Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 27 Eylül 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Görüş

21 milyar YTL nedir? (1)

4447 sayılı yasanın 46’ıncı ve müteakip maddeleri SSK’lı işsizlerin kendi kusuru dışında işten çıkarılmaları, son üç yıl içinde en az 600 gün prim ödenmiş olması ve son dört ayında da geçersiz bir sebeb dışında çalışmasına ara vermemiş olmaları halinde işsizlik ödeneği almalarını öngörür. İşsizlik ödeneğinin gelir kaynaklarından biri ise SSK’lıların prime esas kazançlarının yüzde 1 işçi, yüzde 1 devlet, yüzde 2 işveren nemalandırmadan elde edilen gelir (faiz) kaynaklarından oluşmaktadır.

Bu yasa hükmü uyarınca 2000 yılının Haziran ayından itibaren 100 bine yakın işsize (Temmuz 2006 tarihine kadar 99 bin 664 kişiye 26.559.000.00 YTL) asgarî ücretin yüzde 50’si ile yüzde 100’ü arasında ödeme yapılmasına, bu işsizlerin hastalık, analık gibi prim ödemelerinin gerçekleştirilmesi, meslek edindirme kurslarının verilmesi, bilgi işlem alt yapısının iyileştirilmesi, ücret garanti fonu ödemesi, kısa çalışma ödemesi gibi bazı harcamalara rağmen, 2006’nın Temmuz ayı itibariyle Türkiye İş Kurumu İşsizlik Ödeneği Fon Yönetim Kurulunun hesaplarında beş buçuk yılda başlıkta belirtilen 21.000.000.000 YTL (21 milyar YTL) nakit para birikmiştir.

Paranın birikmesini önlemek için, her ne kadar, işsizlik ödeneğini alabilme şartlarının genişletilmesi yasa çalışmaları devam etmekte ise de, kamu oyunun dikkatinden kaçan bu büyük miktar ülkemiz bütçesinin önemli bir bölümünü de kapsamaktadır. Bu sebeple işsizlik ödeneği alma şartlarının kapsamı ne kadar genişletilirse genişletilsin, yine de bu fonda para birikmesine mani olunamaz. Çünkü sigortacılık anlayışıyla hareket edilmediği gibi, biriken paranın da şartların genişletilmesi gibi bir anlayışla azaltılmaya çalışılması da doğru değildir. Çünkü sigortacılıkta yapılan değişikliklerde rücu mümkün olmakta ve tahmin edilemeyecek handikaplar yaşanmaktadır.

Öyleyse ya köklü değişiklik yapılarak, bundan sonrası için işsizlik sigortasını temelden yapılanmayla bağımsız bir birim oluşturarak profosyonelce yürütülmek üzere plan yapılmalı veya işsizliğin azaltılmasına doğrudan katkı yapacak çözümlere yardımcı olmak üzere anılan paranın kullanılmasını sağlayacak mevzuat değişikliği gerçekleştirilmelidir.

Sigortalı işsizlere işsizlik sigortası hizmetlerini Türkiye İş Kurumu vermekle birlikte, Kurum hem bu hizmeti hemde diğer hizmetleri için alt yapısını tamamlayamamıştır. Meselâ hizmet binalarının 4’te 3’ü kirada olmasına rağmen, İşsizlik Sigortası Fon Yönetim Kurulu (Kurul Başkanı Türkiye İş Kurumu Genel Müdürüdür) anılan yasa doğrultusunda, biriken bu parayı alt yapıyı satınalmak için kullanmaya yetkili değildir.

Ülkemizde yaklaşık 35 bin köy, 15 bin mahalle bulunmaktadır. Asırlar öncesinde yani işsizliğin sıfır olduğu zamanlarda, her köy ve şehirde her bölge kendi ihtiyaçlarını kendileri karşılardı. Zamanımızda hayat standardının çeşitlenmesi ve artması sonucunda ihtiyaçlarında artması, hatta modern ve lüks hayatın zaruri ihtiyaç halini alması sonucunda, mahallelerde ve bölgelerde tüm ihtiyaçlar karşılanamamaktadır. Ancak köy ve mahalleler bazında o kesimin bazı ihtiyaçları giderilerek, korkutan ve büyük sorun olan işsizlik yerel olarak azaltılabilir.

