevaplamamız, üstünde durmamız gereken soru şu olmalı: Cehennemin sıcağına nasıl dayanacağız?
Aslında bizler için ibret alınacak ve çok tövbe edip, ibadet edeceğimiz günler geliyor. Zira sürekli yapılan uyarılar ‘Evinizden çıkmayın’ olduğuna göre, bence evde yapmamız gereken, ibadet etmek ve sürekli imânî bahisleri okumak olmalı. Zira bu sıcaklar büyük bir imtihanı ve ders almayı gerektirdiği gibi, tefekküre davet niteliğinde kendimize gelmemiz için bir ihtar mahiyetinde.
Bence bu ihtarlar en çok gençlerde ifadesini bulmalı. Çünkü gençlikte galeyanda olan hisler ve haddini aşan nefsânî heveslerin tahriklerini, zulmünü ve tahribatını durdurup bir sınır koyabilecek yegâne düşünce, Cehennem’in varlığı düşüncesidir. Ve Cehennem endişesinin olmaması, “Güçlü; yahut galip olan, haklıdır” fikriyle güce dayalı baskıya inanan gençlerin, nefsânî heveslerinin tahrikiyle güçsüz zavallılara, kuvvetsiz âcizlere dünyayı cehenneme çevirmesine sebeptir.
Sadece gençler değil, hepimiz bu sıcaklıklarla bir kez daha ölümü hatırlayıp her an huzura vararak hesap verir durumda olabiliriz. Ve her an cennet ya da cehenneme sevk edilme ihtimaliyle karşı karşıya kalabileceğimizi bilmeliyiz. Dünya hayatında cehennem sıcaklığını hissettiğimiz şu günlerde, Cehennem azabının yakınlığını ve dehşetini her an aklında tutarak, sonsuza kadar bu azabı tatmanın korkusunu her an hissederek hareket etmesi gerekir insanoğlunun. Haber portalları ve tv kanallarının “cehennem çarşambası, Cehennem gölgesi vb.” ifadelerle, bilerek ya da bilmeyerek insanlara duyurmaları boşuna değil. Demek ki bütün sıcaklıklar, bize cehennemden haber veriyor.
Meraklısına Not:
Bediüzzaman Said Nursî, Mektûbât isimli eserinde, “Cehennemin yeri, bazı rivâyatla, ‘tahte’l-arz’ (yerin altı) denilmiştir. (...) küre-i arz (dünya), hareket-i seneviyesiyle (yıllık hareketiyle), ileride mecma-ı haşir (haşir meydanı) olacak bir meydanın etrafında bir daire çiziyor. Cehennem ise, arzın o medar-ı senevîsi (yıllık yörüngesi) altındadır demektir. (...) Cehennem ikidir. Biri suğrâ (küçük), biri kübrâdır (büyüktür). İleride, suğrâ kübrâya inkılâp edeceği ve çekirdeği hükmünde olduğu gibi, ileride ondan bir menzil olur. Cehennem-i Suğrâ (Küçük Cehennem), yerin altında, yani merkezindedir. Kürenin altı, merkezidir. İlm-i tabakatü’l-arzca (Jeoloji ilmince) malûmdur ki, ekseriya her otuz üç metre hafriyatta (kazıda), bir derece-i hararet (sıcaklık) tezayüd eder (artar). Demek, merkeze kadar nısf-ı kutr-u arz (dünyanın yarı çapı), altı bin küsûr kilometre olduğundan, iki yüz bin derece-i harareti câmi, yani iki yüz defa ateş-i dünyevîden şedit ve rivayet-i hadise muvafık bir ateş bulunuyor. Şu Cehennem-i Suğrâ, Cehennem-i Kübrâya ait çok vezâifi, dünyada ve âlem-i berzahta (kabirde) görmüş ve ehâdislerle işaret edilmiştir” (1. Mektub) ifadeleriyle Cehennemin yeri ile ilgili bizlere bilgi verir.
27.06.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Anlaşılmazsa yanarım (2) |
|
Yakında sandık başına gidecek olan halkın nazarında "Anlaşılmazsa yanarım" dediğimiz mühim meselelerden bugün ikincisi üzerinde durmaya çalışalım.
Bu ikinci meseleyi "İktisadî blokaj" başlığı ile isimlendirmek mümkün.
* * *
Evet, Türkiye ekonomisi bugün itibariyle ne yazık ki bloke edilmiş durumda.
Yüksek faiz politikalarının da cazibesiyle, gerek borsaya ve gerekse doğrudan bankalara hariçten bir "sıcak para" akışı yaşanıyor.
Hiç bereketi olmayan bir paradır bu. Geliyor, yüksek faize bulanıyor ve tekrar gerisin geriye gidiyor.
Bu durum, ne hayra alâmettir, ne de gelişmeye delâlettir.
"Para parayı çeker" kàidesine göre işleyen vahşi sistem, Türkiye'ye getirdiğinden çok daha fazlasını alıp tekrar dışarıya götürüyor.
Dolayısıyla, ülke ekonomisi gelişmiyor.
Zira, bu sıcak paranın kalıcı yatırımlarla hiçbir münasebeti yok. Yatırımla, üretimle arası hiç hoş değil. Sadece, Türkiye'deki sermayenin "kitabına uydurulmuş" şekilde harice transfer edilmesine yarıyor, o kadar.
