|
|
Abdurrahman ŞEN |
AKM’yi ne yapalım? |
|
Takip edenleriniz biliyor ki; basınımızda son zamanlarda İstanbul’un Taksim Meydanı’ndaki Atatürk Kültür Merkezi binasının yıkılıp yeniden yapılması ya da aynen korunup onarılarak yetinilmesi tartışılıyor.
Yine takip edenleriniz fark etmişlerdir ki; basınımızda süren bu tartışmanın odağında da iliklerimize kadar işlemiş siyasî saplantılar yönlendirici oluyor.
Dikkatli dostlar hatırlayacaklar ki yaklaşık 4 yıl önce bu sütunlarda biz “AKM hemen yıkılmalı!” demiş, gerekçelerimizi de kültür san’at açısından hareketle sıralamaya çalışmıştık. Hatırlarsanız, 2003 yılı Ağustos ayı içinde, dönemin İETT Genel Müdürü’nün yaptığı bir açıklamayla Taksim’deki AKM binası gündeme gelmişti… Ben de o tartışmalardan hareketle, 25–26 Ağustos 2003 tarihlerinde iki gün üst üste “AKM hemen yıkılmalı” başlığıyla iki yazı yayınlamıştım. Aradan geçen sürede hiç bir adım atılmamış, kimse fikir geliştirmemişken, “Kültür Varlıklarını Koruma Kurulu”nun aldığı bir kararla AKM’yi “kültür varlığı” listesinden çıkarması, tartışmaları da alevlendirdi… Ama girişte söylediğim doğrultuda: Siyasî saplantılar doğrultusunda! Görünüşe bakılırsa, AKM’nin tamiratı ya da yıkılıp yeniden yapılması noktasındaki tartışmalara katılanların önemli bir bölümü kafalarının her yanını sarmış, gözlerinin önüne katarakt gibi inmiş “laiklik” saplantıları doğrultusunda bakıyor meseleye…
İçlerinde konuyu abartıp “Asıl amaç Atatürk’ün adını yıkmak!” diyenler bile oldu maalesef. Konu gelip de “Atatürk” adına düğümlenince zaten atacak adım kalmıyor ki! Ondan sonra asıl mesele değil, başka bir şey konuşulmaya başlanıyor ülkemizde… Oysa burada akıl çerçevesinde konuşmamız gereken mesele çok açık; AKM çağın gereği olarak İstanbullu san’atseverlerin ihtiyaçlarına cevap verebiliyor mu?
Tekrar tekrar söyleyelim ki; İstanbul’un en az 5 tane AKM’nin salonları düzeyindeki salonlara şiddetle ihtiyacı var. Bunların üstüne de çok daha geniş işlevlere ve san’at eseri sergileme alanlarına/sahnelerine sahip çapta yeni bir AKM’ye de şiddetle ihtiyaç var.
Yıkıma karşı gelenlerin büyük çoğunluğu, “Gerek varsa onarırsın olur biter. Avrupa yıkıp yıkıp da yapmıyor ki!” diyor haklı olarak… Ama bizim AKM’mizin durumu Avrupa’daki örneklerine pek benzemiyor ki!
Birkaç yıl önce Ukrayna’nın Odesa ilini gezerken, onarımdaki opera binalarını dışarıdan gösterdiler bize… Bilgi verdiler… Evet… Orada bir bina var ve sadece operaya hizmet vermek üzere ayrılmış bu bina… Mimarisi orijinal… Bizim Sirkeci Tren İstasyonu olarak kullandığımız taş-tarihî bina geldi gözümüzün önüne… Orada kendi aramızda bile konuştuk… Yabancılar tarihî ve mimarî özellikleri olan binalarını kültür ve sanat alanına tahsis ediyorlar. Biz ise Anadolu vilayetlerimiz de dâhil olmak üzere, geçmişi 1–2 asra dayanan bütün tarihî özellikteki taş binalarımızı en iyimser yoldan okul, vilayet binası yapıyoruz. İstanbul bu binalar açısından bir zenginliğe sahip olduğundan daha hoyrat davranmışız ve bu binaları çok başka amaçlar için bile kullanmaktan çekinmemişiz… Meselâ Haydarpaşa Garı ve Sirkeci Garı olarak kullanılan binalar gibi… İçlerinde depo olarak kullanılanlardan tutun da “yol geçecek” veya “Osmanlı izi kalmasın!” deyû yıkılanlara kadar, neler var! Meselâ Taksim’de yerle bir edilen tarihî kışla binası gibi… O konulara hiç girmeyenlerin, o tarihî binalara hiç sahip çıkmayanların, bugün sadece hükümete / bakana olan soğukluklarından dolayı demir ve camdan bir yığına sahip çıkarak “sanatsever” geçinmelerini hele hele bu yolla “Atatürkçülük” yapmaya çalışmalarını görmek üzüyor insanı…
Tartışmaların arasında, bakanlığın, yeni yapılması düşünülen binanın içinde otel ve alış veriş merkezine yer vereceği söylentileri de dolaştı. Böyle bir düşüncenin akıldan geçmesinin bile kültürel bir başka cinayet olacağını hemen belirtmeliyim… Hiçbir kimsenin aklından o meydana bir otel ve alış veriş merkezi yapmak geçmemeli. (Sayın bakan bu konuda birkaç defa olumlu taahhütlerde bulundu…)
Mevcut AKM’nin içindeki bürokratik yapılanma pekâlâ bir başka mekânda hizmetini sürdürebilir. Yeni yapılacak Atatürk Kültür Merkezi bünyesinde de koltuk kapasiteleri yükseltilmiş, çok amaçlı hâle getirilmiş çok sayıda salon inşa edilebilir. 2010’a hazırlanan İstanbul’un ihtiyaçlarını sadece Maslak’taki kültür merkeziyle halletmeyi düşünmek de yanlıştır. (Sahi bir de Sütlüce’de yapımı sürmekte olan kültür merkezi vardı!) İstanbul’da; Kadıköy, Üsküdar, Maltepe-Kartal- Pendik bölgesi, Sarıyer, Beşiktaş, Şişli, Bakırköy, Fatih, Eyüp bölgelerine birer tane Beyoğlu bölgesine ise en az iki tane ciddî anlamda kültür merkezi ihtiyaç olarak orta yerde bânilerini beklemekte…
“Kültür Merkezi” tabelâlı, ama “Semt Konağı” hükmünde ya da eskilerin “Halk Evi” mantığındaki kimi sahnesiz bazı yapılanmaların varlığını “Kültür Merkezi” olarak elbette kabul etmiyorum. Söz konusu o tarz binaların işlevi, amacı başka… Kültür sanat merkezi ihtiyacı ise bambaşka!
Sözü uzatmanın gereği yok… Mevcut AKM binasının büyük salonundaki sahnesi dışında işe yarar bir yanı yok bence… (Sözün tam da burasında, hafta içinde Milliyet’te, Ömer Erbil imzasıyla yayınlanan, ‘saatli bomba’ başlıklı haber, cam ve demir yığınını savunanların sesini kesecek acı gerçeklerle doluydu.) San’atçı odalarındaki kırık dökük, yırtık derili sandalye ve koltukları ise hesaba bile katmıyorum.
Ve diyorum ki… Maslak’taki kültür merkezi için tam seferber olunulsun ve orası acilen hizmete girsin… Ardından da AKM acilen yıkılsın ve büyük bir hızla; çok salonlu, koltuk kapasitesi artırılmış, her biri şimdiki büyük sahneyi aratmayacak modernlikte yapılmış bir kültür merkezi hizmete girsin… Hem 2010 yolunda önemli bir mimarî şâhesere kavuşalım, hem de çok amaçlı, bol koltuklu bir kültür merkezimiz olsun… İlçeleri unutmadan…
Unutmayalım ki; “Kültürsüz bir toplumun hayat damarları kopmuş demektir.”
04.03.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
İslam YAŞAR |
Mehmed Feyzi Efendi |
|
Isparta kahramanları...
Bir takdir, tahsin, tebcil ve tes’id ifadesidir bu tabir.
Bediüzzaman Said Nursî, Risâle-i Nurların telifi ve intişarı sırasında Ispartalı talebelerinin ‘harika sadakatları, fevkalâde metanetleri, fıtrî cesaretleri, iman kuvvetleri ve ihlâs hasletleri sayesinde, cihana meydan okurcasına yaptıkları harika hizmetlerini’ tebrik etmek maksadıyla söylemişti.
