Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 16 Mart 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Mehmet KARA

İlginç kategori



Türkiye’nin 11. cumhurbaşkanının seçilme takviminin başlamasına bir ay kaldı. Cumhurbaşkanı seçimi için takvim, halen görev yapan Ahmet Necdet Sezer’in görev süresinin sona ereceği 16 Mayıs’tan bir ay önce, yani 16 Nisan’da başlayacak. Seçim süreci, bu tarihten itibaren 30 gün içinde tamamlanacak. Bu sürenin ilk 10 günü adayların Meclis Başkanlık Divanına bildirilmesi ve kalan 20 gün içinde de seçimin tamamlanması gerekiyor.

İşte böyle bir ortamda, AKP içinde başlatılan bir anket ortalıkta dolaşıyor.

“Cumhurbaşkanlığı için Tayyip Erdoğan, Abdullah Gül, Bülent Arınç dışında aşağıdakilerden en uygun kişi kim?” sorusunun altındaki ikinci soru hayli ilginç. Bu soruyu ilginç kılan da, Cumhurbaşkanlığı adaylığı için sorulan isimlerin hepsinin eşlerinin başlarının örtülü olmaması… Dün bazı gazetelere yansıyan ankete göre, bu isimler şöyle: Devlet Bakanları Beşir Atalay ve Mehmet Aydın, Millî Savunma Bakanı Vecdi Gönül ve TBMM Adalet Komisyonu Başkanı Köksal Toptan…

Bu listeden hemen şu anlaşıldı: Eğer Erdoğan aday olmaz, tartışmalar “başörtüsü ekseni”ne oturtulursa “Teşkilâtımız böyle istedi” denilerek, bu isimlerden birisi aday gösterilecek. Başörtüsü yasağı konusunda 4.5 yıldır bir adım atamayan AKP’nin böyle bir manevranın içine girmesi hiç zor görünmüyor.

Gerçi ankette yer alan isimlerden birisi olan Köksal Toptan, AKP tarafından teşkilâta yapılan cumhurbaşkanlığı anketiyle ilgili olarak, “Benim adımın geçmiş olması bile, partim tarafından bu şekilde bir şey yapılmış olması bile gurur vericidir” diyerek memnuniyetini dile getirmiş…

Atalay, Aydın ve Gönül şu anda bakanlık görevlerini yürütüyorlar. Köksal Toptan ise, Adalet Komisyonu Başkanı… Bu isimlerin “eşleri başları açık olduğu için aday gösterilebilir” gibi anlaşılacak böyle bir kategoriye sokulması ne derece doğrudur? Doğrusu tartışılacak bir durum…

Bu anketten memnun olmayanlar da var. Başbakan Yardımcısı Abdüllatif Şener, “Bu anketten hareketle başbakanın cumhurbaşkanı adayı olmayacağı şeklinde bir değerlendirme yapılabileceğini sanmıyorum. Bana göre bu tür anketlerde isim belirtmeden, yönlendirme yapmadan sonuçlar daha objektif olacaktır” diyerek, itiraz ediyor.

* * *

Cumhurbaşkanlığı adaylığının son günü olan 27 Nisan’da yapılması gereken Millî Güvenlik Kurulu (MGK) toplantısının Erdoğan’ın “seyahat yoğunluğu” gerekçesi ile 10 Nisan’a çekilmesi de cumhurbaşkanlığı tartışmalarının önümüzdeki günlerde hararetleneceğini gösteriyor. Bu durum, toplantının normal tarihinde yapılması halinde tartışmanın MGK’ya yansıyacağından endişe edildiğini gösteriyor.

Aslında son günlerde Deniz Baykal’ın ortamı geren açıklamaları, emekli paşaların başını çektiği ve “ulusalcı” diye bilinen kuruluşların “Erdoğan cumhurbaşkanı olmasın” türü açıklamaları, belli etmeseler de derinden derine hükümeti etkilemiş görünüyor. Hükümet kanadında bu konuda provokasyonların bile olabileceği düşünülüyor.

Hükümet önümüzdeki bir ayı kazasız-belâsız atlatmanın telâşında. Bu yüzden bu tür anketler teşkilâtlara gönderiliyor, belki de sırf bu tartışmalara sert çekmek adına basına sızdırılıyor.

* * *

Bu konudaki bir diğer tartışma da, eski cumhuriyet başsavcısı Sabih Kanadoğlu’nun ortaya attığı ve CHP’nin hemen sahiplendiği “İlk turda 367 milletvekili bulunmalı” tartışması… CHP her ortamda, “Uzlaşma sağlanmadan seçime giderseniz, biz oylamaya katılmayız ve ilk iki turda 367’nin altında bir sayı ile toplanırsa Anayasa Mahkemesine gideriz” tehdidini yapıyor.

Meclis Başkanlığının hukukî görüş sorduğu “Meclisin hukukî otorite”si olan, Kanunlar ve Kararlar Dairesi, CHP ve Kanadoğlu’nun tam tersi “görüş” açıklayıp, “Cumhurbaşkanlığı seçimi oylamasında 367 milletvekilinin hazır bulunmasına gerek olmadığını, 184 vekilin oylama için yeterli olacağını” açıklaması hükümet kanadını rahatlatmış görünüyor.

Önümüzdeki günlerde cumhurbaşkanlığı seçimi ile ilgili bu tür tartışmalar biteceğe benzemiyor. Her gün yeni senaryolar, yeni tartışmalar ortalığa yayılıyor. Bu tartışmaların ülkeye zarar vermemesi için akl-ı selimle ve demokrasi içinde tartışmaların yapılması gerekiyor. Bunun için de en sağlıklı seçim, son sözü antidemokratik oluşumların değil, Meclisin söylemesi…

16.03.2007

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Farkında olmak



“Ey insan-ı müştekî [şikâyetçi insan]! Sen madum [yoklukta] kalmadın, vücut nimetini giydin, hayatı tattın. Camit [cansız] kalmadın, hayvan olmadın. İslâmiyet nimetini buldun. Dalâlette kalmadın, sıhhat ve âfiyet nimetini gördün ve hâkezâ…”1

Hayatından şikâyetçi insana hitaben 24. Mektub’da yer alıyor bu satırlar.

“Niye şuyum yok, buyum yok. Falanın şuyu var da benim niye yok. Niye ben falan yerlerde değilim!” diye şikâyeti kendine meslek edinen insan için ne kadar güzel bir uyarı değil mi bu cümleler?