* * *
Hani, yıllardır hep nakarat tarzında söylenir ya "Piyasada yeterince para var. Borsalar dinamik şekilde çalışıyor. Enflasyon rakamları düştü, düşmeye devam ediyor..." diye...
İşte, bütün bu "izafî iyimserlikler"in tümü, ne yazık ki bahsini ettiğimiz sıcak paraya ve kor gibi yakan faiz ateşine dayanıyor.
Hiç tereddütsüz diyebiliriz ki, Türkiye piyasası şu an itibariyle adeta "faiz cenneti"ne çevrilmiş durumda.
Dünyanın en faizci ülkelerinde dahi, bugün Türkiye'deki kadar yüksek faiz politikaları uygunlanmıyor.
Yürekleri yetiyorsa eğer, bir hükümet yetkilisi çıkıp da mukayeseli bir şekilde konuşsun ve gerçeğin bu merkezde olmadığını söylesin bakalım.
İşte size can alıcı bir soru daha: Yüksek faiz politikalarının uygulandığı bir ülkede, nasıl olur da enflasyon rakamları böylesine düşük gösterilebiliyor?
Demek ki, paranın önemli bir miktarı dışarı gidiyor. Paranın dışarı gitmesiyle de, piyasalarda bir durgunluk yaşanıyor. Durgunluk sebebiyle de, enflasyon rakamları haliyle aşağılara çekilmiş oluyor.
Oysa, ilân edilen rakamlar gerçek enflasyonu ve piyasaların acı gerçeğini olduğu gibi yansıtmaktan uzaktır.
En başta akaryakıt zamları ile baş döndürücü şekilde artan emlâk ve kira fiyatları gösteriyor ki, ortada bir "gizli enflasyon" handikapı var.
Bu da, dar ve sabit gelirli vatandaşın alım gücünü düşürmüş, parasının bereketini alıp götürmüştür.
Evet, hükümet ve belediyelerle çalışanların haricindeki hangi vatandaş kesimi çıkıp da, bugünkü halinin dört yıl öncesinden daha iyi, parasının daha bereketli ve alım gücünün daha yüksek olduğunu söyleyebilir?
* * *
Hasılı, mevcut hükümetin ekonomi ve para politikalarının IMF ve hariçteki diğer sermayedarlar tarafından iyiden iyiye bloke edildiğini üzüntüyle müşahade ediyoruz.
Ancak, adeta illizyonist yöntemlerle yapılan propagandalar sayesinde, vatandaş bu vahametin farkına bir türlü varamıyor.
Vatandaş, meselâ borsanın yüzde yetmişten fazlasının bugün yabancı sermayenin eline geçtiğini ve bu acımasız çarkın artık onların inisiyatifinde döndürüldüğünü bilmiyor.
Ve yine bilmiyor ki, bu durum hiç, ama hiç güvenli değil; adeta pamuk ipliğine bağlı bir şekilde gidiyor.
Allah'tan ümit ve temenni ediyoruz ki, sandık başına gitmeye hazırlanan insanlarımız, önceden bu vahametin farkına varsın da, kendi eliyle kendini ateşe atmasın. Aksi halde, hep birlikte yanma tehlikesiyle karşı karşıya gelmiş oluruz.
Laiklik ve şehitlik
Geçtiğimiz Pazar günü, sözde "teröre lânet" mitingleri yapıldı.
Bursa'daki hariç, diğer mitinglerin organizesi tam bir fiyaskoydu.
Demek ki, niyetler halis değildi.
Yalnız, o sözde mitingler esnasında atılan iki slogan vardı ki, bize bir hayli dikkat çekici geldi.
Biri "Şehitler ölmez, vatan bölünmez!"di.
Diğeri ise "Türkiye laiktir, laik kalacak!" şeklinde idi.
Gayriihtiyarî "Dam üstünde saksağan; vur beline kazmayı" türünden sözleri hatırlatan bu sloganlar kulağımıza geldiği anda, ister istemez şu sualler de dilimizin ucuna geldi:
Yahu, Allah'ınızı severseniz, şu laiklikle şehitliğin birbiriyle ne alâkası var.
Evet, bilen varsa şayet, lûtfen cevabını versin: Laikliğe göre şehitliğin tarifi nasıldır ve bu garabet Türkiye'den başka nerede vardır?
27.06.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Cinlerden peygamber gelmiş midir? |
|
Emir Bey:
*“Cinlere kendi içlerinden peygamber gönderilmiş midir? Yoksa insanlara gönderilen peygamberler, aynı zamanda cinlere de mi gönderilmiş oluyor?”
Kur’ân, insanların ve cinlerin Allah’a îmân ve ibâdet yapmaları için yaratıldıklarını bildirir.1 Îmân ve ibâdet görevi teklifi gerekli kılar. Teklif olmadığında mükellefiyet ve yükümlülük başlamaz.