Bu tabir lâhika mektupları ile yayılınca, başka yerlerde bulunan Nur Talebeleri, bunu iman hizmetinin mühim bir merhalesi olarak kabul etmişler ve onlar gibi hizmet ederek benzer sıfatlar alma çabası içine girmişlerdi.
Fakat böyle mânevî mazhariyet sayılan sıfatlar taşımak için sadece dünyevî makam, mevki, itibar ve zevkleri bırakmak yetmiyordu. Onların yanı sıra, her türlü mânevî makamı ve uhrevî ezvakı da terk etmek gerekiyordu.
Nitekim Bediüzzaman Said Nursî, onlara benzemek isteyen bir talebesine, “Bu şehre bir kutup, bir gavs-ı âzam gelse, ‘Seni on günde velâyet derecesine çıkaracağım’ dese; sen Risâle-i Nur’u bırakıp onun yanına gitsen, Isparta kahramanlarına arkadaş olamazsın” diyerek Nur hizmetinin bu cihetini nazara vermişti.
Bunun üzerine kendisinde hizmet cehtinin, maddî mânevî feragât faziletinin ve ihlâs hasletinin varlığını hisseden pek çok Nur Talebesi de bu gibi meziyetlerini hizmetine hasrederek Ispartalı olmadığı hâlde onları örnek alarak Isparta kahramanlarına arkadaş olmuştu.
Kastamonu’da mezkûr hitaba muhatap olan Mehmed Feyzi Efendi de onlardan biriydi.
***
Mehmed Feyzi Pamukçu.
28 Mart 1912 yılında Kastamonu’nun Müderris Atabey köyünde doğdu. İlim öğrenmeye ve öğretmeye meraklı bir insan olan babası İzzet Efendinin de gayretleriyle küçük yaşta Kur’ân okumayı öğrendi, mahalle mektebinde mahir hocaların sayesinde çok iyi bir eğitim gördü.
Bu arada Kur’ân’ı hıfzetti, Arapça’yı öğrendi. Devletin ve milletin içinde bulunduğu zorluklara, sıkıntılara rağmen zamanının çoğunu medreselerde, tekkelerde ve kütüphânelerde geçirerek hem ilmî, hem de tasavvufî yönden kendisini yetiştirdi.
Fıtratında ilme karşı gayet büyük bir iştiyak olduğundan, genç yaşta altı yüze yakın kitap okudu. İlmî çalışmaları ihmal etmeden tasavvufî hâlleri yaşayan ahlâklı, faziletli, takva ehli, ilmi ile âmil bir âlim olarak temayüz edince çevresindeki insanlar ona bir mürşit nazarıyla bakmaya başladılar.
Kendisinden ders ve feyiz almaya gelen insanları irşat etmeye çalıştıkça pek çok meselede irşada muhtaç olduğunu hisseden Mehmed Feyzi, kendisini her yönden yetiştirecek bir mürşit arayışı içine girdi.
1937 yılında İstanbul’a gittiğinde maksadını öğrenen bir hemşehrisi, Kastamonu’ya büyük bir hocanın sürgün edildiğini söyleyerek Said Nursî’den bahsetti ise de pek ilgi göstermedi.
Mehmed Feyzi’nin, Said Nursî ismine ilgisizliği Kastamonu’ya döndükten sonra da devam etti. Bir yıl kadar sonra Hizbü’n-Nuriye’yi ve Otuz İkinci Söz’ü okuyunca merak etmeye başladı.
Bilhassa “Bütün tabiatperest, esbabperest ve müşrik gibi umum enva-i ehl-i şirkin ve küfrün ve dalâletin tevehhüm ettikleri şeriklerin namına” farz edilen muhayyel şahsın ‘mevcudât-ı âlemden bir şeye Rab olmak istemesi’ karşısında varlıkların dilinden verilen cevaplara hayran kaldı.
Böyle bir eseri ancak zamanın mürşidinin yazabileceğini düşündüğü günlerde, içinde mânevî beşaret sayılabilecek pek çok işaretin de bulunduğu manidar bir rüya görünce bunu kendisine yapılmış gaybî bir dâvet olarak kabul etti ve ziyaretine gitti.
Çevresinde ismi bazı muteber sıfatlarla birlikte anılmasına rağmen sadece Mehmed Fevzi diye tanıttı kendisini. Onu, uzun zamandır hizmetinde bulunan samîmî bir talebesi imiş gibi karşılayan Said Nursî, isminin Mehmed Feyzi olmasını teklif etti. O da kabul edince, böyle lâtif bir isim tashihiyle başladı münasebetleri.
Said Nursî’yi gördüğü anda aradığı mürşidi bulduğunu hisseden Mehmed Feyzi, sık sık ziyaret ederek hem onu daha yakından tanıdı, hem de hizmetine biraz âşina oldu.
Bediüzzaman’ı ziyaret edip eserlerini okumanın çok feyizli ama yasak olduğunun farkındaydı. Tekke ve tarikatların da keşif ve kerâmet gibi mânevî zevklerle dolu olduğunu biliyordu.
Buna rağmen birini diğerine tercih edemedi ve hem ‘Isparta kahramanları’ gibi Risâle-i Nurları okuyup Bediüzzaman’ın hizmetine girmek, hem de mensup olduğu tarikatların zikirlerine devam etmek istedi.
Lâkin ondan, “Feyzi kardeşim, sen Isparta vilayetindeki kahramanlara benzemek istiyorsan tam onlar gibi olmalısın” diye başlayan, Risâle-i Nur hizmeti ile tarikatların farkını anlatan ve mezkûr ikazla biten mektubu alınca ikisinin bir arada olmayacağını anladı.
Bunun üzerine tasavvuf yolundaki makamı, sıfatı, imkânı, müridânı, mânevî ezvakı bıraktı. Kanunsuz takiplere, tacizlere maruz kalmayı, mahkemelere verilip hapislere atılmayı, sürgünlere gönderilmeyi, eziyeti, sıkıntıyı, ıztırabı, çileyi göze aldı ve Said Nursî’nin hizmetine girdi.
O sırada İkinci Dünya Savaşı başladığı için Mehmed Feyzi Efendi kısa zamanda Nur hizmetinin hazzını aldı ama hızlanmaya fırsat bulamadan ihtiyat askeri olarak İstanbul’a gitti.
Terhis olduğu zaman İstanbul’da kalmayı düşündüğü günlerde Kastamonu’da bulunan arkadaşı Tahsin’den gelen mektupta Bediüzzaman’ın kendi el yazısı ile ve kırmızı kalemle yazdığı “Feyzi kardaşım, İstanbul Eski Said’i bilir. Yeni Said’in kardaşı Feyzi’yi alıp kendine çekmesin. Senin orada kalmana Risâle-i Nur razı değil” notunu görünce vazgeçti.
Yedi ay kadar sonra Kastamonu’ya döndü, tarikatlarla irtibatını kesip diğer meşguliyetlerini bıraktı. Kendisini Risâle-i Nur hizmetine vakfedince Bediüzzaman ona ‘Küçük Hüsrev’ namını verdi.
Bunun üzerine o da “Biz bu memleket talebeleri, Isparta kahramanlarının küçük kardeşleri, belki onların talebeleriyiz; dersi, hizmeti ve ciddiyeti onlardan alıyoruz” diyerek ‘Isparta kahramanlarına arkadaş’ oldu.
Ondan sonda zamanının çoğunu Said Nursî’nin yanında geçirmeye başladı. Onunla birlikte kırlara çıkıp dağlara gitti, ona Arapça ve Türkçe kitaplarını okudu, Risâlelerin tashihine yardım etti.
Abdullah Yeğin’le, Çaycı Emin’le birlikte Bediüzzaman’ın mektuplarını yazarak Kastamonu Lâhikası’nın teşekkülüne vesile oldu; Dördüncü, Beşinci, Altıncı şuâların ve Yedinci Şuâ olan Ayetü’l-Kübra’nın telifine de yardım etti.
Gerektiğinde onun ahâli ile irtibatını da o sağladığı için Mevlânâ Halid’in, Küçük Âşık adlı müridinin torunlarından olan Asiye Hanım, Mevlânâ Halid’in mücedditlik nişanı olan ve kendisine dedesinden tevarüs eden cübbeyi, ‘Emanetin asıl sahibi odur’ diyerek Feyzi’yle Bediüzzaman’a gönderdi.
