27 Mayıs hariç, diğer darbe, muhtıra ve süreçleri bizzat yaşayan ve acı hatıralarını hafızasında taşımakta olan birisi olarak, darbelerin çokça konuşulduğu şu günlerde ben de duygularımı dile getirmek istedim. Bizler on yılları darbeleri anarak geçirdik, inşallah bizden sonrakiler böyle bir takvimle yaşamak zorunda kalmazlar. Demokrasinin, özgürlüklerin, millet iradesine saygının huzurlu havasını teneffüs ederek hayatlarını sürdürürler.
27 Mayıs’ın acısı babalarımızın yüzünü soldurmuştu. 17 Eylül’ü hiç unutamıyorlardı. Ezanlar okunurken ellerini açarak “Bize bugünleri gösteren Rabbimize şükürler olsun” derken, buna vesile olan demokrasi şehitleri için de duâlar ediyorlardı. 27 Mayıs’ın bayram olarak kutlandığı günlerde millet ekseriyeti mâtem tutuyordu. Meydanlarda birkaç resmî görevli nutuk okurken orada bulunan halkın içi kan ağlıyordu. Onların iç çekip hüzünlenmesine çocukken fazla anlam veremiyordum. Ama 71 Muhtırasında bir lise öğrencisi olarak millet iradesine karşı cunta iradesinin hâkimiyetini içime sindiremedim. 12 Eylül’de ise, silâh altında bir asker olarak, hayatımın en zor görevini yapmak zorunda kaldım.
Sabah saat 04’te silâh kuşanıp bir manga askerle sokağa çıkma yasağını uygularken, sabah namazı için camiye gelen yaşlı amcaları “Sokağa çıkmak yasak, evlerinize dönün” diye geri çevirirken, ihtilâlin acımasızlığı yüreğimi acıtıyordu.
Memleketi uçurumun kenarından kurtardığı iddia edilen ihtilâllerin, aslında memleketi uçurumdan aşağı attığı ortaya çıkmıştı. İlk zamanlarda akan kan durdu diye sevinip darbeyi destekleyenler de zamanla darbe yemeye başlayınca, felâketin farkına vardılar ama iş işten geçmişti. “Madem akan kanın bir günde durdurulması mümkündü, şimdiye kadar niye durdurmadınız” diye sorulan suâllerin ise bir türlü cevabı verilemiyordu. Siyaseti ihtilâl anayasası ile istedikleri gibi şekillendirdikten sonra kendileri de en yüksek makamlara çıkmışlardır netekim!
28 Şubat’ın ise, benim için ayrı bir önemi ve daha derin izler bırakan hatıraları var. Hafta sonu tatilleri ile birleştirilmiş uzun bir Kurban Bayramı ertesinde işe başlamış, mesaî bitiminde evin yolunu tutmuştum. Eve geldiğimde masanın üzerinde bir pusula buldum. “Mahalle bekçisi geldi, imza karşılığında bu kâğıdı teslim etti” dediler. Ben pusulayı okurken, eşim ve çocuklarım endişeli bakışlarla beni süzüyorlardı.
Bu bir celp evrakıydı. Baş kısmında “mahkûmlar için” yazıyordu. Altında ise, “İstanbul 3 no’lu DGM tarafından verilen ve kesinleşen cezanızın infazı için 5 gün içinde infaz savcılığına teslim olmanız…” şeklinde devam eden maddeler vardı.
Pusulayı katlayıp cebime koyarken, herkes bana bakıyordu. “Şimdi ne olacak?” der gibiydiler. Ben de sadece “Hasbünallah ve ni’me’l-vekîl, ni’me’l-Mevlâ ve ni’me’n-nasir” diyerek tevekkül ve teslimiyet içinde “Haydi bakalım yemeğimizi yiyelim” deyip mutfağa geçtim.
Mevlâ’yı vekil olarak kabul ettikten sonra hiçbir dâvâyı kaybetmek mümkün değildir. Nitekim verilen hükümler, kesinleşen kararlar, son mercî olan Hâkim-i Âdil tarafından tasdik edilmedikçe, infaz edilemiyordu.
Bir yandan 28 Şubat süreci devam ederken, bir yandan da AB süreci devam ediyordu. Durmadan “uyum yasaları” çıkartılıyor, “demokratikleşme paketleri” hazırlanıyordu ama, genellikle paketlerin içi boş çıkıyor, uyum yasaları ise çağdaş hukuka bir türlü uymuyordu. Bazı yasalar, o günkü Adalet Bakanının da dediği gibi “zorlanarak” uygulanıyordu.
Aradan on yıl gibi bir süre geçmiş olmasına rağmen, 28 Şubat’ın rengine ve şekline karar verilmiş değil. Postmodern darbe mi, demokrasiye balans ayarı mı, büyük darbeyi önleyen bir amortisör mü, yoksa gerçekten bir darbe mi olduğu konusunda görüş birliğine varılamadı henüz. Ama kesin olan bir şey var ki, rengi ve şekli ne olursa olsun, hiçbir darbe bu millete mutluluk getirmemiştir.
03.03.2007
E-Posta:
[email protected]
|