Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 19 Mayıs 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


S. Bahattin YAŞAR

Her şey bakış açısındadır



Çirkinlik ve güzellik bakış açısına göre değişir

Karşılaşılan her bir şey, kişinin bakış açısına göre anlam kazanıyor. İnsan, çevresinde olup biten şeylere karşı, anlam yüklemesi yapıyor. Nesnelerin kişi dünyasındaki çağrışımları, o nesnelere olan bakışı belirlemektedir.

Çevrenizde meydana gelen bütün kıpırdanışlar, sizi çok ciddi heyecana sevk ederken, birilerinin kılı kıpırdamıyorsa, hatta sizin düşünme malzemelerinize onlar gülümsüyorsa, o kişinin ‘anlam okuma ve yükleme donanımı’ işlemiyor demektir.

İlmin mertebeleri var olduğu kadar, cehlin de mertebelerinin varlığını bilmek gerekiyor. Pazar-7 okumalarında karşılaştığımız bir kavram, bizi cehaletin de sınıflarıyla tanıştırdı. ‘cahil-i echel’. Anlaşılıyor ki, âmî bir insanın cehaleti ile bir alanda bilgi sahibi bir insanın cehaleti aynı değildir. Biyoloji ya da başka bir alanda profesör olan bir kişi, biyolojideki bilgi noktasında zirve olabilir; ancak bu her şeyi kotardığı anlamına gelmez. Meselâ aynı kişi, Allah’ın varlığı konusunda cehalet içerisinde bulunabilir.

Allah’a götürmeyen bilgiler

Bir tıp profesörü, insan vücudundaki organlar konusunda pek çok bilgi sahibi olabilirken, incelemiş olduğu organların Yaratıcısını sorgulama ve bu bilgileri tefekküre dönüştürme konusunda cahil olabilmektedir.

Onun için meslekler, içinde bulundukları bilgileriyle birlikte tefekkür okuması ilmini yapabilmişlerse anlamlıdır. Yoksa beden organlarını tamir konusunda kendisine bir takım işler düşüyor olabilir, ama bu bilgiler onun hakikatte kurtuluşunu sağlayacak nitelikte olmayabilir.

Göz konusunda uzmanlığını yapmış doktora, muayene sonucunda, “Göz konusunda bir uzman olarak nice inceliklere sahipsinizdir hocam. Şu an dünyada yüzlerce, binlerce sadece göz üzerine çalışmalar yapan uzman vardır. Bitmeyecek mi bu araştırmalar, neyi araştırıyor bunca bilim adamı? Sadece göz üzerinde binlerce profesörün varlığı neyi ifade ediyor size? Nitekim diğer organlar ve insan bedeni üzerinde bunca meslek insanları ne anlam içeriyor? Bir de tabi insanın manevî dünyası üzerindeki psikiyatriler-psikologlar neyin peşindeler? Araştırmaların bir bitme noktası yok mu?” gibi sorulara karşı, göz konusunda uzman olan doktor, “Sorularınız konusunda, ne demek istediğinizi anlayamıyorum.” diyor.

Böyle bilgililere, ancak acınacak insan nazarıyla bakmalıdır.

Allah’a götürmeyen bilgi, Allah’a götürmeyen mal-mülk-imkân, Allah’a götürmeyen evlat, Allah’a götürmeyen uğraşlar… hepsi şekilleri farklı putlar gibi düşünülmelidir.

Sergiye buyurun efendim!

Dört mevsimin her biri kendine mahsus eserleriyle nazarlarımıza sunuluyor. Ne kar manzaralarını çiçekler karşılıyor; ne de çiçekleri kar. Olgunlaşmış bir meyvenin organlarımız nezdindeki çağrışımları ile henüz tomurcuk halindeki çağrışımları aynı değil. Damağımızda tadını hissettiğimiz muz ile, dalında henüz yeşil olan muz farklı bir anlamlar taşıyor. Son baharın içimizdeki çağrışımları ile yazınkiler aynı değil.

Bahar sergisi; belli bir zaman dilimindeki bir emeğin ürünü değil, an be an bir değişimin, bir yenilenmenin ve bir kemal noktasına doğru gidişin adı; sergide eserler.

Bahar mevsimi; belki de sergilerin en canlısı ve dirisi. Milyonlarca nakış nakış işlemeleri bulunan, renkleri bulunan, tatları, kokuları, desenleri bulunan eserler sergide. Eser sahibi, eserlerini okumak, okutturmak istiyor. Hayranlık duyacak seyirciler bekliyor.

İnsan için bütün bu hazırlıklar. Her iki tarafı da rengârenk çiçeklerle dolu bir yoldan, bir insanın geçmesi ile, bir ineğin, bir eşeğin, bir kedinin geçmesi aynı olamaz. Evet, eşek için yeşillikler anlamsız değildir, hatta bu yeşillikler iştihasını kabartıp, neşelendirerek oynatan, zıplatan sonuçlar verebilir. Ama her iki tarafı da çiçeklerle bezenmiş, rengarenk yol boyları, dağ etekleri bir insan için çok daha farklı iştihaları kabartacaktır.

İlimde misiniz, cehilde misiniz?

İşte insan bu tefekkür zenginliği ölçüsünde, ilimde mertebe kat edecektir. Yani cehlin derekeleri olduğu gibi, ilmin de derecelerinden, mertebelerinden bahsetmek mümkündür. Ne kadar çok ilminiz varsa, o nispette kâinatta farklı renkleri ve derinlikleri keşfedeceksinizdir. Hatta daha hassas ruhlar için, her bir çiçeğin, böceğin kendi diliyle bir zikri duyulabilmektedir.

Dimağa dokunmamış bir bilgi, zihnimize hamallık yaptırıyor demektir. Zihinlerde ne işe yarayacağı belli olmayan odun yığınları kabilinden bilgiler, kurtuluş vesilesi değil.

Peşinde bir ömür tüketilenlerin, kişiye bir faydasının dokunmaması ve hatta onların kişinin dalâletine sebep olması, ne kadar düşündürücüdür.

Elde ettiği bilgileri, kendisini intihardan alıkoymayan bir beyin profesörünü, nasıl değerlendirirsiniz? Ya da dine olan yakınlığı, içiçeliği kendisine, kurtuluş vesilesi olmayan din adamını nasıl düşünürsünüz?