Hediye kabul etmeyen Bediüzzaman Said Nursî’nin cübbeyi alıp sahiplenmesini de “Mübarek Üstadımızın o cübbeyi kabulü, Mevlânâ Halid’den sonra vazife-i teceddüd-ü dinin kendisine intikaline bir alâmet telâkkî etmesindendir” diye düşündü.
Mehmed Feyzi Efendi, Bediüzzaman’a hizmet ettiği sekiz sene içinde, aralarında Hicaz’da bulunan ‘Kambur’ lâkaplı Kutb-u Âzam’a hitabının da bulunduğu bunun gibi daha pek çok harika hadiseye şahit oldu.
Hissiyâtı hayatının şaşaalı günlerinin hasretini çektiği zamanlar, Üstadının atının yularını tutup Kastamonu sokaklarında gezdirerek nefsini gemledi, yeri geldi günlerce karakollarda işkence gördü, eza, cefa çekti, takip ve taciz edildi ama o iman, Kur’ân hizmetinden ayrılmadı.
Yeni ve daha şiddetli taarruzlara maruz kaldıkça Üstadının, dört cihette taarruzun olduğunu, dikkat etmelerini ve demir gibi sebat etmelerini isteyen tavsiyelerini hatırlayarak sebat etti.
“Kardeşim! Çoktandır sekiz seneden fazla bir yerde kalmamışım. Şimdi buraya geleli sekiz sene oluyor. Bu sene her halde ya vefat edeceğim, ya da başka bir yere gideceğim. Belki bir daha görüşemeyiz. Bir zaman gelecek, her tarafta Risâle-i Nur’un talebeleri bulunacak. Birbirinizden ve Risâle-i Nur’dan ayrılmayınız” şeklindeki sözleri de o kerametvâri hadiselerden biriydi.
Nitekim çok geçmeden Bediüzzaman’ın evinin yanı sıra onun evine de ard arda baskınlar yapıldı, Risâle-i Nurlarla birlikte yüzlerce ilmî kitabı da alındı, karakolun daracık nezarethânesine atıldı ve günlerce ağır işkencelere maruz kaldı.
1943 Eylülünde Said Nursî’nin ardından Kastamonulu diğer Nur Talebeleri ile birlikte Mehmed Feyzi de Denizli Hapishanesine sevk edildi. Hapishanenin şartları çok ağır olmasına rağmen fazla etkilenmedi.
Zira onun da en çok arzu ettiği şey, Üstadının yanında olmasıydı. Orada hem fırsat buldukça onun hizmetinde bulundu, hem de Meyve Risâlesi’nin telifine ve Latin harfleri ile intişarına yardımcı oldu.
Denizli Mahkemesinin beraat kararı vermesi üzerine hapishaneden tahliye edilince Kastamonu’ya döndü ve eskisinden daha büyük bir şevkle Risâle-i Nur hizmetlerine devam etti.
Bediüzzaman ve talebelerinin yolu 1948 senesinin Ocak ayında girdikleri Afyon Hapishanesinin, kırık camları parmak kalınlığında buz tutan soğuk koğuşlarından geçerken aralarında Mehmed Feyzi de vardı.
Medrese-i Yusufiyede Üstadına yoldaş olan 53 maznun gibi o da hapishanede boş durmadı. Bir yandan Afyon Hapishanesinin meyvesi addedilen ‘El-Hüccetü’z-Zehra’ Risâlesinin telifine yardım etti, diğer yandan da isteyen mahkûmlara Kur’ân öğretti.
Kendisinde pişmanlık tezahürleri görmek isteyen hakimlerin karşısına çıktığı zaman “İddianame, beni Üstadım Said Nursî’nin hem sır kâtibi, hem kendisiyle, hem Risâle-i Nur’la şiddetli alâkalı, hem çok hizmet ettiğimi bahisle, bu hareketimi medar-ı mesuliyet saymış. Ben de buna karşı bütün kuvvetimle bu ithamı kabul edip iftihar ediyorum” diye başlayan müessir bir müdafaa yaptı.
Demokrat Parti iktidarını müteakip Afyon Hapishanesinden tahliye edilip Kastamonu’ya döndükten sonra da sık sık Üstadını ziyaret edip mektuplar yazarak ondan feyiz almaya devam etti.
Bediüzzaman’ın vefatından sonra evinde inzivaya çekilen ve mecbur kalmadıkça dışarıya çıkmayan Mehmed Feyzi Efendi, siyasî ve içtimaî meselelere girmekten imtina etti.
Bu yüzden yetmişli yıllarda kendisine yakın olan bazı talebelerin çeşitli siyasî partilere girmelerine de müdahale etmedi, onlara karşı çıkanlara da. Bu tavrının ihtilâflara sebep olduğunu anlatmak için ‘Beş parmak gibi parça parça olduk’ diyenlere, ‘İyi ya işte, aynı koldayız’ şeklinde nükteli cevaplar verdi.
Bir Nur medresesi hâline getirdiği evinde haftanın muayyen günlerinde kendine has usûlüyle münhasıran imanî dersler yaparak yüzlerce insanın imanının kurtulmasına veya kuvvetlenmesine vesile oldu.
1989 yılının, Mi’rac kandiline tekabül eden 4 Mart gecesinde vefat ederek Rahmet-i Rahmâna kavuştuğunda 77 yaşındaydı.
Vefatının 18. yılında, onu bir kere daha Abdullah Yeğin Ağabeyin duâsıyla rahmetle anıyoruz: “Mehmed Feyzi Ağabeyimizin kıyâmete kadar defter-i hasenâtının kapanmamasını ve bizlerin de âhirete göçen bütün ağabey ve Üstâdımızla haşr olmamızı Rahmet-i İlâhiyeden niyâz ederiz.”
04.03.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Büyüklüğün ölçüsü |
|
Allah velî kullarını kulları içinde saklarmış. Tâ ki herkes birbirlerine veli olabilir düşüncesiyle saygı göstersin.
İşte o gizli velilerden biri de Üstadın fedâkâr talebesi Tahirî Mutlu. Onun için Üstad “Kendini bilmeyen bir velidir” dermiş.
İşte Nurlara büyük hizmetleri bulunan bu büyük veliye yine Üstadın has talebelerinden Zübeyir Gündüzalp birgün demiş ki: “Ağabey, Cennete giderken eteğinden tutayım da beni de götür.”
Merhumun verdiği cevap gerçekten bir veliye yakışır tarzda: “N’olur n’olmaz kardeşim, eğer ben Cehenneme gidecek olursam eteğimden tutup çekin.”
Buna geçen Cuma günü Gaziosmanpaşa’daki sohbette Nur talebesi Yunus Bey 1968’de İstanbul Kirazlımescid’de bizzat şahit olduğunu söylüyordu.
Biri onu öyle görüyor, diğeri de kendini böyle görüyor. “Benim imana, Kur’ân’a bunca hizmetim var. Herhalde Cennete giderim” duygusuna kapılmıyorlardı.
Onca fazilete sahip olacaksınız, ibadet edeceksiniz, hizmete koşacaksınız, ama tevazua bürünecek, kendinizi bir hiç göreceksiniz. Bilmiyoruz ki yaptıklarımız makbul mü, değil mi? Hem Allah adına ne yapsak daha geçmişte aldığımız nimetlerin şükrünü eda etmekten aciziz. Kaldı ki Cennete girebilelim. Cennet sadakatla kullukta bulunanlar için bir ikramiye.
Bu dersi onlar Üstadlarından almışlardı. Çünkü alabildiğine takva, salih amel sahibi ve hizmette zirvelerde dolaşan Üstad tevazuda da zirvedeydi.
Allah dostu Yusuf bin Hüseyin’in belirttiği gibi “Hayırların hepsi eve benzer. Tevazu ise kapısıdır.” O kapıdan girilirdi o gözler kamaştıran muhteşem eve. İnsan ibadetle, her türlü fazilet ve güzel hasletle donanacak, hizmette fanî olacak, tevazûyu da o köşke girmek için kapı edinecekti.
Hem “kâmillerde büyüklük, mikyasıdır küçüklük” değil miydi? Yani kâmil insan kendini büyük değil küçük görürdü. “Nakıslarda küçüklük mizanıdır büyüklük”tü. Yani kusurlu insan kendi kusurunu görmezse büyüklenir, küçüklüğünü göstermiş olurdu.
