Mübarek Ramazan ayındayız. Ağızların huzurla açıldığı, kalplerin sevgiyle kaynaştığı ve yakınlaşmaların birliğimize güçlü mesajlar kattığı özel zamanlardayız. Hayatımızın, toplumumuzun ve inançlarımızın kayda değer bu dönemini doğru yaşamak, milletin ortak hassasiyetine saygılı olmak ve bütünleştirici davranmak, millî birliğimize ciddî mânâda katkı yapar.
Gel gör ki, ağız tadımızı muhafaza edemiyoruz. Siyasî ve sosyal olaylara müdahaleler yaşanıyor ve gerilim senaryoları öne çıkıyor. Zor bir coğrafyanın çetin şartlarında, ülke birliğini tesis ederken, çaplı düşüncelere ve kucaklayıcı ufuklara daha çok ihtiyacımız varken, bunu zedeleyici tavır ve tutumlar, toplum katmanlarını rencide eder.
Buna dikkat etmek, en çok sorumlu mevkide devletin makamlarını işgal eden zevata düşer. Siyaset değişken ve kaygan zeminine rağmen, toplumun beklentilerine duyarlı ve tepkilerine açık olurken, bürokratik devleti temsil eden atanmışların farklı ve çatışmacı tarzları, kamu yönetimini amaç dışı noktalara çekmektedir.
Son günlerde, üniversitelerin açılışıyla başlayan irtica paranoyası ile Ramazan ayının kutsiyetini ve dinî atmosferin bu denli canlı sonuçlarını görmezden gelip rahatsızlık vermek, sosyolojinin doğrularıyla çelişmektedir.
Bu durumu, ülkenin dinamiklerini ve demokratik standardını yükseltme çabalarını baltalama girişimi olarak addetmemek elde değil. Özelikle AB sürecinde, Avrupa Parlamentosunun ağırlaşmış metni olan Türkiye raporunu görüşmeye başladığı müzakere arefesinde, iç politikada kargaşaya sebebiyet vermek, bir tahammülsüzlük ve ket olma örneğidir.
Bilinmelidir ki, milletinden şefkatini esirgeyen, bakış açısına pozitif pencereler açmaktan uzak duran ve kendi dayatmaları ile toplumu dizayn etmek isteyen hiçbir güç, demokratik refleksler karşısında tutunamaz.
Farklılıkların kabulünde alışkanlıklarımıza yenik düşüp, beraber yaşamanın mutabakatını aramazsak, ifadelerimizin özgül ağırlığı kırılgan sonuçlarla karşılaşır. Millî bağları zaafa uğratacak beyanlardan kaçınmak, milletin yaşayan değerlerine ve hayat iklimine itina göstermek, her aydının ve görevlinin temel sorumluluğudur.
Tersi gelişmeler, daha fazla tepki ve iç kanamayı arttıracaktır. İç enerjimizi verimsizleştirecektir. Kalkınmakta olan bir ülkenin kaynaklarını çoraklaştırıcı süreçlerden korumak ve tahriklerden kaçınmak, asgarî şartlarda bile azamî dikkat isteyen vatandaşlık şuurudur.
Özellikle, birinci derecede kamu sorumluluğu olanların, her konuşmasında ve uygulamasında; anayasal sınırlarda, demokratik parlamenter sistemin siyaseti yönetme erkine bağlılığa dikkat etme vebali vardır.
Yukarıdaki çerçevenin aksine; topluma ve değerlerine müdahale sayılacak tasarruflar ile siyasete, siyaset dışı kalıp giydirme üslûbu ve yaklaşımı, Türkiye’nin demokratik imajını ve AB fiiliyatını gölgeler.
Bu gölgelerin sahipleri, geçici olan ve güneşin izdüşümü ile değişen gölge boyuna güvenmemelerini salık vermek, ayın masumiyetine yaraşır bir kanaatimizdir. Milletin cesameti, kendinde kuvvet ve kudret vehmeden mekanizmaların çok üstündedir.
Esasen, okula, camiye ve kışlaya siyasetin girmediği ve bu prensibin geçerliliğini koruduğu bir kültürün oluşmasına ihtiyacımız var. Sınır ihlâlleri, hak tecavüzleri ve hukuki çerçeveleri zorlayan teviller; normal ve modern zamanların kabullenebileceği bir tarz değildir. Modern ve demokratik ülke olma iddiası da, böylesi sendeleyen bir yürüyüşü hak etmemektedir.
Çöp toplama belediyenin sorumluluğundayken, bunlara katkı yapmak kamu sorumluluğu iken, askerin yürüyüşünü destekleyecek ve pankartla tepki verecek kadar Hakkari’de toplumsal projeye soyunması tartışmaya açık bir pozisyondur.
Hele cemaatleri eleştirmek, toplumun dinamikleri ve gerçekleri ile çatışmaktadır. Sosyolojinin ve siyaset biliminin temel verilerinden biri olan cemaatleşme kültürünün tarihî köklerini bilememek ve bugüne münhasırmış gibi yok saymak veya “mücadele”ye kalkışmak, sağduyunun onaylamayacağı bir yaklaşımdır.
Komutanlar, siyasî demeçlerden ve toplumu yaralayıcı konuşmalardan kaçınmalıdırlar.
27.09.2006
E-Posta:
[email protected]
|