|
|
Davut ŞAHİN |
Duvarlar arkasında... |
|
Son söyleyeceğimi baştan söyleyeyim: Ayşe Böhürler’i kutlamak lâzım. Çünkü ilk kez bizden bir gazeteci veya televizyon yapımcısı, Müslüman ülkelere giderek “kadın” konusunu ele aldı ve araştırdı.
Cesur bir konu olduğunu hatırlatalım.
Çünkü, biz “Ortadoğu”yu nedense, hep İngiliz, Fransız veya Amerikan kaynaklarından araştırıyor, öğreniyoruz(!).
Hiçbirimizin aklına, sınır olduğumuz komşu ülke veya bir zamanlar Osmanlı Devleti’ne ait topraklarda yaşayan insanları kendi objektifimizle bakmak gelmedi bu güne kadar. Özellikle kadın konusunu.
Umman, Yemen, Sudan, Mısır, Suriye, Lübnan, Endonezya, Malezya, Cezayir, İran, Filistin, Ürdün, Pakistan ve Türkiye bölümleri çekildi. Yani, 14 bölümden oluşan “Duvarların Arkasında Müslüman Ülkelerde Kadın” belgeseli, hafta sonu Kanal 7 ekranında olacak. Bir yere not edin.
EKRANLARA GELEN RAMAZAN
Ramazan programları televizyon ekranını şenlendirdi.
TRT 1’de Ramazan Sevinci, İbrahim Sadri’nin sunumuyla değerli konuklarıyla sohbet ediyor... Yine aynı formatta, yani, bir vapurda konuklar ağırlanıyor ve İstanbul’un muhteşem görüntüsü eşliğinde iftar açılıyor.
İbrahim Sadri’nin programcılığına ve sunuculuğuna sözümüz yok. Zor bir işi başarıyor. Ama Senai Demirci’yi de özlüyoruz. Hiç olmazsa, TRT “sahur” programını Demirci’ye verebilirdi. Medya’nın etkisinde kalmaktansa, dimdik ayakta kalarak, programcısına sahip çıkabilirdi.
*
Kanal 7 izleyicilerini yine Eyüp Sultan’da karşıladı. Geçen sene Şoray Uzun’un sunduğu iftar programını bu sefer Tarık Tufan sunuyor. Sahur programını yine Eyüp Sultan’da ifa ediyor. Dursun Ali Erzincanlı şiiriyle, Ömer Döngeloğlu da hitabetiyle programa renk katıyor.
*
TV 8’de, Erkan Tan yine kendine has kıpır kıpır, hiperaktif sunumuyla bu sefer Bayrampaşa Ada Park’tan sesleniyor. Konuklarını ağırlıyor... Orta oyun, Hacivat-Karagöz gösterisi ve birçok gösterilerle iftarı açıyor.
Elbette programda, Balkanlardan Anadolu’ya Ramazan, Bereket konvoyu gibi bölümler de yer alıyor.
*
Hilal TV’de “İftar Saati”ni Münib Engin Noyan sunuyor. Konuklarıyla yaptığı sohbet, ilgiyle izleniyor. Sahurda ise “Sahurdan Sehere”de ise Yusuf Özkan Özburun ekranlarda. Özburun yeni bir yüz. Dolu dolu bir gelecek vaadediyor.
*
TV 5’te İftar Vakti Cansuyu’nu Mehmet Akça sunuyor. Birbirinden farklı köşeler ve ünlü konukların canlı yayına katıldığı programda, sohbetin ve iftarın heyecanı paylaşılıyor.
Hilal Demircan ise, “O’na Açılan Eller”le ezan okunduktan hemen sonra, minik ellerini duâya açıyor. Hüseyin Goncagül ve Ümit Kaplan’ın “İbiş” tiplemesiyle Sahur Vakti’ni birlikte yapıyor.
*
Star’da Doç. Dr. Nihat Hatipoğlu kendine has üslubu ile Ramazan ayı boyunca hem İftara Doğru’yu, hem de Sahur programını hazırlıyor.
Manevî hayattan unutulmaz örnekler, Oruç soru ve cevap bölümleri, Ramazan boyunca ekranda olacak.
*
Samanyolu TV’de her zamanki gibi Reha Yeprem, stüdyoda konuklarını ağırlarken, “Yolcu” Murat da Sultanahmet meydanında Ramazan görüntülerini ekrana yansıtıyor.