Hem meziyet hafa, yani gizlilik toprağında kalmalıydı. Tâ ki neşv ü nemâ bulsundu. Açıkta kalan tohum büyüyemezdi. Toprak altında kalınca kabuğunu çatlatıp filizlenir, yeşerip büyürdü.
Yazdığı eserleri nefsine yazdığını söyleyen, nefis ve şeytanla yaptığı mücadelede elde ettiği sonuçları nur fidanlığı dediği Mesnevî-i Nuriye’de özetleyen Üstad kendini kuru bir üzüm çubuğuna benzetiyor, o kuru çubuğun şeker tulumbacıkları olan salkımları kendi hüneriyle yapmadığına dikkat çekiyor, bunların bir ihsan-ı İlâhî olduğunu söylüyordu. İyilikler Allah’tandı.
İşte büyüklük!
04.03.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Kur'ân'da Seb'ül-Mesânî -1 |
|
Mustafa Bey: “Kastamonu Lâhikasının 153. sayfasında, ‘Risâle-i Nur, altı rükn-ü imaniye ile bu esas ubudiyeti ispat edip Seb’ül-Mesânî cilvesine mazhariyeti muraddır’ cümlesini açıklar mısınız? Seb’ül-Mesânî nedir?”
Seb’ül-Mesânî kelimesi, kavram olarak, Kur’ân’ın Hicr Sûresinin 87. âyetine dayanır. Övülen yedi âyet, Kur’ân’da senâ edilen ve namazlarda tekrar tekrar okunan yedi âyet, Kur’ân’ın açış sûresi olup mübarekiyeti yine Kur’ân ile bildirilen yedi âyet mânâlarına gelir. Seb’ül-Mesânî, Fatiha Sûresinin isimlerindendir.
Fatiha Sûresi, Kur’ân’ın vahiy diliyle özetlenmiş halidir. Kur’ân’ın çekirdeğidir. Kur’ân’ın özüdür, özetidir. Kur’ân’ın köküdür. Kur’ân’ın tohumudur. Bediüzzaman’ın ifadesiyle, “Kur’ân-ı Azimü’ş-Şanın bir timsâl-i münevveridir.”1 Bundandır ki, her namazda okumamız emredilmiştir. Fatiha Suresi Rahman’ın rahmetinden gelen ve rahmete vesile olan çok kuvvetli bir sure olması hasebiyle her duamızı onunla yaparız, her duamıza onunla başlarız, onunla bitiririz.
Cenâb-ı Hak Peygamber Efendimiz’e (asm) ve onun ümmetine Fatiha Sûresini bir rahmet ve bir müjde eseri olarak indirmiş ve bunu Kur’ân’ında şöyle beyan buyurmuştur: “And olsun ki Biz sana Seb’ül-Mesânî’yi (usandırmaksızın tekrar tekrar okunan yedi âyetli Fatiha’yı) ve azametli Kur’ân’ı verdik.”2 Bu âyetiyle Kur’ân, Fatiha Sûresinin yedi rahmet ayetiyle birlikte dillerden ve gönüllerden düşmeyeceğini haber vermiştir. Peygamber Efendimiz (asm) kendisine Fatiha Sûresi verilmekle taltif edilmiştir.
Kur’ân’dan âyet olarak ilk inen, Alak Sûresinin ilk beş âyeti; sûre olarak ilk inen ise Fatiha Sûresidir. Fatiha Suresi, Alak Sûresinin ilk beş âyetinden hemen sonra ve ilk sûre olarak nazil oldu.
İlk beş âyet indiği zaman Peygamber Efendimiz (asm) Hazret-i Hatice’nin amcası oğlu olan ve bir Nasraniyet alimi bulunan Varaka ibn-i Nevfel’e gitmiş ve ona yaşadığı hali anlatmıştı. Varaka bu halin bir vahiy hali olduğunu, kendisine daha önce Hazret-i Musa’ya da gelen Cebrail’in geldiğini ve kendisini böylece peygamberlikle müjdelediğini haber verdi.
Ardından çok geçmeden, Peygamber Efendimiz’e (asm) baştan sonuna kadar Fatiha Suresi nazil oldu. Peygamber Efendimiz (asm) Varaka’ya tekrar giderek Fatiha Sûresini de okudu. Yaşlı ve gözleri kör bulunan Varaka bu defa âdetâ yerinden fırladı:
“Müjde! Müjde ya Muhammed! Ben şehadet ederim ki, Sen İbn-i Meryem’in müjdelediği zatsın. Sen, Musa’nın namusu gibi bir namus üzerindesin. Sen Nebiyy-i Mürselsin. Sen cihada memur olacaksın.”3
Fatiha Sûresi baştan sona kadar hamd ve şükür ifade ediyor. Bizi dünyada ve ahirette ihya edecek ihtiyaçlarımızı içine alacak çapta zengin bir duâ ifade ediyor. Önce Rabbimize hamdü sena, ardından ibadetimizi ve kulluğumuzu yalnız Ona tahsis ettiğimizi beyan, ardından ömrümüz boyunca ne istersek tamamını yalnız Ondan isteyeceğimizi ikrar ve onun ardından en mühim isteklerimizi sıralayan zengin bir metin içeriyor.
Yarın inşallah devam edelim.
Dipnotlar:
1- Sözler, s. 45
2- Hicir Sûresi: 87
3- Hak Dini Kur’ân Dili, 1/10
04.03.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Hüseyin GÜLTEKİN |
Bu anayasa ile tam demokrasi olmaz |
|
AB’nin kapısını çalmakta olan ülkemizin hâlen bir darbe anayasasıyla yönetiliyor olması kadar tuhaf ve gülünç bir durum olabilir mi bilemiyorum. Adı üzerinde darbe anayasası. Yani silâhlı gücü elinde bulunduranlar milletin seçtiği meşrû hükümeti silah zoruyla alaşağı ettikten sonra, o zorba ve dayatmacı istibdatlarını devam ettirebilmek için bir anayasa hazırlamış ve bu anayasa ile ülkeyi istedikleri şekilde idare etmeye çalışmışlar. Ve bunun adına da hukuksal yönetim veya tam demokratik bir yönetim şekli demişler.
“Biz yaptık oldu” mantığıyla darbecilerin yaptığı anayasa çeyrek asırdır hükmünü icrâ ediyor bu ülkede maalesef. Bir ihtilâl ürünü olan yasaklarla dolu olan bu ucube anayasaya bugüne kadar hiçbir hükümet dokunamadı. Bu yasakçı anayasayı belki de hiçbir hükümet beğenmedi ama onu değiştirmek hiç kimsenin aklına gelmedi veya geldiyse de bazı hükümetler onu değiştirebilme gücünü elinde bulunduramadı. İstediği sayısal gücü elinde bulunduran mevcut hükümet de böyle bir girişimde bulunma cesareti gösteremedi maalesef.
İnsan hak ve hürriyetlerinden ziyade, devleti ve resmî ideolojiyi korumayı esas alan ve bu şekilde tanzim edilen 82 Anayasasını çok azınlıkta olan bir kesimin dışında hiç kimsenin beğendiğini tahmin etmiyoruz. O azınlık da, insanları değil devleti kutsal gören, askeri tek kurtarıcı bilen, resmî ideolojiden başka fikir ve düşünceleri yok sayan, kendilerini imtiyazlı aydın gören çevrelerdir.
Mevcut yasakçı anayasayı savunan, onu meşrû ve geçerli sayan malûm kesimlerin sığındıkları gerekçe, bu anayasanın oylanarak halkın tasvibinden geçtiği iddiasıdır. Yani hazırladıkları anayasayı halkın tasvibine ve reyine sunmuşlar ve halk da yüzde doksan iki “evet” kabul reyi vererek güya bu anayasayı kabul etmiş.
Fakat bir ihtilâl ortamında yani darbecilerin söz sahibi olduğu bir zeminde yapılan bir anayasa oylamasının ne derece hukuka, kanunlara uygun olduğunu her akl-ı selimin göz önünde bulundurması gerekir elbette.