Yani, İşsizlik Fonunda biriken 21.000.000.000 YTL parayı köy ve mahalle toplamı olan 20 bine böldüğümüzde her köy ve mahalle başına 420 bin YTL düşmektedir. Bu miktar nüfus ve ekonomik duruma göre değişebilecek şekilde her köy ve mahalleye, mahalli ihtiyaç ve özelliğine göre birer fabrika yapılabilir.

Fehmi TERZİOĞLU

27.09.2006


Gündemdekiler

1988 yılında Londra’da kaldığımız otelde, Şişli Terakki Lisesi İngilizce öğretmeni sabah erken davranıp, ben daha uyanmadan İngiliz gazetelerini toplayıp odamıza getirdi. Gazetelerin çoğunun ebadı bizimkilerden küçüktü, magazin ilâveleri yoktu ancak, içlerinde ciddî fakat insanları ürkütmeyen, korkutmayan ve hayata küstürmeyen haberler ve resimler vardı.

İki yıl sonra Fransa’nın Nis (Nice) şehrinde de, Fransız gazetelerini incelediğimizde de aynı şeyleri gördük.

Türkiye’de ise çok azı hariç, hangi gazeteyi elinize alırsanız alın, ürkmemek, korkmamak ve hayata küsmemek mümkün değil. Sinirlerinizin kabarması, öfkenizin ve umutsuzluğunuzun artması da cabası. Bu durum yalnız bazı günlerde değil, hemen her gün böyle…

Okuduğum gazetelerin yüzünden önceki hafta sonu (Pazar günü), benim için bir tatil günü değil, adetâ bir işkence günü oldu. Televizyonlarda izlediklerim ise, hepsinin üstüne tuz/biber ekti. Daha fazla dayanamadan, “Dereden, Tepeden” başlığını atıp, hissettiklerimi ve üzüntülerimi bugün Yeni Asya okuyucuları ile paylaşmak istedim.

Belediyedeki bir genel müdürün marifetleri

İstanbul Büyükşehir Belediyesinde ulaşımda kullanılan ve adına “Akbil” denilen akıllı biletleri yöneten genel müdür, tesettürlü eşini evinde bırakıp, Antalya’ya tatile gidiyor. Yalnız değil tabiî. Ama, kiminle? Bir çocuk sahibi evli bir kadınla. Genel Müdür o kadar korkusuz ve arsız ki, bu kadınla poz poz resimler çektiriyor. Gazete, haberi “sür manşet” yapmış.

Doğrusunu isterseniz, ben gazete haberlerine pek inanmam. Çünkü hiç, ama hiçbir kusurum olmadığı halde, öfkesine yenilenler güçlerine güvenip, benim için de vaktiyle asılsız ve iftira nitelikli haberler yapmışlardı. Ancak, bir haberde olayın inkâr edilemeyecek resim ve belgeleri ortaya konursa, hiç kimsenin bir diyeceği olamaz.

Bu genel müdür de, zaten ilişkisini inkâr etmiyor. İyi, ama muhafazakâr bir iktidarın ve muhafazakâr bir belediye başkanının döneminde, kendisine güvenilerek o makama getirilen bir kişi, böyle biri mi olmalıydı ve böyle mi yapmalıydı?

Genel müdürün herkesi şaşırtan zenginliği ve evli sevgilisine yaptığı harcamaları ise, iktidar partisini şimdi çok iyi düşündürmeli. Bir zamanların hâlâ unutulamayan İSKİ olayı, o zamanki Belediye Başkanının partisinin başında hâlâ bir “kel” gibi duruyor.