Hasılı:
Ramazan geldi, ekranlar şenlendi.
Ama ah bir de şu “irtica” yaygaraları olmasa!
27.09.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
İsmail BERK |
Siyasete ve topluma müdahale |
|
Mübarek Ramazan ayındayız. Ağızların huzurla açıldığı, kalplerin sevgiyle kaynaştığı ve yakınlaşmaların birliğimize güçlü mesajlar kattığı özel zamanlardayız. Hayatımızın, toplumumuzun ve inançlarımızın kayda değer bu dönemini doğru yaşamak, milletin ortak hassasiyetine saygılı olmak ve bütünleştirici davranmak, millî birliğimize ciddî mânâda katkı yapar.
Gel gör ki, ağız tadımızı muhafaza edemiyoruz. Siyasî ve sosyal olaylara müdahaleler yaşanıyor ve gerilim senaryoları öne çıkıyor. Zor bir coğrafyanın çetin şartlarında, ülke birliğini tesis ederken, çaplı düşüncelere ve kucaklayıcı ufuklara daha çok ihtiyacımız varken, bunu zedeleyici tavır ve tutumlar, toplum katmanlarını rencide eder.
Buna dikkat etmek, en çok sorumlu mevkide devletin makamlarını işgal eden zevata düşer. Siyaset değişken ve kaygan zeminine rağmen, toplumun beklentilerine duyarlı ve tepkilerine açık olurken, bürokratik devleti temsil eden atanmışların farklı ve çatışmacı tarzları, kamu yönetimini amaç dışı noktalara çekmektedir.
Son günlerde, üniversitelerin açılışıyla başlayan irtica paranoyası ile Ramazan ayının kutsiyetini ve dinî atmosferin bu denli canlı sonuçlarını görmezden gelip rahatsızlık vermek, sosyolojinin doğrularıyla çelişmektedir.
Bu durumu, ülkenin dinamiklerini ve demokratik standardını yükseltme çabalarını baltalama girişimi olarak addetmemek elde değil. Özelikle AB sürecinde, Avrupa Parlamentosunun ağırlaşmış metni olan Türkiye raporunu görüşmeye başladığı müzakere arefesinde, iç politikada kargaşaya sebebiyet vermek, bir tahammülsüzlük ve ket olma örneğidir.
Bilinmelidir ki, milletinden şefkatini esirgeyen, bakış açısına pozitif pencereler açmaktan uzak duran ve kendi dayatmaları ile toplumu dizayn etmek isteyen hiçbir güç, demokratik refleksler karşısında tutunamaz.
Farklılıkların kabulünde alışkanlıklarımıza yenik düşüp, beraber yaşamanın mutabakatını aramazsak, ifadelerimizin özgül ağırlığı kırılgan sonuçlarla karşılaşır. Millî bağları zaafa uğratacak beyanlardan kaçınmak, milletin yaşayan değerlerine ve hayat iklimine itina göstermek, her aydının ve görevlinin temel sorumluluğudur.
Tersi gelişmeler, daha fazla tepki ve iç kanamayı arttıracaktır. İç enerjimizi verimsizleştirecektir. Kalkınmakta olan bir ülkenin kaynaklarını çoraklaştırıcı süreçlerden korumak ve tahriklerden kaçınmak, asgarî şartlarda bile azamî dikkat isteyen vatandaşlık şuurudur.
Özellikle, birinci derecede kamu sorumluluğu olanların, her konuşmasında ve uygulamasında; anayasal sınırlarda, demokratik parlamenter sistemin siyaseti yönetme erkine bağlılığa dikkat etme vebali vardır.
Yukarıdaki çerçevenin aksine; topluma ve değerlerine müdahale sayılacak tasarruflar ile siyasete, siyaset dışı kalıp giydirme üslûbu ve yaklaşımı, Türkiye’nin demokratik imajını ve AB fiiliyatını gölgeler.
Bu gölgelerin sahipleri, geçici olan ve güneşin izdüşümü ile değişen gölge boyuna güvenmemelerini salık vermek, ayın masumiyetine yaraşır bir kanaatimizdir. Milletin cesameti, kendinde kuvvet ve kudret vehmeden mekanizmaların çok üstündedir.