Kezâ Kur’ân, cinlerden bir topluluğun Kur’ân’ı dinlediklerini, Kur’ân’ın bir hidâyet rehberi olarak teklifini algıladıklarını ve îmân ettiklerini, aralarında Müslüman olanların da, Müslüman olmayanların da bulunduğunu itiraf ettiklerini, Peygamber Efendimiz (asm) namaz kıldığında onun namazını görmek için cinlerin birbirlerini ezercesine Peygamber Efendimiz’in (asm) etrafında toplandıklarını bildirir. İlgili âyetler şöyledir:
* “De ki: Cinlerden bir topluluğun Kur’ân’ı dinleyerek şöyle dedikleri bana vahy olundu: ‘Biz doğru yola ileten hârikulâde bir Kur’ân dinledik. Ve Ona iman ettik. Biz Rabb’imize hiçbir kimseyi ortak koşmayacağız.’”2
* “Biz o hidâyet rehberini işittiğimizde ona îmân ettik. Kim Rabb’ine îmân ederse, ne mükâfâtında bir eksiklikten korkar, ne de bir haksızlığa uğramaktan. Aramızda Müslümanlar da vardır, haktan sapmış olanlar da. Kim Müslüman olursa, doğru yolu arayıp bulanlar işte onlardır.”3
* “Allah’ın kulu ve peygamberi namaz kılmak için kalktığında, cinler onun ibâdetini görmek için birbirine girercesine etrafında toplanıverdiler.”4
Öte yandan, mükâfât için bir sınır şartı koymayan Kur’ân, azap için bir sınır şartı bulunduğunu, azabın gerçekleşmesi için teklifin şart olduğunu bildirmiştir. İlgili âyetler şöyledir:
* “Biz peygamber göndermedikçe azap edici değiliz.”5
* “Size böylece peygamberler gönderilmiştir. Çünkü kendilerine peygamber gelmediği için ahâlisi gaflette bulunan bir beldeyi Rabb’in helâk etmez.”6
Ve nihâyet Kur’ân insanların ve cinlerin kendilerine hakkı tebliğ edecek kendi içlerinden peygamberler gönderildiğini haber vermiştir.
* “O gün Allah sorar: ‘Ey cinler ve insanlar topluluğu! Size âyetlerimi anlatan ve bu güne erişeceğinizi bildirip sakındıran içinizden peygamberler gelmedi mi?’ Onlar da: ‘Biz kendi aleyhimize (başımıza ne gelmişse kendimizden olduğuna) şahitlik ederiz’ derler. Onları dünya hayatı aldatmıştır. Onlar kendi aleyhlerinde şahitlik edip, kâfir olduklarını itiraf ederler.”7
Kezâ yine Kur’ân, Hazret-i Süleyman Aleyhisselâm’ın emrinde cinlerden, insanlardan ve kuşlardan müteşekkil, intizamla sevk ve idâre olunan ve Hazret-i Süleyman’ın (as) her emrine itaatkâr bir ordusu bulunduğunu8, şeytanların dahî Hazret-i Süleyman’ın (as) emrinde bulunduklarını9, cinlerin Allah’ın emriyle Hazret-i Süleyman’ın emrine girerek ona saraylar, sûretler ve benzersiz havuzlar yaptıklarını10, bu sırada Hüdhüd kuşunun Sebe’lilerin güneşe secde ettiklerini Hazret-i Süleyman’a (as) bildirdiğini11 haber verir.
Kezâ, Kur’ân, şeytanın, insanların çoğunu saptıracağına dâir iddiâsını gerçekleştirdiğini ve mü’minlerden bir topluluk hariç insanların şeytana uyduklarını, şeytanın aslında hiçbir gücü ve kudreti olmadığını, fakat âhirete iman edenleri şüphe edenlerden ayırt etmek için şeytana fırsat verildiğini haber vermiştir.12 Hazret-i Âdem’den (as) beri şeytanın, insanları hep yanlış yola sürüklemek için uğraşıp durduğu bilindiğine göre; şeytan taifesinin ve cinlerin, insan cinsinden gelen hidâyet rehberlerine ve insana yapılan teklife ilgisiz kalmadıkları, onlardan bîhaber olmadıkları ve peygamberlerin teklifleri ve tebliğleri ile fıtrî olarak muhatap oldukları anlaşılmaktadır.
Diğer yandan, “Ey cinler ve insanlar topluluğu! Size içinizden peygamberler gelmedi mi?”13 âyeti her ne kadar cinlerin içinden cinlere de peygamber geldiği şeklinde bir mânâ içeriyorsa da, cinlere cin taifesinden bir peygamberin gelip gelmediği konusunda her hangi bir haber mevcut değildir. Üstad Bedîüzzaman Hazretleri, Hâtemü’l-Enbiyâ olan Peygamber Efendimiz’den (asm) sonra cinlerden peygamber gelmediğini bildirmiş, fakat son peygamberden öncesini yorumsuz bırakmıştır.14 Çünkü zaten Kur’ân-ı Kerîm tüm peygamberlerden haber vermiş değildir. “Sana bildirmediğimiz peygamberler de gönderdik”15 âyeti ise nihâyet her peygamberin bize bildirilmediğini beyan etmektedir.
