|
|
Murat ÇETİN |
Barışa savaş açmak |
|
Kökeni, grameri farklı olabilir, ama “selamun aleyküm” de, “aleyküm selam” da “Türkçe”dir ve “Türk”çedir. En azından “bye”dan daha “Türkçe” ve “Türk”çe olduğu kesindir. Zira Türkler asırlardır, “selamun aleyküm” ve “aleyküm selam” diye selamlaşır. “Türkçe” konuşmalarından önce ve sonra bu selam vardır.
Ve yine bu selam, tüm sınıfsal farklılıkları ortadan kaldırır. Zira verilmesi sünnet, alınması farzdır. Birini sizden daha aşağı, sınıfsal olarak düşük, eğitim seviyesi olarak kalitesiz, ekonomik olarak fakir görüp de onun selamını almazlık edemezsiniz. Ve yine siz, kendinizden üstün gördüğünüz birileri selam verince, onun karşısında eğilip büzülmek, eğilip bükülmek, eğilip el pençe divan durmak zorunda kalmazsınız. Hatta kalamazsınız. Zira dininiz size o kişinin sizden daha üstün olmadığını bildirmekle kalmaz, onun selamını almayı da zorunlu kılar.
Selam tanışmadır. Hiç tanımadığınız birine bile verir ve karşılık alırsınız. Karşılık alıp tanışmaya başlayabilir, sohbet edebilirsiniz. Hiç tanımadığınız birine durup dururken günaydın, merhaba demezken, diyene de şaşkın gözlerle bakarken, selam verene “aleyküm selam” demek zorunda hissedersiniz kendinizi.
Evet etimolojik olarak Türkçe değildir. Ama tarihi olarak “Günaydın”dan da “İyi akşamlar”dan da daha Türkçedir. Anlam olarak daha Türkçedir.
“Barış”ı 1 Eylülle sınırlamayan, yılın her gününe, günün her saatine yayan bir iletişim aracıdır. Barıştır, çünkü küstüğünüz bir arkadaşınız da olsa, düşmanınız da olsa, din size o selamı almayı emreder. “Onunla bir daha asla konuşmam” dediklerinizle inadınızı kırar.
Size biraz “doğulu”, biraz “eski moda”, biraz “alaturka” gelebilir. Biraz “köylü”ce bulabilirsiniz. Biraz alt ve orta sosyal sınıfa mahsus hissine kapılabilirsiniz. Ama Türkçedir.
Popüler kültür pek çok değer gibi, onu da bir kenara ittiyse, bu onu değersiz ya da önemsiz yapmaz. Bu onu kötü yapmaz. Bu onu kavga sebebi hiç yapmaz.
Selam eşitlikçidir. Barıştır. Tanışmadır.
İçinde hiçbir kötülük barındırmadığı gibi, kaynağını iyilikten alır, iyilikten, barıştan beslenir.
İyiliğe, barışa, yani selama savaş açmayın.
11.01.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Davut ŞAHİN |
Tecavüz haberleri |
|
Bir yandan, çocuk pornosu baskını haberleri...
Bir yandan, Çatalca’daki Aziz Nesin Vakfı’nda 14 yaşındaki kız çocuğu Z.K.’nin 2 gönüllü eğitmen tarafından taciz ve tecavüze uğradığı iddiası...
Bir yandan devlet yurtlarında tecavüz iddiaları...
Bir yandan da, Antalya’da 20 yıllık bir öğretmenin, okulda 10 kız çocuğuna tacizde bulunduğu iddiaları...
Ne oluyoruz?
Birden bire bu tür iğrenç haberler niye her tarafımızı kuşattı?
Bu haberlerin öne çıkmasında kim ne tür yarar umar, anlamıyorum?
Hele, TGRT’de uzun uzun Z.K.’ye muhabirin “Sana ne yaptılar?” diye ısrarla sorması, annesinin de bu yangına körükle gitmesi... İnanılacak gibi değil.
Herkes çıldırmış gibi bu tür haberlerin üstüne atlıyor. Ne mahremiyet var, ne de gizlilik?
Biz bu kadar bozuk muyuz?
Bozulduk mu sahiden?
Fıtratı bozuk insanları deşifre etmek tamam. Ama kör parmağım gözüne yapar gibi habercilik yapmak ne kadar doğru?
Tecavüz haberleri yapanlar, bilsin ki, asıl bu haberlerle insanlara çok zarar veriyorlar.
İDAM TARTIŞMASI
Ahmet Hakan, Tarafsız Bölge’de “Saddam’ın idam edilen görüntü”lerini tartıştı. (CNNTürk)
Emre Aköz’ün dışında, Saddam’ın idam görüntülerinin izlenmesinin sakıncaları anlatıldı.
Ortak kanaat:
Bu görüntülerin medyaya verilmesi de bir çeşit pornografi olduğu yönünde!
Haluk Şahin’in “Haberleri artık medya patronları veya editörleri kontrol edemiyor” ifadesi önemliydi.
Bir sonraki günkü yazısında da bu konuya değindi Şahin. Diyor ki:
“İngiltere’nin ünlü Pazar gazetesi Observer da medya açısından bakmış. İlân ediyor: ‘Editoryal kontrolün sonu.’ İsterseniz bunu ‘medya iktidarının sonu’ şeklinde de okuyabilirsiniz.
“Diyor ki makale, Saddam’ın asılışının kameralı telefon ile çekilmiş görüntülerinin internet sitelerinde yayınlanmasıyla, medya yöneticilerinin haberler üzerindeki editoryal kontrolü sona ermiştir. Artık neyin haber olacağı ve nasıl verileceğine ilişkin kararlar onların tekeli altında değildir. Onların uzun yıllar içinde oluşturdukları etik kuralları da geçersiz hale gelmiştir. Medyanın aynı şeyi vermekten başka seçeneği kalmamıştır.
“Şöyle diyor yazar:
“‘İdamın akla gelebilecek her türlü varyas-yonu internette mevcut: İdam öncesi sessiz, idam sesli, darağacından düşmeli ve can çe-kişmeli ya da kurgusuz iki dakikalı tam kayıt.”
“İdam görüntülerinin yayınlanmasından sonra bir Wall Street Journal yazarı şu saptamayı yapmış:
“‘İyisi mi, görsel sınırları olmayan bir dünyada yaşamaya alışalım.” Görsel sınırları olmayan bir dünya! Yakın tarihlere kadar bu sınırların bekçiliğini medya mensupları (televizyon habercileri) yapıyorlardı. ‘Yayınlayalım-yayınlamayalım, yayınlayalım ama şu kısmını göstermeyelim’ türünden kararlar onların ayrıcalığıydı. Kameralı telefonların ve internette izleme sitelerinin varolduğu bir dünyada oyunun kuralları değişiyor. Artık kumanda izleyicinin elinde! İnternet sitesinde, rehinenin kelle uçurulma sahnesini isterse seyrediyor, istemezse seyretmiyor. (Ne yazık ki, daha çok seyrediyor!)
“Medyanın bu alandaki yetki kaybını daha büyük bir resmin içine yerleştirebilir ve kitle medyalarının giderek küçülmesi ve etkisiz-leşmesi sürecinde yeni bir adım olarak görebiliriz.” (Radikal)
Yeni bir adım değil, yoz bir adım bana göre.
Bu arada enteresan olaylar olmuyor değil.
Cezayir’de Saddam’ın idam görüntülerinden etkilenen bir çocuk kendini asmış. Afganistan da da benzer olaylar yaşanınca bunun tek sorumlusu olarak ABD gösterilmiş.
En son Muş’un Sütlüce Köyü’nde E.A. ve S.A. çiftinin en büyük çocuğu olan A.A., bu idam görüntülerinden etkilenmiş ve ailesinin de evde bulunduğu bir sırada kullanılmayan boş odaya giderek, kendisini iple asmış, can vermiş.
Diyoruz ki:
Yayıncılar bari bu konuda “etik” davransın... İkide bir idam görüntülerini ekrana getirmesin.
11.01.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
İsmail BERK |
Menderes’in idamı |
|
Saddam’ın idamını gördüğüm an, rahmetli Adnan Menderes ve arkadaşlarının idam anı aklıma geldi ve iç tepkilerim yine yoğunlaştı. İşgal kuvvetlerinin, suç ve ceza amaçlı olmayan siyasî intikamları ile birlikte seçimle gelmiş bir başbakanın benim ülkemde asılmış olmasının derin hüznüne boğuldum.