Yeryüzü evimiz baharda çok ciddî bir hazırlık içerisinde. Yollar, çiçeklerle bezenmiş. Güneş, evimizin lambası. Yıldızlar, gece lambalarımız ve gecemizin süsü. Bulutlar, seyir manzaramızın her an değişen motifleri. Ve muhteşem kâinat orkestrası.

Sergi, öyle san’atlı eserler ki, ne güneş intizamsız, ne de papatyada yaprak. Ne fil san’atsız, ne de pire. ‘Bu muhteşem manzaranın sesi nerede?’diye düşündüğünüzde, bülbüller akla geliyor.

Her bir şey, kendi içinde bütünlüğü olan bir ahenk göstergesidir.

Bakış açısı ayarı yapılan bir kişi için, yeryüzü ve gökyüzü şöylece anlam kazanıyor; ‘Sema, güneş gözüyle yeryüzündeki güzellikleri, cemal-i rahmeti izliyor; yeryüzü de deniz gözüyle semadaki azamet-i İlâhiyeyi temaşayı müteakip; bu iki göz birbiri içinde kapanırken, ruy-i zemindeki gözleri de kapatıyor.’

Hiçbir şey anlamsız ve san’atsız değil. Öyle gören varsa, bu onun bakış açısındandır.

19.05.2007

E-Posta: [email protected]




Zafer AKGÜL

Sen yoluna devam et



Türkiye’de nasıl bir demokrasi içinde olduğumuzu hemen herkes biliyor. Bu coğrafyada demokrasi, insan hakları, egemenliğin halkta oluşu gibi ilkelerin nasıl uygulandığını söylemeye hâcet yok.

Kurumlar arası ilişkilerin, yasa ve tüzüklerin neye göre, kime göre, kim tarafından ve kimin için ne derecede eğilip büküldüğünü biliyorsun.

İktidar olmak ile hükümet olmak arasındaki farkları, iktidara gelmek ile muktedir olabilmenin ne kadar değişik anlamlar ifade ettiğini biliyorsun.

Siyaseten devleti ele geçirmek ile devleti tamir ve ıslah kavramlarının çok ama çok ayrı kutuplar olduğunu biliyorsun.

Siyasetçinin bu zamanda evliya olmadığını, siyasetçiden evliyalık beklenmemesi gerektiğini biliyorsun.

Siyasî metodlarla ve siyasî söylemlerle yol alınamayacağını devrin, irşad, tebliğ ve ferden ferdâ ıslah yöntemleriyle meşguliyet devri olduğunu biliyorsun.

Ehven-i şer mekanizmasının bu zamanda nasıl uygulanması gerektiğini herkesten daha çok biliyorsun.

Demokrat hareketin dışında kalan üç cereyanın günü gelince nasıl aleyhte birleştiklerini ve kumpaslar kurduklarını bizzat yaşadın ve bedelini ödedin.

Savunduğun demokrasi çizgisine küfür olarak bakanların, bu gün demokrasiyi senden benden daha çok savunur hale gelmeye mahkûm olduğunu da bizzat müşahede ettin.

Avrupa Birliği gibi hedef kabul ettiğin projelere alaylı yaklaşanların bu gün senin kadar bu projeye sahiplenmeye mecbur kaldıklarını biliyorsun.

Din nâmına ortaya çıkmanın sakıncalarını yıllardır söylediğin halde seni korkaklıkla, pısırıklıkla suçlayanların defaetle duvara tosladıklarını acı acı gördün. Ve onların korkaklık, pısırıklık ve şaşkınlıklarının kat be kat olduğunu da gördün. Demokratların sağladığı huzur, sükûn ve kalkınma ortamında ehven-i şerri beğenmeyip daha hayırlı hatta hayr-ı mutlak peşinde koşarak meydanlara dökülüp bas bas bağıranların, iktidara gelince demokratlarca sağlanmış onlarca yıllık güzel kazanımların nasıl elden çıktığını da gördün.

Muhalif cephede yer alıp da, sana inen darbelere yardımcı olanların hasaretleri karşısında—olanca anlayış ve merhametine rağmen—her yanlış taktik ve mağlubiyet sonrasında hâlâ seni “Demokratlar nerede? Neden bize sahip çıkmıyorsunuz?” diye hatalarının bedellerini yine bizden soranlara dikkat et.

Normal zamanlarda veya işin başındayken senin görüşlerini takmayan, kâle almayanların kaza sonucunda kendilerini sorgulamak yerine yine dönüp seni sorguya çekmelerine kapılma.

Kısaca sen hizmetine, yoluna, dâvâna devam et. Zamana, mekâna meydan okuyan dâvânla, zamana ve mekâna şâmil olan meşreb ve mesleğinden inhiraf etme.

Şahıslar bazında, olaylar bazında değil, fikirler bazında düşünen sen, bu gün bir şahısta, bir tökezlemede, bir hatada boğulma.

Yolun açık olsun…

19.05.2007

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

CHSC cephesi



TBMM Genel Kurulu’nda kabul edilen anayasa değişiklik paketi 10 Mayıs’ta kabul edilmiş, Köşk’e gönderilmişti. Gözlerin çevrili olduğu Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’den bugüne kadar bir ses çıkmadı. Zaten Sezer’in 15 günlük kanunî süreyi son güne kadar bekleyeceği tahmin ediliyordu. Bu sürenin 9 günü de geçti.

Sezer, değişiklik paketi kendisine gönderilmeden önceki tutumu gibi, şimdi de “22 Temmuz’a iki sandığın yetişmeyeceği ortada” diyerek, “cumhurbaşkanını halkın seçmesi yönündeki anayasa değişikliğini veto eğiliminde” olduğunu ortaya koydu.

