Bediüzzaman’ın, toplumsal şuurlanmaya nüve ve çekirdek olacak çok önemli sözlerinden birkaçını hatırlayacak olursak:
“Hakkın hatırı âlîdir, hiçbir hatıra feda edilmez.” “Neme lâzım, başkası düşünsün; istibdadın yadigârıdır.” “Bir millet cehaletle hukukunu bilmezse ehl-i hamiyeti de müstebit eder.”
Millet olarak halen yaşamakta olduğumuz sıkıntılarda, bu prensiplere riayet etmeyişimizin veya edemeyişimizin çok büyük payı var.
Eğer her hal ve şartta hakkın hatırını üstün tutan bir dirayet ve kararlılık gösterebilmiş olsaydık, bugün şikâyetçisi olduğumuz mağduriyetlere en azından bu boyutta dûçar olmazdık.
Ama başka hatırları hakkın hatırının önüne geçirdiğimiz ve haksızlıklara karşı sesimizi yükseltmediğimiz için başımız dertten kurtulmuyor.
Bu pasif tavrımızla, “Zulme rıza zulümdür” ve “Haksızlık karşısında susan, dilsiz şeytandır” gibi Kur’ânî ve Nebevî ikazların muhatabı durumuna düştüğümüzü görerek, bunun getireceği ağır vebal ve sorumluluk karşısında iliklerimize kadar titrememiz gerekmiyor mu?
Gerçek şu ki, nemelâzımcı, vurdumduymaz ve duyarsız tavırları mutlaka terk etmemiz şart.
Bu, başka hiçbir sebep olmasa, yakındığımız mağduriyetlerden kurtulma yolunu açabilmem için dahi kaçınılmaz bir mecburiyet.
En önemli ve hayatî meselelerde bile nemelâzım deyip, biraz çile, meşakkat ve mücadele gerektiren hususları başkalarına havale etmek ve onlardan tavır koymalarını beklemek, Üstadın ifadesiyle, istibdadın yadigârı olan ve aynı zamanda istibdadın ömrünü uzatan hatalı ve yanlış bir tavır.
Çünkü istibdat herşeyi kendi inhisarında ve tekelinde tuttuğu için, insanlara hareket ve inisiyatif alanı bırakmaz. Böyle olunca hem kabiliyetler gelişmez, hem de istibdat sistemi ilânihaye devam edip gider. Bu fâsit dairenin kırılmasında ise, özellikle hürriyetin önemini kavramış ve tadını almış olanların göstereceği dirayet, kararlılık ve takip son derece büyük bir öneme sahip. Dolayısıyla, bilhassa onların nemelâzım diyerek rehavet gösterme, kayıtsız ve duyarsız kalma hakkı ve lüksü yok.
İşin bir başka boyutu da, Üstadın, hukukunu bilme ve sahip çıkma noktasına yaptığı vurgu.
Cehalet sebebiyle hukukunu bilmeyen bir milletin, kendisine samimiyetle hizmet etmek isteyen hamiyet ehli idarecileri dahi istibdada mecbur bırakabileceğini söylüyor Said Nursî.
Çünkü kendisini idare etmekten dahi âciz insanları yönetmenin başka bir yolu kalmıyor.
Nitekim bizdeki mâlûm zihniyetin halka tahakkümü bu noktayla ilgili. Ama onun durumu ile Üstadın ifade ettiği gerçek arasında çok önemli farklar var. Bir defa, bu kafayı ehl-i hamiyet olarak nitelemek mümkün değil. İkincisi, halk cahil bırakılmış olsa da, Ömer Seyfeddin’in hikmetli hikâyesinde belirtildiği gibi derin bir irfan ve sağduyuya sahip.
Ama hukukunu bilme ve savunma noksanlığı, medenî cesaret eksikliği, çözümü zamana bırakıp sabırla bekleme tavrının tercihi, “Aman, kötü kişi olmayayım” düşüncesiyle suskun kalınması gibi sebeplerle, bu irfan ve sağduyu, sahibini mağduriyetten kurtaramıyor.
28 Şubat’ın onuncu yılı da geride kalırken, hak gasplarının yol açtığı mağduriyetlerin hâlâ devam ediyor olması bize bunları hatırlattı...
04.03.2007
E-Posta:
[email protected]
|