İdam sehpasına giden zalim Saddam’a gösterilen itina ile Menderes ve arkadaşlarına reva görülen işkenceler ve manevî hakaretler bir bir gözümün önünde geçti. Menderes’in ürologa son anda muayene ettirilmesini, Yassıada’ya giden ilk soruşturma başkanı Ömer Altay Egesel’in inanılmaz küstahlığını hatırladım.
Mazlum Menderes ve siyaset arkadaşlarının aylarca tekme tokat götürüldükleri Yassıada’da ailelerinden ve çevrelerinden izole edilerek ayrıca bir beyin işkencesine ve yalnızlığına itilmelerini düşündüm.
“Sizi buraya tıkayan kuvvet böyle istiyor” diyen yargı görevlilerinin o unutulmaz tutumları canlandı gözlerimde. Menderes’in avukatlığını yapan rahmetli Orhan Cemal Fersoy’un kaleme aldığı kitabının satırları tekrar geri döndü zihnime. Okunması bile sabır isteyen o hazin hallerin dramatik sonuçları ise tamamen kahrediyor insanı.
Bütün bunları ve buna mümasil değerlendirmeleri tekrar yazmak istememiştim. İçime gömecektim. Ancak mutlaka siyasî idamların gündeme geleceğinin de farkındaydım. Nitekim öyle oldu. Yine siyasî algılarla insanî algıların saldırıya maruz kaldığı bir tartışma ortamına dönüştü.
Yassıada komutanı yarbay Tarık Güryay’ın o despot ve akıl almaz tutumları da beni her defasında tiksindirir.
Zor bir konu. Bunları yazmamayı tercih ederdim. Ancak Deniz Gezmiş’le Menderes ve Saddam benzetmeleri, ilişkilendirme biçimleri, aklı hapseder nitelikte. Özellikle bazı polemikçi yazarların Menderes-Bayar kıyaslaması ve Menderes’i mahkeme boyunca koruduğu nezaketini ürkeklik sayıp Saddam’la kıyaslamaları, şapla şeker karıştırmaktır.
Seçilmiş bir insanın, millî iradenin ve parlamentonun alaşağı edildiği, insan haysiyetinin yara aldığı ve sonunda siyasî cinayete dönüşen kan lekesinin siyasete bulaştığı bir sonuç üzerinden konuşmak ve bunu deşici nitelikte ucuz kıyas ve yorumlar yapmak, düşünce sefaletinden başka bir şey değildir.
Geçenlerde, Menderes’e atılan iftiraların nasıl yapıldığına birinci dereceden şahit olan, o döneminin büro hizmetlilerinden birinin ağzından dinleyen bir yetkilinin anlattıkları tam bir skandaldı. O dönem başbakanlıkta odacı olarak çalışan kişi örtülü ödenek kasasına iç çamaşırların dışarıdan nasıl konduğunu, sonra bunun itibar kırıcı bir şekilde kamuoyunu etkilemek için nasıl aşağılayıcı bir malzeme olarak kullanıldığını bizzat gördüğünü anlatmıştı.
Yassıada’ya götürülen DP’liler çeşitli hakaretlere uğramışlardı. Duruşmalarının savcısı Egesel sorgu sırasında, Turhan Dilligil ve Tarık Mümtaz Göztepe’ye küfür ve hakaretlerde bulunmuştu. Polisleri bile tartaklayarak tokatlamıştı. CHP yandaşları ve medya kol kola, Demokrat Partililer için “düşükler” diye hakaret etmişlerdi.
Dönemin bakanlarından Profesör Rıfkı Salim Burçak’ın hatıralarını okuduğumuzda tüylerimiz diken diken oluyor:
“Yeşilköy’den vapura bindiğim zaman arkadaşları pek perişan gördüm. Bacağından aldığı yaraları kanayan bir bakan, deniz subaylarının getirdikleri tentürdiyotla yaralarını tedaviye çalışıyordu. Bir vali sessizce ağlıyordu. Manzara yürek parçalayıcı idi.(..) Kolumdan kuvvetlice kavrayan birisi beni, Ada Komutanı olduğunu öğrendiğimiz Yarbay Tarık Güryay’ın önüne götürdü. Vapurdan çıkanlardan bazılarının resimleri alınıyor, isimleri okundukça takma adlar ekleniyordu. Tevfik İleri’nin adını “Tevfik Geri” diye okudular.(..)
“Bazı arkadaşların vapurdan çıkarken de dövülmüş olduklarını sonradan işittim. Bir ara, sıradan azıcık yana kaymış olan Refik Koraltan’ın yanına yaklaşan Yarbay Güryay’ın, elindeki sopa ile Meclis Başkanının böğrüne hırsla dürttüğünü, onu adi ve bayağı bir sözle sıraya soktuğunu ıztırapla gördüm. Soğuk ve rüzgârlı bir gece idi. Akşamdan beri başımızdan geçen bunca olayın tesiri ile Marmara’nın ayazında zangır zangır titriyorduk. Yassıada’nın ilk karşılaştığım manzarası, insana Yedikule’yi hatırlatan surları oldu. Bu surların, mazgal deliklerini andıran küçük pencerelerinden zaman zaman uzanan başlar korkunç bir tablo teşkil ediyor, geleceğin acılar ve ıztıraplarla dolu olduğunu haber veriyordu.(..) Koğuşun duvarlarında yazı tahtaları ve bunların üzerinde, günün yaygın kanaatının ifadesi olan yazılar vardı. Kara tahtaya: ‘hoş geldiniz inekler’ ibaresi yazılmış, imza ‘27 Mayıs’tı.”
Fazla söze gerek var mı? “Zalimler için yaşasın cehennem!”
11.01.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Zafer AKGÜL |
Asya münafıkları |
|
Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri, taa bu asrın başlarında İslâm ülkeleri ve Müslümanların fakirlik ve sefalet içinde kalıp terakki edememelerinin bir sebebinin de sinsice tezgâhlanmış sömürü ve soygun düzeni olduğunu ifade etmiştir. Lemalar ve Mesnevi-i Nuriye eserlerinde “Hem görmüyor musun ki, zaruri kûttan ziyade Müslümanların elinde bırakılmıyor. Ya Avrupa kâfir zalimleri veya Asya münafıkları desiseleriyle ya çalar ya gasbeder” diyerek o günlerde pek fark edilmeyen büyük oyuna dikkat çekmiştir.
O günden bu güne, gerek İslâm âlemindeki ve gerekse diğer üçüncü dünya ülkelerindeki sınırlar başta olmak üzere, siyasal iktidar ve ekonomik sistemler hep belli merkezlerden planlı ve projeli olarak ayarlanmış ve bu günlere gelinmiştir. Pek çok kimse, sınırlar ve iktidarların kendiliğinden, tabiî veya tarihî gerekçelerden dolayı değiştiği inancını taşımaktaydı. Bunlardan ilk evvelâ sınırların—Ortadoğu ülkelerinde olduğu gibi—nasıl cetvellerle çizildiğini, sonra Keşmir’de, Karabağ’da olduğu gibi nasıl etnik ve kültürel açılardan özel bir ayarlama ile bir takım ülkelerin ve toplumların arasına problem kaynakları sıkıştırıldığını fark etti. Son kertede ise artık ülkelerin yöneticilerinin de öyle sanıldığı gibi iç ortamların sevkiyatıyla ve toplumun desteklemesiyle zuhur etmediklerini acı acı anlamaya başladılar. Ve şunu da anladılar ki kendi milletinin iradesiyle iktidara gelip bir takım merkezlerin kuklalığını yapmayanların başlarına getirilen bin bir türlü badireler de tesadüf değildir. Bir takım surî sebep ve suçlamalarla yıkılan hükümetler ve iktidarlar gizli hesaplaşmanın ve cezalandırmanın muhatabı olmuşlardır. Bazı ülkelerdeki askerî ihtilâller ve cunta faaliyetleri sonucu tepetaklak gitmeler bundandır. Örnek vermeye gerek var mı, bilmiyorum.