Darbeyi yapanlar, hazırladıkları anayasanın kabul görmesi için gerekli tedbirleri de almışlardı elbet. Emirlerine amade olan zamanın bazı hukukçularına hazırlattıkları anayasayı aslında halkın tasvibine de sunmayabilirlerdi. Fakat hür demokrasiyle yönetilen uygar batı dünyası nezdinde dışlanma korkusuyla ve onlar tarafından kabul görmek niyetiyle göstermelik de olsa darbe anayasası için halkın oyuna başvuruldu.
O günleri yaşayan birisi olarak, o günkü anayasa oylamasının, deyim yerinde ise, tamamen askerin gölgesinde yapıldığını iyi hatırlıyorum. Bu oylamada mutlak bir kabul oyunun çıkması için nice tehdit ve şantajların yapıldığını çok iyi biliyorum.
Bu meyanda bizzat yaşadığım bir olayı bilgilerinize sunmak istiyorum: Mezkûr anayasa oylamasında, bir seçim bölgesinde sandık başkanlığı görevini yaptım. Oylamadan günler, hatta haftalar önce, başta askerler olmak üzere, devletin diğer hemen bütün yetkilileri tarafından öyle propagandalar, öyle korkutmalar yapıldı ki darbe anayasasına “hayır” demek adeta vatan hainliğiyle eşit hale getirildi. Yani anayasaya “evet” demek en büyük vatanseverlik; “hayır” demek de vatana ihanet sayılırdı.
İşte böyle bir korku ortamında seçim sandığındaki vazifemize başladık. Günler önceden ilçe sıkıyönetim komutanının mahalle muhtarlarını çağırarak “Hanginizin mahallesinde ‘hayır’ oyu çıkarsa, sizi yakarım. Hepinizden beyaz rey, yani ‘kabul’ reyi bekliyorum. Gidin ona göre tedbirinizi alın. Size her türlü desteği veriyorum” şeklinde talimat verdiğini olayların içine girdikten sonra öğrenmiş oldum.
Komutan ve diğer bazı etkili çevreler, anayasaya “evet” kampanyası için olan ve de olmayan yetkilerini sonuna kadar kullanmakta kararlı olsalar da ben de sandık başkanı olarak her ne olursa olsun kanunların verdiği yetkiye dayanarak seçmenlerin hiçbir tesir altında kalmadan oylarını kullanmaları için bütün tedbirleri alarak oy kullanma işlemini başlattım. Normal oy kullanma işlemi devam ederken, komutandan talimat ve destek alan mahalle muhtarı gizli oy verme kapısında durarak, yüksek sesle oradaki seçmenlere “Evet oyunu kullanın ha..” diyerek açıktan söyleyince, ben de böyle yapmakla suç işlediğini, böyle bir tavrın yasak olduğunu, susmasını ve kenara çekilmesini söyleyince, muhtar hemen oradan ayrıldı.
Anladım ki muhtar güvendiği ve destek aldığı mercîlere şikâyetini yapmış ki karamsar haberler gelmeye başladı. Güya halkın anayasaya “hayır” oyunu kullanması için propaganda yapmışız. Bu sebeple de seçim işi biter bitmez, hele bir de seçim sandığımızdan çokça “hayır” oyu çıkması halinde derhal tutuklanacağımız şayiası yayılmaya başladı.
Şikâyet ve şayialar üzerine ilçe seçim kurulu başkanı bir hâkim ile ilçe kaymakamı sandık mahalline gelerek gerekli kontrol ve gözlemi yaptıktan ve oradaki bazı seçmenlerin de ifadelerini aldıktan sonra, şikâyetlerin haklı bir tarafının bulunmadığını, her şeyin usûl ve kanunlar çerçevesinde devam ettiğini beyan ederek oradan ayrıldılar.
Daha sonra öğrendim ki bizim dışımızdaki diğer seçim sandıklarının hemen hepsinde, açıktan seçmenlere “kabul” oyunu kullandırmışlar veya gizli oy kullanma odasına “hayır” yazılı oy pusulasını hiç koymamışlar. Anladım ki sırf bizim böyle uygunsuz bir oy kullanma şekline razı olmayışımız şimşekleri üzerimize çekmemize yetmiş ve bunun için yalan ve itiraflarla bizi korkutup sindirmeye çalışmışlar.
İşte sözde yüzde doksan iki rey oranıyla kabul edilmiş 82 Anayasasının ne gibi tehdit veya hilelerle kabul gördüğüne dâir yaşanmış küçük bir örnek.
Kanaatim odur ki Türkiye’nin bir çok yerinde bu anayasanın oylamasında bu veya benzeri oyun ve tehditlerle yüzde bilmem kaç oy oranına ulaştılar.
Her ne ise... Biz diyoruz ki bu gayr-ı demokratik, yasaklarla dolu, darbecilerin hazırlayarak millete zorla kabul ettirdikleri anayasayı artık değiştirin. Bunu toptan değiştirmedikten sonra sıkıntılar ve problemler bitmez ve AB de sizi bu anayasa ile kabul etmemekte haklı duruma düşer. Bizden söylemesi...
04.03.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Yasemin GÜLEÇYÜZ |
Kuyulardan ötesi… |
|
Gözümüzden sakınırız onları. Kontrol bizim elimizdeyken, emniyette olduklarına yürekten inanırız. Elbette imkânımız nispetinde bütün güvenlik tedbirlerini almak gerek minik meleklerimiz için. Prizleri kapatmak, pencerelere, dolaplara emniyet kilitleri takmak ve daha bir çok tedbir… Çünkü anne babalar olarak ellerimize korunmasız bir şekilde “emanet” edilmiş güzelliklerdir onlar. Gönüllerimizi, gözlerimizi okşarlar sevimli halleriyle… “Emanet” olduklarını unuttuğumuzdan mıdır ki, bazen de “Mülkün asıl sahibi sen değilsin” sırrını hatırlatırcasına gözümüzün önünde, eli elimizdeyken kayıp giderler, sımsıkı tuttuğumuz halde…
Tıpkı şimdilerde cennet kuşu olan minik Dilara gibi…
Yüreğim buruk düşündüm, annesinin elinden tutmuş yolda yürürken, ağzı kartonla kapatılan kanalizasyon kuyusuna düşen cennet kuşu minik Dilara’nın acılı anne babası ne haldedir acep?
Konunun hukukî boyutları, cinayet olarak yorumlanabilecek ihmal tarafları bir yana, Dilaracık ya da onun yaşlarında sonsuzluk âlemine geçen minik melekler, zaten mutluluk cıvıltılarıyla cennet bahçelerinde dolaşmaktalar. İmanın verdiği nurla, kesret âleminin karanlık perdeleri arkasındaki bu gerçeği hadisler ve âyetler o kadar güzel tasvir ediyor, karanlık perdeleri aydınlatıyor, acılı yüreklere öyle tesirli bir merhem oluyor ki…
Sözgelimi, Bediüzzaman Hazretlerinin âyet ve hadislerin yorumuyla kaleme aldığı “Çocuk Taziyenamesi” eseri, bu konuda alanında bir şaheser… Evlâdı şu ya da bu sebeple vefat eden anne babaların dağlanan yürekleri bu eserdeki hakikatlerle sessiz ve derinden şefkatle, hikmetle tamir ediliyor…
Yine Risâle-i Nur’larda Peygamberimizin mucizelerinin anlatıldığı 19. Mektub’ta da, minik meleklerimizle ilgili müjdeli ve hikmetli şöyle bir olay anlatılıyor:
Bir adam Peygamberimizin (a.s.m.) yanına gelerek biricik kızının yakındaki derede öldüğünü, onu oraya attığını anlatır üzgün ve ağlamaklı. Peygamberimiz onun bu halinden etkilenerek “Hadi gel, oraya gidelim!” der. Beraberce kızın öldüğü yere geldiklerinde, Peygamberimiz ismiyle kızı çağırır ve “Anne babanın yanına gelmek ister misin?” diye sorar. Minik melek cevap verir: “Hayır, ben onlardan çok daha hayırlısını buldum!” (Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, s. 155)
Kur’ân’dan öğrendiğimize göre Hz. Yakub da,(a.s.) kardeşlerini kuyuya atarak canına kastedip, gömleğini “Kurtlar parçaladı” diye getiren çocuklarını dinlediğinde şefkat elemine karşı, “En iyi koruyucu Allah’tır. Merhametlilerin en merhametlisi de Odur” (Yusuf Sûresi, 64.) duâsını yapmamış mıydı?