Gözler Köşk’e çevrili iken, Sezer’in kanunu veto etmesi için “Cumhurbaşkanını Halk Seçmesin Cephesi” (CHSC) oluştu. Başta son aylardaki gerginliğin baş aktörü Deniz Baykal, Anayasa Mahkemesi’ne yaptığı “Anayasa Mahkemesi eğer 367’yi reddederse ülkede çatışma çıkar…” ikazının(!) ardından bir “uyarı”yı da Sezer’e yaptı: “Türkiye’yi bununla allak bullak etmek kimsenin göze alacağı bir iş değildir. Şimdi bu teklifin cumhurbaşkanı tarafından reddedileceği umut ediliyor. Çünkü orada güvenilen bir cumhurbaşkanı var, bu sorumsuzluğa ‘evet’ demez, çok açık. Bunu iade edecektir…”

Hemen ardından YÖK Başkanı Erdoğan Teziç, “üstüne vazife olmayan siyasî konular”daki açıklama yapma alışkanlığını sürdürdü ve bu sefer “darbe” ile tehdit etti. “Latin Amerika ülkeleri bu sisteme özendikleri dönemde askerî darbelerden başlarını alamamıştır. Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesine ilişkin yapılan düzenleme Türkiye’de otoriter rejime dâvetiye çıkarmak anlamına gelir, halk tarafından seçilmesi çok tehlikelidir… Rejim krizine yol açar” diyerek halka güvenmediğini ortaya koydu.

“367 mucidi” Yargıtay eski Başsavcısı Sabih Kanadoğlu niye tepki göstermedi diye hayretler içinde(!) beklerken, sesi Artvin’den çıktı. “Eğer siz halka hem yasamayı, hem de yürütmeyi seçtirirseniz, iki ayrı güç yaratma ve iki gücün birbiriyle çekişme olasılığı ortaya çıkar. Eğer bu durumda yargınız da bağımsız değilse, sizi bekleyen doğrudan doğruya dikta rejimidir” buyurdu!

Bir başka “CHSC”ci ise, Işık Üniversitesi Rektörü siyaset bilimci Prof. Ersin Kalaycıoğlu, hiçbir şeyle izah edilemeyecek şu sözleri söylemekten geri durmadı. “Cumhurbaşkanlığı seçimi gene aynı yola girerse, AKP’ye, askerden muhtıradan fazlası gelir. Genç subayların ayaklanması olabilir. Bu, emir komuta zincirindeki darbeden daha fecidir…” (Radikal, Neşe Düzel, Röportaj, 14.5.2007)

Bu cephenin ortak görüşü; “Cumhur, cumhurbaşkanını seçmesin…” Niye? Çatışma çıkar, darbeye dâvetiye çıkarır. Rejim değişir. Aslında kafalarının arkasındaki şey ise, cumhurbaşkanı halk seçerse, elit zümrenin iktidarı son bulacağıdır.

* * *

Bütün bunların karşısındaki, cumhurbaşkanını halkın seçmesini isteyenlerin oluşturduğu diğer cephe ise, halk iradesinin her şeyin üstünde olduğunu söylüyor. Aralarında Demirel, Ağar ve Mumcu’nun bulunduğu siyasetçiler ve buna ilim adamları da ilâve edildiğinde büyük bir çoğunluk, halkın cumhurbaşkanı seçmesinin demokrasi açısından uygun olduğunu söylüyorlar. Yapılan anketlerde ortaya çıkan sonuca göre, bunu halk da istiyor.

Daha önceki cumhurbaşkanlığı seçimleri Türkiye’de her zaman sorunlu olmuştur. Anayasa Mahkemesinin “367 kararı”ndan sonra ise, tamamen içinden çıkılmaz hale geldi. Bu aşamadan ve bunca tıkanıklığın ardından halkın cumhurbaşkanını seçmesi en hayırlı yol olarak görülüyor. Yani, çıkış yolu halkın hakemliği…

Ancak şimdiye kadar süreci iyi götüremeyen hükümet, bu konuda başarılı olabilir mi? Bu çok zor görünüyor. Çünkü, 367 meselesinde, sanal muhtıra da, 352 milletvekili olduğu halde cumhurbaşkanını seçme konusunda süreci iyi götüremeyen hükümetin “CHSC cephesi”nin son çıkışlarından sonra geri adım atar mı? Bekleyip göreceğiz.

* * *

Tarihe not düşmek

Görev süresi üç gün önce dolan, yani “tezkere tarihi uzayan” Ahmet Necdet Sezer’le ilgili küçük bir notla yazımızı bitirelim.

CHP-DSP arasında birleşme veya bütünleşme kararı çıkmadı. Sadece “seçim işbirliği” konusunda anlaşabildiler. Solda birleşme ile ilgili bir araştırma yapılmış. Buna göre, birleşmeye liderlik etme konusunda 5 isim ön plâna çıkmış. Deniz Baykal, Mustafa Sarıgül, Zeki Sezer, Erdal İnönü, Hikmet Çetin ve Ahmet Necdet Sezer… İşin en ilginci de, “solu birleştirecek liderlik”te Baykal ve Sarıgül’e yüzde 13 oranda oy verilirken, Ahmet Necdet Sezer’e yaklaşık yüzde 11 oy çıkmış. Bu da 10. Cumhurbaşkanının siyasî görüşünü ortaya koyması açısından çarpıcı bir sonuç…

19.05.2007

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Tuhaf bir parti



AKP’nin, bankasına, şirketlerine ve medyasına el koymasından bu yana “Artık bitti” gözüyle bakılan Uzan ailesinin partisi, yine AKP döneminde aldığı hazine yardımlarıyla olsa gerek, ayakta kalmayı başardığı gibi, seçim kampanyasını ilk başlatan parti olarak da ekranlarda bol keseden vaadlerine devam ediyor.

Arada, cumhurbaşkanı adayı olduğu günlerde destek ararken randevu talebinde bulunan Gül’ü geri çevirmek ve seçim tarihinin öne alınması için YSK’ya başvurmak gibi “ses getiren” atraksiyonlar sergilemekten de geri durmuyor.

Sağdaki ve soldaki ittifak arayışlarından söz edilirken bu partinin adının geçmesi de cabası.

Hattâ—ittifak pazarlıklarını kızıştırmak için mi bilmiyoruz—bu partiyi, barajı aşıp Meclise girecekler arasında gösteren bazı anketler bile çıktı.

Bunlara istinaden olsa gerek, parti son günlerde “İttifak yok, seçime tek başımıza gireceğiz” demeye başladı. Bakalım öyle olacak mı?

Aslında ülkemizin, kökleri en az yüz yıl öncesine uzanan siyaset haritasında hiçbir şekilde yeri olmayan bu acaip oluşumun nereden kaynaklandığı, siyasetbilimcilerin ve sosyologların enine boyuna tahlil etmesi gereken bir konu.