İstanbul Boğazı ‘yağma Hasan’ın böreği’

İstanbul’u, İstanbul yapan ve yabancıların gözlerini kamaştıran kuşkusuz ki, İstanbul Boğazı’dır. Onun “eşsiz” güzelliği dünyanın hiçbir ülkesinde yok.

Bu güzelim boğaz, son çeyrek asırda muhteşem güzelliğini kaybetti. Etrafını saran taş yığınları, onun yeşilliğini ve cazibesini ortadan kaldırdı. Bütün bunlara rağmen, tahribat ve talan, henüz bitmemiş görünüyor. Sık sık değiştirilen imar planları yine değişecek ve boğazdaki arsasının dörtte üçünü Hazineye hibe edene, kalan arsasına inşaat izni verilecekmiş. Kaçak yapıların da yarısı Belediyeye bırakılırsa, iskân izni verilecekmiş. Görüyorsunuz ki, “İstanbul Boğazı, yağma Hasan’ın böreği”

Öncelikle, bir bedel karşılığı inşaat ve iskân izni vermek, düpedüz “rüşvet” almaktır. “Devlet rüşvet alır mı?” derseniz, işte burada almış olacak. Ayrıca, ne bedel karşılığı olursa olsun, İstanbul Boğazına, İstanbul halkına ve güzellikleriyle anılan bu ülkeye, bu kötülük yapılır mı?

Bu konuda başka ne gibi maksatların gözetildiğini ise, burada yazmıyorum.

AKP’li vekilin kaçak inşaatı

İnsanı üzen ve ürküten bir başka haber, bir iktidar partisi milletvekilinin İstanbul 4. Levent’te yerin altına girerek, ruhsatsız olarak yaptığı 10 katlı inşaat, yani, ”kaçak” inşaat.

Neden kaçak yaptığını soranlara ise, milletvekili aynen şöyle diyor. “Nasıl olsa, ruhsatı alacağız.” Sıradan bir insan bu cevabı verebilir mi? Sıradan bir insan kanunsuzluk yapıp da, böyle kendine güvenebilir mi? Ve azıcık sorumluluk duygusu taşıyan bir milletvekili, partisini ve hükümeti bu kadar zor durumda bırakabilir mi?

İşte, Anavatan Partisi sadece kendi çıkarını düşünen bu tür milletvekilleri ve partililer tarafından yıpratılmış ve gözden düşürülmüştü. Yolsuzluklar, bu partinin iktidarında tavan yapmıştı.

Papa, önce kendine baksın

Papanın bir konuşması, geçen haftanın gündemine damgasını vurdu ve olay oldu. Papa son söyleminde kendi düşüncesini değil, 6 asır önce konuşan Bizans İmparatorunun görüşünü, bir kitaptan alıntı yaparak söylemiş. Konu, hiç de büyütülecek bir konu değil. Hırıstiyanlıktaki din kavgaları, işkenceleri ve din sömürüsü, İslâmın hangi döneminde görüldü ki? Onlar, önce kendi evlerinin önünü süpürsünler.

Daldan dala atlayarak yazılacak o kadar çok şey var ki. Var ama, sevindirenler parmakla gösterilirken, üzüntü verenler saymakla ve yazmakla bitmiyor.

Naci AKAY / (E.) İstanbul Millî Eğitim Müd

27.09.2006


Neden makine-i ahvâl güzelce işlemiyor?

“Mühim bir suâl: Neden makine-i ahvâl güzelce işlemiyor?

“Cevap: Zîrâ tecrübe, hamiyet, nûr-u kalb ve nûr-u fikri cem’ edenler, vezâife kifâyet etmezler.”

(Münâzarât, s. 39)

***

Bir Başsavcı benim gözümü açtırdı bu konuda...

Kısaca diyor ki: “Ben, bunca yıllık meslek hayâtımda üç tip bürokrat tanıdım...”

Birisi: Adamın tek derdi bir iş nasıl olur da zorlaştırılır, en zor şekilde yapılır.