Öyle ya insan bulunduğu konumda sahip olduğu nimetlerin farkına varıp şükredeceği halde isyan eder tarzdaki şikâyetlerinin hiç mazereti olabilir mi? Aynı yerde ifade edildiği gibi acaba bir adam minare başına çıkmak gibi yüce derecelerle dolu bir mertebeye çıksın, büyük bir makam bulsun, her basamakta büyük bir nimet görsün de o nimetleri verene şükretmesin, “Niçin o minareden daha yükseğine çıkamadım” diye şikâyet edip ağlayıp sızlasın. Ne kadar haksızlık eder, ne kadar küfran-ı nimete düşer, ne kadar divanelik eder divaneler dahi anlar.

Gerçekten insan nelerden kurtulduğunu, nelere ulaştığını bir düşünse şikâyete hiçbir hakkı kalmaz.

Öyle ya, insan hiç yaratılmayabilirdi. Yaratılmış, yokluktan kurtulmuş, varlığa kavuşmuş. Cansız kalabilirdi, hayvan olabilirdi. Olmamış. Ne cansız kalmış, ne herhangi bir hayvan olmuş. İnsanlık gibi yüce bir mertebeye ulaştırılmış. Bir ateist, bir gayr-i müslim olabilir, İslâmdan uzak bir diyarda bulunabilir, dalâlet içinde kalabilirdi. İslâmiyet gibi büyük bir nimete ermiş. Sıhhat ve âfiyeti yerinde olmaz, ağır, müzmin bir hastalığa yakalanabilirdi, yakalanmamış, büyük bir “devlet” olan sağlık nimetine kavuşmuş… Uzattıkça uzatmak mümkün kavuştuğumuz nimetleri.

Bütün bu nimetlerin zıtları düşünüldüğünde insanı sevindirmesi, şükre itmesi gerekirken şikâyete kalkmasının elbetteki küfran-ı nimetten başka bir izahı olamaz.

Sonra memnuniyet, şükür insanı rahatlatırken şikâyet, isyana sıkıntıya itmekte, huzursuz etmekte, aydınlık hayatı zindana, Cenneti Cehenneme çevirmektedir. Başkalarının yapamadığı kötülüğü insan kendi kendine yapmakta, âdetâ kendi kendinin kàtili olmaktadır.

Hayat her şeyiyle güzelken, gündüz vakti gözünü güneşe karşı kapayıp her taraf karanlık deyip kafasını sağa sola vurup kendini yaralayan insan acınmaya lâyık olmadığı gibi şikâyetçi insan da kendi elleriyle kendi hayatını zindan etmektedir.

Dipnotlar:

1- Mektûbât, s. 276.

16.03.2007

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Yaratıcı yarattığı hiçbir varlığa benzemez



Kimi zaman Kâinatın Yaratıcısının varlığı, birliği ve sâir isim ile sıfatlarını anlatmak için varlık âleminden örnekler vererek ve kıyaslar yaparak anlatmaya çalışırız.

Bu örneklemeyi, meseleyi kavramak için yapıyoruz. Yoksa, Yaratan ile yaratılan arasında hiçbir benzerlik yoktur. Biri Yaratan ve sonsuz kudret ile sonsuz sıfatlar Sahibi; diğeri, sonsuz acizlik sahibi ve yaratılan.

Sanatkâr sanata, usta yapıya, kâtip yazıya benzemediği gibi; bu kâinatı yaratan Allah da, yarattıklarından hiçbirisine benzemez.

Allah’ın varlığı, birliği, ilim, kudret, hallakıyet gibi sıfat ve isimlerinin sonsuzluğuna, başta Kur’ân-ı Azimüşşan, Fahr-i Âlem Hz. Muhammed (asm) ve kâinat kitabı dediğimiz varlıkların delâletiyle hiçbir şüphemiz kalmıyor. Yalnız, Allah’ın bazı isim ve sıfatlarını kavramakta güçlük çekmekteyiz. Bir kısım nefsî, şeytânî, felsefî şüphelere maruz kalmaktayız. Bu şüphelerimizi de ortadan kaldıracak aklî ve naklî delilleri sunmaya çalışalım. Bu meselede, dikkat edeceğimiz en önemli püf nokta şudur: İsim ve sıfatları sonsuz olan Cenâb-ı Hak ile, onun yarattıklarını kıyas etmemek. Çünkü, kıyas edilmezler, edilemezler. Yaradan başka, yaratılan bam başka bir şey. San'at ile san'atkârı kıyas edemeyiz. Meselâ, bir mobilyayı düşünelim. Mobilya sert, filan renkte, hareketsiz ve cansız. Öyle ise, bunu yapan ustanın rengi de böyle, vücûdu da sert denemez. Meselâ, karınca, “Ben şu kalemi kaldıramıyorum, çok çok büyük, öyle ise bunu kimse kaldıramaz!” diye kıyasta bulunamaz. Bulunursa, ahmaklık etmiş olur. Aynen öyle de, kendi gücü ve sıfatları ile, Cenâb-ı Hakkın sıfatlarını benzeştirmeye kalkanlar yanılırlar ve ahmaklık etmiş olurlar.

Cenâb-ı Hak, bize bu sıfatları, Onu bilelim, tanıyalım, anlayalım diye vermiştir. Bir kıyas-ı vahidî, bir ölçü, bir mihenk olsun diye. Bunları veren ve Yaratan ise sonsuzdur. Ancak, bu sıfatlarımız sayesinde, Allah Teâlâ’nın sonsuz isim ve sıfatlarını anlayabiliyoruz.

Bizim görmemiz, işitmemiz, duymamız, düşünmemiz ve sâir sıfatlarımız cüz’î ve basittir. Ancak, başta görmeyi, sonra bütün gözleri, sonra gözlerin gördüklerini, sonra görme işlemi için lâzım olan bütün unsurları yaratan nerede; yaratılmış basit bir varlığın görmesi nerede?

Evet, misâl, temsil, meseleyi anlamak içindir. Yoksa, misal ile misal verilenin karşılaştırılması ve kıyaslanması değil. Zîrâ, bütün sıfatları sonsuz olan ile bütün sıfatları sonlu olanın kıyas, karşılaştırma, benzeşme kaldıramayacağı muhakkaktır.

16.03.2007

E-Posta: [email protected] [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Nevruz'un aslına dönüşü



Toplum olarak daha şimdiden "Nevruz gerginliği"nden söz etmeye başladık.

İyi de, neden bir gerginlik olsun veya oluyor ki?

Nevruz bayram demek, coşku demek, şenlik demek, diriliş demek değil mi?

O halde, gerilim neden?