Evet, dünya fanî ve ayrılıklar geçici. Asıl mekânımız başka bir âlem. Ve elbette bir gün hepimiz aynı meydanda buluşacağız…
Minik melek Dilaracığın anne ve babasına Rabb-i Rahimimiz, sabr-ı cemil ihsan eylesin… Dilaracığı ahiret âleminde onlara şefaatçi yapsın…
Ne yapalım, kazaya rıza ve kadere teslim olmak İslâmın bir şartı. Ve zaten mülkün asıl sahibi de O.
Bahar gibi…
Medyanın televizyon, sinema, çizgi filmler ve aklınıza gelebilecek her yolla bütün gücüyle pompaladığı mesajların başında cinsellik, şiddet ve tüketim geliyor…
Bu yayın politikasının meyveleri gençlerin üzerinde o kadar bariz görünüyor ki.
Gençleri özellikle de hemcinslerimi dikkatle takip ediyorum… Kişilik ve kimlik bunalımının en yoğun yaşandığı bu dönemde genç kızlar çoğu zaman ya Amazonlar gibi bıçkın kabadayıları ya da yalancı cennet hurileri gibi podyumlarda süzülen mankenleri andırıyorlar… Delikanlılar da hakeza… Âleme nizam vermeye çalışan Kurtlar Vadisinin Polat Alemdar’ıyla, hayatın her türlü lezzetini tatmak isteyen Club Reina gençliği arasında sarkacın iki ucu gibi aşırı uçlarda seyreden bir gençlik…
İnsan Nasreddin Hocayı hatırlamadan edemiyor. Hoca yazın sıcağından, kışın soğuğundan şikâyet ederken, “Sen de hiçbir şeyden memnun olmuyorsun!” diyen dostlarına, “Bahara bir şey diyen var mı canım?” diye cevap vermiş ya…
Gördüğünüzde ruhunuza bahar mevsimini hatırlatan gençlerimiz de var elbette. Dememiz o ki, gönül onların sayılarının daha da artmasını arzu ediyor…
Netice itibarıyla, hangi halde yaşarlarsa yaşasınlar, gençlerimizden mesulüz. Onlar hepimizin çocukları hükmünde. Ama olaylar gösteriyor ki, hem aile kurumunda, hem de eğitim sistemimizde çok ciddî bir boşluk var ve acilen doğru şekilde düzeltilip, doldurulmayı bekliyor…
Sistem alarm vermeye devam ediyor, sesi kulaklarımızda…
Aslında çözüm de uzakta ve zorda, bilinmedik değil. Sırtımızı döndüğümüz değerlerimizde, köklerimizde...
04.03.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
İsmail BERK |
Kolaylaştırmak mı, olaylaştırmak mı? |
|
Birbirini harf farkıyla anlamlandıran ve nemalandıran o kadar çok kelime var ki... Aslında sözcüklerle oynamak, onlardan yeni zihnî alışverişler çıkarmak, çağrışım dünyasından esintiler yakalamak, onları zihin haritamıza bağlamak fikir akslarını güçlendirmektedir.
Düşünce; koordinatlarımızı birbirine bağlayan, ilişkilendiren ve yekpare bir düzlemde bütünleştiren, doğru seçilmiş kelimelerin sadakat dokusudur. Birbirlerini ören duvar tuğlaları gibi, bir birini tamamlayan beton bloklarındaki bina bütünlüğü gibi, mesajın cephesini ve maksadın binasını inşa ederken, kavram kolonlara, seçilmiş sanat değeri olan duvarlara ve bize estetiği sunan pürüzsüz yüzeyli sıva gibi, camdan akıcı bir zeminde yol aldıran nitelemelere muhtacız.
Meselâ; ilişki ağına ev sahipliği yapan beynimizin zeka kırıntılarından bile yeni bir hamur, bir nevale çıkaramaz mıyız? Kelimelerin mutfağından, olumsuzlukları iyi doğranmış ve hayat fırınında pişmeye aday yemeklik cümleler çıkaramaz mıyız?
Meselâ;
Hayatı kolaylaştırmak mı, yoksa problemleri olaylaştırmak mı?
Kolaylaştırıcı olmakla elde edeceğimiz yeni moral dalgası ve birlikte yakalayacağımız mutlulaşmanın, olaylaştırıcı ve problemin izlerini sürüp, yolu kaybettirici zorluğuyla kıyaslanması bile hazin ve daraltıcı bir farkı fark ettiriyor insana.
Kendimize sormalıyız:
Ben kolaylaştırıcı mıyım, yoksa olaylaştırıcı mıyım? İnsanları rahatlatır mıyım, yoksa rahatlarını kaçıracak olaylarla mı meşgul ederim?
İsterseniz bir başka açıdan yüklenelim kendimize:
Kolaylaştırıcı olduğumu söylerler mi? Pozitif düşüncelerimle olayları kolaylaştırır mıyım, yoksa olayların yükü altında hem ezilir hem de ezer miyim?
Olayları kolaylaştırmak; yani musibetin dilini çözmek, problemin tarifini değiştirmek, sıkıntılara gülümsemektir.
İster olayı kolaylayın, istemezseniz de yine olayı, işin kolayı gibi görmeyi düşünün. Düşünce kimyanızı, beyninizin pozitif telkinleri ile sükunete götüren bir kolaylığa emanet edin.
Telaşlanmayın, olaylar her zaman istediğimiz gibi gitmez. Mümkün de değil. Kaderin çizgisini zorlayacak bir akla talip değiliz. Kader çizgisinde aklını doğru kullanacak ve sonuçları kabullenecek bir sürece aidiz. Bu sürece talibiz diyemiyorum, aidiz diyorum!
“Zorlaştırmayın, kolaylaştırın” hadisinde, kolaylaştırıcı olmanın açık bir emir olduğunu görüyoruz. Öncelikle engel olmamak, çaresizliğe götürmemek, eziyet etmemek ve çözüm bulmak tavsiye ediliyor. Beraberinde olabilirliği söylemek, olumlu taraftan bakmak ve ortak formüller geliştirerek, dert olmadan deva olmak öğüdü ile yaşamak, hayatımızı kolaylaştırır, memnuniyeti arttırır.
“Korkutmayın, müjdeleyin” çerçevesi ise, daha da yüreklendirici bir tarzı öneriyor. Endişelerin; korkuya boğan ve ümitleri törpüleyen yaklaşımları, cesaret kırdığı gibi gayreti de öldürür. “Yapabilir miyim? Yaparsam ne derler?” korkusunu yaşadığımız her sonuç; korkutucu, ürkütücü, düşünmeyi zorlaştırıcı ve gerilimi arttırıcı bir ortama sürükler.
Ödüllendirici, destekleyici, motive edici ve yaşanacak aksamaları tolere edici olmak, yeteneklerin beklenmeyen başarılara açılmasına bir kamçı olur.
Dinimiz kolaylık dini olduğuna göre, düşüncelerimiz ve niyetlerimiz de kolaylaştırıcı olursa, sevgi halesi büyür, yakınlaşma artar, ortaklıklar ve yardımlaşma, kuvvet bulur. İlke bazlı olmak dışında, kolay kolay “hayır” dememek, “olmaz”ı az kullanmak, “tebrik ederim” deme içtenliğine sahip olmak, takdir etme kahramanlığını kalben göstermek, kolaylaştırıcı yaklaşımlardır.
Evet kolaylaştırmak; olaylaştırmanın bitmeyen kargaşasında, kişi-olay eksenli ufku daraltan spekülasyonlardan uzak durmaktır.
Olayları pozitif gördükçe, kolaylaşırız. Sadeleşiriz. Yol alırız. Olay olmayız. Olay olmaktansa, kolay olmak daha güzel…
Peki, kolay olmak bu kadar kolay mı? Ne kadar kolaylaştırıcıyız?
Herkesin cevabı kendinde!
04.03.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Mağduriyetler sürüyor |
|
Bediüzzaman’ın, toplumsal şuurlanmaya nüve ve çekirdek olacak çok önemli sözlerinden birkaçını hatırlayacak olursak:
“Hakkın hatırı âlîdir, hiçbir hatıra feda edilmez.” “Neme lâzım, başkası düşünsün; istibdadın yadigârıdır.” “Bir millet cehaletle hukukunu bilmezse ehl-i hamiyeti de müstebit eder.”