Dipnotlar:
1- Zâriyât Sûresi: 56; 2- Cin Sûresi: 1-2; 3- Cin Sûresi: 13, 14; 4- Cin Sûresi: 19; 5- İsrâ Sûresi: 15; 6- En’âm Sûresi: 131; 7- En’âm Sûresi: 130; 8- Neml Sûresi: 17; 9- Enbiyâ Sûresi: 82; 10- Sebe’ Sûresi: 12, 13; 11- Neml Sûresi: 24; 12- Sebe’ Sûresi: 20, 21; 13- En’âm Sûresi: 130; 14- Şuâlar, s. 297, 298; 15- Mü’min Sûresi: 78
27.06.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Topdawn ve tedricîlik |
|
İslâm’da tedricîlik esastır. Ondan dolayı Kur’ân-ı Kerim müneccemen (peyder pey) nüzûl etmiştir. Dünyanın yaratılışı tedricî, yani aşamalı olmuştur. Sünnetullah aşamacılığa dayanır. Peygamber Efendimiz dahi Mekke’de 13 yıllık bir dâvet aşamasından sonra olayların sürüklemesiyle birlikte Medine’ye hicret etmiş ve burada sevk-i kader ve olayların akışıyla yeni bir safha, yapı ve yapılanma gerçekleşmiştir. Burada, altyapıdan sonra üst yapı tesis edilmiştir. Yatay gelişmeden sonra, dikey gelişme de sürecini ikmal etmiştir. Hizb’ut Tahrir içtimaiyattan siyasete geçişi (dâvetten devlete) Mekke devresi ile sınırlandırır. Bundan dolayı 9 veya 13 yıl içinde başarılı olamadığı için, İhvan’ı eleştirmiştir. Başarısızlığına hükmetmiştir. Ama bu suçlama bumerang gibi dönüp, dolaşıp kendisini bulmuş ve vurmuştur. Zira İhvan için geçerli vakit sınırlaması kendisi için de geçerlidir. Halbuki Hindistanlı allâme Vahidüddin Han’ın da temas ve ifade ettiği gibi, ahirzamandaki tecdit veya yenilenme devresi iki asrı kapsar. Kabaca iki asırdır. 1826’dan hesapladığımızda, bu yaklaşık 2026 yılını gösterir. Komünizmin havlu atmasından sonra 1991 ile birlikte belki de fecr-i sadık dönemine girmiş bulunuyoruz. Yaşadıklarımız da bunun irhasatı. Tam tamamlanması ve bedir haline gelmesi, belki 2026'yı bulur veya yakın tarihlerdir. Vahidüddin Han, ahirzamandaki bu iki asırlık yenilenme devresini hadis-i şeriflere dayandırır. Dolayısıyla 13 yıllık mukayese fasid bir kıyaslamadır. 13 yıl bir mutlak modelden ziyade, örneklemedir. 10 yıllık Hudeybiye Anlaşmasına benzer. Kimileri buna kıyasla sulh dönemlerini 10 yılla sınırlasa dahi, bu çok yerinde bir mukayese değildir. Barış süresi yayılmaya ve esnemeye açıktır. Esasen harp ve sulhde kalıcı statü, harp değil, barıştır. Cilbab da kriter olmaktan ziyade bir örneklemedir. Hizb’ut Tahrir gibi anlayışlar hatalıdır, zira Vahidüddin Han’ın temas ettiği ihbar-ı gaybî ve Ortaçağ’daki tarihî simetrik yenilenme (Haçlı ve Moğol istilâsı devresi ve yenilenme) bizzat iki yüz yıl sürmüştür ve bu kıyaslamaları reddeder mahiyettedir. Dolayısıyla bu tarih okumaları basitçe ve çocukçadır. Hizb’ut Tahrir, maalesef tedricîlik meselesini tam olarak kavrayamamıştır. Kendisini İngilizlerin ‘topdawn’ dedikleri, yukarıdan inmeci bir anlayışa kaptırmış ve öncelikler sıralamasını ve merdivenini ıskalamıştır. Bu da tıkanmasını beraberinde getirmiştir.
***
Tedricîlik esasına göre, öncelikli olarak hizmet dairesi iman hizmetinden başlar, amel-ahlâk dairesinden geçer ve siyasete gelir. Siyaset ve hukuk son dairedir. Bu sıralamayı bir başka şekilde daha yapabiliriz: Ferd, toplum ve devlet (ulu’l emr veya yöneticiler) ve hukuk. Halbuki Cemaleddin Efganî bu sıralamayı tersinden yapmıştır. Doğrudan siyaset ve doğrudan eylem yöntemini benimsemiştir. Bunun sonucunda bir takım siyasî kalkışmalara yeltenmiş ve Nasirüddin Şah veya hidivlerden bazılarını devirmek için harekete geçmiş ve suikast teşebbüsünde bulunmuştur. Bu ise, kısa vadede tıkanmayı beraberinde getirmiştir. Bunun sonucunda Muhammed Abduh ile üstadı Cemaleddin Efganî’nin yolları ayrılmıştır. Muhammed Abduh yatay ıslâh hareketi olmadan, dikey ıslahatın pek bir netice vermeyeceğini görmüştür. Ama Mevdudî’nin gerekçesi de şudur: “Biz bir kişiyi ıslâh etmeye çalışırken, siyaset dairesi yüzleri ve binleri ifsat ediyor.” Halbuki hadiseler ispat etmiştir ki, bu yol çıkmaz bir yoldur. Bu yolun tıkalı olduğunu görenler zamanla evrilmişlerdir, bu da başka zarar kapılarını açmıştır. Bu çıkmazı gördükten sonra Muhammed Abduh üst yapı ve siyaset yerine eğitime ağırlık vermiş ve uzun soluklu bir hatt-ı hareketi veya yöntemi benimsemiştir. Müslüman Kardeşler ise, takdim ve tehire