Vatandaş önemli bir mes’elesini halletmek için, söylenilen bütün evrakları tamamlar ve büyük bir ümitle söz konusu adamın yanına gelir, evrakları adamın masasının üzerine koyar, adam, önce evraklara şöylece bir göz gezdirir ve “Senin şu, şu belgelerin eksik, önce onları tamamla gel!” der.

Tabiî ki, vatandaş bu duruma şaşırır, ama sesini de çıkartmaz; “Peki efendim!” der.

Gider eksik olduğu söylenilen evraklarını tamamlar ve tekrar gelir.

Bizimkisi, yine şöylece gözünün ucuyla evraklara bir göz gezdirir ve “Senin şu belgenin tarihi geçmiş, git bunun yenisini getir!” der.

Zavallı vatandaş gider yenisini çıkartır, tekrar gelir...

Adam böylece kendisinin ne kadar önemli olduğunu da anlatmak istemektedir aslında...

Ve kendisine bu şekilde değer verdirdiğini bayağı bayağı düşünür..

Olan tabiî ki, bu arada bizim vatandaşa olur; bugün git, yarın gel!..

***

İkincisi: Aslında o işin ehli değildir ve o konuda herhangi birikimi ya da tecrübesi de yoktur..

Parti ayağı veya eş dost muhabbetiyle o makama gelmiştir.

Ona da aynı şekilde vatandaş gelir, evraklarını masasının üzerine koyar, ama adam çok meşguldur..

Bir türlü adamla ilgilenmeye fırsat ve de imkân bulamaz...

Sonunda ise, vatandaşa şöyle der: “Görüyorsun, bugün çok yoğunuz, senin işin bugün kesinlikle olmaz! En iyisi, sen evraklarını bize bırak, biz onlarla yarın ilgilenelim” der.

Vatandaş çâresiz, bırakır evraklarını...

Halbuki adamın maksadı başkadır. İşi bilmediğinden, sağa sola telefon açacaktır, soracaktır o iş nasıl halledilir diye...

Öğrendi öğrendi; öğrenemediyse yine vatandaşın vay hâline...

Yine bugün git, yarın gel anlayışı...

Ayrıca, adam biraz paranoyak gibidir aslında.

Bulunduğu makamı kaybederim korkusuyla olsa gerek, en küçük bir mes’eleye dahi çok aşırı bir ihtiyat ve de temkin ile yaklaşır.

Yanlış yapmaktan, yapmış olmaktan son derece korkar.

Çalışırken acemîliğin belirtisi olarak eli ayağı birbirine dolaşır, aşırı derecede heyecanlanır.

Konuşurken kontrolsüzdür; sesini fazlaca yükseltir ve bu arada çokça da terler...

***

Üçüncüsü ise: Gerçekten işinin ehlidir.

Bileğinin gücüyle, alnının teri ile, yani liyâkatiyle o makama gelmiştir.

Vatanını, milletini gerçekten samîmî olarak sever ve hizmet etmek ister.

Fakat diğer iki tip bürokratın halletmediği veya halledemediği bütün işler de bu arada onun üzerine yıkılır.

Kendisinden, varsa âilesinden fedakârlık yapar, işleri bitireyim diye, fakat bir türlü muvaffak olamaz...

Hem görmeden, evrakını incelemeden bir işi halletmenin sorumluluğunu üzerine almak istemediğinden her şeye bizzat murakebe etmek zarûretini hisseder. Hatta benim bu konuda şöyle bir güzel hâtıram da var:

Bizim İlâhiyât hocalarımızdan bir tanesi, fakülteyi yeni bitirmiş ve çiçeği burnunda Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi Öğretmeni olarak tayini Bitlis’e çıkmış.

Tabiî ki çok hevesli iş yapma ve de sorumluluk alma konusunda...

Neyse, kendisini “Eski Evrakları İmha Kurulu Başkanı” yapıvermişler okulda.