Medya gücünü elinde bulundurduğu dönemlerde 28 Şubat’ın en hızlı tetikçilerinden biri olarak öne çıkan, bu arada 17 Ağustos depremi sonrası Said Nursî’nin yaralı kalbleri teskin edici derslerinin insanlara ulaştırılmasını “irtica suçu” diye yaftalayıp jurnalleyenlerin başını çeken bu grup, bayram sabahları TV'lerinde Sakarya’nın Yeni Camiinden canlı yayın yapmayı ve namazı takiben cemaate çikolata dağıtmayı da ihmal etmiyordu.

Keza, kendisine bağlı televizyon kanallarında porno yayın çığırını açan da yine aynı gruptu.

3 Kasım öncesindeki seçim mitinglerine yemek dağıtmalarla, konserlerle insanları çeken Uzan partisi, şimdi de haftalardır ekranlarda “Ezilenlerin sahibi biziz” edebiyatını sürdürüyor.

Partinin kendisi de, seslendiği seçmen kitlesi de tipik 28 Şubat ürünleri. 28 Şubat’ın siyasetteki tahribatı olmasaydı böyle bir parti de olmazdı, hiçbir ölçüsü olmayan seçmenleri de.

Peki, 3 Kasım tablosunun ortaya çıkmasında önemli rol üstlendiği sonradan daha iyi anlaşılan bu tuhaf partinin, yeni bir seçim arefesinde tekrar “diriltilmesi”ne nasıl bir izah getirilebilir?

Yine toplaması muhtemel yüzer gezer oylar, bu defa ne için kullanılacak? CHP eksenli bir ulusalcı-sol-laik bloka takviye kuvvet olarak mı değerlendirilecek? Yoksa 3 Kasım’da olduğu gibi yine DP’yi çelmelemesi, olmazsa DP’ye yamanması mı isteniyor? Ve bu olayda AKP’nin pozisyonu ne? AKP Uzan operasyonunu bilerek mi yarım bıraktı, yoksa başka güçler mi devreye girerek işin buraya gelmesini sağladı?

İşin dikkat çeken bir diğer yönü, devlette önemli görevler üstlenmiş bazı ağırlıklı isimlerin, beklenmedik bir şekilde bu partiden aday olmaları. Acaba bu yolla Uzan partisi devlet terbiyesi ve kontrolü altına alınmak mı isteniyor?

Hızla ilerleyen seçim sürecinde ve sonrasında herhalde bu sualler de cevaplarını arayacak.

Ve ardı arkası gelmeyen açık veya örtülü müdahalelerin tahrip ettiği siyaset kültürümüz kendi orijinal temelleri üzerinde yeniden inşa edilmedikçe, bu tür oluşumların sonu gelmeyecek.

19.05.2007

E-Posta: [email protected]




Davut ŞAHİN

“Belge”li haber



Yaz geldi mi reklam sezonu canlanır. Özellikle mayo sektöründe...

Bilboardlara mayo yasağı gündeme geldi ya... Anlayın ki, müthiş bir enformasyon atağı başladı demektir.

Zeki Başesgioğlu bu reklam atağının başkahramanıdır.

Peki bu söylenenler reklam değil mi?

Eh... Ama ne yapalım ki, bu “çelişkiyi” tanımlamak gerekiyor.

Yasak “var/yok” tartışmaları süredursun, Zeki Başesgioğlu nam işadamı gazete sütunlarını, haber bültenlerini “süslemeye” başlar.

Nasılsa her haber “reklam” onun için.

Başesgioğlu:

“20 ülkede astığım afişleri ülkemde asamıyorum” diye ağlıyor.

Göz ve gönülleri kirleten müstehcenlikleri cadde ve sokaklarda asmanın derdinde adam. Sanırsınız ki, müthiş bir ideal için mücadele ediyor.

Bir de gazetelere “belediyenin yasak ilanı” sızar.

Yasakladı, yasaklamadı tartışmaları gündeme otururken, asıl kazananın “mayo firmaları” olduğunu görmüyoruz.

Ne diyelim, kimsenin kazancında gözümüz yok. Ancak “müstehcen resimler” asılırsa, gençlik çok şey kaybedecek, bilesiniz.

MUHTAR KLASİKLERİ

Hani Reha Muhtar “Çapraz Ateş”ten ayrılmıştı? (Fox TV)

Demek bu sansasyonu “reklam aracı” olarak kullandı. Başardı.

Muhtar, eski formuna kavuşuyor. Yine, o geren ve kavgacı üslubunu konuşturuyor.

“Ben bilirim” havalarından tutun, agresif üslubuna kadar, her argümanı kullanıyor. Ratingi nasıl yakalayacağını biliyor.

Son programda, Zeki Triko’nun avukatlığını üstlendi.

Diyor ki:

“Ben Zeki Trikonun değil, modern Türkiye’nin temsilcisiyim. Mayo serbestliğini savunuyorum.”

Denilebilir ki:

Reha Muhtar, klasiklerine bir yenisini daha ekledi.

Gazeteci Nazlı Ilıcak’a üzülüyorum.

Çıplaklığı “modernlik” sayan bir kafayla aynı masada oturuyor. Ne söylese dinletemiyor.

Kanal 7’deki ağırbaşlı havası gitmiş, yerine sözünü anlatmaya çalışan bir tartışmacı gelmiş.

Ilıcak, Muhtar’ın oyuncağı durumuna düştüğünün farkında mı?

POPSTARDAN ARTA KALAN

Oscar töreninde aktris Jennifer Hudsan, en iyi kadın oyuncu ödülünü alırken, sunucu onun “halk elemelerinden” geldiğini söylemişti. (American İdol)

Yani bizde karşılığı olan “popstar” yarışmalarından gelmiş olduğu hatırlatılıyordu... İrili ufaklı rollerden sonra, büyük bir film projesinde yer alıyor ve zirveye oturuyordu.

Bizim “popstar” yarışmalarından gelenlere bir bakın. Bu gün onlar nerede?

Yok.

Hemen akla, Abidin ve Firdevs geliyor. Gazetelere göre onlar işsiz...

