Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 19 Mayıs 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Lahika

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ

Onlar ise, kullarından bir kısmını Allah'ın bir parçası saydılar. Şüphesiz insan ap açık bir nankörlük içindedir.

Zuhruf Sûresi: 15

19.05.2007


HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ

Namazda saflarınızı düzgün tutunuz.

Câmiü's-Sağîr, c: 1, no: 152

19.05.2007


Vazifemiz, siyaseti dine âlet ve dost yapmaktır

Reisicumhur Celâl Bayar ve Heyet-i Vükelâsına,

Ankara,

Biz Nur talebeleri, yirmi senedir emsâlsiz bir tâzip ve işkencelere hedef olmuşuz. Sabrettik. Tâ Cenâb-ı Hak sizi imdadımıza gönderdi. O işkencelerin sebebini on beş senedir üç mahkeme hakikî ve kanunî olarak yüz otuz kitap ve bin mektubatta bulamadıklarına, Mahkeme-i Temyizle Denizli Mahkemesini şahit gösteriyoruz. Otuz seneden beri ben siyaseti terk etmiştim. Bu defa, birkaç gün zarfında Ahrarların başına geçip milletin mukadderatına sahip çıkması sebebiyle, Reis-i Cumhuru ve Heyet-i Vekileyi tebrikle beraber, bir hakikati ifşâ ediyorum. Şöyle ki:

Bize hücum eden ve mahkemelerde tâzip edenler demişler: “Bu Nur talebelerinin dini siyasete âlet etmek ihtimalleri var, belki de ediyorlar.”

Biz de o zâlimlere karşı müdafaatlarımızdaki binler hüccetle demişiz ve diyoruz ki:

Biz, dini siyasete âlet değil, belki rıza-yı İlâhîden başka hiçbir şeye, hattâ dünyaya ve saltanata âlet etmemek bizim esas mesleğimiz olduğundan, düşmanlarımızca da tahakkuk etmiş ki, üç senedir üç çuvaldan ziyade dosyalarımızı garazkârâne tetkik ettikleri halde bizi mahkûm edemiyorlar. Verdikleri keyfî ve vicdanî hükümlerine de bir bahane bulamıyorlar ki, Temyiz o hükmü bozdu.

Evet, biz dini siyasete âlet değil, belki vatan ve milletin dehşetli zararına siyaseti mutaassıbâne dinsizliğe âlet edenlere karşı, bizim siyasete bakmamıza mecburiyet-i kat’iye olduğu zaman, vazifemiz siyaseti dine âlet ve dost yapmaktır ki, üç yüz elli milyon kardeşlerin uhuvvetini bu vatandaki kardeşlere kazandırmaya sebep olsun.

Elhâsıl: Bize işkence edenlere, siyaseti asabiyetle dinsizliğe âlet etmelerine mukabil, biz de siyaseti dine âlet ve dost yapmakla bu vatan ve milletin saâdetine çalışmışız.

***

Kardeşlerim, ben bunu böyle münasip gördüm, sizlerin meşveretine havale ediyorum.

Said Nursî

Emirdağ Lahikası, s. 264

Lügatçe:

tâzip: Azap, sıkıntı verme.

Heyet-i Vekile: Vekiller heyeti, bakanlar kurulu.

ifşâ: Açıklama, duyurma.

hüccet: Belge, delil.

tahakkuk: Delil ile ispat edilme, gerçekleşme.

mutaassıbâne: Taassub gösterircesine. Aşırı derecede taraftarlık göstererek.

mecburiyet-i kat’iye: Kesin zorunluluk.

uhuvvet: Kardeşlik.

19.05.2007


Fecr-i sadık ne zaman?

Risâle-i Nur’da bir çok müjdeli haber yer almaktadır. Bunlardan birisi de Hutbe-i Şâmiye’de geçen aşağıdaki ifadedir:

“Hem de İslâmiyet güneşinin tutulmasına, inkişafına ve beşeri tenvir etmesine mümanaat eden perdeler açılmaya başlamışlar. O mümanaat edenler çekilmeye başlıyorlar. Kırk beş sene evvel o fecrin emâreleri göründü. Yetmiş birde fecr-i sâdıkı başladı veya başlayacak. Eğer bu fecr-i kâzip de olsa, otuz-kırk sene sonra fecr-i sâdık çıkacak.” (Hutbe-i Şamiye, s. 34)

Bu ifadeyi kısaca tahlil etmek istiyoruz. Fakat tahlile geçmeden önce Hutbe-i Şâmiye hakkında bazı tesbitlerde bulunmak gerekiyor. Zira yukarıdaki ifade eserin bir bölümü olması itibarî ile eserin bütününe bakan, eserdeki genel hedef ve maksatlardan destek ve güç alan bir ifadedir.