Demek ki, işin içinde gayet derecede muzır, müz'iç, şerir, habis başka şeyler var.

Bunların olduğu yerde, "Nevruz bayramı" olmaz.

Bayram mânâsına uygun bir Nevruz kutlaması için ise, orada sevgi olacak, neşe olacak, tebessüm olacak, kaynaşma olacak...

* * *

Üstad Bediüzzaman'ın tâbiriyle "Nevruz, mahlûkatın bayramı"dır.

Evet, Nevruz günü olarak kabul edilen 21 Mart itibariyle, mahlukat diriliyor, yoğun şekilde nebatat yeşeriyor, çiçekler açılıp ortalık neşv û nemâ buluyor.

Ayrıca, ölümü "ebedî diriliş"in başlangıcı olarak gören Üstad Bediüzzaman, "Ve'l–mevtü yevm–i Nevrûzinâ/Ölüm, bizim için Nevrûz bayramı günü gibidir" diyerek, bu günün mânâsına yeni bir boyut kazandırıyor. (Bkz: Münâzarât, s. 101.)

Esasen, Nevruz günü geçmişte de bu mânâlarla yâdedilerek kutlanmış. Kırlara çıkılmış, mezarlık ziyaretleri yapılmış, meşrû dairede şenlikler düzenlenmiş, ziyafetler verilmiş, vesaire...

Yani, en az bin yıllık tarihimizde, son yıllardaki tarzda "gerilim yüklü Nevruzlar" hiç yaşanmamış, bu ülke insanı böylesi bir huzursuzluğa hiç şahit olmamış.

Ne yazık ki, Nevruz'un içine siyasî ve ideolojik unsurlar katılınca, kutlamalar da zıvanadan çıkmış oldu.

* * *

Normale dönüşün bir yolu elbette ki vardır. Zira Nevruz gerilimi, haddizatında bir "sorun" değil, bir "sonuç"tur: Nevruz'u gerçek mânâsından saptırmanın sonucu... Keza, ona başka türlü mânâlar yüklemenin sonucu...

Zira, eğer Nevruz'un bizzat kendisinde bir sorun olsaydı, aynı sıkıntı Selçuklular veya Osmanlılar zamanında da yaşanırdı.

Halbuki, geçmişte bir "Nevruz gerginliği"nin esâmisi dahi yoktur.

Bugün de, siyasî ve ideolojik argümanlardan arındırılmış, sadece sosyal ve kültürel mânâsıyla kutlanacak bir "Nevruz bayramı"nın herhangi bir zararı olmaz. Bilâkis, toplumda kardeşlik ve muhabbeti pekiştiren bir şenliğe dönüşür. Ki, zaten aslı da budur.

Nevruz kutlamalarının "aslına rücû" etmesi dileğiyle...

GÜNÜN TARİHİ 16 Mart 1920

İstanbul'un kalbinde açılan bir yara

İngilizlerin başkanlığındaki işgal kuvvetleri, İstanbul'u resmen ve fiilen işgal etti.

Kan dökülmek sûretiyle başlayan ve kademe kademe genişleyen işgal hareketi, İstanbul'u adeta esir aldı.

Şehrin işgali, şüphesiz ki bir anda ortaya çıkmadı. Günün birinde İstanbul'un işgal edileceği, tâ 1918 Kasım'ından beri belliydi.

Ancak, bu iş için hem zamana, hem de bazı bahanelerin ortaya çıkmasına ihtiyaç vardı.

Ateşkes güvenliği için gelenlerin adım adım işgal hazırlığı yaptığını fark eden bazı hamiyet sahipleri, bu sinsî gelişmeden halkı haberdar etmeye çalıştılar.

Bediüzzaman Hazretleri "Hutûvat–ı Sitte" isimli eseriyle işgalin içyüzünü deşifre ederek, halkın, bilhassa medrese kesiminin uyanmasını sağlarken, Süleyman Nazif de, Hadisât gazetesinde "Kara bir gün" başlıklı bir makale neşrederek, halkın hissiyatına tercüman olmaya çalıştı.

(Not: Bu tür yayın faaliyetleri, sansür engelini aşarak gizli bir sûrette yapılıyordu.)

İşte, Süleyman Nazif'in o makalesinin günümüz Türkçesiyle bir özeti:

"Fransız generalinin dün şehrimize gelişi vesilesiyle bir kısım vatandaşlarımız tarafından yapılan gösteriler, Türk'ün ve İslâm'ın kalbinde ve tarihinde sonsuza kadar kanayacak bir yara açtı.

"Aradan asırlar geçse ve bugünkü hüznümüz, bahtsızlığımız sevince ve mutlu bir talihe dönse bile, yine bu acıyı hissedecek ve bu hüzünle üzüntüyü çocuklarımıza ve soyumuzdan gelecek olanlara nesilden nesile ağlanacak bir miras olarak terk edeceğiz.

"Ne acıdır ki, millî varlıklarının ve dillerinin devamını bizim álîcenaplığımıza borçlu olan bir kısım halkın hay–huy şamatasıyla, bu aziz matemimize en acı hakaretlerin birer tokat şeklinde atıldığını gördük. ‘Buna müstehak değildik’ diyemeyiz. Müstehak olmasaydık, bu felákete düşmezdik.

"Her milletin hayat sayfalarında birçok talihler ve bahtsızlıklar vardır. Fransa Kralı Birinci Fransuva'yı Şarlken'in zindanından kurtarmış ve koca Viyana şehrini defalarca kuşatmış bir ümmetin kader defterinde, işte böyle bir kederli sayfa da gizli imiş..."

16.03.2007

E-Posta: [email protected]




Halil USLU

Kayseri-Sivas-Karaman



Dâvetleri ve “gel” çağrılarını, haddi aşmadan ve Hz. Mevlânâ’nın “Ez huda çuyem tevfik edep” yani “Rabbimden tevfik ve edep istiyorum” sırrı içinde, selâm alıp vermeye benzetmekte, yorumunu böyle yapmaktayım. Bütün mü’-minlerin bildiği gibi, “Selâm vermek sünnet, almak farz” olduğu için, dâvetleri sünnet, oralara gitmeyi ise farz makamında kabul ettiğimden bütün şartlara, zorluklara, imkânsızlıklara rağmen icabet etmişimdir. Zaten dâvet edilmeyen yerlerde de üstümüze bir vazife düşmez.