Mesela; 2002 yılında İngiltere’de düzenlenen ‘Pop Idol’ yarışmasının birincisi Willi Young ilk single’yla dünyanın en prestijli müzik ödüllerinden Brit Awards’ı kazanmış. Hatta, dört hafta bir numarada kalarak altın plak kazanmış.

Hatta, basına göre, popstar birincisi Abidin memleketi Adana’da ailesiyle birlikte yaşamaya devam ediyor ve hiçbir işle uğraşmıyormuş.

Ya popstar kadın birincisi Firdevs?

Firdevs’in de şöhreti kısa sürmüş... İş bulamadığı için geceliği 50 YTL’den pavyonlarda şarkı söylüyormuş.

Bayhan’ı biliyorsunuz:

Bayhan’ın adı ise en son polisle girdiği silahlı çatışmada duyuldu. 2 ay önce Kadıköy’de çevreye ateş açan Bayhan, tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakıldı. Şimdi işsiz. Popstar yarışmasında üne kavuşan diğer isimler Serkül, Selçuk Yapar ve Elena da kısa sürede unutulan isimler kervanına katılmış.

Şimdi bu gençler artık kaybolanlar dosyasında.

Ha unutmadan:

Bu gün 19 Mayıs, gençlik bayramı!

Bu bayramda, “gençliği” oturup ciddi ciddi tahlil etmenin vaktidir.

19.05.2007

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Haydin namaza!



“Dinin direği” olan “namaz”dan ürkenlerin öncülüğünde, namaz aleyhtarlığı devam ediyor. Milletimiz de, medyanın kullanıldığı bu kampanyayı ibretle ve hayretle izliyor.

İslâma teslim olanlara göre ‘namaz’ kılmak farzdır. Bu, Kur’ân’ın ap açık emridir. Bu konuda şüphesi olan, hiç değilse Diyanet İşleri Başkanlığına müracaat edebilir. Elbette kişilerin namaz kılıp kılmamaları kendi tercihleridir. Ancak namaz kılmayı teşvik etmeyi ‘suç, kusur, kabahat’ saymak anlaşılır gibi değil.

Medyaya yansıyan haberlere göre, Denizli’deki bir okulda (Yatılı İlköğretim Bölge Okulu) “Dinin Direği Namaz” isimli kitapçık dağıtılmış. Adından da anlaşılacağı üzere kitap, ‘namaz’ı anlatan bir çalışma. Adı geçen okulda okuyan öğrenciler sanki ‘din dersi’ görmüyor, yahut ders kitaplarında namazla ilgili bahisler yokmuş gibi belli mahfillere şikâyet ediliyor. Her hangi bir okulda ‘namaz’ı anlatan bir kitap dağıtılıyorsa bu durumdan şikâyet etmek değil; olsa olsa ‘yardımcı ders kitabı’ şeklinde bir ‘hizmet’ olarak değerlendirilebilir.

Öğrencilerin namazla ilgili yazılar okumasından rahatsız olanlar şunu bilmeli: Din, bir ihtiyaçtır. Namaz kılmak da İslâmın şartlarından biridir. Millet ekseriyeti, çocuklarının dinini, diyanetini, namazını bilmesini arzu etmektedir. Zaten ders kitaplarında da namazla ilgili bahisler vardır. Yani, namazla ilgili bir kitabın okullarda dağıtılmış olması yanlış değil, aksine faydalıdır.

Belki çok uç bir örnek olacak, ama aynı gazete ve televizyonlar; her hangi bir okulda ‘uyuşturucu’ dağıtılmış olsa belki de bu kadar tepki göstermeyecek! ‘Namaz’la ilgili bir kitabın dağıtılmasını, sanki ‘uyuşturucu’ dağıtılmış gibi tepkiyle karşılamak, Türkiye ve dünya gerçeklerine uyar mı?

Lütfen; dostumuzu, düşmanımızı, faydalıyı, zararlıyı, iyi ve kötüyü ayırd edelim. Faydalı olan işleri ‘zararlı’ diye damgalamayalım. Çocuklarımızı ve gençlerimizi gerçekten düşünüyorsak, onları gerçek anlamda ‘zararlı’ olan şeylerden korumaya çalışalım. Sigara başta olmak üzere her türlü tehlikeli alışkanlıklarla tehdit edilen çocuklarımızı, ‘namaz’dan değil; uyuşturucudan, alkolden, biradan ve ‘kötü arkadaş’lardan korumaya çalışalım. Gerçek tehlike, ‘namaz’ değil, namazsızlıktır. Bunu görmek ve bilmek için ‘bakmak’ yeterli değil midir?

Televizyon ve medya vasıtasıyla; kahvehanelere, internet kafelere, ‘çete’lere, kavgalara, hırsızlığa, itaatsizliğe çağrılan çocuklarımızı hep birlikte ‘namaz’a çağıralım. Çünkü namazda felâh ve kurtuluş var.

“Haydin namaza, haydin felâha!”

19.05.2007

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

En cimri insan



En cimri insan kimdir?

“Benim ismimi duyduğu halde bana salâvat getirmeyen insan” buyurmuştur Peygamberimiz (a.s.m.). Bu konuda şöyle bir bedduâsı da vardır Efendimizin (a.s.m.): “Burnu yerde sürünsün! Burnu yerde sürünsün! Burnu yerde sürünsün!”

“Kimin yâ Resûlallah?”

“Yanında adım anıldığı halde bana salat ü selâm getirmeyenin.”

O bir rahmet peygamberidir. Âlemler için rahmettir. Sonsuz rahmetin en parlak örneği, temsilcisi, dellâlıdır. Ve o sonsuz rahmete, ancak onun (a.s.m.) sünnetine uymakla ulaşılır.

Resûl-i Ekrem (a.s.m.) her yönüyle rahmettir. Adeta cisimleşmiş bir rahmettir. Gelişiyle, yaşayışıyla, tebliğ ettiği hakikatlerle, kulluğuyla rahmettir. Ona uluşmanın vesilesi ise, rahmet anlamına gelen salâvattır.

Evet, salâvatın mânâsı rahmettir. O canlı, cisimleşmiş rahmet olan Efendimize (a.s.m.) rahmet duâsı olarak getirilen salâvat ise, âlemlere rahmet olarak gönderilen o Yüce Elçiye (a.s.m.) kavuşmaya vesiledir.