Her yanımız bunların acı misalleriyle doludur.
Ortadaoğu’daki petrol üretip satan ülkelerin elbetteki gelirleri, üretim yapmayan ülkelere göre bir avantaj ve lütuftur. Ne var ki petrol zengini bu ülkelere, üretilen ve satılan petrol karşılığında kazanılan her 100 doların sadece 15 dolarının kaldığını, geriye kalan 85 doların bu işin siyasî ve ekonomik düzenini tezgâhlayanlara gittiğini çoğumuz bilmeyiz bile.
Bütün bunları şunun için söylüyorum. Bediüzzaman Hazretleri, müthiş bir sömürü sisteminin kurulmuş olduğunu ifade ederken iki unsura dikkat çekmektedir. Birincisi Avrupa kâfir zalimleri, ikincisi Asya münafıkları. Avrupa zalimlerini geçelim, ancak şu bizim Asya münafıkları üzerinde uzun uzun düşünelim.Vatan kurtaran aslanlar, ebedi liderler, bilmem ne aslanı, bilmem ne kaplanı, bilmem ne kahramanı diye payelerle kendilerini büyük devlet adamı ve eşsiz kurtarıcı olarak lanse edenlere bir dikkat ediniz, çoğunun getireni de götüreni de hep başkadır. Bir kukladan, bir menfaat işbirlikçisinden başka bir şey değildir. Halkını hamaset edebiyatıyla, yurtseverlik marşlarıyla, meydanlara diktirdiği kahramanlık heykelleriyle aldatan bu münafıklar misyonları tamamlanınca nasıl bir ihanetle alaşağı edilip yerlerine yenilerinin getirildiğini bir düşünselerdi herhalde ülkeleri ve insanları bu kadar sefil ve perişan olmazdı.
Günübirlik trajik olaylarla acıma mekanizmamızı hedefinden saptırıp zaman kaybetmenin, ondan daha önemlisi güç ve kan kaybetmenin bir anlamı olmasa gerek. Yüksek bir tepeye çıkarak manzarayı daha derli toplu seyredebilmek gibi, tarihin ve siyasî tarihin ayrıntılarını daha net ve detaylı görmek için biraz daha üst seviyelerden bakarak tahlil yapmadığımız sürece biz Asya insanları, daha çook acıklı olaylarla, ciğersuz vakalarla oyalanıp durururuz.
11.01.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
MİT’in mesajı |
|
MİT Müsteşarının gündeme damgasını vuran açıklamasının yankıları hâlâ devam ediyor. Ve hemen herkes, “MİT ne demek istedi?” sorusunun cevabını arıyor.
İstihbaratın patronu, Sovyetler Birliğinin dağılmasıyla başlayan süreç bütün hızıyla sürerken, 21. yüzyılın özellikle ilk çeyreğinde yaşanacak gelişmelerin birçok ulus devleti ortadan kaldıracağı öngörüsünde bulunarak, böyle bir ortamda Türkiye’yi bekleyen risklerin statükocu yaklaşımlarla aşılamayacağını vurguluyor ve Türkiye’nin gelişmelere yön veren aktif bir aktör olabilmesi için mevcut politikada radikal değişiklikler yapılması gerektiğinin altını çiziyor.
Bu yaklaşımın, AKP hükümetince özellikle Ortadoğu bağlamında sık sık dile getirilen “Olup bitenlere seyirci kalamayız, masada biz de yerimizi almalıyız” söylemleriyle örtüştüğü söylenebilir.
Dolayısıyla, MİT’in bu çıkışı için yapılan “hükümete uyarı” yorumlarına hak vermek bir hayli zor.
Eğer bir “uyarı” söz konusu ise, bunun muhatabını, devlet politikalarında etkinliğini hâlâ devam ettiren başka kurumlarda aramak herhalde daha doğru olur.
Hükümet sözcüsü Çiçek’in, “MİT Müsteşarı bunları katıldığımız bütün toplantılarda öteden beri dile getiriyor. Bizim için sürpriz değil” demesi de bunu teyid eder nitelikte.
Demek ki yeni olan, söz konusu değerlendirmenin bu kez kamuoyu ile paylaşılması.
Açıklama için yapılan yorumlarda öne çıkan bir diğer husus, yeniden yapılanmakta olan MİT’in buna göre kendisine yeni bir misyon ve strateji belirlediği. Bu misyon ve stratejinin özünü ise MİT’in artık içe değil, dışa dönük bir aktiviteye yönelmesi oluşturuyor.
Bu bağlamda, açıklamada özellikle dikkat çeken nokta, “iç tehdit” olarak nitelenen irtica ve bölücülükten hiç söz edilmemesi.
Oysa bilindiği gibi, tek parti ve ihtilâl dönemlerinden gelen uygulama, MİT’e birinci görev olarak “sakıncalı vatandaşlar”ı izlemek ve bu görevde de önceliği dindarların takibine vermekle görevlendirmişti. İsmet İnönü’nün 27 Mayıs’tan sonra “Millî Emniyetin birinci işi Nurcuları izlemek” sözü, bunun tarihe mal olmuş çarpıcı bir ikrarıydı.
MİT şimdi bu zinciri kırarak asıl yapması gereken çok önemli görevlere mi yöneliyor?
Umarız, öyledir. Ve dileriz, Çiçek’in ifadesiyle “devletin gözü ve kulağı” olan MİT, elindeki gücü ve imkânları kendi halkına karşı kullandıran zihniyetin kıskacından kurtulup demokrat Türkiye’nin insanlarına hizmet için çırpınan bir kurum haline gelir.
Ancak bunun için, 80. yıl açıklamasının uyandırdığı ümitlere, “İç tehditten bahsedilmiyor, zira köktendinci terör artık küresel bir sorun olarak gündemimizde” yorumlarıyla veya MİT’in internet sitesindeki “Halkın muhbirlik yapması mı isteniyor?” tartışmalarına yol açan duyurunun yol açtığı şüphelerle düşen gölgenin âcilen kaldırılması gerekiyor.
Bu şüpheler son derece normal. Çünkü geçmişte yapılan ve yer yer hâlâ süren vahim hataların tahribatı giderilemediği müddetçe, halkın güvenini kazanmak çok zor...
11.01.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Şiî ve Sünnî aleviliği |
|
Alevilik sıfatı altına meşreben Sünniler de girdiği gibi fıkhî mezhep olarak Caferiler ve Zeydiler de girmektedir. Akait boyutunu ifade eden Şiilik kavramı içine ise İsmaililer dahil bir sürü fırka girmektedir. Anlattıklarımız ışığında şunu söyleyebiliriz: Manevî bağlamda Sünnî aleviliği ile siyasi Şii aleviliği veya teşeyyüü birbirinden ayrılmaktadır. Hazreti Ali taraftarlığı anlamında Sünnilere de Şii denebilir mi?
Hariciler ve Emevilere karşı giriştiği mücadelede elbette ki Hazreti Ali meşru otoriteyi temsil ediyordu. Bununla birlikte, Hazreti Ali otoritesini şûrâdan ve sahabilerin tefvizinden alıyordu. Şiilerin inandığı gibi Gadir-i Hum’da Peygamber (asm) tarafından nas ve tayinle veliaht gösterilmesinden değil. Haklı veya haksız sahabiler arasında bir takım nahoş sürtüşmeleri de beşerî içtihatlar veya görüş farkları bağlamında değerlendiriyoruz. Elbette bu niza, ekseninde nefsanî boyutlar da taşıyabilir. Dinen bunun aksini iddia edecek durumda da değiliz. Sahabelerin kebire veya sagire gibi günahlardan masun veya beri oldukları söylenemez. Bununla birlikte, mutlak mânâda değil, ama genel mânâda udul (adil) kabul edilmişlerdir. Zira onların umumî adaletine kadh ve cerh bizzat İslâmın kendisine cerhtir.