başvurmadan, yani tedricîliği öteleyerek bu ikisini birlikte götürmek istemişlerdir. Dolayısıyla dinî ve içtimaî hizmetle birlikte siyaseti aynı anda kotarmaya çalışmışlardır. Bu ise, önce bir heyecan dalgası meydana getirdiyse de sürçme ve kırılmalardan kendisini koruyamamıştır. Muhammed Abduh, Cemaleddin Efganî’den ayrıldıktan sonra ‘eüzü billâhi mineşşaytani ves’s siyase’ demiştir. Hazreti Ali’nin dünyayı üç talakla boşaması gibi, siyaseti üç talakla boşamıştır. Bu boşama aslında geniş dairede siyasete veya maslahat-ı ammeyi önceleyen siyasete engel değildir. Dolaylı siyaset en sağlam siyasettir. Muhammed Abduh’tan sonra menfaat üzerine deveran eden siyasetin canavarlık olduğunu gören ve siyasetin ahlâktan koptuğunu fark eden Bediüzzaman da siyaseti boşamıştır. Bu, elbette ki doğrudan siyasettir. Mayıs 2007’de de Suudi Arabistan’ın en tanınmış âlimlerinden ve dâvetçilerinden olan Aiz el Karni de Muhammed Abduh’u taklid ederek ‘siyasetten Allah’a sığınırım’ şeklinde bir yazı kaleme almıştır. Ve bunların tetimmesi kabilinden Muhammed Selim Avva gibiler de İhvan’ı aynı noktaya dâvet ediyorlar. Siyaset noktasında İslâm dünyasının gözleri AKP tecrübesine bakıyor. Bu son tecrübedir. Bu da başarısız olursa, doğrudan siyaset ve evrime uğramış siyasî anlayış da miadını dolduracak ve tamamen devreden çıkacaktır. Bununla birlikte, son seçim taahhütlerinde başörtüsünü de gündemden düşürerek aslında AKP bu faslı kapatmış oldu. En azından kendisine bel bağlayanlar açısından. Devrim yoluyla (Kemalist yol) evrim yolu (siyasal İslâm) veya Kemalizmle liberalizm önünde sonunda sonuçları itibarıyla aynı noktaya varacaktır. Kadro kavgasından dolayı sadece Kemalistler aceleci davranıyorlar.
***
Yukarıdan inmeci siyaset, yani iman erkânını, içtimaî hizmetleri tamamlamamış ve ahlâkî olgunluğa erişmemiş bir çizgi başarısız olursa, kırılmalara sahne olur. Şiddet yoluyla başarılı olursa da, totaliter ve otoriter bir kimlik ve hüviyet kazanır. Harici mantığın başkalarına hakkı hayat tanıması ihtimali yoktur. Ve tedricîliği esas almayan hareketlerin eninde sonunda ulaşacakları anlayış Arapların ‘şumuliye’ dediği totaliter anlayış kalıplarıdır. Merkeziyetçiliktir. İttihatçılık anlamında Osmanlı’yı yıkan da bu olmuştur. İndirgemeci ve yukarıdan inmeci anlayışların varıp dayanacağı nokta kurgu ve mühendislik, yani totaliter anlayıştır. Bundan dolayı kimileri Seyyit Kutup’taki devlet tasavvurunu şumuli, yani totaliter olarak nitelemiştir. Evet, tepeden inmeci yaklaşım İslâm’ın vazettiği tedricîliğe terstir ve bu da Sünnetullaha aykırıdır. Bu anlayış, Fransız devriminin İslâma bulaşmış tortuları veya bakiyyesi arasında sayılmalıdır.
27.06.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Sami CEBECİ |
Okuma programları |
|
Cenâb-ı Hakk’ın mukaddes kitabındaki ilk emri ‘Oku!’dur. “Seni yaratan Rabbinin ismiyle oku! Ki, O insanı bir kan pıhtısından yarattı” diye devam eden âyetler, insanın ilim vasıtasıyla kemâlâta erişeceğini ve mânen yükseleceğini bildirmektedir.
Büyük Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin de ifâde ettiği gibi “İnsan bu dünyaya ilim ve duâ ile tekemmül etmek için gönderilmiştir.” Bütün ilimlerin esâsı, şâhı ve padişahı da iman ilmidir. İnsanı insan eden imandır. İmanı olmayan dinsiz insanları Cenâb-ı Hak, hayvanlardan daha aşağı ve şaşkın olarak nitelendirmektedir.
Yeni yetişen nesillerin, mâneviyatını kuvvetlendirip, vatanperver insanlar haline gelmelerini temin etmek ve geleceğimizi emin ellere tevdî etmek en önemli vazifelerimiz arasındadır. Aksi takdirde, imandan nasipsiz, ahlâk ve fazilet yoksunu gençlerin ne hâle geldiği gözler önündedir. Merhum Zübeyir Ağabeyin ifadesiyle “Teessür ve ıztırap karşısında kalbden bir parça kopsaydı, ‘Bir genç dinsiz olmuş’ haberi karşısında o kalbin atom zerrâtı adedince param parça olması lâzım gelir.” Fen ve felsefeden gelen dehşetli bir dalâlet cereyanı ile kalpleri yaralanan, imanları zedelenen ve bin cihetten gelen günahların darbeleri altında mâneviyatları darmadağın olan gençlerin içine düştükleri perişan durum, gerçekten insanı düşündürmekte ve hamiyet duygularını harekete geçirmektedir.