Millet olarak halen yaşamakta olduğumuz sıkıntılarda, bu prensiplere riayet etmeyişimizin veya edemeyişimizin çok büyük payı var.
Eğer her hal ve şartta hakkın hatırını üstün tutan bir dirayet ve kararlılık gösterebilmiş olsaydık, bugün şikâyetçisi olduğumuz mağduriyetlere en azından bu boyutta dûçar olmazdık.
Ama başka hatırları hakkın hatırının önüne geçirdiğimiz ve haksızlıklara karşı sesimizi yükseltmediğimiz için başımız dertten kurtulmuyor.
Bu pasif tavrımızla, “Zulme rıza zulümdür” ve “Haksızlık karşısında susan, dilsiz şeytandır” gibi Kur’ânî ve Nebevî ikazların muhatabı durumuna düştüğümüzü görerek, bunun getireceği ağır vebal ve sorumluluk karşısında iliklerimize kadar titrememiz gerekmiyor mu?
Gerçek şu ki, nemelâzımcı, vurdumduymaz ve duyarsız tavırları mutlaka terk etmemiz şart.
Bu, başka hiçbir sebep olmasa, yakındığımız mağduriyetlerden kurtulma yolunu açabilmem için dahi kaçınılmaz bir mecburiyet.
En önemli ve hayatî meselelerde bile nemelâzım deyip, biraz çile, meşakkat ve mücadele gerektiren hususları başkalarına havale etmek ve onlardan tavır koymalarını beklemek, Üstadın ifadesiyle, istibdadın yadigârı olan ve aynı zamanda istibdadın ömrünü uzatan hatalı ve yanlış bir tavır.
Çünkü istibdat herşeyi kendi inhisarında ve tekelinde tuttuğu için, insanlara hareket ve inisiyatif alanı bırakmaz. Böyle olunca hem kabiliyetler gelişmez, hem de istibdat sistemi ilânihaye devam edip gider. Bu fâsit dairenin kırılmasında ise, özellikle hürriyetin önemini kavramış ve tadını almış olanların göstereceği dirayet, kararlılık ve takip son derece büyük bir öneme sahip. Dolayısıyla, bilhassa onların nemelâzım diyerek rehavet gösterme, kayıtsız ve duyarsız kalma hakkı ve lüksü yok.
İşin bir başka boyutu da, Üstadın, hukukunu bilme ve sahip çıkma noktasına yaptığı vurgu.
Cehalet sebebiyle hukukunu bilmeyen bir milletin, kendisine samimiyetle hizmet etmek isteyen hamiyet ehli idarecileri dahi istibdada mecbur bırakabileceğini söylüyor Said Nursî.
Çünkü kendisini idare etmekten dahi âciz insanları yönetmenin başka bir yolu kalmıyor.
Nitekim bizdeki mâlûm zihniyetin halka tahakkümü bu noktayla ilgili. Ama onun durumu ile Üstadın ifade ettiği gerçek arasında çok önemli farklar var. Bir defa, bu kafayı ehl-i hamiyet olarak nitelemek mümkün değil. İkincisi, halk cahil bırakılmış olsa da, Ömer Seyfeddin’in hikmetli hikâyesinde belirtildiği gibi derin bir irfan ve sağduyuya sahip.
Ama hukukunu bilme ve savunma noksanlığı, medenî cesaret eksikliği, çözümü zamana bırakıp sabırla bekleme tavrının tercihi, “Aman, kötü kişi olmayayım” düşüncesiyle suskun kalınması gibi sebeplerle, bu irfan ve sağduyu, sahibini mağduriyetten kurtaramıyor.
28 Şubat’ın onuncu yılı da geride kalırken, hak gasplarının yol açtığı mağduriyetlerin hâlâ devam ediyor olması bize bunları hatırlattı...
04.03.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Davut ŞAHİN |
Eyalet sistemi |
|
Eski Cumhurbaşkanı Kenan Evren:
"Türkiye eyaletler sistemine geçmeli" deyince, ortalık birbirine girdi.
Tartışmalar ayyuka çıktı.
Evren'i yere göğe sığdıramayanlar, şimdi yerden yere vuruyor...
Ve, Evren için savcılık inceleme başlattı.
Şu Dünya ne garip;
Evren'i darbe yaptı diye değil...
"Bölücülükten" yargılayacaklar!
SON DÖNEMLER
Hatırlayın, eski başbakanlardan Bülent Ecevit hayatının son demlerinde Padişah Vahidettin'in "vatan haini" olmadığını söylemişti.
Onca eleştiriye göğüs germiş, sözünden dönmemişti.
Şimdi de 1980 darbesinin lideri Kenan Evren, "eyalet" sisteminden bahsediyor.
"Kürtlerle görüşülebilir" diyor.
Acaba insan hayatında "vicdan" denen şey mi nüksediyor?
BAKLA
Condolezza Rice Irak'ın kuzeyinden bahsederken "Kürdistan" demişti ya.
"Cehalet" ve "bilgisizlikle" suçladılar. Yanlış. Bu bölgenin "haritasını" yeniden düzenleyenlerden biri olarak tam tersi "bilerek" konuşmuştur.
Yani; Rice ağzındaki baklayı çıkardı.
"Anlamamakta ısrar eden"lere küçük bir not.
KİŞİSEL-KURUMSAL
TSK: Orgeneral Yaşar Büyükanıt'ın görüşü kişisel değil, kurumsal diyor ya...
Acaba:
Evren'in görüşü "kişisel" mi, yoksa "kurumsal" mı?
Kurumsal ise;
O zaman "emekliler" yandı!
04.03.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mehmet KARA |
Meclis'ten notlar... |
|
“Ya ya ya, şa şa şa, bizim parti çok yaşa…” Meclis grup toplantı salonları, artık bu sloganlarla inliyor.
Cumhurbaşkanlığı seçim takviminin başlamasına 43 gün kaldı. Seçimler de erkene alınmazsa, Kasım ayı başında yapılacak. Ama Meclis’te sanki seçimlere bir ay kalmışcasına meydan mitinglerini andıran görüntüler yaşanıyor.
Parti gruplarını dolduran partililer, liderlerinin konuşmalarını sloganlarla keserken, genel başkanlar da bu durumdan pek sıkılmışa benzemiyorlar. Önceki haftaki seçim meydanı gibi görüntülere, başta TBMM Başkanı Bülent Arınç olmak üzere, bakanlar, milletvekilleri, parti yöneticileri dahi tepki göstermişti. Ancak bu tepkiler işe yaramamış olacak ki, Salı günü AKP, CHP ve ANAP’ın grup toplantılarının yapıldığı salon hınca hınç dolarken, liderlerine en fazla kim tezahürat yapacak yarışına dönüştü. Ziyaretçilerin sayısı her hafta artarak devam ediyor.
Dinleyicilerden milletvekilleri, hatta bakanlar dahi oturacak yer bulamazken, bulanlar da yerini kaptırmamak için “Lavaboya gidiyorum, geleceğim” veya “Kulisteyim sigara içip döneceğim” gibi notlar bırakarak yerlerini koruma telâşına düştü. Bunun üzerine bir de bütün gelenler, “Meclis’e gittik, yemek yemeden mi memlekete döneceğiz” diyerek Meclis lokantasına yönelince, hiç alışık olmadığımız şekilde uzun yemek kuyrukları oluştu.
Bir de, seyircilerin sloganlarından mıdır, liderlerin birbirini daha az konuşturmak istemesinden midir nedir, gruplar ya geç başlıyor, ya da konuşmalar uzuyor. Bu da partilerin Meclis televizyonunu kullanmasını sınırlandırıyor. Bu hafta da aynısı oldu. Başbakan Erdoğan geç gelip, konuşmasını da uzatınca, ANAP’lılar küplere bindi, “haklarının yendiğini” belirterek, masaları yumruklayarak başka bir salonda konuşan Erdoğan’ı protesto ettiler.
Bu curcuna içinde milletvekilleri de asıl görevlerini yapamadılar. Orası milletin meclisi, ancak, millette oraya gönderdiği vekillerinin çalışmalarını engellememeli. Zaten iş takibi, tayin, terfi, hastahane işleri ile bunalan vekiller, bir de böyle kalabalıklar olunca hepten bunalıyorlar.