Bu bab ve zaviye içinde geçtiğimiz her iki hafta içinde, Ankara Etimesgut ve Antalya Kumluca konferanslarından sonra, gözümüzü Kayseri’de açtık. Manidar bir tevafuku yazmak istiyorum. Yıllar boyu hizmet seyahatlerimde, sayısız manidar ve manevî sırlarla karşılaştım. Bunların ancak yüzde birini yazmışım, gerisi hafızanın kara kutusunda.

Kayseri Yeni Asya Bürosunun bulunduğu tarihî Hunat Hatun çarşısına girerken, kapıda başörtülü genç bir bayan ile bir erkek, o tarihî çarşının duvardaki kitâbesini okumaya çalışıyorlardı. Kayserili erkek, İngilizce bilmiyor ancak eli ile işaret ediyordu. Devreye girdim, dilimizin döndüğü kadar tanıştık, doğruca Yeni Asya Bürosuna götürdük. Kısa mesafede kendisine “Hıristıyan mısın? Müslüman mısın?” sorusunu sordum. “Ben dinsizim, dinlere düşman değilim, fakat din bilgim hiç yok” dedi. “Ya başörtüsü?” dedim. Cevaben; “Kayseri dindar bir yer ve benim de hoşuma gitti, aldım, örttüm” dedi. Büromuzun temsilcisi Ali Göllü ve İbrahim Beylere ve üniversiteli gençlere teslim ettim. Birlikte Bediüzzaman Hazretlerinin İngilizce basım Meyve Risâlesini verdik. Aldığım bilgiye göre kendisi gibi üniversiteli kardeşlerim diyalog başlatmışlar.

Kayseri sayfasını, bu ibret dolu hadiseyi, Yeni Asya gazetesi hanım komisyonlarına verdiğim “Risâle-i Nur’da meslek ve meşreb” seminerimde takdim ettim. 45 dakikalık seminer ve akşamı Yeni Asya Vakfı şubesindeki “Bediüzzaman Hazretlerinin Ermenilere bakışı” başlıklı sohbetimiz ve soru-cevaplar faslı, bir rüzgâr gibi geçti.

Ertesi gün, yoğun bir programın beklediği Sivas’a intikal ettim. Çarşı esnaf ziyaretleri, taziye ve doktorlar ziyaretinden sonra, Sivas yöresinde çok hizmet yapan “Radyo Güneş”te Abdülvahap ve Metin Beyler ile “Bir değer olarak Hoşgörü ve Eğitim” başlıklı canlı yayın programına katıldık, hem de suallere cevaplar verdik. “Değer nedir? Değerleri nasıl değerlendiriyoruz ve değerlerin neresindeyiz? Ailede, Türkiye’de ve Dünyada hoşgörü ve eğitim nedir? Nerelere kadar geldik ve nerelerde olmamız lâzımdı?” başlıkları üzerinde durduk.

Akşamı Yeni Asya Vakfı’nda, eski ve yeni ağabey ve genç kuşakla birlikte olduk. Samîmî ve derunî bir havada günümüzden 1905 yıllarına kadar gittik, geldik. Türkiye, Osmanlı, âlem-i İslâm ve şimdiki dünyayı “Bediüzzaman Hazretlerinin Ermenilere bakışı ve gelişmeler” başlığı altında, “Münâzarât” eserinin penceresinden, bazen nükteli ve bazen de gözlerimiz yaşlanarak hazin tablolar çerçevesinde değerlendirdik. Sivas, her geçen gün, her cihetle tekâmüle ve inkişafa giden tarihî bir şehrimizdir. Hele her ayın ilk haftasının Pazar sabahında, namazdan sonraki umumî buluşma tevafukunda da bulunmanın ayrı bir güzelliği vardı.

Merhum Yunus Emre sultanımıza her yer sahip çıkıyor. Başta Karamanlılar “Bizimdir” diyorlar. Karaman bununla da kalmıyor. Hz. Mevlânâ’nın annesi Mü’mine Hatun ve ağabeyi Alaaddin Sultan da orada medfun. Karaman, tarihle ve hizmetle dolu bir ilimiz. İşte buranın vefakâr eğitimcilerinin gayreti ile kendimizi yerel Çağdaş TV’de bulduk. Sahibi Rüstem Beyin gayreti ve canlı yayının suâl sorucusu Funda Hanımefendiyle “Mevlânâ’dan Bediüzzaman’a sevgi ve UNESCO” başlıklı iki bölümden müteşekkil 1,5 saatlik bir canlı mülakatta bulunduk. Sonradan aldığımız habere göre mülâkatın tekrarı banttan verilmiş.

Emeği geçenlere, bizi çağıranlara, hizmetlere sahip çıkanlara binler duâ ve teşekkürler.

16.03.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Neden okumalıyız?



Muharrem Bey: “Kitaba önem vermenin fazileti nedir? Müslüman neden okumalıdır?”

Kur’ân’ın her emri kâinatın nabzını tutan bir kudrete sahiptir. Hele o ilk emir... Bize âdeta yepyeni dünyaların anahtarlarını sunuyor, yepyeni hazinelerin kapılarını gösteriyor, yepyeni definelerin ambarlarına işaret ediyor: “Oku! Yaradan Rabb’inin adıyla oku. O Rabb’in ki, insanı bir kan pıhtısından yarattı. Oku! Rabb’in sonsuz kerem sahibidir. O, insana kalemle yazmayı öğretendir. O insana bilmediğini öğretendir.”1

“Oku!” emrine muhatap olan Peygamber Efendimiz (asm), mübarek vücudunu iliklerine kadar sıkan Cebrail Aleyhisselâm’a, “Ben okuma bilmem” demişti. Âdeta insanlığın resmini çizer gibi idi Büyük Peygamber (asm). Her yeni ilme ve irfana karşı bilgisiz olan insanoğlu, okudukça yeni dünyalar keşfedecek, kendisine ve âleme yeni ufuklar açacaktı. Okudukça kendisini ve Rabb’ini tanıyacak, Rabb’ine kul oluşun ayrıcalığını tadacaktı. Okudukça dünyasını ve âhiretini mamur edecek, hiçbir günü bir önceki günle eşit yaşamayacaktı. Okudukça kâinatın sırlarını çözecek; varlıkların hal diliyle Allah’ı göstermelerine şahitlik edecek ve kendisi de ibadet diliyle gösterecekti.

Evet, insan önce okumalıydı. Çünkü “cehûl” idi, cahil idi, yani her şeye karşı çok bilgisizdi. Okudukça bilgisizliğini kavrayacak, okudukça hiçliğinin farkına varacak, okudukça Allah’ın büyüklüğü karşısında eğilme ihtiyacı ve isteği ile dolup taşacak, okudukça Allah’ın ilmine, iradesine, kudretine ve Hâlıkiyet’ine teslim oluşun mutluluğunu ruhunun derinliklerinde duyacaktı.