Ülke gençliğinin tamamına ulaşmak belki mümkün olmayabilir. Fakat, milyonlarca gençten ne kadarına ulaşıp kurtulmalarına vesile olunabilse, elbette ülke adına büyük bir hizmet ve bahtiyarlıktır. Mânen büyük ve alevleri göklere yükselen bir yangın içinde yanan ve kendilerini kurtaracak şefkatli bir el bekleyen gençlerin bu canhıraş halleri meydanda iken, rahatına düşkünlük hastalığına mağlûb olarak ilgisiz davranmak elbette mümkün değil. Bunun mesuliyetini bilen dâvâ adamları kendi hayatlarını yaşayamazlar.
İşte bu hakikate binâendir ki, yıl boyunca yapılan mânevî hizmetlere ilâve olarak, yaz tatili geldiğinde ülke çapında yapılan okuma programları ile genç kuşaklara hizmetler veriliyor. Yüz binlerce genç, değişik mekânlarda Nur Risâlelerini mütalâ ederek imanlarını kuvvetlendiriyor.
Bu çerçevede, bu hizmet kervanına biz de iştirak ettik. Kalabalık bir grupla geçtiğimiz hafta Çaycuma’daydık. Dokuz gün süren bu çalışma, herkes için verimli olmuştu. Günlük şahsî okumalardan müzâkereli derslere kadar program dolu doluydu. En asgarî günlük okuma çıtamız 50 sayfaydı. Onu ikiye katlayanlar ve hatta daha ileri geçenler de vardı.
Bir kısmı ilk defa böyle bir programa katılan genç kardeşlere Zübeyr Ağabey’in tavsiyesini söylüyorduk. Yani, hiç lûgâte bakmadan bu Külliyat’ı üç defa sür'atle bitirmek lâzım. Tâ ki, hangi kitapta hangi konular var bilinmiş olsun. Daha sonra, dikkatli bir nazarla sâkin bir şekilde ve konular arasında bağlantılar kurulursa daha verimli olur. Hem, eş anlamlı kelimeler çok kullanıldığı için, lûgâte bile bakmadan bu Risâleleri anlamanın mümkün olduğunu ifâde ediyorduk.
Basketbol, voleybol, futbol gibi sporların yapılabildiği ve denize de girme imkânının bulunduğu dokuz günlük program, gerçekten tatminkâr olmuştu. Geri bildirim anketleri, gençlerin müsbet kanaatlerini ortaya koyuyordu.
Bu vesileyle, genel seçimlerin yakın olduğu bu atmosferde, cemaat mensuplarının siyâsî tercihteki duruşlarının sağlamlığını görme imkânım da oldu. Hiçbir zahirî sebep, onların Demokrat duruşlarını etkilememişti. Dindar kimlikle siyaset yapanların milletten rey isterken, verdikleri sözlerin altında kaldıkları ve istemeden de olsa uyuyan fitneyi uyandırmaya sebep oldukları biliniyordu. İstibdad-ı mutlakın kalkması ve tam bir hürriyet-i şer’iyenin gerçekleşmesi, ancak Üstadın işaret ettiği Demokratlara nasip olacağı genel kabul görüyordu.
27.06.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Davut ŞAHİN |
Tematik yayın |
|
Habertürk’ün patronu Ufuk Güldemir’in ölümünden sonra, ardından “avcılığı” ile ilgili bir takım sözler söylendi. Onun avcı yönü konuşuldu. Kimi gelen eleştirilere fırsat bu fırsat cevap verilmiş oldu.
Malûm ölümünden önce “avcılık” yönü ön plana çıktığı için Yaban TV’yi kurdu. Yaban TV sadece “avcılık” değil, aynı zamanda “balıkçılık,” “su altı sporları,” “doğa sporları” gibi konuları da öne çıkarıyor.
Yani “tematik” yayın yapan bir kanal olma özelliği taşıyor.
İşte “tematik” yayın yapan kanallardan bir tanesi de “Cenaze TV.”
Almanya’da sadece ölüm ve defin törenlerinin yayınlanacağı kanal, sonbaharda izleyici karşısında olacakmış.
Alman televizyon kanalı “Eos Tv” yaşlanma, ölüm ve defin programları ile bu sonbaharda izleyici karşısına çıkmaya hazırlanıyormuş.
Bu kanalda para karşılığı herkesin defin görüntüleri yayınlanacak. Digital yayın yapacak olan kanalda farklı ülkelerden cenaze, yas görüntüleri de ekranlara gelecek .
İlginç... Aslında bu tür yayınlar “eğlence” kanallarından çok daha önemli bir işleve sahip olacak gelecekte.
Tematik yayın yapan kanallarımız ülkemizde mantar gibi çoğalmakta.
Bilişim sektörü günümüzde hayatın ayrılmaz bir parçası.
Bu şu demektir. Televizyonculuk alanında “tematik” yayın yapan kanallar çoğalacak.
Kimi tematik yayınlar sosyal, kültürel, sportif, sanatsal anlamda yayınlarını sürdürüyor.
Teknoloji Tv’den tutun, Hipodrom TV’ye kadar... Üç büyük takım TV’lerinden tutun, siyasî bir partinin kanalına kadar... Çok geniş kitlelerin de izleyebileceği, ama şahsına özel bir televizyon kanalı denilebilir.