Bu sebeple Hutbe-i Şamiye adlı eserin genel hedef ve maksatları ile ilgili bilgiye sahip olmadan sadece bu kısa ifade üzerinde bir yorum yapmak mânânın tam anlaşılmasına engel olabilir.

Hutbe-i Şamiye nasıl bir eserdir?

Maksat ve hedefi nelerdir?

Hutbe-i Şamiye 1910 yılında Şam’da Emevî Camii’nde, içinde yüzden fazla âlim zatın bulunduğu bir cemaate irad edilmiş bir hutbedir. Genel itibarî ile İslâm ümmetinin ve beşeriyetin sosyal seyrini izah eden, mühim sosyolojik tesbitleri ihtiva eden bir fikirler manzumesidir. Eser 1950 sonrası bizzat müellifi tarafından tekrar gözden geçirilmiştir.

Eserde yüz yıllık, belki de daha ilerisi için İslâm ümmetinin nasıl noktalara gideceği, bu süre içinde bütün beşeriyetin nasıl bir sosyal yol takip edeceği delilleri ile izah edilmiş. Bütün insanlık için çok mühim müjdeler verilmiş. İnsanlığın ve İslâm ümmetinin ileride barış, huzur, sükûn, mutluluk içinde güzel günler yaşayacağı ifade edilmiştir. Yazıldığı yıl itibarî ile dikkate alınırsa bu müjdelerin ne kadar önemli olduğu açıkça anlaşılır. Zira 1910 sonrası iki dünya savaşı yaşanmış, ideolojik akımlar dünyayı sarsmaya ve titretmeye devam etmiş, insanlık tarihinde görülmemiş acı, sıkıntı ve zulümler insanlık âleminde derin izler bırakmıştır. İşte bütün bu dehşetli hadiseler içinde Üstad Bediüzzaman’ın Hutbe-i Şamiye adlı eserinde ortaya koyduğu fikirler hem İslâm toplulukları, hem de insanlık için bir nokta-i istinat olmuştur.

Yukarıda naklettiğimiz ifade de bu bütünlük içinde mühim bir müjdeyi ihtiva eden bir ifadedir. Müjdenin temel noktası “Hem de İslâmiyet güneşinin tutulmasına, inkişafına ve beşerî tenvir etmesine mümanaat eden perdeler açılmaya başlamışlar” cümlesi ile izah edilmektedir.

Müjdenin mahiyeti İslâm güneşinin inkişafı ile ilgilidir. Üstad’ın yaşadığı zamana dek İslâm güneşinin önünde engel olan bazı perdeler vardır. Bu perdeler 1900’lü yılların başından itibaren açılmaya başlamıştır. İslâm güneşi bu perdelerin açılmaya başlaması ile bütün insanlığı tenvir edecektir.

İslâm güneşinin doğması ve insanlığı tenvir etmeye başlaması ise “Kırk beş sene evvel o fecrin emâreleri göründü” cümlesi ile ifade edilmiş. Bu tarih yine Hutbe-i Şamiye’de 1327 yılı olarak tanımlanmış.

Bu tarihte emareler ortaya çıkıyor. Ama İslâm güneşinin doğmasının öncesi ise 1371 yılı olarak ifade edilmiş. Bu da yaklaşık 1950-51 yıllarına tekabül ediyor. Bu durum “Yetmiş birde fecr-i sâdıkı başladı veya başlayacak” tarzında ifade edilmiş. Eğer diyor Üstad, “bu fecr-i kâzip de olsa, otuz-kırk sene sonra fecr-i sâdık çıkacak.” Yani 1951 yılı baz alınırsa, 30 yıl, yani 1981 veya 40 yıl sonra yani 1991’de fecr-i sadık çıkacak diyor.

İşte bu noktada bazı yanlış anlamalar olabiliyor.