Esasen, okula, camiye ve kışlaya siyasetin girmediği ve bu prensibin geçerliliğini koruduğu bir kültürün oluşmasına ihtiyacımız var. Sınır ihlâlleri, hak tecavüzleri ve hukuki çerçeveleri zorlayan teviller; normal ve modern zamanların kabullenebileceği bir tarz değildir. Modern ve demokratik ülke olma iddiası da, böylesi sendeleyen bir yürüyüşü hak etmemektedir.
Çöp toplama belediyenin sorumluluğundayken, bunlara katkı yapmak kamu sorumluluğu iken, askerin yürüyüşünü destekleyecek ve pankartla tepki verecek kadar Hakkari’de toplumsal projeye soyunması tartışmaya açık bir pozisyondur.
Hele cemaatleri eleştirmek, toplumun dinamikleri ve gerçekleri ile çatışmaktadır. Sosyolojinin ve siyaset biliminin temel verilerinden biri olan cemaatleşme kültürünün tarihî köklerini bilememek ve bugüne münhasırmış gibi yok saymak veya “mücadele”ye kalkışmak, sağduyunun onaylamayacağı bir yaklaşımdır.
Komutanlar, siyasî demeçlerden ve toplumu yaralayıcı konuşmalardan kaçınmalıdırlar.
27.09.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Sami CEBECİ |
Harikalar ülkesi beynimiz |
|
“Eğer, her bir faaliyet merkezi için tırnak kadar maddî bir mekân gerekseydi, bir insan başı Tur Dağı büyüklüğünde olması lâzım gelirdi”
Bediüzzaman
On sekiz bin âlemin sahibi olan Yüce Yaratıcı, insanı küçük bir kâinat, kâinatı da büyük bir insan şeklinde yaratmıştır. Kâinatta ne varsa, küçük bir mikyasta numuneleri insanda da vardır.
İnsan vücudunu inceleyen ilim dalına anatomi denilir. Bütün ilimler insanı Allah’a yaklaştırdığı gibi, anatomi de ibret ve tefekkürle okunduğu zaman, gayet net bir şekilde mânen insanı Allah’a götürür. Tefekkürün en emniyetli ve selâmetlisi, şüphesiz nefsimizde yapılan enfüsî tefekkürdür.
İnsan denilen bu küçük kâinatın ve mahlûkat içinde en şereflisi olan bu varlığın ana merkezi beyindir. Vücudun bütün sistemleri ona bağlıdır. Beyin ölümü gerçekleşmiş bir insan, bir takım cihazlarla yaşatılsa bile, o hayat bitkisel hayattan ibârettir.
Kafa tası içine yerleştirilen beynimiz iki yarım küreden oluşur. Yarım kürelerin üstünde bir takım kıvrımlar ve onların aralarında da oluklar görülür. Bu kıvrım ve olukların rast gele değil, bir düzen ve her iki yarım kürede simetrik bir şekilde yaratıldığı fark edilir. İki ana oluk beyin yarım kürelerini ön, arka ve şakak olmak üzere üç ana parçaya böler. Merkezî oluğun ön ve arka kısmındaki kıvrımlar hareket ve hislerle ilgilidir. Buralarda bedenin her tarafı nokta nokta temsil edilmektedir. Görme, işitme, tatma, koklama ve dokunma gibi ne kadar fonksiyonlarımız ve isteğe bağlı veya olmayan ne kadar hareketlerimiz varsa hepsi beynimizle ilgilidir. Bu ciheti nazara veren Bediüzzaman “Eğer, her bir faaliyet merkezi için tırnak kadar maddî bir mekân gerekseydi, bir insan başı Tur Dağı büyüklüğünde olması lâzım gelirdi” der. Yaratıcı Kudret o kadar büyük bir baş yerine, 1300 gr. ağırlığındaki beyin loblarına bütün o fonksiyonları yerleştirivermiş.