Kur’ân’ın, indiği insanın her şeyden önce “aklını doğru kullanmasını” emrettiğini, ilk âyetiyle böylece öğrenmiş bulunuyoruz. Akıl sahibi insanı muhatap alan Yüce Mevlâ’nın, ilk âyetinde insana, “İnan!” ya da “Tasdik et!” veya “İman et!” yahut “İbadet et!” ya da “Kulluk yap!” gibi, aslında insanın yaratılış sebebi olan bir emirle hitap etmeyişi ve bizim çoğu zaman sıradan bir şey olarak gördüğümüz “okumayı” ön plâna alması, hiç şüphesiz okumakla ilgili yapmamız gereken çok şeyler olduğunun tescili hükmündedir.

Demek, okumak sıradan bir şey değildir! Okutmak da sıradan bir şey değildir. Nitekim Peygamber Efendimiz’in (asm), “Ya öğrenen ol, ya öğreten ol, ya dinleyen ol, ya da onları sevenlerden ol; beşincisi olma. Helâk olursun” hadisi veya “En üstün sadaka, bir Müslümanın edindiği faydalı bilgiyi başkasına öğretmesidir”2 hadisi bu işin ehemmiyetini kulaklarımıza ve gönlümüze âdetâ çelikten harflerle perçinliyor.

O halde nasıl okuyalım? Nasıl bilgi sahibi olalım? Faydalı bilgilerimizi nasıl artıralım?

Hemen hepimiz birçok kere, birçok değerli kitabı elimize aldığımızda, içini karıştırdığımızda, sayfalarına göz attığımızda, satır aralarında kendimizi ilgilendiren çok şeyler buluyoruz ve “Bu kitabı mutlaka okuyayım!” diyoruz.

Fakat, öyle koşturmaca yaşıyoruz ki...! Neredeyse çoğu zaman yemekten de, ibadetten de oluyoruz! Durup dinlenmeden sürükleniyoruz. Nerede kaldı öyle bir kenara çekilip, saatlerce okumak! Buna çoğu zaman fırsat bulamıyoruz.

Oysa hayat ne kadar kısa! Ve bizim, bilgi ve irfan dünyamızı zenginleştiren kitaplardaki bilgileri edinmeye ne kadar ihtiyacımız var! Ve aslında maddî-manevî pek çok hastalıklarımızın, problemlerimizin, çıkmazlarımızın çözümü o altın satırlar arasında gizli. Bizim tarafımızdan keşfedilmeyi bekliyor.

Peki, öyleyse, nerede mutlaka okuyacağımız kitaplar? Elimizin altında mı? Hayır! İş yerimizde mi? Değil. Ne var ki, çok koşturduğumuzu söylüyoruz ama aslında yine okumaya iş yerimizde fırsat bulabildiğimizi bilmem hiç fark edebildik mi? İş aralarında, hiç hesapta olmadan, öyle okuma fırsatları doğabiliyor ki, eğer bunların yarısını bir kitabı okumakla değerlendirebilsek, emin olun, her gün sayfalarca kitabı devirmemiz işten bile olmayacak. Böylece iş yorgunluğumuzu atmamız ve yeni çalışma enerjisi kazanmamız da mümkün olacak. Hatta bu okumalar, yolunda gitmeyen tersliklere farklı açılardan yaklaşmamızı ve çözümü için daha makul yollar bulmamızı bile kolaylaştıracak.

Sahi... Söz buraya gelmişken, şöyle bir teklif yapmamızda ne sakınca var? İş yerimizde neden bir kütüphane kurmuyoruz? Bir o mu kaldı demeyin! Neden olmasın? Çok detaylı bir kütüphaneden bahsetmiyorum. Duvarın uygun bir köşesine iki raf ve üzerine çok ehemmiyet verdiğimiz kitaplardan bir demet. Hem biz faydalanalım, hem misafirlerimiz istifade etsin. Olmaz mı?

Unutmayalım, Müslüman, yitik mal arar gibi, bilgi ve hikmet aramayı sürdürmelidir. Müslüman bunun için okumalıdır. Bilgi ve hikmet arayışını sürdürmek için bir eğitim kurumuna devam ediyor olmak şüphesiz bir ayrıcalıktır. Fakat herkesin böyle bir şansı olmayabilir. Hayat, zahmetli disiplinlerle düzenlenmiş bir fıtrî eğitim kurumu değil mi? Ve biz; hepimiz, bu kurumun tabiî ve sürekli öğrencileri değil miyiz?

Öyleyse, imanımızla bağlı bulunduğumuz Mukaddes Kitabımızın ilk emrine dönelim ve mümkün mertebe okuyalım. Okumayı ekmek gibi, su gibi hem en tabiî ihtiyacımız olarak görmek, hem de mümkün mertebe kolaylaştırmak için, sürekli bulunduğumuz ve bir ömür verdiğimiz her yere bir kütüphane kurmamızın, midemiz için bir mutfak kurmak kadar, akıl ve kalp midemizi doyurmaya zemin hazırlayacağı açıktır.

Unutmayalım; Allah’ın adıyla okumak, Kur’ân’ın ilk âyetinde emrettiği bir ibadettir.

Dipnotlar: 1- Alak Sûresi, 96/1-5 2- Câmiü’s-Sağîr, 1/737

16.03.2007

E-Posta: [email protected]




Davut ŞAHİN

TRT kuralları



Kenan Doğulu, Eurovision’a TRT’nin tercihi olarak gönderiliyor. Buraya kadar tamam. Ama Doğulu, tipten kaybediyor. Üst/baş perişan... Tanıtım konserinde bile pantolon sanki köprü altında bulunmuş ve üstüne geçirilmiş gibi kirli... Bir o kadar da rahatsız edici bir görüntü. Pejmürde görüntü moda olabilir. Kirlenmek güzeldir, ama bu kadar kirli görünmez ki bir insan. Kirli sakal, yağlı pantolon, düşük bel... Bunlara anlam yüklemekte zorlanıyorum.

TRT’nin kurallarına ne oldu? Aslında Sertap Erener’in birinciliğinden sonra, Eurovision’un bir anlamı kaldığına da inanmıyorum. Çünkü, Erener kazandı da ne oldu? Bize ve ülkemize ne faydası oldu? Ne değişti? Hiçbir şey olmamış gibi hayat devam etti. Bundan sonra Kenan Doğulu kazansa ne, kaybetse ne olur? Dolayısıyla bunların haber değerinden öte hiçbir kıymet-i harbiyesi kalmadı.