Tesbihatlarımızda binlerce, milyonlarca kere diye salâvat getiririz biz.

Getirmeye de muhtacız.

Lem’alar’da , “Binlerce salât ve selâm sana olsun ey Allah’ın Resûlü” diye getirilen salâvatının izahında ele alındığı gibi,1 her taraf korkutacak, ürkütecek, dehşete, telâşa sevk edecek derecede kapkaranlık bir halde iken, insan salâvat getirmeye o kadar ihtiyaç hisseder ki, o karanlık dünya Resûl-i Ekrem gibi candan bir sevgili sayesinde birdenbire aydınlanıverir, dehşetten, korkudan, telâştan, endişeden kurtulur.

Onun nuru olmaksızın kâinata bakıldığında her şey ölü, ruhsuz, cansız ve düşman bir vaziyette görünürken onun getirdiği nur ile her şey birdenbire canlanır, cana yakın , dost, sevimli birer memur ve görevli haline gelir; her şeyin kıymeti, kemali, vazifesi bilinir; insan karanlık meçhuller denizinde boğulmaktan kurtulur.

Bir insan için, bu o kadar büyük bir nimettir ki, adeta yokluktan, idamdan kurtulması, yeniden hayata dönmesi gibidir.

Onun için, insan, cin ve insanlar, melekler ve vücudun bütün zerreleri ve canlı varlıklar sayısınca salât ve selâm getirmek ister. Hem kendi, hem de onlar adına salât ve selâm edip biatını yeniler, getirdiklerini kabul, memuriyetini tasdik ve emirlerine teslim olduğunu dile getirir ve o ölçüde dünyası ve kâinatı aydınlanır, sevimli, cana yakın hale gelir.

Allah ve melekleri ona salâvat getirirken, biz nasıl olur da getirmeyız?

Görüldüğü gibi insan salâvata havaya, suya, ekmeğe muhtaç olduğu kadar muhtaçtır.

Dipnot: 1. Lem’alar, s. 348

19.05.2007

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

İmanı güçlendirmek için...



İlim, gözlem, deney, tefekkür, araştırma, inceleme; anlayış (şuurluluk hâli) ve düşünce ufkumuzu yükseltip genişlettiği gibi; kalb, vicdan ve sâir duygularımızın kapasitesini ve dolayısıyla imânımızı da geliştirip kuvvetlendirebilir. Sahanın uzmanları, imanı kuvvetlendirmenin gayet basit ve uygulanabilir formüllerini verir:

- İmân esaslarına inanarak onlara kilitlenin.

- İntisap sırrıyla ulvî, yüce, mukaddes hakikatlere mensubiyetinizi tescilleyin.

- İmânı kuvvetlendirip derecesini yükseltmenin vasıtaları bilgi-ilim, tefekkür, gözlem, araştırma, mânevî antreman, tekrar ve ispattır. Tefekkür, ibadet ve zikri bırakmayın.

- Şiddetli olan hırs ve benzeri duyguları iman esaslarına kanalize edin. Şiddetli arzu, istek, azim, sebat, sabır ve tam bir tevekkül içinde olun.

- Muvazene/denge, düzen (koca gemiyi evirip-çevirmek, koca yüklerin kaldıraç intizamıyla kaldırılması)1 sırrına uyun.

- Fizikî kanunları, metafiziğe uygulayın. Böylece “istinat noktası” ve “imân şuuru” nispetinde icraatlarla dünyaları yerinden oynatmanız işten bile değildir.

- Kâinat kitabını okuyun. Atomdan galaksilere, tabiat kanunlarından unsurlara, canlılardan cansızlara kadar her şey bir kitaptır ve imânımızı güçlendiren müthiş bilgileri ihtivâ ederler. Ayrıca, tümü birer delildir.

- Sonsuz güce “rabt-ı kalb” ile kalben bağlanın; O’nu daima yanınızda hissedin. “Kalbî-rûhî bağlantıyı” kurduğunuz oranda imân gücünüzün yükseldiğini hissedeceksiniz.

- Bedeninizi rûhun, maddeyi mânânın emrine verdiğiniz; duygularınızı bir noktaya toplayabildiğiniz; dikkat, vecd, motivasyon, derin gevşeme (konsantrasyon), ihlâs, samimiyet nisbetinde enerjinizi artırabileceğinizi unutmayın.

- İmân mahalli kalb olduğuna göre; kalbî meselelere ağırlık vermelisiniz.

- Duygularınızın, maddî kalbin çalışmasına bile etkili olduğunu unutmayın ve devamlı pozitif davranışlar sergilemelisiniz.

- İmân gücünü yükseltmenin formüllerinden birisi de, “toplama-birleştirme-tevhîd” metodudur. Şöyle ki: Güneş ışınlarını mercekle bir noktaya topladığınızda ısı derecesi yükselir kâğıt yanar, su ısınır. Rûhunuza takılan müsbet-menfî duygu, his ve lâtifelerinizin dağılmış olan enerjilerini kalbinize odaklayıp imân gücünüzün derecesini yükseltmeniz mümkün.

- Fen ilimleri, Yaratıcının tabiata koyduğu kanunları inceler. Herbir fen veya sosyal ilim, Allah’ın isimlerinden birisine dayanır. Dolayısıyla bütün ilimleri Allah hesabına öğrenin.

- Bol bol imanî ve tefekkürî eserler okuyun.

- Tefekkür, ibadet ve zikirle akıl, kalp ve vicdan gibi tüm duygularınızı besleyin.

- Ve bütün bunları tam bir ihlâs (samimiyetle) yerine getirin.

***

Yoksul, bir mescide konaklamıştı. Açtı, susuzdu. Karanlık bastıktan sonra arkasından bir tıkırtı duydu. Kendi kendine:

“Kalk; gelen galiba iyi kişi. Beni namaz kılarken görür de iyilik eder.”

Başladı namaz kılmaya. Hem de sabaha kadar hiç durmadan. Hep arkadan onu seyreden kişiyi düşünüyordu.

Sonra tan yeri ışıdı, karanlık gitti. Yolcu, görebilmek için yavaşça arkasına döndü, baktı. Gördü ki, mescidin açık kalan kapısından bir köpek girmiş, şaşkın şaşkın seyrediyor. O zaman yolcu, ağlamaya başladı:

“Vah bana! Ah bana! Bütün gece bir köpeğe yaranmak için ibadette bulundum, beni o görecek sandım. Halbuki beni her zaman gören Allah’ı unuttum.”