Beynimizde, ortalama on milyar kadar nöron denilen sinir hücresi mevcuttur. Bu aynı zamanda on milyar karar merkezi demektir. Her hücrenin çapı 5 ile 10 mikron arasında değişir. (Bir mikron, milimetrenin binde biridir.) Bütün hücrelerde olduğu gibi sinir hücresinin de etrafı bir zarla çevrilmiş ve içi stoplazma denilen bir sıvı ile doldurulmuştur. O sıvı içinde hücre çekirdeği ve hücreyi besleyen enzimler ve mitekondriler yerleştirilmiştir. Hücrede etrafı bitki köklerine benzeyen çok sayıda dentrit denilen püsküller ve akson denilen daha kalın bir uzantısı vardır. Dentritler çevreden gelen haberleri hücreye, aksonlar da hücrede toplanan bilgileri alâkalı organa veya diğer hücrelere naklederler. Aksonlar sinir hücresinden gelen emri diğer bir sinir hücresine nakledecekse, sonlarında düğme gibi şişlikler oluşur. Bu şişlikler, diğer sinir hücresinin gövdesiyle veya dentritlerinden biri ile temasa geçer. Her sinir hücresi, aynı anda çok miktarda sinir hücresinden mesajlar alır. Aksonlar ile sinir hücresi veya dentritleri arasındaki bu bağlantı yerine “sinaps” adı verilir. Sinir hücrelerinin yüzeylerinin önemli bir bölümünü oluşturan bu sinapslarla bir hücre 2000’e yakın sinir hücreleriyle bağlanmış olur. Hücre zarları pozitif, içindeki sıvı ise negatif elektrik yükü ile doludur. Hareket ettiğimiz zaman, bir anda beynimizde milyarlarca karar merkezleri de harekete geçer ve bu artı-eksi yüklü elektrik geçişleriyle istediğimiz hareketi gerçekleştiririz.
Fakat, beynimizde olup biten bu milyarlarca işlemden haberimiz bile olmaz. Yaratıcı Kudretin kontrolünde vücut sistemimiz âhenk ve dengesini korur ve hayatımız devam eder. Meselâ, karnımız acıktığı zaman kan şekeri düşer. Bundan haberdar olan sinir hücrelerimiz ve organizmamız derhal adrenalin denilen bir madde salgılayarak kaslarda depolanmış glikojeni serbest hale getirir ve kan şekeri yükselmeye başlar. Çok yükseldiği zaman da vücut insülin salgılar ve kandaki şeker düşer. Böylece kandaki şeker miktarı 90 ile 110 arasında sabit olarak tutulur. Şâyet vücut insülin salgılamada ârızalıysa, şeker hastalarında olduğu gibi hariçten verilen insülin ile kan şekeri düşürülür.
Vücutta meydana gelen böyle binlerce, belki de milyonlarca olayların karar merkezi hep beynimizdir. Muhteşem bir san’at eseri olan ve şu teknoloji asrında bile hâlâ tam olarak anlaşılamayan beynimiz ve onunla bağlantılı olan bu hârika olaylar zinciri nasıl tabiat ve tesadüfle izah edilebilir? Nihayetsiz bir ilim, irâde ve kudreti gerektiren bu san’atlar nasıl kendi kendine oluşabilir? Bizi ve bizimle alâkadar her şeyi yaratan bir Kudreti akıl gözüyle göremeyen insan kendi aklından şüphe etmeli...
Not:
Bütün okuyucularımızın ve İslâm dünyasının Ramazan-ı Şeriflerini tebrik eder, hayırlara vesile olmasını dilerim.
27.09.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Mal nasıl arınır ve arındırır? |
|
İzmir’den okuyucumuz: “‘Zekât malı arındırır’ ifadesini açıklar mısınız? Nasıl arındırır? Bir alın teri ürününden ibaret olan helâl malın kirleri nelerdir ki, zekâtla arınmış olsun?”
Alın teri ile kazanılan, hakkı verilerek elde edilen, helâl bir işin getirisi olan kazançlar helâldir. Fakat helâl malın da kirleri vardır. İşte kelime anlamı arındırmak demek olan zekât, gerek helâl malı, gerekse helâl mal sahibini kirlerinden arındırır.
Helâl malın kirlerinin ne olduğuna gelince: Malın üzerinde, ödenmediği takdirde malı ve mal sahibini kirleten iki türlü hak vardır: Bunlar şunlardır: 1- Allah hakkı. 2- Kul hakkı.