Zira kişi fecr kavramı ile gündüz kavramını birbirine karıştırabiliyor. Fecr-i sadık tâbirini gündüz öğle vakti ile aynı tarzda düşünmeye başlıyor. Kendi düşünce ve beklentisine göre ışığı göremeyince ister istemez bir tereddüt hâli yaşamaya başlıyor. Halbuki ifadede geçen benzetmelere dikkat edilse hiçbir şüphe hali kalmaz.

Şöyle ki:

İfadede fecr-i sadık için en son 1990’lı yıllara işaret edilmiş. Yani Bediüzzaman Hazretleri 1990 sonrasında artık önüne geçilemeyecek tarzda bir aydınlığa gidileceğini ifade ediyor. Ama 1990 yıllarında tam aydınlık görüleceğini söylemiyor. “Fecr-i sadık bu yılda çıkacak” diyor. Peki, fecr-i sadık ne demek? Fecr-i sadık güneş doğmazdan önce sabah ufkunda görülen ilk aydınlıktır. Ama unutmamak lâzım ki fecr-i sadıkta aydınlıktan çok karanlık vardır. Her taraf zifiri karanlık iken ufukta küçük bir ışık süzmesi görülmüştür. Evet, bu ışık süzmesi belki çok az bir ışıktır, ama güneşin habercisi olduğu için çok önemli bir ışık süzmesidir.

Ancak daha tam aydınlık yoktur. Fecr-i sadıkın ilk anları hâlâ karanlıktır. Hatta ışığa galip bir karanlık vardır. Bu karanlık, sabah ezanı vakti ve namaz sonrasına kadar devam eder. Ne zaman ki sabah namazı eda edilir, sonrasında ışık karanlığa galip gelmeye başlar. Fecr-i sadıktan tam güneş aydınlanıncaya kadar yaklaşık iki saat gibi bir süre geçer. Ortalama karanlığı 10-12 saat gibi düşünecek olursak fecir vakti gece karanlığının beş veya altıda bir kadar bir süreye tekabül eder. Bu süreyi yüz yıllık bir devre tatbik edersek, Üstad Bediüzzaman’ın müjdesindeki süre de yaklaşık 20-25 yıllık bir zaman dilimine denk gelir.

Buna göre 1991’de fecr-i sadık çıktı olarak kabul etsek 2011 ve sonrası yıllarda güneş gözükecek diyebiliriz. Demek ki gözle görülmeye başlanacak aydınlık önümüzdeki yıllarda gerçekleşecek.

Ama her şeye rağmen geçmiş yılları şöyle bir gözden geçirsek yine Üstad’ın verdiği tarihlerin ne kadar gerçekçi birer sosyolojik tesbitler olduğu açıkça görülür. Hutbe-i Şamiye adlı eserin bütünlüğü içinde baktığımız zaman yukarıda ifade edilen ve benzeri müjdelerin üç büyük sınıfa işaret ettiğini ifade etmek pekâla mümkün.

Bunlar:

1- Ülkemiz ve içinde yaşayanlar.

2- İslâm dünyası.

3- Avrupa ve bütün insanlık.

Fazla detaya girmeden ifadede verilen tarihlerdeki mühim hadiseleri nazarlara sunarak konuyu bitiriyoruz.

1371 (1950) ve sonrasında meydana gelen mühim hadiseler:

*İkinci Dünya Savaşının sona ermesi.

*1952 Helsinki İnsan Hakları Beyannamesi.

* Birleşmiş Milletlerin kurulması.

*1948 sonrası İslâm devletlerinin bağımsızlığına kavuşması.

*NATO’nun kurulması

*1950’de Demokratların iktidara gelerek Ezanı aslına çevirmeleri ve yeniden millî ve mânevî duyguların yeşermesine vesile olmaları.

* Avrupa Birliğinin temellerinin atılması.

1991 sonrası hadiseler:

* En önemli hadise Komünist Rusya’nın çökmesi.

* 12 Eylül ihtilâli sonrasında 1991 seçimleri ile yeniden hürriyet havası.

* Türkiye’nin Avrupa Birliğine kabul edilmesi.

* Ülkemizde demokrasi ve hakların günden güne kuvvet bulması.

* İslâm dünyasında hak ve hürriyetlere sahip çıkma noktasında müsbet gelişmeler. [email protected]

Halil AKGÜNLER

19.05.2007


O bir kahramandı

Merhum ve şehid Zübeyir Gündüzalp hakkında yazılan kitap sayısı yanılmıyorsam onu geçti. Bu güzel ve mükemmel insanı, yıllar önce rüyamda, mezarından ayağının birisi çıkmış ve hiç bozulmamış şekilde gördüm. Diyorum ‘Şehitlerin cesetleri bozulmazmış, Zübeyir Ağabey için şehid diyorlardı, doğru söylüyorlarmış.’