DİZİ OYUNCULARI

Dizi oyuncuları panikte. Çünkü, 25 Mart’tan itibaren televizyon dizilerinde oynanması istenmiyor. Çünkü, Danıştay’ın kararında 400’ün üzerinde kayıtlı bulunan Devlet Tiyatrosu oyuncularının dizi filmde oynaması yasaklanıyor.

Şimdi diyorlar ki, “Biz ne yapacağız?” Devletten aldıkları ücretin çok düşük olduğunu, normal dizi filmde kazandıklarının ise, onları tatmin ettiğini söylüyorlar. Buraya kadar tamam. İyi de... Devlet tiyatrolarından aldıkları ücreti yetersiz bulanlar, neden istifa etmeyi düşünmedi? Bu bir çelişki değil mi? Tamam, dizi film oyunculuğu riskli... Çok da gelir getirdiği muhakkak. Tamam, sözleşmelerde “oyuncunun asıl işini aksatmaması kaydıyla” diye bir madde var... Bu sözleşmeye dayanarak çalışma serbestliği olabilir... Ama neticede bir oyunculuk sergileniyor. Dizilere kalite getirdikleri muhakkak. Burada bir “ara formül”den söz etmek mümkün. Oyuncu/tiyatrocu Can Gürzap diyor ki: “Bu kadar insan TV dizilerinde oynuyor, seslendirme yapıyor. Çünkü devlet tiyatrolarından alınan paralarla yaşamaları çok zor! Bana göre buna uygun bir formül bulunması gerekiyor. Oyuncular dizi filmlerden ayrıldığı takdirde kalite azalacak.” Bu mümkün. Ama lütfen, fakirlik edebiyatı yapmayın.

EVLİLİĞE İHANET ŞEBEKESİ

Güya Avrupa’da milyonlarca üyesi olan bir internet sitesi, bizde de kurulmuş. Avrupa’nın artık “aileye döndüğü” tek eşliliği “övdüğü” bir zamanda, ülkemizde böyle bir internet sitesinin kurulmasını “aile değerleri”mize yeni bir “saldırı” olarak değerlendiriyorum. İhaneti normal, evliliği geri kalmışlık gibi gösteren kurumlar şimdi ellerindeki internet balyozuyla aile kurumunu tahribe yönelik saldırılarından bir tanesini daha gerçekleştiriyor. Uyanık ve teyakkuzda olalım. Sahte mesajlarla süslüyorlar bu siteyi: Heyecan arayan ve canı çektikçe aldatan ve bundan zerre vicdan azabı duymayanların mesajları... Yazıklar olsun demek kolaycılık. Ama kendinizi koruyun.

MUHTIRA

12 Mart “muhtıra yıldönümü.” En çok hangi programlar izlenmiş bakıyorsunuz? -Acı Hayat, -Köprü -Beyaz Gelincik... Bir kanalın ana haber bülteni ilk dörde giriyor, düşünebiliyor musunuz? 12 Mart’tan sonra 12 Eylül... Sırasıyla 28 Şubat süreci... Bunların hepsi unutulmuş olabilir. Ama bıraktığı iz öylesine derin ki.. Silmek mümkün değil.

16.03.2007

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Hangi Atatürkçülük?



Çeyrek asırdır yürürlükte olan 12 Eylül darbe anayasasının 2. maddesine göre, cumhuriyetin “değiştirilemeyecek” temel niteliklerinden biri “Atatürk milliyetçiliğine bağlılık.”

Aynı madde ile atıfta bulunulan “başlangıç” kısmı ise, beş buçuk yıl öncesine kadar “hiçbir düşünce ve mülâhazanın Atatürk milliyetçiliği, ilke ve inkılâpları ve medeniyetçiliği karşısında korunma göremeyeceğini” ilân ediyordu.

Demokrasiyle bağdaşması imkânsız bu tekelci, dayatmacı ve tehditkâr ibarede, 2001 Ekim’inde güç belâ küçük bir değişiklik yapıldı.

“Düşünce ve mülâhaza” kelimelerinin yerine “faaliyet” kelimesi konuldu. Böylece, Atatürk milliyetçiliği, ilke ve inkılâpları ve medeniyetçiliği ile bağdaşmayan düşünce ve mülâhazalar “korunmasız” bırakılma tehdidinden kurtuldu, ama “faaliyet”ler hâlâ aynı tehdidin muhatabı.

Öte yandan, yine 12 Eylül yönetimi, Atatürkçülükten ne anlaşılması gerektiğini ortaya koymak için üç ciltlik bir kitap da yazdırmıştı.

Demirel’in vaktiyle bize “Atatürk’ün ölümünden bu kadar yıl sonra böyle bir kitap yazdırılmasını taaccüple karşılıyorum” diyerek eleştirdiği bu kitabın Kenan Evren imzalı takdim yazısında, amaçlar şöyle ifade ediliyordu: “Gelecek nesilleri Atatürkçülükte bütünleştirmek, Atatürkçü ideolojiyi benimseyen birer vatandaş olmalarını sağlamak ve Atatürkçülüğü tüm faaliyetleri kapsayacak genişlikte açıklamak...”

Ders kitabı olarak da kullanılmak üzere kitap yazdırıldı, yayınlandı. Peki, Evren’in meydanlardaki konuşmalarında “Atatürkçülüğü herkesin kafasına çakacağız” sözleriyle de ilân ettiği “nesilleri Atatürkçülükte bütünleştirme” hedefine ulaşılabildi mi?

Çeyrek asır sonrasının Türkiye’sinde bu konuda nasıl bir tablo ile karşı karşıya olunduğuna ışık tutabilecek birkaç güncel örnek verelim.

AKP’nin ve hükümetin önde gelen isimleri Atatürk’ü ağızlarından düşürmez, Arınç devrimlerin millet desteğiyle yapıldığını iddia eden tuhaf mesajlar yayınlar, Erdoğan aynı minvalde bir çizgi tuttururken, bu partiyi takiyye yapmakla suçlayan karşıtları da pozisyonlarını Atatürk referansına dayandırarak açıklıyorlar.

Arada, Şerif Mardin gibi, AKP iktidarını Kemalizmin en büyük başarısı olarak görenler ve İsrailli diplomat Alon Liel gibi Erdoğanizmi Kemalizmin güncellenmiş versiyonu sayanlar var.