1- Allah hakkı:
Malın gerçek mülkiyeti Allah’a aittir. Mal insana Allah’ın bir emaneti olarak verilir. Veren Allah’tır. Allah malı dilediğine verir, dilediği kadar verir, dilediğinden çekip alır, dilediği kadar çekip alır. Bu yüzden insan hırs ile mal edinemez. Ancak Allah verirse insan mal sahibi olur. Şu âyet bunu bildiriyor: “De ki, ey mülkün hakikî Sahibi olan ve âlemlerde dilediği gibi tasarruf eden Allah’ım! Sen mülkü dilediğine verir, dilediğinden mülkü çekip alırsın. Sen dilediğini aziz eder, yükseltir; dilediğini zelil kılar, alçaltırsın. Bütün hayır ve iyilik yalnız Senin elindedir. Sen her şeye kadirsin.”1
Mal üzerindeki mülkiyetin yüzde yüzü Allah’a ait olunca, mal insanın elinde sadece bir emanetten ibaret olunca, insanın mal ile ilgili olarak görevi sadece bir dağıtım memuru olmaktan öteye geçmeyince; Allah’ın, verdiği malın nerelere ve nasıl harcanması gerektiği konusunda yönlendirme yapmasının ve nerelerde ve nasıl harcandığını hesaba çekmesinin, Kendi Yüksek Zatına ait bir Rububiyet hakkı olduğu anlaşılmış olur. Malın mahşere dönük büyük ve çetin hesabı bundan doğmaktadır. İnsan, mal üzerinde dilediği gibi tasarruf etme, çarçur etme, israf etme ve hakkını vermeden biriktirme hakkına sahip değildir. Çünkü mal kendisinin değildir. Çünkü malı Veren böyle istemiyor. Nitekim Cenâb-ı Hak, Müslüman’ın mal ile ilgili görevini şöyle hatırlatıyor: “Kendilerine rızık olarak verdiklerimizden Allah yolunda bağışta bulunurlar.”2
Dolayısıyla, mal üzerinde Allah’ın emrini yerine getirmek bir zorunluluk bulunuyor. Malı israf etmemek, malı haramda sarf etmemek, malı hayırda ve helâl yollarda harcamak, mal ile insanlara iyilik yapmak, maldan sadaka vermek, malı Allah yolunda harcamak, malın zekâtını vermek birer Allah emri olarak mal sahibinin mal ile ilgili zorunlu görevleri arasında bulunmaktadır. Mal sahibinin, malını kirlerden arındıran ilk adımı, malı ile ilgili bu görevlerini yerine getirmesi olacaktır. Aksi takdirde Allah’a ait olan malı Allah yolunda harcamamış olur ki, mal helâl da olsa, bu davranış malı kirletir.
2- Kul hakkı: Mal sahibi bilerek veya bilmeyerek kazancına kul hakkı karıştırmış olabilir. (Hiç şüphesiz bilerek yenen kul hakkı zekâtla telâfi edilmez. Bunun telâfisi için, bire bir malı mal sahibine geri ödemek gerekiyor.)
Fakat mal sahibinin malına, bütün dikkatlerine rağmen, bilmeyerek kul hakkı karışmışsa, cömertçe verilen zekât maldaki bilinmeyen kul hakkının meydana getirdiği kirliliği giderir. Meselâ ortaklar arasında, komşular arasında, arkadaşlar arasında, kardeşler arasında, müşteri ile satıcı arasında, taraflardan birine bilmeyerek hak geçmesi söz konusu olabilir. Kazanç paylaşımında ortaklar küçük ayrıntılara girmemişlerdir ve iki taraftan birisine çok belirgin olmasa da hak geçmiştir. Senin tavuğun, komşunun ürününe zarar vermiştir. Satıcının terazisinde bilinmeyen bir arıza vardır ve eksik tartmıştır… Satıcı fahiş fiyat uygulamıştır. Alıcı bunu haksız bulmuştur, fakat almak zorunda kalmıştır. İş veren işçisinin iş verimine göre değil, kendi cimriliğine göre az maaş ödemiştir. Yol kenarında bulunup, yenmesi helâl edilmeyen mallarda, yoldan gelip geçen aç ve muhtaç insanların göz hakkı kalmıştır… vs. örnekleri artırmak mümkündür.
Böyle bilinmeyen durumlarda taraflardan birisine kul hakkı geçmişse eğer, dil ile helâlleşmek bir çözüm olmakla berâber, bilâhare fakire verilen zekât da bu helâlliği pekiştirmekte ve malı bilinmeyen kişilerin haklarından doğan kirlerden arındırmaktadır. Böylece mal kirlerden temizlenmekte, sahibine bir mahşer yükü olmaktan çıkmakta; tam tersine, mahşerde yüz akı olmaktadır.