Daha sonra Talip Ağabey anlatmıştı. Zübeyir Ağabeyin mezarı mermerle çevrilmek üzere çevresindeki taşlar kaldırılmış, mezar da meyilli bir yerde olduğu için biraz kaymış toprak. Ceset görünmüş ve yıllar sonra hiç bozulmadığına şahit olmuşlar. Böylece rüyam da gerçekleşmiş oldu.

Hamdi Sağlamer anlatıyor: “Onun ölümü dahi hizmete vesile olmuştu. 12 Mart muhtırasında millet yine korku ve karanlık içine girmişti. Aradan 15-16 gün geçtikten sonra Zübeyir Ağabey vefat etti. Türkiye’nin dört bir yanından Nur talebeleri akın akın İstanbul’a geldiler. Zübeyir Ağabeyin başucunda pırıl pırıl üniversiteliler sabaha kadar Kur’ân ve Cevşen okudular. O gençliği görmek lâzımdı. Fatih Camii’nin avlusu hınca hınç dolmuştu. Sanki seçilmiş de yollanmışlardı. On sekiz - yirmi beş yaş arası nurlu bir nesil… Aralarında bir tane pejmürde kılıklı göremezdiniz. Generaller ve askerlerden de kontrole gelenler vardı. İki generalin konuştuklarına şahit oldum: ‘Yahu bu gençlerden millete vatana zarar gelmez’ diyorlardı.” (İhsan Atasoy, Nurun Büyük Kumandanı Zübeyir Gündüzalp, s. 155)

Yine cenazeden bir örnek:

“Kim bu cenaze?” demişti.

“Büyük bir dâvâ adamının” demiştik biz de.

“Ben gayrimüslim bir işadamıyım” demişti, biz işin içine dâvâyı katınca.

“Bu zâtın, ne dâvâsını merak ediyorum, ne de adını. İşim acele olduğundan yolun bir an önce açılmasını bekliyordum. Fakat cenazeye iştirak eden insanların çokluğunun yanında muhakemeli hareketleri, mütevekkil tavırları ve mütebessim yüzleri dikkatimi çektiği için katılmak istedim.”

“Elbette onlar Nur Talebeleri.”

“Benim için onlardan ziyade cenazesinin ardından bu kadar insanı yürüten zât önemli. Bu kadar sevilen bir kişinin peşinden gidilir. Müsaade ederseniz ben de korteje katılmak istiyorum.”

İslam Yaşar tüm esnafın dükkânlarını kapatıp Zübeyir Ağabeyin cenazesine katıldığını, cenaze alayının bir ucunun Eyüp Sultan Kabristanına vardığında, diğer ucunun henüz görünmediğini yazıyor. (Yeni Asya, 2.04.2006)

Yeri gelmişken Risâle-i Nurlar ve Nur Talebeleri hakkında müspet ve takdirkâr sözler sarf eden iki yazardan bahsetmek istiyorum:

Birincisi Emre Aköz. 1.4.2006 tarihli yazısında “Şiddeti ve medeniyetler arası çatışmayı Risâle-i Nur önler” diyor.

Sabah yazarı Emre Aköz, “din ve ahlâk konusunda hassas olan çevrelerde yaşayan gençlerin, şiddetten ve suçtan, diğer akranlarına oranla uzak durduğunu” yazdı. Bir sivil toplum örgütü gibi davranan Nurcu grupların, okullardaki şiddet problemi karşısında işlev kazanabileceğini vurgulayan Aköz, “Sevseniz de sevmeseniz de, sadece dindar değil, ahlâklı ve disiplinli gençler eğiten bu gruplar, giderek artan şiddete ve suça karşı engel oluşturabilir” dedi.

Diğeri Cüneyt Ülsever: “Türkiye’nin görevi: Said Nursî’yi anlamak ve anlatmak” (Hürriyet, 2.10.2004)

Başka örnekler de var, bunlar çoğaltılabilir.

Kısacası, Zübeyir Gündüzalp gibi dört dörtlük yetişmiş insanlara acil ihtiyaç var.

Erdoğan AKDEMİR

19.05.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004