Peki amaç nedir? Çok geniş kitlelerin izlenebileceği bir kanal haline getirmek midir?
Aslında günlük telâşın sonunda, televizyon karşısında nefeslenmeyi planlayan aynı zamanda ilgi alanlarıyla buluşturur tematik yayınlar. Farklı frekanslarda benzer ve çoğu zaman seviyesiz programları görmekten sıkılanlar için ‘tematik kanallar’ adeta bir can simidi. Kültür, çocuk, müzik, emlâk, sinema, dizi, spor, belgesel gibi akla gelebilecek her ‘tema’ya müsamahası var. Peki, bu kanallar gelecekte Türk televizyonları yayın kalitesinin yükselmesi adına bir çözüm olabilir mi? Yoksa zamanla rekabet uğruna birbirine benzeyerek, aşina olduğumuz yayıncılığın bir parçasına mı dönüşür?
Uydu teknolojilerindeki gelişmeler sebebiyle kablolu yayınların, dijital platformun hitap ettiği kitlenin arttığını görüyoruz.
‘’Tema’larına göre bazı kanallar avantajlı olsa da bir kısmının şansı çok az.
27.06.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Anketler ve gerçekler |
|
Seçim günü yaklaştıkça, anket tartışmaları da alevlendi. Kamuoyu araştırması yapan şirketlerin geçmişte ortaya koydukları ‘neticeler’ de çok tartışılmıştı. Bugün de benzer tartışmalar yapılıyor. Aynı partinin oyu için bir araştırma şirketi ‘barajı aşar’ derken, diğeri tam aksini söylüyor. Bu durum, anket şirketleri hakkında soru işaretleri belirmesine sebep oluyor.
Yapılan anketleri tamamen gözardı etmek elbette mümkün değildir. Ancak bunları ‘kesin bilgi’ olarak kabul etmek ve ona göre yorumlar yapmak da yanıltıcı olur. Aslında iyi niyetle yapılsa, kamuoyu araştırmaları siyasetçiye ve Türkiye’yi ‘idare edenlere’ yol gösterici olabilir. Bütün kamuoyu araştırma şirketlerini itham etmek de haksızlık olur. Ama umumiyetle, anketi yaptıran parti ya da kuruluşun hoşuna gidecek şekilde neticeler çıkması şüpheleri arttırıyor.
Tabii ki itiraz edilen ‘anket’ler, sadece siyasî partiler ve seçim tahminleriyle ilgili anketlerle sınırlı değil. Meselâ zaman zaman manşetlere taşınan ‘güvenilir kurumlar’ anketi de benzer şekilde itirazları hak ediyor. Vatandaşın itiraz ettiği icraatlara imza atan bazı kurum ve kuruluşlar, yapılan anketler neticesinde ‘en güvenilir kurum’ listesinde en üst sıraya yerleştiriliyor. Bu durum karşısında “Acaba bu anketler nerede yapılıyor?” sorusu geliyor. Meselâ, Türkiye’de yaşanan bir başörtüsü yasağı var. Vatandaşın büyük ekseriyeti bu yasağı haklı bulmuyor. Üstelik, yasağı haklı bulmayıp itiraz edenlerin arasında çok sayıda başörtülü olmayanlar da var. Buna rağmen, yasakları savunanlar güya ‘en güvenilir’ olabiliyor. Böyle bir ankete ne derece güvenebilirsiniz?
Anketler ve meydanlar tek başına ölçü olmaz. Geçmişte yaşanan bazı siyasî hadiseler de bunun delili. Türkiye’de siyaset yapan herkesin bildiği gibi, meydanları dolduran siyasetçilerin başında Osman Bölükbaşı gelirmiş. Ama o da bilirmiş ki, meydanları dolduranlar, seçim sandıklarını doldurmazmış. Her konuşmasında biraz da üzüntü ile, “Meydanları dolduruyorsunuz, ama yine de bana oy vermiyorsunuz. Bu ne biçim iş?” diye yakınırmış...
Anket yapan kuruluşların büyük bir sorumluluğu vardır. Anketler de netice itibarıyla belli bir disiplin ve kurala göre yapılır ve yapılmalıdır. Neticeler doğru-dürüst yorumlanmış olsa, gerçeğe yakın neticeler elde edilebilir. Ama hedef milleti yanıltmak ve gerçekleri ters-yüz etmek olursa doğru neticelere ulaşmak mümkün değildir. Elbette bütün araştırma firmalarını suçluyor değiliz. İşini ciddiyetle yapan ve doğruya yakın neticelere ulaşan firmalar vardır. Tam aksine, kamuoyunu yönlendirmeye matuf gayret sarfedenler de olunca, işini doğru yapanlar da töhmet altında kalıyor.