Dipnotlar:
1- Âl-i İmran Sûresi: 26
2- Bakara Sûresi: 3
27.09.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Oruçla eğitilirken |
|
Oruç maddeten ve mânen büyük bir eğitimdir.
On bir ay boyunca Rabbimizin sayısız nimetleriyle beslenir, yiyip içer, lezzet alırız.
Ne var ki zaman olup tokluk veya gaflet sebebiyle bu nimetlerin kadrini bilemiyor, takdir edemez hâle geliyor, şükrünü ifa edemiyoruz.
İşte tuttuğumuz oruç sayesinde kuru ekmekteki lezzeti bile daha iyi anlar hâle geliyor, Rabbimizin lutfettiği bunca nimet için Ona nasıl şükretmemiz gerektiğini daha iyi düşünüyoruz. Bundan dolayıdır ki, “Ramazanı şerifteki oruç, hakikî ve halis, azametli ve umumî bir şükrün anahtarıdır.”1
Böylece aslî vazifemize daha bir şuur ve şevkle yönelmiş oluyoruz.
Yaşamaktan maksat Allah’a kulluk değil midir? İşte kulluğu idrak ettiren önemli bir vesiledir oruç! Çünkü insan oruçluyken aç kalır, susuz kalır; âcizliğini, zayıflığını yakından hisseder. Vücudunun demirden, çelikten değil, daima çürümeye, dağılmaya müsait bir et yığınından ibaret olduğunu hatırlatarak kendi yerine Allah’a güvenip dayanmaya yöneltir.
Zaten kulluğun özü de bu değil midir? Oruç kulun âcizliğini, zayıflığını hissedip Rabbine yönelmesi, Ona yalvarıp yakarması, yolunda olmaya azmetmesinden ibarettir.
Oruçla melekleşir insan âdetâ. Melekler yiyip içmediği gibi oruçluyken insan da yiyip içmez. Melekler günah işlemedikleri gibi insan da elinden geldiğince günahlardan uzak kalmaya çalışır.
Öte yandan oruç nefsi dizginler. Cenâb-ı Hak nefse, “Ben kimim, sen kimsin?” diye sorduğunda, “Ben benim, Sen Sensin” diye ukelâca cevap vermiş. Onu Cehenneme atmış, çeşit çeşit cezalar vermiş, hangi cins cezayı çektirmişse nefis yine enaniyetinden vazgeçmemiş. Ancak aç bırakınca yola gelmiş, kulluğunu anlamış, “Sen benim Rabb-i Rahîmimsin. Ben de Senin âciz bir kulunum”2 demiş.
Şu bir kaç örnek bile gösteriyor ki Ramazan-ı şerifteki oruç muazzam bir kulluk eğitimidir. Çeşitli vesilelerle emirlerini yerine getirdiği Rabbine oruçluyken daha da yaklaşan kul, kıldığı namazlar, okuduğu Kur’ân’lar, verdiği zekâtlar ve yaptığı hayırlarla daha bir yaklaşır, rızasını kazanır.
Bu kulluk hâli Allah’ın o kadar hoşuna gider ki, gökteki meleklerine yerdeki bu kullarıyla iftihar eder: “Bakın ey meleklerim! Bu kullarım Benim için yemelerini, içmelerini terk ettiler, günahlardan uzaklaştılar. Ben de onları affettim”3 buyurur.
Rızaya götüren ne kadar güzel bir eğitim değil mi?
Dipnotlar:
1. Mektûbât, s. 393.
2. A.g.e.
3. İbni Mâce, Sıyam: 1.
27.09.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Hayat stratejisi ve iman |
|
Mü’min hayatını imân esaslarına göre planlar, programlar; İslâmın şartları, yâni ibâdetlerle tanzim eder; sâir emir ve nehiylerle dengeler; İslâmın yüksek ahlâkıyla süsler. Hiç şüphesiz ki, ömür sermayesi, bize bahşedilen en kıymetli, fakat elimizden çok çabuk çıkan hazine. Dünya fâni. Ömür kısa. Lüzumlu işler çok. Üstelik sonsuz hayat; bu kısa zaman içinde kazanılacak! İyi veya kötü yaptığımız her şeyin mutlaka karşılığını dünyada aldığımız gibi, sonsuz hayatta da aynen almayacak mıyız?