19.05.2007

E-Posta: [email protected] [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Demokratların dönüşü



Yorgun parlamento, Çankaya yokuşunu çıkamadı.

Fıtrî ömrünü (4 yılını) tamamlayan Meclis, cumhurbaşkanını seçemedi.

Neticede, zaten zorakî tarzda çalışan siyasî çarklar, adeta durma noktasına geldi.

Siyaset, bir yönüyle kilitlendi, düğümlendi.

Şu andan itibaren, düşünülmesi ve yapılması gereken en önemli şey, siyaset kilidini açmaya ve Çankaya düğümünü çözmeye çalışmaktır.

İşte, tam bu noktada ümit ve teselli verecek bir gelişme yaşandı: Adıyla sanıyla, misyonu ve vizyonuyla Demokrat Parti, siyaset sahnesindeki yerini yeniden almaya başladı.

* * *

Önümüzdeki hafta, kısmet olursa 1946 şafağında doğan Demokrat misyon hareketinin 60 yıllık serüvenini ve bilhassa bu hareketin hemen her seçim döneminde karşılaştığı çetin handikapları detaylı bir şekilde sizlere takdim etmek istiyoruz.

Geçmişte yaşananlar, gözler önüne serildiği zaman görülecektir ki, dindar ve demokrat seçmen kitlesi hemen her seçim öncesinde ciddî tereddütler yaşamışlar.

O tereddütler, şayet seçim gününe kadar bir şekilde izale edilebilmişse, Demokratlar tek başına iktidara gelebilmişlerdir.

Aksi durumlarda ise, ortaya çok farklı tablolar ve bir türlü rayına oturmayan siyasî oluşumların çıktığına şahit olunmuştur.

Dindar, muhafazakâr ve demokrat çevrelerin, günümüz Türkiye'sinde de ciddî tereddüt yaşadıklarına ve birtakım çetin handikaplarla karşı karşıya olduklarını müşahade etmekteyiz.

Kimilerine göre, ortada sanki iki tane Demokrat misyon hareketi varmış gibi tuhaf bir durum hasıl olmuştur.

Oysa, bu gibi tereddütlerin olmaması, hele hele yaşanan zihnî kargaşanın sürüp gitmemesi lâzım.

İyi de, bu nasıl olacak?

İşte, meselenin can alıcı noktası da burasıdır zaten.

* * *

Yaklaşık dört buçuk senedir Meclis'te iktidar ve anamuhalefet vazifesini gören partiler, ne yazık ki yine aynı hesap ve heves içinde kalarak politika yaptılar.

Özellikle son zamanlara doğru, sistemi çalıştırmak ve meselâ Köşk seçimini ağız tadıyla halletmek yerine, daha çok genel seçimleri etkileyecek didişmelerle, boğuşmalarla zaman geçirdiler.

Vakt–i zamanında gerekli tedbirleri almadılar, almayı dahi düşünmediler. İkazlara kulak tıkadılar.

Zira, artık onlar için en önemli mesele, genel seçimlerde yine "iki blok" şeklinde görünmek ve seçmen kitlesinin oylarını aralarında bölüşmekten ibarettir.

Evet, uzun zamandır hep bu hesap ve heves içinde kaldılar. Toplumu gerdikçe gerdiler. Seçmeni bilinçli ve kasıtlı şekilde zıt yönde etkilemeye çalıştılar.

Şayet, samimi olarak cumhurbaşkanlığı seçimini yapmak gibi bir niyet ve arzuları olsaydı, bu ciddî işi Meclis'in en zayıf olduğu bir zamana asla bırakmazlardı.

Ama ne yazık ki, kriz politikaları üzerinden siyasî rant sağlama yönündeki bu popülist manevraları, Türkiye siyasetini tıkanma noktasına getirdi.

Şükür ki, DP hareketinin yeniden canlanmasıyla, bu kilidin açılabilme şansı yeniden doğmuş oldu.

* * *

Kim ne derse desin, yakın zamanda yaşanan öfke dalgası geçti, geçiyor.

Öfke dalgası, gitgide yerini itidale ve akl–ı selime terk ediyor ve etmeli.

Zira, ciddî memleket meseleleri, öyle gerilimlerle, zıtlaşmalarla, lüzumsuz kavgalarla ve birtakım kuru gürültülerle hallolmaz.

Herkesin göreceği, herkesimden insanların dahil olabileceği bir "orta yol" lazım. Ki, onun da işaretleri ortaya çıkmış bulunuyor.

Demokratların evvel–âhir gidecekleri yol, işte bu "orta yol"dur. Bir başka tâbirle "siyasetteki muktesit meslek."

Bu nokta–i nazardan baktığımızda, Demokratların ciddî bir iktidar hazırlığı içinde olduğunu görmekteyiz.

Aynı misyon istikametindeki sergilemiş oldukları kaynaşma ve bütünleşmeyi sonuna kadar muhafaza ettikleri takdirde, netice almaları kuvvetle muhtemeldir.

Şu anki dağınık ve tereddütlü manzaranın da pek yakın bir zamanda izale olacağını ve tıpkı elli–altmış sene evvelki şahlanışın yeniden vücuda geleceğini ümit ve temenni etmekteyiz.

GÜNÜN TARİHİ 19 Mayıs 1982

Büyük hattatın vedâsı

Tevafuklu Kur'ân–ı Kerim başta olmak üzere, sayısız güzel hatlı eserlerin sahibi olan Hattat Hamid Aytaç, 91 yaşında iken hayata vedâ eyledi. 1891 Diyarbekir doğumlu olan Hattat Hamid, tanınmış bir aileden geliyor. Resim ve yazıya olan merakı, küçük yaşlarından itibaren kendini hissettiriyordu. Bu kabiliyetini, pekçok sanat eserinde ispat ile ortaya koydu. Sayısız camide, sayısız kitap ve tabloda onun hat örnekleri var. Geride, bu eserlerinin yanı sıra birçok talebe bıraktı. 19 Mayıs 1982'de bir Mirac kandilinde İstanbul'daki Karacaahmed Mezarlığında ebedî istirahatgâhına tevdi edildi.