Ama genel görüntü, her ikisi de Atatürk’e yaslanan iki cephenin kıyasıya mücadeleye tutuştuğu bir manzara oluşturuyor. Sanki on sene önce “Atatürk yaşasaydı partimizde olurdu” diyen RP ile, Atatürkçülük adına ona bayrak açan 28 Şubatçıların kavgası yine tekrarlanıyor.

Öte yandan, kendi anlayışına göre Atatürkçülük tarifi yapanların da haddi hesabı yok.

Meselâ kimileri Atatürk’ün temel felsefesini millî bağımsızlık ve egemenlik olarak tanımlayıp, bu noktadan AKP iktidarını tavizcilikle suçlarken, kimileri “Atatürk dönemi dış politikasına en yakın parti AK Parti’dir’” diyor (Bkz. E. Albay Atilla Sandıkçı, Yeni Şafak, 5.2.07).

Örnekleri arttırmak mümkün. Ama en kestirme yorum “Derli toplu bir düşünce sistematiği olarak Atatürkçülük diye birşey yok. Kim güçlüyse onun yorumu Atatürkçülük oluyor” (Yeni Şafak, 12.3.07) diyen Fikret Başkaya’nınki.

16.03.2007

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

İnsanlığa sığar mı?



Çarşamba günü Filistin’den misafirlerimiz vardı. İsrail tarafının keyfî bir surette tutuklayıp cezaevine koyduğu milletvekillerinden üçünün hanımı Yeni Asya’yı ziyaret ederek yaşadıkları haksızlığı dile getirdiler.

Dünyanın gözü önünde cereyan eden bu haksızlığa insanlığın sessiz kalması kabul edilebilir mi? Herkesin bildiği gibi, Filistin’de HAMAS’ın da katıldığı ‘hür’ bir seçim yapıldı. Neticede Filistin halkı, HAMAS’ı tercih etti ve Filistin’i yönetme yetkisini onlara verdi. Ne var ki, başta İsrail olmak üzere onun gibi düşünenler, Filistin halkının bu tercihini ‘uygun’ görmediler. Çeşitli tazyik ve baskılar neticesinde hem ambargo uyguladılar, hem de seçilen vekillerden bir kısmını tutuklayıp “güvenlik tehdidi” oluşturdukları gerekçesiyle cezaevine koydular.

Filistinli ziyaretçilerimizin bildirdiğine göre, şu anda cezaevindeki milletvekillerinin sayısı (8’i bakan olmak üzere) 42. Bunun yanında, 10 binden fazla Filistinlinin de yine İsrail zindanlarında işkence ve zulüm gördüğü ifade edildi.

Gözyaşları arasında yaşadıkları sıkıntıları anlatan Filistinli milletvekillerinin eşleri, başta İslâm dünyası ve Türkiye olmak üzere bütün dünyayı, insanlığı bu şiddet ve haksızlık karşısında duyarlı olmaya dâvet ediyor.

Milletvekili eşlerinin anlattıklarını şöylece özetlemek mümkün:

* 42 milletvekili cezaevinde. 13 bin Filistin’li de yine İsrail cezaevlerinde ‘esir.’

* Milletvekillerinin tutukluluk halleri her 6 ayda bir kanunsuz şekilde uzatılıyor. Bu vekiller, ‘kaçırılarak’ gözaltına alındı. Bütün yapılanlar uluslar arası hukuka aykırı.

* İsrail, keyfî baskılar yapıp insanları tutukluyor. Burası Filistin’in toprağı, vatanı. İsrail şimdiye kadar neredeydi? Dünya niçin sessiz? Nerede hak?

* Bizim çocuklarımız hayatı tanımıyorlar. 5-6 yaşındaki çocuklar bile tutuklanıyor. Türkiye’den istediğimiz sesimizi duyursun. İsrail burada yaşanan haksızlıkları örtüyor, gizliyor. Dünya bu zulmü görmüyor, duymuyor.

* Filistin’e ambargolar kalkmalı. Biz bu çileli hayata alıştık. Bu bizim önümüze konulan bir ‘tabak.’ Başka seçme şansı verilmiyor.

* Acaba, İsrail’in demokrasi anlayışı nedir? Bayramlar bile bize haram oldu. Çocuklar yetim yetişiyor. Yardımların artmasını istiyoruz. Tabiî ki rüyamız, Filistin’in hürriyetine kavuşması.

İsrail Aksa’yı da yıkmak istiyor. Ziyaretimizi de engelliyor.

Filistinli vekillere destek için bir imza kampanyası başlatıldığını da bu vesile ile hatırlatalım. Haksızlığa karşı imza desteği vermek için, www.tutsakvekiller.com adresi ziyaret edilebilir.

Bunca haksızlık yapılırken, İsrail ne mi yapıyor? Lübnan katliâmına isim arıyor! Haberlere bakılırsa, İsrail Başbakanı Ehud Olmert ve Savunma Bakanı Amir Peretz “Lübnan Savaşı”na isim bulma derdine düşmüş.

Bu girişim, İsrail basınında da alay konusu olmuş. İsrailliler savaş için, “Ahmaklık Savaşı”, “Büyük Utanç,” “Başarısızlık Operasyonu” gibi isimler teklif etmiş. Araplar ise “Büyük Katliam” ve “İsrail’in Acımasız Operasyonu” ismini uygun görmüş. (Vatan, 14 Mart 2007)

Tam bir ‘kasap et derdinde’ durumuyla karşı karşıyayız. Dünyadaki bütün haksızlıklara ‘insanlık adına’ dur demeden ‘küresel barış’ı temin edemeyiz.

Filistinlilerin, arşa çıkan feryadına kulak vermemek ‘insanlığa’ sığar mı?

16.03.2007

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

1908- 2008- 2009- ?



Yağmurların kesilmesi ve buna bağlı su kesintileri ve barajların doluluk oranlarının azalması itibarıyla 2007 nedense bana 1994’ü hatırlatıyordu. 2007 sadece İstanbul açısından değil Ankara ve sair şehirler açısından da bize 1994’ü hatırlatıyor. Son yağmurlarla birlikte bu kâbusu biraz olsun üzerimizden atmayı başardık.