Şiiler teşeyyü gereği sahabilerin bir takım hata ve kusurlarını kendi mesleklerini haklı çıkarmak için büyütürken, kimi Sünniler de aksi istikamette bir yöntem benimsemiş veya en azından onlara karşı hürmeti kırmamak için aralarındaki tarihî olayların detaylarına girmemişlerdir. Bu detay meselesini inanç meselesi haline getirmemek gerekir. Bu boyut, ihtisas ehline ve tarihçilere havale edilmiştir. Elbette bütün asırlar için geçerli olduğu gibi aslında ibret almak için Asr-ı Saadet tablosu da bizim için ibret aynasıdır. Burada ehl-i sünnetin en fazla gözönünde tuttuğu husus Asr-ı Saadet modelini veya idealizmini, olaylara bağlamından fazla mânâlar yüklemek suretiyle Asr-ı Saadet realizmiyle yıkmamaktır. Bu konuda Şiilerin ifrat içinde oldukları müsellem bir kaziyyedir. Buna mukabil, Hasan Turabi ve Muhammed B. Muhtar eş Şankiti gibiler Sünnilerin de aynı dönemi aşırı idealize ederek tarih aynasından ibret alamadıklarından yakınmaktadırlar
***
Yavuz Sultan Selim’den sonra Anadolu Aleviliği ile İran aleviliği iki farklı çizgide gelişmiş ve seyretmiştir. Anadolu Aleviliği manevî boyutta kalmış ve onu aşanlar batinî bir boyuta geçmişlerdir. Buna mukabil, İran aleviliği özellikle Lübnan’dan getirilen Kereki gibi âlimler vasıtasıyla fıkhî bir boyut kazanmış; resmî olarak Caferiliği ve onun ötesinde İsna Aşeriliği benimsemiştir. Resmî bir mezhep olmuştur. Anadolu Aleviliği ise gayri resmi bir meşrep olarak kalmıştır. Daha sonra yine resmiyetin ve merkezin dışına atılan Bektaşilikle bütünleşmiştir.
Bu mânâda, İran deneyimi Erdebili Tekkesi çizginin üzerine çıkarak tekamül etmiş ve bir yerde farklılaşmıştır. Anadolu Aleviliği ise aynı yönde gelişmemiş ve Şiilik boyutuna geçmeden genel alevilik boyutunda kalmıştır. Bu açıdan, Anadolu’daki Caferilerden de farklıdırlar. Caferiler İran’daki gelişim sürecini izlemişlerdir. Bundan dolayı, ‘Aynı kökenden geliyoruz’ diye kimi Şii telkinler Aleviler nezdinde makes bulamamıştır.
İran merkezli Şiilik zaman zaman Alevileri de kendi haziresine almaya çalışıyorsa da kökendaşlık üzerinden yapılan bu yaklaşımın temelleri pek sağlam değildir. Çünkü Anadolu Aleviliğinin tekamülü farklı olmuştur ve içinde hem Sünnî, hem de batinî unsurlar ve kesitler taşımaktadır. Zamanla da büyük çapta sekülerize olmuşlardır. Sekülerleşmiş kesimler elbette ki kendilerini Ayetullah Humeyni’nin çizgisinden ziyade Mustafa Kemal’in çizgisine yakın hissediyorlar. Alevilerdeki 12 İmam anlayışı genelde tasavvuf tarikiyle yayılmıştır. Zira Nakşibendiliğin önemli rükünlerinden Molla Cami gibiler Şevahidunnübüvve gibi kitaplarda da ortaya koydukları gibi, onlar 12 İmam muhabbetiyle meşbudurlar. Hem ezoterik, hem de siyasî mânâda Niyazi Mısrı’nin İrfan Sofraları da bu eğilimin örnekleri arasında gösterilebilir. Anadolu Alevilerinin İmam Cafer’e bağlılıkları fıkhî anlamda değil Ehl-i Beyt’e muhabbet bağlamındadır. Ehl-i Beyt muhabbetine genel mânâda alevilik diyoruz. Bu, Sünnilerle Şiiler arasında ortak bir sıfattır. Dolayısıyla Alevilik bu noktada müttehid bir anlayış değildir. Ehl-i beyt muhabbeti mânâsında genel bir sıfattır. İsim anlamı kazandığı noktalarda da illa ki Şii değildir.
***
Fıkhî mezhep noktasında da Alevilik müttehid ve birlik içinde değildir. Ehl-e beyt fıkhı olarak anılabilecek fıkıh ekolleri birden fazladır. Sözgelimi, Caferilik ve Zeydiyye mezhepleri. İsna Aşeriyye ile Zeydiyye bu mânâda hem usulde, hem de furuda birbirinden ayrılmaktadır. Zeldilerin Şii mezhep sayılmaları bile su götürür bir yaklaşımdır. Sünnilerin alevi sayılmaması gibi. Zeydiler siyasi olarak Ehl-i Sünnet anlayışına akaid olarak da Mutezileye yakındırlar. Mutezile ile içli dışlıdırlar. İmam-ı Caferi Sadık’tan da farklı bir anlayışları emr-i bil’maruf ve nehyi anilmünker meselesinde güç kullanımını zaruri görmeleridir. Bundan dolayı kesintisiz isyana inanmışlardır.
Dolayısıyla Aleviliğin üç ekseni de birbirinden farklıdır. Bu açıdan Alevilik adına konuşanlara “Hangi Alevilik?” diye sormak herkesin de hakkıdır. Bu itibarla, Alevilik yer yer iç içe yer yer de birbirinden farklıdır. Siyasal boyutun bir ifadesi olarak Şiilik de öyledir. Birden fazla fırkaları vardır. Bugünkü Şiilik Irak’ta olduğu gibi genel olarak Safevilik ve Farisilik boyutuyla da anılıyor. Bununla birlikte herhangi veya her türlü genelleme de işi basitleştirmek ve sulandırmaktır ve onun da ötesinde, genellemeci yaklaşımlar, hakikatın buharlaşmasını ve de haksızlığı beraberinde getirirler.
11.01.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Yedi kat göklere yükselmek |
|
Dostumuz Ahmet Hoca bir Perşembe akşamı, “Müsaitseniz sizi bir yere götürmek istiyorum” dedi. Açıkladı, ben de, “Peki” dedim. Birlikte akşam vakti gittik. Gittiğimiz yer bir tekstil firmasıydı. Çalışmakta olan yaklaşık seksen kişiyle sohbet edecektik. Çift vardiya çalışan işçilerin bir kısmı saat 18.00’de çıkıyor, diğer kısmı da 20.00’de işbaşı yapıyordu.
Biz bu gönüllü işçilerle sohbet ettik. Saat 19.00’da sohbetimiz başladı. İştiyakla göz kırpmadan bir saat dinlediler. Memnuniyetleri simalarından okunuyordu. Ahmet Hoca her hafta onlara din, iman, namaz, niyaz, ahlâk ve faziletle ilgili bilgiler veriyormuş.
Allah’ını, peygamberini, dinini, imanını, helâli, haramı bilen insanlar hem işini sever, şevkle çalışır; hem kendileri, hem de işveren bundan memnun olur, işçiyle işveren arasında kaynaşma da sağlanmış olur. Güzel diyaloglardan güzel sonuçlar çıkar.
Gayyur insan Ahmet Hocayı ve bu işe öncülük eden işveren Mustafa Beyi tebrik ediyor, böylesi güzel örneklerin çoğalmasını temenni ediyorum.
Temiz, güzel iş ve verimli sonuç elde etmek için sadece iş eğitimi yetmez, güçlü manevî dinamiklere de ihtiyaç vardır. Morali yüksek olan işçinin verimi de artar.
Bütün mesele eğitim… Bilgiyle yükselmek… Mevlânâ, “Topraktan yaratılan Âdem (a.s.) Allah’tan ilim öğrendi. Bilgisiyle, tâ yedi kat semaya kadar bütün âlemleri aydınlattı” der.
Bilgiyle yedi kat göklere kadar yükselecek, gittiği her yeri aydınlatacak insanın, cehaletin ağına takılıp kalması hoş görülebilir mi?
İştiyak dolu işçileri de tebrik ettim. Yaptıkları işin önem ve büyüklüğünü anlatmaya çalıştım. Bilgiyle canlanan o bir saat kimbilir nerelerde, nasıl, belki de lüzumsuz, zararlı bir şekilde harcanacaktı. Böyle anlar vakti en kazançlı şekilde değerlendirmenin yollarından biriydi.