Görünen o ki, bu sloganlı grup toplantıları uzun süre devam edecek…
* * *
Soruşturmalara rağbet kalmadı
Grup toplantılarından sonra Salı günü Meclis Genel Kurulunda anamuhalefet CHP’nin Başbakan Tayyip Erdoğan ve İçişleri Bakanı Abdulkadir Aksu hakkında verilen soruşturma önergesinin ön görüşmeleri vardı.
Önergesinin konusu, “İçişleri Bakanlığı üzerindeki gözetme ve düzeltici önlemleri alma yükümlülüğünü yerine getirmeyerek görevinin gereklerine aykırı hareket ettiği, bazı asayiş olaylarındaki tutumuyla suç delilleri ve adil yargılamaya yönelik hükümlere muhalefet ettiği” iddiasıydı.
Önerge, sonucu önceden beklendiği gibi, reddedildi. Daha önceleri bu tip önergeler görüşüleceği zamanlarda Meclis kulisleri, basın locaları, dolup taşardı. AKP iktidarının sayıca çoğunlukta olması dolayısıyla, artık bir “esprisi” kalmadı ki, ajanslar haricinde basın mensupları takip dahi etmiyor. Koalisyon hükümetlerinde bir milletvekilinin oyunun dahi önemli olduğu görüşmelere şimdi pek rağbet olmuyor…
Ancak görüşmelerde, soruşturma konusu yapılan konuların yanında, karşı tarafı yıpratıcı konular da konuşuluyor. Böylesi bir görüşmeden ilginç bölüm aktarmak istiyorum:
Görüşmelerde bir horoz, ehliyetmetre, liyakatmetre tartışmaları yaşandı ki evlere şenlik…
AKP Kocaeli Milletvekili Nihat Ergün’ün “Her atamaya karşı çıkan, size benzemeyen herkesi ehliyetsiz ve liyakatsiz sayan siz değil miydiniz?” sözüne sinirlenen CHP’li Atilla Kart’ın, “Tasarı getirmediniz ki” deyince Ergün, “Bütün ölçülerin doğrusu sizin elinizde mi? Herkesi ölçen, herkesin ehliyetini ölçen bir ehliyetmetreniz mi var? Herkesin liyakatini ölçen bir liyakatmetreniz mi var?” diye sordu.
CHP Antalya Milletvekili Feridun Fikret Baloğlu, “Bizim elimizde… Halkın elinde var! Halk ölçecek sizi… Bekleyin, öyle bir ölçeceğiz ki sizi” diye çıkıştı. Bunun üzerine, Ergün, “Bazı horozlar, kendileri ötüyor diye sabah olur zannedermiş” sözü CHP’lileri çileden çıkardı.
Baloğlu, “Senden çok öten yok ki burada! Ama, sizde de hiç horoz kalmadı ya!” derken, Hatay Milletvekili Gürhan Durgun, “Horoza siz benziyorsunuz” diyerek tansiyonu iyice yükseltti.
Tartışmalar, böyle devam edip gitti. Bu ve buna benzer sataşmalar tartışmalara renk kattı. Ama, şimdi siz karar verin soruşturma önergesi ile bunların ne alâkası var diye…
* * *
Uçtu uçtu içtüzük uçtu
Meclis’ten son bir not olarak İçişleri Komisyonu’nda yaşanan içtüzük fırlatma olayını aktaralım.
Cumhurbaşkanlığı Köşkü’nde Ahmet Necdet Sezer ile Bülent Ecevit arasında yaşanan “Anayasa fırlatılması krizi”nin bir benzeri TBMM’de yaşandı.
CHP Kırklareli Milletvekili Mehmet Kesimoğlu, İçişleri Komisyonu Başkanı Ziyaeddin Akbulut’u keyfî yönetim uygulamakla suçlarken, üzerinde TC Anayasası ve TBMM İçtüzüğü yazan içi boş kitapçığı Akbulut’un önüne fırlattı. Bu davranış üzerine Akbulut, “Kem söz sahibine aittir. Burası kişisel hırsları sergileme, kavga etme yeri değil, kanun çıkarma yeri. Topluma örnek olmalıyız” diyerek çalışmalara devam etti.
Neyse ki, şu ana kadar bu fırlatma olayından sonra bir ekonomik kriz olmadı(!) Belki içi boş içtüzük kitapçığındandır, belki de mekândan…
04.03.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Gelen, gideni aratmasın |
|
Cumhurbaşkanlığı seçimine sayılı günler kaldı. Anayasa gereği, yeni cumhurbaşkanı Nisan ayında seçilecek ve belki Mayıs başında da göreve başlayacak. Temennimiz, bu değişimin sancısız olması ve ‘gelen’in ‘giden’i aratmamasıdır.
Türkiye Cumhuriyeti tarihi boyunca, cumhurbaşkanlarının seçimi genellikle sancılı olmuştur. 1. Cumhurbaşkanı ölene kadar, 2. Cumhurbaşkanı da “demokrasiye geçene kadar” Çankaya’da oturmuştur. Sonraki cumhurbaşkanlarının seçimi de tartışmalı olmuş, bazılarında ise aday olmak isteyen kişiler ölümle tehdit edilmiş, ürkütülmüş, Türkiye’yi terke zorlanmıştır.
Sonraki yıllarda seçilen cumhurbaşkanları da yine tartışmalı olmuş, 12 Eylül ihtilâlinin lideri de göstermelik bir seçimle kendisini cumhurbaşkanı ilân etmiştir. 8, 9 ve 10. cumhurbaşkanlığı seçimleri de çok rahat olmamış, ‘sivil’ler cumhurbaşkanı seçilmiş olmakla birlikte, seçilenlerin; milletin taleplerine göre hareket ettiği/ edebildiği söylenemez.
Cumhurbaşkanlığı makamının kendisi bizatihi tartışma konusudur. Yıllardan beri, cumhurbaşkanlığı yerine ‘başkanlık’ sistemine geçilmesi ciddî olarak tartışılıyor. Mevcut halde, cumhurbaşkanına ‘sınırsız yetki, sıfır sorumluluk’ verilmiş olması da eleştiriler arasındadır. Tartışmalar devam etmekle birlikte, bu konuda neticeye varılabilmiş değildir. Yakın zamanda da ortak bir mutabakata varılması ihtimali ne yazık ki görülmüyor.
Cumhurbaşkanlığı, sembolik bir makam olmakla birlikte istediği anda hükûmet icraatlarına engel olabilecek yapıda tasarlanmış durumda. Bu durum geçmişte de, günümüzde de en çok tartışılan konudur. Bazı başbakanların ilk iş olarak cumhurbaşkanını değiştirme çalışmasına girdiğine geçmiş yıllarda şahit olmuştuk. Günümüzde de hükûmetlerin en çok şikâyet ettiği konuların başında, cumhurbaşkanınca icraatlarının engellendiği şeklinde olanıdır.
Çankaya konusunda dikkat çeken başka bir konu da, o makama çıkanların değişime uğruyor olmasıdır. Siyasetçi ya da hukukçu kimlikleriyle belli bir tavır ortaya koyanların, o makama çıktıktan sonra farklı tavırlara büründüklerine şahit olduk. Bu durum, ‘sistem’den kaynaklanan bir sıkıntının varlığına işaret ediyor.
Türkiye’nin cumhurbaşkanıyla ya da başkanlık sistemiyle idare edilmesi konusunu bundan sonra da tartışmaların odağı olacak. Ancak tartışmalar devam etse de önümüzde bir seçim var ve bu makama yeni bir kişi oturacak. Sistemden kaynaklanan sıkıntılar çözüme kavuşmadan, kişilerin değişmesiyle işlerin hal yoluna konulamayacağını bilmek lâzım. Bu bakımdan, önümüzdeki seçimlerde cumhurbaşkanı olacak kişinin, öncelikle ‘giden’i aratmaması ilk temennimiz olmalıdır.
“Köprülerin altından bunca su aktı, bu ihtimal hâlâ var mı?” diyenler olursa, gönül rahatlığıyla “yoktur” diyemiyoruz. Çünkü kamuoyu aday ya da adayları ‘bugünkü’ halleriyle değerlendiriyoruz. Oysa Çankaya’ya çıkanların, ilerleyen aylarda değiştiklerine şahit olduk. Bu bakımdan temkinli ve ihtiyatlı olmakta fayda var.
İnşallah ‘gelen’ cumhurbaşkanı ‘giden’ cumhurbaşkanını aratmaz...
04.03.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|