1994 denilince, Sözen ve musluklardan su yerine gelen ‘tıss’ sesleri aklıma üşüşüyor. 1994’ün 2007 simetrisinde ise Sözen’in yerinde Kadir Topbaş’ın olduğunu görüyoruz. Halbuki bir yıl öncesine kadar tablolar ne kadar pembe idi. Barajlardaki doluluk oranının 20-30 yıllık su ihtiyacımızı karşılayacağı öngörülüyordu. Biz de saf saf bunları tasdik ediyorduk. Sonra rezervlerin ancak aylık stokları ihtiva ettiği anlaşılacaktı ve barajlar sayesinde değil, ancak sema sayesinde su kesilmesinin önüne geçilebileceği görülecekti. 2007 bu yönüyle 1994’e benzerken veya benzetilirken Topbaş da Nureddin Sözen’e benzetiliyordu. Zira bu dönemde hizmet anlayışı gerçeklikten kopmuş reklama dönüşmüştü. Hindistan ile Çin’in gelişmeleri arasındaki gerçek ile reklâm farkı gibi.

1994 yılıyla alâkalı olarak Nureddin Sözen’den en fazla akılda kalan bir cümle aslında haleflerinin tekvinî yardıma mazhar olduklarını akla getiriyordu. ‘Onların sema ile irtibatları iyi olmalı ki yağmur imdatlarına yetişti...’

2007’ye gelindiğinde artık Nureddin Sözen ve taifesi için bir dönem kesilen tekvinî yardımın AKP için de kesilmekte olduğu görülüyor. Netice itibarıyla vizyonlarını ve sinerjilerini kaybettikleri gibi buna bağlı olarak tekvinî yardımı da kaybetme aşamasına gelmişlerdir. Esasında 1994 ile 2007-8-9 yılları birbirlerinin simetrileridir. Olaylar ve gelişmelerden çıkarabildiğime göre, zannediyorum ki 12 Eylül devresinin küllî hükmü 28 yılla sınırlı kalacak. Bu devre de ikiye ayrılıyor. Birincisi, birbirlerinin devamı olan ANAP ve DYP ve merkez partilerinin 1994’e gelindiğinde tâkatlarını tüketmiş olmalarıdır. Tansu Çiller ile Mesut Yılmaz birbirlerini yıpratma ve tüketmek peşindeydiler. Belediyecilik de 1994’e gelindiğinde tamamen iflâs etmişti. İşte 1994 bu açıdan, 12 Eylül rejiminin yarı devresidir.

***

İkinci devresinde ise 12 Eylül’ün veya devletin sürekliliğini veya bekasını çelişkiye rağmen önce Refah Partisi ardından da onun devamı ve türevi olan AKP’nin sağladığını görüyoruz. 1994’e gelindiğinde sistem hem yerel düzeyde, hem de merkezî düzeyde tamamen tıkanmıştı. Bu tıkanmanın önünü geçici de olsa açan Refah Partisi ve kadroları olmuştur. İlk dönem belediyelerde canla başla çalışmışlardı. 1994 yılından itibaren nöbeti birbirine devretseler bile Serdar Turgut’un da işaret ettiği gibi, Refah ve devamı olan AKP devlette sürekliliği ve onun bekasını temin ve temsil etmiştir.

12 Eylül’ün darbe olarak ikinci devresi veya simetrisi ise 28 Şubat’tır. Bu süreçte Kenan Evren’in yaveri olan Çevik Bir’in başrolleri oynaması hiç de tesadüf değildir, olsa olsa kaderin bir cilvesidir. Bu darbeci ikinci devre ise merkezi iktidarda Refah’ın yerine bir geçiş devresinden sonra iktidarda AKP’yi ikinci devreye hazırlamıştır. Yani İkinci devre de Milli Görüş geleneğinden gelen partiler açısından ikiye ayrılmıştır. Refah, Fazilet, Saadet ve Fazilet’in yasaklanmasıyla birlikte yatay olarak onun yerini alan AKP. Henüz merkezî iktidarda tam bir tükenme ve iflâs hali yaşanmasa bile 1994 yılında belediyelerde başlayan ikinci devrenin de sonuna gelmiş bulunuyoruz. Yani hizmet devresi bitti ve deniz tükendi. Henüz AKP’den iyisi ve alternatifi yok, ama AKP’nin uzatmaların uzatmasını oynaması da Türkiye’nin yararına değil. Yani ruhu tükenmiştir ve kadavrasının Türkiye’ye bir faydası yoktur. Artık ülkeye kazandırabileceği bir şeyi kalmadı. Yani tam bir çıkmaz var. Hem AKP’nin alternatifi yok, hem de misyonu bitmiş durumda. Burada bir tıkanma hali var. Böylece 2008’lerin önlerinde, 12 Eylül’ün iki devresiyle de sonuna gelindiğini rahat bir şekilde görebiliyoruz. ANAP ve DYP’nin yerine geçerek devlette devamlılığı sağlayan AKP de sonuna gelmiştir.

***

İşte tam bu noktada seçimler mevsimine girmiş bulunmaktayız. Bu da CHP’ye göre aslında 100 yıl öncesine dönüşü (Osmanlı) temsil ediyor. İttihatçıların devamı olan ulusalcı kesime göre ‘Çankaya kaptırılırsa’ 100 yıl geriye gidiş yaşanacak ve cumhuriyetin kazanımları berhava edilecektir. 12 Eylül’ün 1994 yılında başlayan ikinci devresinin sonunda AKP’nin bir bütün olarak iflâsa doğru gittiğini görüyoruz. Takvimler de 2008’i gösteriyor. Yani 1908’in 100 yıllık simetrisi. Bu anlamda CHP, 16 Mayıs’taki cumhurbaşkanlığı seçimini 100 yıllık geriye dönüşün simgesi olarak görüyor. Yani İkinci Meşrutiyet öncesine dönüş. Bu anlamda AKP’nin cumhurbaşkanlığını kazanması İkinci Meşrûtiyet çizgisini mi temsil edecek? Yoksa bunun önünün bir şekilde seçimlerden öncesinde veya muhtemelen de sonrasında kesilmesi 1909’daki bir İttihatçı darbesini mi temsil edecek? Veya hiçbiri mi? Evet 2008 veya 2009’da, 12 Eylül’ün 28 veya 29 yıllık dönemi ile, 1908 ve 1909’da II’.Abdülhamid’in tahttan indirilmesiyle başlayan 100 yıllık süreç veya dilim de sona ermiş oluyor. Bu anlamda, son İttihatçılar muvaffak olurlarsa AKP’yi indirmekle üzerlerine bindikleri dalı kesmiş olmayacaklar mı? Her halükârda uzatmalar veya kısaltmalar kaderin hükmünü değiştirmez. Belki de cumhurbaşkanlığı seçimleri olmasa hem AKP’nin, hem de 12 Eylül sürecinin veya yüz yıllık dilimin de ömrü uzayacaktı. Kimbilir. Ama bazen vakit gelip çatıyor.

16.03.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004