Bilgi edinme yolunda adım atma karadaki karıncalar, denizdeki balıklar ve gökteki kuşların duâ ve istiğfar ettikleri değerde bir faaliyetti. Melekler dahi onlara imrenerek bakmakta, saygı için kanatlarını yerlere sermekte, korumaları altına almakta, duâ etmekteydiler. Daha öte Allah onlara sekineyi indirmekte, yani gönül huzuru vermekte, katındaki meleklere onlardan övgüyle söz etmekteydi. İlim öğrenmek için yola çıkan Allah yolundaydı, bu yolda ölürse şehit olurdu.
Böylesine avantajları bulunan ilim öğrenme için elbette iştiyak duyulur, canla başla ona koşulurdu.
Demek ilim öğrenmek en faziletli bir iş. İnanan insanlar olarak da herkesten önce bizim işimiz.
11.01.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Zamanımız ispatı zarûrî kılıyor |
|
Eski metot ve eserlerle günümüz inkârcılarıyla mücadele etmek zor. Çünkü;
- Şimdi materyalizm, sekülarizm, ateizm dahil tüm “izm”lerden müteşekkil dehşetli inkârcı, tahribatçı zındıka hücumu; onların zamanında iman esaslarını sarsmıyordu.
- Bugün, sosyal ve fen ilimleri, teknolojinin de zirvelere ulaşmasıyla müthiş bir ivme kazanmış. Dolayısıyla eski devirlerin ilmî doneleri bu zamanın insanının zihnini doyuracak çapta değil. Eskiden ilmî malzemeler hem azdı, hem de çok geç elde edilirdi. Oysa, bu zamanda kitle iletişim vasıtalarıyla müthiş bir bilgi bombardımanı vardır.
- Zamanımızda his ve zevkin coşkunlukları, aklın düsturlarını, fikrin mizanlarını çok dinlemiyor ve uymuyor.
- Günümüz şartları, artık yalnız aklın ayağı ve nazarıyla ders vermenin kifayet etmeyeceğini veya evliyâ gibi, yalnız kalbin keşf ve zevkiyle hareket edilemeyeceğini gösteriyor. Ancak, akıl ve kalbin birlikteliği, kaynaşması; ruh ve sâir latifelerin yardımı ayağıyla hâreket ederek evc-i âlâ denen en yüksek mertebeye uçmak gerekir. Meselâ, kağnı, at arabası veya buharlı tren zamanında yapılan tefsirler, yorumlar, açıklamalar; anlatım tarzı ve tatmin yolları; inkâr edenlere verilen cevaplar o devrin zekâ ve teknolojik seviyesine göre idi. Bugünün insanlarını doyuramaz. Bugünkü ilmî birikim, teknolojik seviye son derece mesafe katetmiş. Dolayısıyla kesin ilmî delillere, hüccetlere, bürhanlara dayanan atom bombası veya nükleer enerji kuvvetinde bir yoruma ihtiyaç vardır.
Ayrıca insan, sadece kalpten ibâret değil. Başta akıl, vicdan olmak üzere, sâir duygu ve lâtifelerinin de doyması gerekmektedir.
Eski zamanda, imân esasları mahfuzdu, teslim kuvvetli idi. Teferruâtta, âriflerin mârifetleri (bilgileri) delilsiz de olsa, beyânatları makbul idi. Fakat, şu zamanda dalâlet-i fenniye elini esâsâta ve erkâna uzatmış olduğundan, her derde layık devâ1 ve bürhanlara dayanmak zarûret arzetmektedir.
Her mevsimde, rağbet edilen bir mal, bir nesne bulunur. Kışın yünlü, kalın, yazın ince, beyaz renkte elbiseler revaçtadır. Bugünkü âlem çarşısı, yâni, sosyal hayatında da, “siyaset metâı, dünya hayatının temini, şaşaası, lüksü ve felsefe” gibi üç önemli mesele hükümranlık sürdürüp akıl ve zihinleri meşgul etmektedir.
Her devrin mesaisine o devrin ihtiyaçları yön verir. Bugünün insanı da dünün metoduyla ve çalışma tekniğiyle değil, fakat malzemesini dünden alarak ve yaşadığı devrin ihtiyaçlarına göre çalışmalar yaparak mesaisini sürdürmek2 zorunda.
İmân esaslarının inkâr edilip, ateizmin hüküm sürdüğü, yabancı âdetlerin Müslüman toplumları istilâ ettiği; bid’aların çoğalıp her yere girdiği; dalâletin tahribatının şiddetlendiği3 dehşetli bir zaman diliminde yaşıyoruz. Pozitivist-tabiatperest ve sair felsefî akımlar; doğrudan doğruya din, imân ve ibâdetlere saldırarak; maddenin ezelî olduğunu kabul etmekle (ve etmeye çabalamakla), Allah’ın yaratıcılığını, dolayısıyla ulûhiyet fikrini temelden reddetmekte4 ve doğrudan doğruya imânın köklerine, erkânına şiddetli ve cemaatli bir sûrette taarruz etmektedir. Çok deliller ve parlak bürhanlar ile, îmânın ispatına ve tahkîkine ve muhâfazasına ve şübehâttan kurtulmasına (aklî, ilmî-fennî ispat ile) hizmet etmek gerekmektedir.
Ayrıca, şüphelerin ve Kur’ân’ın dehşetli darbelerinden intikam besleyen muannid Yahudîlerin ve mağrur bir kısım Hıristiyanların hücumlarını def edip mukâbele eden her asırda Kur’ân’ın pekçok kahramanları ve mânevî kaleleri vardı. Bugün, felsefecilerin, birikimlerini kitle iletişim vasıtalarıyla yol bularak yaygınlaştırması; müdâfîlerin yüzden iki üçe inmiş ispat ihtiyacını yüze çıkarmış.5 Dolayısıyla son derece aklî ve ilmî ispata ihtiyaç vardır.
Eğer dalâlet cehâletten gelse, izâlesi kolaydır. Fakat, dalâlet fenden ve ilimden gelse, izâlesi gerçekten zordur. Eski zamanda ikinci kısım binde bir bulunuyordu. Bulunanlardan, ancak binden biri dinî bilgilerle aydınlatılarak yola gelebilirdi. Çünkü öyleler kendilerini beğeniyorlar, hem bilmiyorlar, hem kendilerini bilir zannediyorlar.6
Dipnotlar: 1- Mektûbât, s. 351.; 2- Ali Yıldırım, Hadis II, İzmir, 1992, s. 116.; 3- Sözler, s. 442.; 4- Şerafettin Gölcük, Süleyman Toprak, Kelâm, Konya, 1998, s. 120.; 5- Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî, s. 95.; 6- Mektûbât, s. 27.
11.01.2007
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Cennet yaşındaki Hakkı Ağabey |
|
Aslında çok sık rüyâ gören biri değilim. Nâdiren görürüm ve gördüğüm rüyâların hemen hepsinin yaşadığımız hayatla çok bağlantılı olduğunu yakînen şahit olurum.
Nitekim, bu defa da yine öyle oldu: Buna kendi ailem gibi, geçtiğimiz Cuma gecesi rahmet–i Rahman'a kavuşan Hakkı Yavuztürk Ağabeyin ailesi de şahittir.
Vefatından bir ay kadar evvel gördüğüm bu hayırlı rüyâyı, bilvesile sizlerle de paylaşmak istiyorum.
Öncü bahtiyarlardan
1934 Erzincan Kemaliye doğumlu olan Hakkı Yavuztürk, yurdun muhtelif yerlerinde fedakârane hizmetlerde bulunmuş bir sağlık memuruydu.
Risâle–i Nur'u okuması ve Nur Talebeleriyle tanışması, talebelik hayatının geçtiği İstanbul'da 1952 senesinde nasip olur. Ayrıca, 1960'a kadar Üstad Bediüzzaman Hazretleriyle de mükerrer defa görüşme bahtiyarlığını yaşar.
Bu sebeple, kendisi hem "saff–ı evvel"den bir baytiyar, hem de bilhassa İstanbul'daki Nur hizmetinin çekirdeğini teşkil eden heyetin içinde bulunmuş bir öncü kahramandır: Hakkı Ağabey, İstanbul'da teksir, matbuat ve neşriyat hizmetlerinde bilfiil çalıştığı gibi, burada "Nur'un ilk medresesi" hüviyetini kazanmış olan Kirazlı Mescit Sokağındaki meşhûr "Süleymaniye dershanesi"nin hizmete açılmasında da en aktif rolü oynamıştır.