O da tabiî ki, bu durumdan son derece memnun...

Kendisi anlatıyor: “Zaman aşımına uğradığı söylenilen bütün eski evrakları toplayıp okulun bahçesinin orta yerine yığdık. Ve ben sorumlu başkan olarak büyük bir keyif ve de sorumluluk bilinciyle kâğıtları ateşledim... Halbuki, sonra anlaşıldı ki, ‘Dışarıdan Okul Bitirme Sınavları’nda usûlsüzlük yapılmış... Bana da o belgeler imha ettirilmiş... Ondan sonra, ben, mübalâğasız tam beş sene Bitlis Ağır Cezâ Mahkemesinde yargılandım arkadaşlar!..”

Ve tekrarla diyordu: “Arkadaşlar, onun için, siz siz olun, sakın sakın bir şeyi okumadan, iyice araştırıp anlamadan hiçbir şeyin altına imzanızı atmayın!”

Orhan Ali YILMAZ

27.09.2006


Gurbet mektubu...

“Madem her yer misafirhanedir; eğer misafirhane sahibinin rahmeti yâr ise, herkes yârdır, her yer yarar. Eğer yâr değilse, her yer kalbe dardır ve herkes düşmandır.” Bediüzzaman

Gurbette herşey yabancıdır insana... Duvarlar ürkütür insanı, dağlar korkutur. Kâinat bir matem yeridir, o yer senin oluncaya kadar...

Nedir gurbet? Anneden, babadan, dostlardan uzak kalmak mı? Sevdiklerinle aynı mekânda soluklanmamak mı? Annelerimizi, babalarımzı yaratıp kâinatı bize musahhar edenden ayrı kalmaya ne demeli? Asıl gurbet burada başlar. Ezelî düşmana verdikçe elini, güldükçe o bet yüzüne; büyür, genişler gurbet dünya denilen diyar-ı gurbette. Acının en acısıdır, gurbetin en büyüğüdür ezelî düşmana gülümsemek...

Asıl gurbet Onu tanımamak, Ondan uzak yaşamak... Sahipsiz, Hamisiz sanmak kendini, dertleri omuzlamak zayıf bedeninle... Bırak yükünü gemiye, bırak kâinatın Sahibine... Açan çiçeklere rağmen solar umutlar. Gözler göğün maviliğinde arar ulvî gurbeti...

Gurbet içimizde bizim... Onu unuttuktan bu yana, gurbetin en koyusu yaşanır sılada. İnsan dertlerini niye onu dinleyene değil de, onu dinlemeyene anlatır? Gurbet içimizde bizim...

Günlükler Ona aktarılmayanların kâğıda geçirilmesi midir? Duâ ile soluklanmayanların çaresiz çare arayışları mıdır? Kim unutturdu bize Sahibimize anlatmayı herşeyimizi? Gurbet içimde benim...

Öyle bir hâle geldik ki, gurbeti visal sandık. Boğazımıza kadar dünyaya batınca kendimizi ‘buralı’ olur, bizi burada bırakırlar zannettik.

Bu insanların hepsi gurbette! Gözyaşları boşanmasa da gözlerden, gönülleri ürpertir bir tereddüt: “Bu gurbetten nasıl kurtulmalı? Dünya denilen diyar-ı gurbette ulvî gurbeti nasıl bulmalı?” Umursamaz görünen insanların hepsinin içinde keşfedilmemiş bir yer vardır, baharı bekleyen...

Onu tanıyınca dost olur tüm mahlukat. Onun diyarında Onu, Onun varlıklarıyla tanımak anlam kazandırır hayata. Fenada, varlıktan geçerek beka lezzeti tatmak insanı götürür ulvi gurbete...

Çamdağında aralanır gurbetin perdesi... Ulvi gurbet Çamdağında soluklanır, yalnızlıktaki nur görünür gecenin siyahında...

Zübeyir ERGENEKON

27.09.2006

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 
 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004