Anketlerde en kolay olan “büyük parti”lerin oyunu tahmin etmektir. Zor olan ise, ‘baraj sınırında’ gezdiği kabul edilen partilerdir. Zaten tartışma da bu noktada başlıyor. Hangi parti barajı aşacak, hangi parti aşamayacak? İnsanları yanıltan bir nokta da, bir önceki seçimde ortaya çıkan tablodur. Bazıları, 3 Kasım 2002 seçimleri öncesi kurulan ve kısa sürede sürpriz yapan bir partinin bu seçimlerde de sürpriz yapacağını düşünüyor. Delilimiz yok, ama biz böyle düşünmüyoruz. Çünkü o seçim döneminde ‘ilk’ olması sebebiyle ve elinde bulunan maddî imkân ve medya gücüyle insanları hipnotize etme imkânı olmuştu. Peki, bu seçimde aynı şeyi yapması mümkün mü? Bir parti ki, düzenlediği bir ilk mitinginde 150 (yüz elli) kişiye hitap ederse, o partinin bütün Türkiye’de taban bulması ve barajı aşması mümkün olabilir mi? Bu gerçeğin yanında yeterli olmasa da aynı meydanlarda 3 bin, 5 bin kişi toplayan başka bir parti için ‘barajı aşamaz’ denilebilir mi? Yoksa, meydanlara daha az insan toplayan parti mi barajı aşar?
Son günlerde, tahmin edilemeyen sürpriz siyasî gelişmeler yaşanmazsa bugünkü anketlerin yanıldığını göreceğiz. Evet, seçimler her türlü sürprize gebe... Neticesi hayrolsun inşallah...
27.06.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Cemaatler ve AKP |
|
Dine hizmet amaçlı manevî, sivil oluşumlar olarak tarikat ve cemaatler sivil toplumun da temelini oluşturan manevî dinamikler olarak siyaset üstü bir konumda hizmetlerini devam ettirebilmeli. (...) Ancak Türkiye’deki cemaatlerin siyasetle ilişkilerine baktığımızda bu açıdan ciddî problemler yaşandığı bir vâkıa.
Ve bu sadece bugünün meselesi değil. Rejimin çekirdeğini oluşturan zihniyet, ilk gününden itibaren bazı tarikat ve cemaatleri kendi amaçları istikametinde kullanmaya çalışmış.
Tarikatların yasaklanıp tekke ve zaviyelerin kapatıldığı günlerde bile, istenen çizgiye çekilerek himayeye mazhar kılınan “müsaadeli tarikatlar”ın mevcudiyeti bunun tipik bir misali.
İhtilâl dönemlerinde birçok tarikat ve cemaatin ya tehditlerle korkutularak ya da birtakım imkânlar verilerek “hizaya sokulmaları” da.
Bu çerçevede kullanılan en etkili yöntemler, tarikat ve cemaatleri siyasîleştirmek ve/veya cazip ekonomik imkânlarla ticarîleştirmekti.
Ve maalesef her iki kanal da, rejim açısından büyük bir başarıyla işletilmek suretiyle, birçok tarikat ve cemaat dünyevîleşme tuzağına düşürülüp aslî misyonundan uzaklaştırıldı.
Ardından, uğruna kendi kimliklerini kaybettikleri maddî kazanımlar ellerinden alınmaya başlandı. Oluşturdukları ekonomik işletmeler çökertilirken, cemaat mensuplarının bağışlarıyla kurulan medya kanalları yıllarca rejimin belirlediği çizgide tepe tepe kullanıldıktan sonra Yahudi sermayesine devrediliyor.
Tarikat ve cemaatleri siyasîleştirme operasyonlarında ise “din eksenli” ya da dindar kişiliklerin önde göründüğü partiler kullanıldı ve cemaat kimlikleri bu yolla erozyona uğratıldı.
Bu noktada, 12 Eylül’den sonra kurulan ANAP hem siyasîleştirme, hem de ticarîleştirme hedefleri açısından son derece etkili oldu.
Şimdi ise benzer bir işlevi AKP üstlenmiş görünüyor ve AKP’nin iktidarda olmasını “Kemalizmin bir başarısı” saymak gerektiğini söyleyen Prof. Dr. Şerif Mardin’in tesbiti ilginç ve anlamlı.
Mardin bu tesbitinin dayanaklarını açıklarken, Özal’ın uyguladığı siyasetler sonucu, cemaat bağının güç kaybettiğini de söylüyor.
Verdiği bir diğer örnek ise, Kemalizmin ümmetlikten vatandaşlığa geçirdiği “taşra”yı şirket, banka, işletme gibi konulara yönlendirmesi sonucu ortaya çıkan değişimi ifade için kullandığı “Nakşibendi banker, artık 19. yüzyılın Nakşibendisi değil” sözünde dile geliyor.
Ve Mardin “Kemalizmin hazırladığı süreç olmasaydı, AKP etkinliğini bugünkü gibi sergileyemezdi” diyor (Vatan, 30 Eylül 2003).
Bu çerçevede rejimin AKP’den beklediği önemli bir misyonu, askere yakınlığıyla bilinen M. Ali Kışlalı Radikal’de şöyle ifade ediyor:
“Cumhuriyetin kuruluşundan, Atatürkçü düşünce sisteminin uygulanmaya başlamasından bugüne, ülkede vatandaşların bir kesimi sistemin dışında kaldı. İçine çekilemedi. Şimdi AKP iktidarında akıllı bir yaklaşım bunların kazanılmasını sağlayabilir.” (20 Temmuz 2005)
AKP’nin iktidara gelmesinden sonra bu yönde uygulamaya konulan projelerin, BOP kapsamında gündeme getirilen “cemaatleri STK’laştırma” çabalarıyla eşzamanlı olarak yürütülmesi, tesadüf olmasa gerek. (16.8.05)
27.06.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|