İleriki günlerde, inşaallah onun bu meyandaki hizmetlerinden ve hatıralarından da söz etmeye çalışırız.
Ev ve işyeri komşuluğu
Hakkı Ağabeyle tanışmamız, 1979 yılının ilk günlerinde oldu. O tarihten vefat ettiği 2007 yılı ilk günlerine kadar, kendisiyle bâzan her gün, bâzan haftada bir ve bâzan da ayda bir olmak üzere, sayısız kereler görüşüp sohbet etme imkânımız oldu.
Zira, Hakkı Ağabeyle iki yönlü bir komşuluğumuz vardı. İkimizin de evi Fatih'te, işyeri ise Cağaloğlu'ndaydı. O, İstanbul İl Sağlık Müdürlüğünde, biz ise aynı cadde üzerindeki Yeni Asya'da çalışıyorduk.
İşte, bu sebebledir ki "saff–ı evvel" ve "son şahitler" kervânından, âcizane en çok görüşüp sohbet edebildiğim ve hatıralarını dinleyerek en ziyade istifadeye mazhar olduğum kişi, aziz Hakkı Yavuztürk Ağabey oldu.
Tam da "Cennet yaşı"nda
Hakkı Ağabey, bundan 3–4 sene kadar evvel ağır bir kalp ameliyatı geçirdi. Kan grubumuz uyuştuğu için, ameliyat esnasında kemâl–i muhabbetle gidip kendisine taze kan verdim. Bundan dolayı da, aramızda apayrı bir muhabbet bağı gelişti.
İyileştikten sonra, zaman zaman kendisine takılır ve bazı "Türkçü" yakınlarını da ima ederek derdim ki: "Bak Hakkı Abi. Şu anda sizin damarlarınızda hâlis 'Kürt kanı' dolaşıyor."
O da bu "Lâtif nükte" karşısında aniden tebessüme gelir, hatta bâzan gözleri yaşarırcasına gülmekten kendini alıkoyamazdı.
İşte, bu derece cân û gönülden sevip hürmet ettiğim Hakkı Ağabeyi, bundan otuz–kırk gün kadar evvel bir gece rüyâmda çok gençleşmiş olarak gördüm. Tam da, Cennet yaşı olan 33 yaşlarında...
Rüyâda çok hareketli, dinamik bir ruh haleti içindeydi. Elinde bir siyah deri çanta vardı ve benimle evimizin önünde Nur'un hizmetlerini konuşuyordu.
Hatta öyle ki, rüyâda dahi bu hale hayret ederek kendi kendime diyordum: "Fesubhanallah, bir insan nasıl olur da bu derece gençleşir? Acaba ameliyattan dolayı mı böyle oldu, yoksa benim kanım mı ona çok iyi geldi de, böyle gençleşti?"
Çok aciptir ki, aynı rüyâda düşünmeye devam ederek "Yoksa, şu anda ben rüyâ mı görüyorum?" diye düşünürken, o tatlı uykudan uyanıverdim.
Hemen ertesi gün, bu rüyâmı Hakkı Ağabeyin kerimesi Yasemin Hanım kardeşime anlattım. Ancak, vâ–esefâ ki ondan şu cevabı aldım: "Lâtif Ağabey, babam çok ağır hasta; evde yatıyor. Hastahaneye götürüp getiriyoruz; ama durumu çok kritik. Sizlerin duâsını bekliyoruz."
Meğerse, Hakkı Ağabeyin son hastalığıymış bu: Ebedül–âbâd yolculuğuna çıkmanın arifesindemiş meğer...
Hemen ziyaretine gitmek istedik. Bir grup arkadaşla gitik; ancak o esnada uyuduğu için geri döndük ve birkaç gün sonra tekrar gidip ziyaret ettik.
Arkadaşlarla onu tam bir şükür, sabır ve metanet hali içinde gördük. O vaziyette bile bizimle tebessümler ederek sohbet etti ve çok mânidar hatıralar anlattı. Biz de, inşaallah onların bir kısmını sizinle paylaşmaya çalışırız.
Büyük kayıp
Hakkı Ağabeyi kaybetmekle, aynı zamanda çok sâdık, çok müdakkik bir okuyucumu da kaybetmiş oldum. Gazetemizi hergün dikkatle takip eder, yazılarımızdan dolayı tebrik ve duâlarını hiç esirgemezdi.
Neşredeceğimiz hatıra notları arasında kullanmak üzere, fotoğraf albümünden seçmeler yapmaya çalışırken, şu gördüğünüz resim birden dikkatimizi çekti. Zira, yukarıda bahsini ettiğimiz rüyâda, Hakkı Ağabeyi tam da o yaşlarda görmüştük.
Dahası, resmin çekildiği tarihe bakmadan önce "Rüyâda, bu halinden iki–üç yaş daha büyük gösteriyordu" diye kendi kendime söylendim.
Resmin arkasına bakınca da, tahminimizin tam isabetle tuttuğunu hayretler içinde gördük: Bu fotoğraf 8.2.1965 tarihinde çekilmişti ki, Hakkı Ağabey bu tarihte henüz 31 yaşında bulunuyordu.
Demek ki, ben onu hakikaten rüyâda Cennet yaşı olan 33 yaşlarında görmüşüm. Cenâb–ı Hakkı rahmet ve mağfireti onun üzerine olsun.
GÜNÜN TARİHİ 11 Ocak 1556
Fuzûli–i Bağdadî
Asıl adı Mehmed olan Bağdatlı şâir Fuzûlî, bir sarî illet (bulaşıcı hastalık) haline gelen tâun (vebâ) sebebiyle Kerbelâ’da (doğ. 1480) vefât etti.
Bağdat Kasidesi, Hüsn ü Aşk, Leylâ vü Mecnûn, Şikâyetnâme gibi önemli eserlerin sahibi de olan Fuzûlî’nin en meşhur ve en çok takdir gören şiiri ise, Hz. Muhammed (asm) için yazdığı “Su Kasidesi”dir. Bu uzun kasidenin bazı beyitleri şöyle:
Saçma ey göz eşkden gönlümdeki odlare su
Kim bu denlü tutuşan odlara kılmaz çâre su
Yâ Habîballah yâ hayrü’l beşer müştakunam
Eyle kim leb-teşneler yanup diler hemvâre su
Yümn-i na’tünden güher olmuş Fuzûlî sözleri
Ebr-i nîsândan dönen tek lü’lü şeh-vâre su
Hâb-ı gafletden olan bîdâr olanda rûz-ı haşr
Aşk-i hasretden tükende dîde-i bîdâre su
Umduğum oldur ki rûz-ı haşr mahrûm olmayam
Çeşm-i vaslun vire men teşne-i dîdâre su
11.01.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kirlilik, sadece eşyada değil.
Çevrede, okulda, sokakta, caddede, işyerinde, evde, denizde, dağda, bayırda ve her yerde.
Çevrede bu kirlilikler başgösterirken, ses kirliliği, görüntü kirliliği, manevî kirlilik insanın dünyasını alt-üst etmeye yetiyor da artıyor bile.
Özellikle gönümüzde medeniyetin getirdiği iyilikler, bazı iyi şeyleri de alıp götürüyor.
Temizlik, günümüz modern toplumlarında en önemli yeri işgal ediyor. Bir çok devlet, bunun için özel bakanlık kuruyor, caydırıcı bazı kanunlar çıkarıyor.
Ama kime? İnsana.
İnsanın bulaşık elinin bulaşmaması şartı ile kâinatta hiçbir intizamsızlık yoktur.
İnsan kirletir, insan berbat eder. Bereket versin kâinatta bir “tanzif” fiili vardır. O temizler. “Tanzif” temizleyen anlamına geliyor.
Eğer yeryüzündeki canlıların leşleri öylece kalmış olsa idi, dünya yaşanmaz bir hâl alırdı ve eğer sadece karasinekler temizlettirilmese idi yeryüzünün üzeri yirmi beş santim karasinek leşi ile kaplı olacaktı.
Halbuki kirletilmemiş toprak, temiz su ile eşdeğer kabul edilmiştir.