19.05.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Kısa cevaplar



İzmir’den okuyucumuz:

*“Zekâtın zenginlik ölçüsü nedir? Haccın zenginlik ölçüsü nedir? Zekât verene hac farz oluyor mu?”

Zekât, aslî ihtiyaçlarından başka yirmi miskal altın (takriben 85 gram) veya karşılığı artan ticaret malı veya parası olanların, bir yıl dolunca kırkta bir oranında vermekle yükümlü oldukları bir sadaka türüdür; malî bir ibadettir.

Hac ise, hac niyetiyle Kâbe’ye gidip gelmeye gücü yetenlerin en az ömürde bir defa Kâbe’yi tavaf etmekle mükellef oldukları bir yarı malî ibadettir.

Zekât ile hac birbirine bağlı ibadetler değildirler. Birbirlerinden bağımsızdırlar. Yani her zekât verene hac farz olmayabileceği gibi; her hacca gidene de zekât farz olmayabilir. Çünkü zekât ile haccın vücub şartları birbiri ile bire bir örtüşmemektedir. Ancak umumiyetle bu ibadetlerden birine gücü yeten, diğerini de yapabilme güç ve kuvvetini bulabilmektedir.

Zekâtın nisabı ve ölçüsü net ve belirli olmakla beraber, haccın zenginlik ölçüsünde “güç yetirebilmek”1 kavramı ön plâna çıkmaktadır. Güç yetirebilmek ise kişiden kişiye değişiklik arz etmektedir. Meselâ, üzerinde çoluk çocuk nafakasını temin mükellefiyeti olmayan kişiler için, hacca gidip gelmeye kifayet edecek derecede naktî bir varlık haccın farz olması için yeterli olurken; evine ve çoluk çocuğuna nafaka bırakmakla yükümlü kişilere göre daha fazla (evinin geçimini de kapsayan) bir naktî miktara ihtiyaç bulunmaktadır. Veya bazı seneler niyet edilir, hacca gitmek üzere gerekli ön hazırlıklar yapılır; fakat haricî bir neden gün yüzüne çıkar, meselâ bir salgın hastalık belirir veya bir savaş hâli patlak verir, ya da başka bir olumsuz neden devreye girer ve Müslümanların hacca gitme güç ve takatlerini aşar. Bu durumda Müslümanlar o yıl için yine güç yetirememiş olurlar.   

***

Mehmet Bey:

* “Abdest alma fiili bittikten sonra, başımızı da meshettiğimiz halde, son yıkamadan sonra meydana gelen ellerin ıslaklığını tekrar başa ve saçlara sürmek abdestin sıhhatine mâni olur mu?”

Abdest temizliktir, abdest nurdur, abdest arınmaktır, feyizlenmektir, billûrlaşmaktır.

Abdest almak için temiz ve kullanılmamış su kullanmalıdır. Abdest azalarımızı yıkayarak bir kapta biriktirdiğimiz suya “kullanılmış su” veya “mâ-i müstamel” diyoruz. Artık bu kullanılmış su, abdest almak için ikinci defa kullanılmaz. Kullanılırsa abdest sahih olmaz. Her ne kadar temiz de olsa, abdest ve gusül için “temizleyici” değildir. Çünkü bu su, insan bedeninde “ibadet” maksadıyla bir defa kullanılmıştır.

Yemek önceleri ve sonraları sünnet olarak ellerimizi yıkadığımız su da “kullanılmış” sudur.

Kullanılmış sular, ne kadar temiz olurlarsa olsunlar, “ibadet” kastıyla bir defa kullanıldıklarından, artık ibadet kastıyla kullanılmazlar. Başka su yoksa kullanılmış su, elbet; vücuddaki bir pisliği giderebilir, kirli bir bölgeyi temizleyebilir, haricî bir kirliliği yok edebilir ve temizlik de yapılmış olabilir, fakat ibadet maksadıyla kullanılmaz. Çünkü ibadet açısından temizleyici değildir.

Ancak meselâ, su dolu bir kabın içine düşmüş bir tası çıkarmak için başka bir çözüm yolu yoksa temiz olmak şartıyla kollar sıvanıp el içine daldırılabilir. Bu durumda su—zaruret olduğundan—kullanılmış sayılmaz. Yine meselâ bir ibrikten veya su maşrapasından dökerek abdest alırken, elimizden veya yüzümüzden ibriğin veya maşrapanın içine, dikkat ettiğimiz halde, abdest suyu sıçramış olsa ibrikteki veya maşrapadaki su kullanılmış sayılmaz. Ancak elimizin veya yüzümüzün abdest suyu sıçrayarak değil de, seri bir şekilde akarak ibriğin veya maşrapanın içine girmiş olsa, o su kullanılmış sayılır ve kirli su hükmüne girer.

Fakat abdest veya gusül alınınca, son yıkamadan sonra ellerimizde kalan ıslaklığı başa veya saçlara sürmekle abdestimize veya guslümüze hiçbir zarar gelmez. Bu davranış abdestin veya guslün sıhhatine hiçbir şekilde mâni olmaz. Çünkü elimizde kalan su bir ıslaklıktan ibarettir ve biz artık abdesti veya guslü temiz su ile almışızdır.

Duâ

Ey dünyanın Sahibi! Ey ahiretin Maliki! Ey göklerin ve yerlerin Yaratıcısı!

Ey kâinatın Sultanı! Ey masumların ve mazlumların Hâmîsi! Ey zorbaların ve zalimlerin Hâkimi! Ey mutilerin Mabudu! Ey asilerin Rabbi! Ey benim İlahım! Ey mülkün mutlak Sahibi! Ey Melik-i Zülcelâl! Dünya musibetinden ve belâsından Sana sığınırım! Deccal ve ahir zaman fitnesinden Sana sığınırım! Kabir darlığından ve sıkıntısından Sana sığınırım! Hesap günü şiddetinden Sana Sığınırım! Cehennem azabından Sana sığınırım! Kahrına uğramaktan Sana sığınırım! Gazabına düşmekten Sana Sığınırım! Beni, annemi, babamı ve bütün Müslümanları kahrından ve gazabından koru! Âmin!

Dipnotlar: 1- Âl-i İmrân Sûresi, 3/97

19.05.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004