Bir gerçek daha var: Dünya bir misafirhane, biz de misafir. Dünyevî dostlar ve rütbeler kabir kapısına kadardır. Şu halde, sonsuz hayatı unutmamalı, onu dünyaya feda etmemeli, bozmamalı; boş şeylerle ömrümüzü zayi etmemeli. Kendimizi misafir gibi kabul edip, ev sahibinin emirlerine göre hareket etmeli değil miyiz?1
Müslümanın ferdî, sosyal ve siyasî hayattaki vazife ve hizmet stratejisi, “En yakınlarını uyar”2 âyetince şöyle tanzim edilir:
* Her insanın, farklı düzeyde sorumluluklarının bulunduğu kalp, mide, beden, hane (ev halkı, âile ferdleri), mahalle, şehir, ülke, dünya, insanlık, tüm hayat sahipleri ve kâinata kadar birbiri içinde daireler var. Her bir dairede, her bir insanın, bir çeşit vazifesi bulunabilir. Fakat en küçük dairede en büyük, en önemli ve sürekli vazife var. Ve en büyük dâirede, en küçük ve muvakkat, ara sıra vazife bulunabilir.3 Buna göre hayat ve hizmet stratejisi şöyle tebellür eder:
İnsanın etki ve ilgi olmak üzere iki alanı var. Etki alanı, “kalp, mide, beden ve ev”; ilgi alanı ise, mahalleden başlayıp diğer geniş dâirelere kadar uzanır. Marifet, dengeyi koruyup etki alanı ile ilgi alanını karıştırmamak, biribirinin yerine geçirmemektir. Birinci sırada kalp, yani Allah’a karşı kulluk vazifesi ile mide/geçimi temin, hayatını devam ettirecek şartları yerine getirmek vardır. Aile fertleri de etki alanında. Mahalle, şehir, vatan vs. ise, ilgi alanında.
Siyasetçilere bir derece vazifece münasebeti bulunan siyasetin geniş dairelerine ait meseleleri herkes, bilhassa basit fikirli insanlar düşünürse; o kimselerin şahsî, dinî, evine ait lüzumlu vazifelerini geri bıraktırmaz mı? Kendini ilgilendirmeyen ve etki alanı dışında kalan siyasetle ilgilenmek, ruhları serseri, akılları geveze yapar ve kalblerin de iman ve İslâmiyet hakikatlerine ait zevklerini, şevklerini kırar. O kalbleri serseri etmek ve mânen öldürmekle dinsizliğe yer hazırlamak tarzında, büyük bir merakla, onlara göre boş ve lüzumsuz siyasî meseleleri medya yoluyla ders verip izlettirmek, dinlettirmek, Müslümanların sosyal hayatına öyle bir zarardır ki, ileride vereceği neticeleri düşündükçe tüyler ürperir.4
Hiç şüphesiz ki, hiçbir insan, ülkesine ve ülkesinde cereyan eden hâdiselere bîgâne kalamaz. Fakat her şeyde olduğu gibi buradaki alâka da, kendi makamı, sosyal statüsü ölçüsünde olmalı.
Herkes vatanı ve milletiyle ilgilenir. Vatanperverlik, milletperverlik duygusu bunu gerektirir. Ancak, bu noktalarda herkese düşen vazife bir ise, kalbi, ruhu, evi, dinî görevleriyle ilgili hizmet, ilgi, merak on, yirmi, belki yüzdür. Ciddî, lüzumlu ilgi ve etki alanlarını, o bir tek lüzumsuz ve kendisi açısından boş olan siyaset cereyanlarına feda etmek delilik değilse, nedir?5
Kesin olarak bildiğimiz bir şey daha var: Bu dünya fani ve biz de misafiriz. Önümüzde sonsuz bir hayat var. Bu şartlarda en büyük dâvâ, onu kazanmak değil mi?
Kişinin imanı sağlam olmazsa, dâvâyı kaybeder. Ve gerçek dâvâ da budur. Bunun haricindeki dâvâlara karışmak zararlı. Üstelik gece-gündüz siyasî, günlük meseleleri ve dünya fanteziyelerini tartışıp meşgul olan, önemli hizmetlerinden geri kalmaz mı? Hem de siyaset boğuşmaları ve dünya fanteziyelerine kapılanlar, selâmet-i kalbini muhafaza edemez.6
Dipnotlar:
1- Şuâlar, s. 406.; 2- Kur’an, Şuârâ, 214.; 3- Asây-ı Mûsa, Yeni Asya Neşriyat, s. 20.; 4- Kastamonu Lâhikası, s. 35.; 5- A.g.e., s. 35.; 6- Emirdağ Lâhikası, Yeni Asya Neşriyat, s. 15.