Maddî kirlilikleri bir an yok edebilirsiniz. Ama, manevî kirliliğe çare bulamaz iseniz, bu kirlilik bizi dünyada ve ahirette dehşetli bir cezaya sürükler.
Bu açıdan temizliğin her iki yönde gelişmesi ve insanda yerleşmesi gerekiyor.
“Temizlik imandandır” hadisini herhalde bilmeyen ve duymayan kalmamıştır? Hadisi bu iki katagoride değerlendirmemiz gerekiyor.
Dışı temiz, içi kin ve nefret tohumları ile dolu bir insanın kirlilikten kurtulması mümkün değildir.
Dünya ve ahiretin kıymetini bu anlamdaki temizler bilebilir.
11.01.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Kehf sûresinin ilk on âyeti |
|
Van’dan okuyucumuz: “Sûre-i Kehf’ten on âyet ezberleyenin deccalin fitnesinden muhafaza olunacağı ile ilgili bir hadisten bahsediliyor. Böyle bir sahih hadis var mıdır? Açıklar mısınız?”
Ebû’d-Derdâ radiyallahü anh bildirmiştir: Peygamber Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâm buyurdu ki: “Her kim Kehf Sûresinin başından üç âyet okursa Deccal fitnesinden korunur.”1
Ebû’d-Derdâ radiyallahü anhın bir diğer rivayetini de Müslim kaydetmiştir: Peygamber Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâm buyurdu ki: “Her kim Kehf Sûresinin başından on âyeti ezber ederse Deccâl’in fitnesinden korunmuş olur.”2
Bu hadis, sıhhatli ve güvenilir ölçülere sahip Kütüb-ü Sitte hadislerindendir. Hem Müslim’de, hem Tirmizî’de yer alır. Tirmizî bu hadisi zikrettikten sonra: “Bu hadis, hasen-sahihtir” notunu düşmüştür. O halde, bu hadisin sıhhatinden şüphemiz yoktur.
Hadis-i şerifte Peygamber Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâm Müslüman’lara âhir zamanın büyük fitnesinden olan Deccâl’den korunma yollarından birini gösteriyor. Bu yol duâ yoludur. Dehşetli bir fitneden Allah’a sığınma yoludur. Allah’ın himâyesini ve korumasını talep etme yoludur.
Demek bu duâyı yapan, yani Kehf Sûresinin başından on âyet ezberleyen veya en azından üç âyet okuyan kimse, Deccâl’in fitnesinden Allah’ın himâyesine, Deccâl’in dalâletinden Allah’ın hidâyetine, Deccâl’in aldatıcı hevesâtından ve dayanılmaz desîselerinden Allah’ın doğru rehberine ve hak kılavuzuna Allah’ın izniyle sığınabilecektir.
Burada işaret olunan, şüphesiz, duâmızın kavlî cihetidir. Duâmızın fiilî ciheti ise, ahir zamanda Deccâl’e yetişen Müslüman’ın Mehdî’ye intisap etmesi ve bu intisabın gereklerini yerine getirmesidir. Deccâl’in fitnesinden korunmak için, hiç şüphesiz, diğer duâlarda olduğu gibi, kavlî dua ile fiilî duayı birleştirmek lâzımdır. Duanın her iki ayağını da yerine getirdiğimizde inşallah duamızla arzu ettiğimiz neticeyi Cenab-ı Hak’tan istemiş oluruz. Allah’a gereği gibi sığındıktan sonra, Allah’ın bizi koruyacağı hakkında hüsn-ü zan ederiz. Takdiri ise Allah’ın hikmetine bırakırız.
Kehf Sûresinin başındaki on âyet mealen şöyledir: “Hamd Allah’a mahsustur ki, kuluna kitâbı indirmiş ve o kitapta hiçbir tezat ve eğriliğe yer vermemiştir. O kitabı dosdoğru indirmiştir–tâ ki, kâfirleri kendi tarafından gelecek şiddetli bir azapla korkutsun ve güzel işler yapan mü’minleri de Cennet gibi güzel bir mükâfâtla müjdelesin. Onlar orada ebedî kalacaklardır. Bir de, ‘Allah kendisine evlat edindi’ diyenleri korkutsun. Onların da, atalarının da, bu hususta hiçbir bilgisi yoktur. Ağızlarından çıkan söz ise çok büyüktür. Onlar yalandan başka bir şey söylemiyorlar. Onlar bu Kur’ân’a inanmıyorlar diye, sen onların arkalarından neredeyse kendini üzüntüden tüketeceksin. Yeryüzünde ne varsa biz dünya için bir süs olarak yarattık ki, insanlardan hangisi daha güzel işler yapacak diye onları imtihan edelim. Onun üzerindeki her şeyi Biz muhakkak kupkuru bir toprak haline getireceğiz. Yoksa bizim ayetlerimiz içinde Kehf ve Rakîm ashabının garip bir şey olduğunu mu sandın? O gençler mağaraya sığındıklarında, ‘Ey Rabbimiz!’ demişlerdi. ‘Bize Yüce Katından bir Rahmet ver. Ve işimizde Senin rızana erişmek için muvaffakıyet nasip et.’”3
Allah ehl-i imanı deccal fitnesinden muhafaza buyursun. Âmin.
Dipnotlar:
1- Tirmizî, Kur’ân’ın Fazîletleri, 5
2- Müslim, Salâti’l-Misâfirîn, 44
3- Kehf Sûresi: 1-10
11.01.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Serdar MURAT |
MİT ve muhbir linki |
|
MİT Müsteşarı Emre Taner, Barzani ve Talabani ile yer sofrasına oturup, saatlerce konuşabilecek kadar, “Kürt sorunu”nu içeriden tanıyan bir isim.
Molla Mustafa Barzani’nin hayatta olduğu günlerde kendisiyle en iyi ilişkilere sahip biri olacak kadar da Kürt sorununun tarihî arka plânına vakıf, Ortadoğu’yu iyi bilen bir istihbaratçı
İmralı’da Öcalan’la Kürt sorunu, PKK ve Ortadoğu üzerine uzun bir görüşme yaptığı ve orada Öcalan’ın kendisine, “Bugüne kadar neredeydiniz?” dediği biliniyor.
Kürt sorunu denilince kafasında üç-beş çapulcu değil, Ortadoğu ve dünyanın yeni gerçeği olarak bakabilecek ölçüde konuya, farklı bakabilen bir isim.
Zaten kendisi de sorunu içselleştirecek bir nüfus kaydına sahip, Diyarbakır doğumlu.
Sorunu içinde yaşayan bir istihbaratçı.
Ortadoğu’yu, yeni dengeleri ile bilen birisi olmanın ötesinde dünyanın nereye gittiğini açık bir zihinle analiz edecek kadar da birikimli bir insan.
Tabiî bunlar hayatı gizlilik içinde geçmiş bir istihbaratçıya ait bilgilerden elde ettiğimiz bir Emre Taner portresi…
Emre Taner, MİT’in 80. kuruluş yıldönümü nedeniyle bir açıklama yaptı.
Biz kafamızı fena halde iç tartışmalara gömdüğümüz ve cumhurbaşkanlığı seçiminden başka bir şey düşünmediğimiz için bu açıklama ilk anda şok etkisi yaptı. Kafamızı soktuğumuz kumdan çıkarıp, dışımızda bir dünya olduğunu fark etmemize yol açtı.
Emre Taner’in açıklaması satır satır incelendiğinde, “soğuk savaş sonrası yıkılan iki kutuplu dünyadan sonra, içine girilen belirsizlik sürecini öngöremeyen istihbarat örgütlerine yönelik bir eleştiriyi” içeriyor. Bir anlamda istihbaratçı dünyasının iç hesaplaşması.
Ancak orada yetinmiyor. “İstikrarın zaman zaman elde edilen, ama kalıcı olmayan bir unsur olduğuna dikkat çekip, yaşanan değişime getiriyor” sözü. Küresel değişimin global etkileri diye altını çizdikten sonra, Türkiye’de bazı kesimleri rahatsız eden o cümleyi sarf ediyor:
“Bulunduğumuz dönem, gelecekte bir çok ulus devlet ve milletin hızlı bir şekilde tarih maratonunu kaybetmeye başladığı süreci anlatacaktır” dedikten sonra birçok gücün bu gelişmelere dayanamayıp ulus egemenliğini kaybedeceğini ifade ediyor.
Ve küresel gelişmelerin baş döndürücü bir hızla devam ettiği bir dönemde Türkiye’nin bir “bekle-gör” lüksüne sahip olmadığını kaydediyor.
Burada tartışmamız gereken ince biz çizgi var. Ulus devletlerin sorunların çözümünde yetersiz kaldığı bir vakıa... Türkiye’nin en önemli beş sorununu sayın deyin, bunların tamamı da ulus devlet zihniyetinin bir ürünü değil mi?
21. yüz yılda karşı karşıya olduğumuz en ciddî sorun olan Kürt meselesi, başörtüsü, mezhep ayrılığı, sağ-sol çatışması hep ulus devlet tatbikatımızın bir sonucu değil mi?
Bu tespite bir itirazım yok. Ancak dinamik olmak uğruna, büyük güçlerin rüzgârlarına kapılıp, onların aktörü konumuna düşmemeliyiz. Eğer Özal ve Erdoğan’a uysaydık, dinamik dış politika adına Irak’ta ABD’nin maşası olacaktık. ABD şimdi bir yandan Irak’taki bataktan çıkmaya, diğer taraftan da bu batağı tüm bölgeye yaymaya çalışıyor.
Bu ince, ama kritik bir çizgi ve ne pahasına olursa olsun korunmalı.
Tüm bunlarla birlikte MİT Müsteşarının çok yaman bir çelişkisine dikkat çekmek istiyorum.
Belki bugün MİT’in Yenimahalle’deki karargâhında konuk edeceği Başbakan Erdoğan ve kabine üyeleri de benzer konuyu gündeme getirecekleri için, Emre Taner’in şimdiden hazırlıklı olmasını öneriyorum.
İstihbarat stratejisi adına bir vizyon ortaya koyabilecek kalibrede birisi olan Emre Taner, peki vatandaşları muhbirliğe teşvik eden uygulamayı neden başlattı.
MİT’in internetteki sitesinde yer alan,“Nasıl yardım edebilirsin?” konulu linkten söz ediyorum.
Vizyon sahibi Müsteşarın yapacağı bu muydu?
Bu ülkede asker parkası giydikleri ya da sünnet bıyığı olduğu için “solcu” ya da “irticacı” diye insanların damgalandığı devirlerin geride kaldığı düşünülebilir. Ama TRT Genel Müdürünün ve Merkez Bankası Başkanının atanmasında gördük ki, ülkenin Cumhurbaşkanı komşulara, kapıcılara sordurarak kararname onaylıyor ya da veto ediyor.
27 Mayıs’ta demokrat avı yaşandı. 12 Mart’ta komünistler, dindarlar hücrelere tıkıldı, 12 Eylül’de ise sağcı-solcu kim varsa ihbar furyasından işinden, sağlığından hatta canından oldu.
28 Şubat bunun en sinsice yapılanıydı. Muhteris bürokratlar rakiplerini, aidat borcunu ödemediği için kavgalık olduğu apartman yöneticisi ihbar eden komşulara tanık olduk. Askeriye de birçok insan bu tür ihbarlar sonucunda mesleğini, bürokrasidekiler pozisyonunu, özel sektördeki işini kaybetti.
MİT bu uygulama ile vizyonuna ters düşen bir muhbir vatandaş kapısını açtı. Mehmet Ali Alabora ile Sibel Kekili’nin başrolünü oynadığı, “Eve dönüş” filmi vardı. 12 Eylül’deki asılsız bir ihbar yüzünden içeri alınan onca işkenceden sonra, “kusuru bakma” diyerek yarı sakat kapıya bırakılan bir gencin hikâyesi anlatılıyordu.
Anlaşılan MİT sayesinde “eve dönüş”lerimiz daha da artacak…
11.01.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Peki, kim yasakladı? |
|
“Yasak” denince ilk akla gelen, elbette “kanunsuz başörtüsü yasağı” oluyor. Ancak, “Türkiye’nin önünü tıkayıp ufkunu karartan” başka yasaklar da olmuştur. Bunlardan biri de “Osmanlıca” ya da “eski yazı/eskimez yazı” dediğimiz okuma/yazma şeklidir.
Kur’ân alfabesi ile yazılan ve Osmanlıca denilen bu yazının yazılması ‘yasak’lanınca, bir millet koca bir medeniyet kültüründen mahrum kalmıştır. 1928’deki “harf inkılabı” sonrası yetişen nesil, Kur’ân alfabesi ile yazılan ‘Osmanlıca’ eserleri okumayı unuttu. Aradan yıllar geçince öyle bir noktaya geldik ki, dedelerimizin özel mektuplarını bile okumaktan mahrumuz.
İşin ilginç olan yanı, bu yapılanla uzun yıllardan beri övünülmektedir! Hatta bu konu, ilk-okula başlayan çocuklarımıza öyle bir şekilde anlatılıyor ki, sanki ‘yeni bir dil icad edilmiş’ ve ‘elif/be’ yerine kullanılan ‘a, b, c’ harfleri bu ‘devrim’le birlikte dünyaya hediye edilmiş. Oysa ‘başkasına ait’ denilmek suretiyle terk edilen ‘elif, be’nin yerine daha önceden var olan ‘latin alfabesi’ alınıp kullanılmaya başlanmış.
Bu tercihin kültür dünyamızda açtığı yara bir yana, çocuklarımızın zihninde açtığı yarayı da düşünmek gerekmez mi? (“Benim çocuğum süper zekâya sahip, böyle bir bocalama yaşamadı, yapılan işi şıp diye ilk günde anladı” diyenler var ise, lafımız olmaz. Ama bir veli olarak bu sıkıntıyı yaşadığımı itiraf etmeliyim. Çünkü çocuklar, ‘alfabe değişikliği’ni ‘yeni bir dil icadı’ şeklinde anlıyor...)
Tarih yazılarıyla tanınan Murat Bardakçı’nın bir soruya verdiği cevap bu konuyu gündeme taşımış oldu. “Siz kendinize ‘aydın’ denmesine karşı çıkıyorsunuz, neden?” şeklindeki soruyu cevaplandıran Bardakçı şöyle demiş:
“Aydın demek, cahil ve hain demektir bu ülkede. Türkiye’de entelektüelliğin şartı Osmanlıca bilmektir. Bugün İran bir molla rejimidir diye, laf atabilirsiniz ama ciddi bir entelektüel hayat vardır İran’da. O ‘molla’ dediğiniz sarıklı insanların hepsi Doğu’yu ve Batı’yı çok iyi bilen insanlardır. Bizde kendi kültürünü bilmez, İngilizce’den okumaya çalışır. Batı’yı bilmez sadece kafa çekip ahkâm keser. Ben şunu söylüyorum: Türkiye’de Osmanlıca bilmeyen entelektüeller cahildir. 1928 öncesi yazılmış şeyleri okuyamıyorsanız eğer, hiç ‘okur-yazarım’ diye geçinmeyin. Bugün bir İngiliz entelektüeli Shakespeare’i, Shelly’yi okur, bilir. Bizimkiler Nedim’i, Fuzuli’yi anlamaz, Şeyh Galip’i utanmadan İngilizcesinden okurlar. Birçok tarih kitabı hâlâ Osmanlıca’dır bizde. Kendi kültürünü bilmeyen entelektüel olamaz.” (Sabah Cumartesi eki, 6 Ocak 2007)
Tesbit yüzde yüz haklı. Ancak bir eksiği var: ‘Osmanlıca’yı okumayı, öğrenmeyi kim yasakladı? 1928’den önce yayınlanan eserleri okuyamıyorsak bunun ‘suç’u sadece bizim tembelliğimizde mi? Bugünkü ilkokul kitaplarında dahi Osmanlıca ‘tu kaka’ yapılmıyor mu? Son yıllarda Osmanlıca kursları açılıyor ve öğrenmek isteyen öğreniyor. Ancak unutulmamalıdır ki, uzun yıllar Osmanlıca öğrenilmesi ve Osmanlıca kitap basılması yasaktı.
Gerçekleri bilelim, çocuklarımıza da öğretelim...
11.01.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|