27.09.2006
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Mekruha haram katıyorlar |
|
Sigara içmenin savunulacak hiçbir yanı, hiçbir yönü olmamasına rağmen, içenler pek çoktur.
Zira tiryakilik, yaygın bir hastalık, yahut alışkanlık halini almıştır.
Gerek sağlık ve gerekse maddiyat açısından yüzde yüz zararlı olması, müzmin tiryakilerin umurunda bile değil.
Tiryakiler, sıhhatlerini bozduğunu ve israfa yol açtığını bile bile tüketiyor bu mereti.
Tabiî, bu "tüketme aşkı" kesinlikle karşılıklıdır: Tiryaki sigarayı, sigara da tiryakiyi tüketiyor, zamanla...
Müzmin tiryaki, sigarayı kolay kolay bırakmaz; tâ ki, sigara kendisini bırakıncaya kadar...
Dünkü yazıda da misâlini verdiğimiz gibi, kimileri ölümünü hızlandırmak için sigara tüketimini arttırıyor.
Acep bu nasıl bir hâl ve ahvâldir ki, Allah'ın ihsan ettiği vücut emanetine, bile bile ve göz göre göre ihanet ediliyor?
Bu ruh haletini anlamak, hele hele kişiye hak vermek, hiç de kolay değil.
Burada "tiryakilik"ten öteye daha vahim bir durumun varlığı söz konusu: Ne gibi? Meselâ "bağımlılık" gibi...
Soruyoruz: Hakikaten bu raddeye varmış bir zehirli duman tiryakiliğini dinen sadece "mekruh" olmakla sınırlamak ve ikrah yönünü bu fıkhî çerçevede izah etmek mümkün mü?
İşte, bu noktada durup iyice düşünmek lâzım.
Dünkü "Balyozla iftar" başlıklı yazı üzerine bizi arayan okuyucularımız oldu. Görüşlerini, düşüncelerini, sıkıntılarını, ıztıraplarını aktardılar.
Bunlar arasında, kendisine hürmet ettiğimiz "sağlık uzmanı" bir ağabeyimizin anlattıklarını cidden dikkate değer bulduk.
Literatürü de takip eden sağlık uzmanı ağabeyimiz özet olarak diyor ki: Dünya piyasasına yayılan bazı sigaraların içinde bağımlılık meydana getiren "uyuşturucu esans"lar var. Bunlar dinen haramdır. Ama, üretici firmalar bunu yazmaz, ya da hiç anlaşılmayacak bir formülasyon içinde zikreder. Tıpkı, bazı kola'lı içeceklerde olduğu veya "alkolsüz bira" yutturmacasında ifade edildiği gibi... Oysa bu esanslar, tüketicide sadece tiryakilik değil, aynı zamanda bağımlılık da meydana getiriyor. Dolayısıyla, burada mekruhluk sınırı aşılarak harama giriliyor. Bunu bilmek her tüketicinin hakkı. Ancak, bazı firmalar ne yapıp ediyorlar, tüketiciyi bu haktan mahrum ediyorlar. Hâsılı, esasında içmesi mekruh olan tütün maddesinin içine, günümüzde artık haramın da bulaştırıldığını açıkça ilân etmek gerekiyor.
Evet, gerçekten de çok vahim bir durumla karşı karşıyayız demektir.
Tıbben yüzlerce çeşit hastalığa sebebiyet verdiği ifade edilen sigara ile ilgili olarak—varsa şayet—aksi yöndeki iddiaların da tarafımıza iletilmesini bekliyoruz.
HIK
Abdullah Gül'ün dediğine göre, ayaküstü görüştükleri Başkan Bush "PKK ile mücadele edeceğiz" demiş.
Terör bahanesiyle iki İslâm ülkesini işgal eden, ikisine de gözdağı verip duran Başkan Bush'un bu jestine karşılık nasıl teşekkür etsek, şu mübarek Ramazan–ı şerifte ona nasıl duâ etsek, bilemiyoruz...
Yani, şu terörle mücadele işi var ya, sanki hık demiş de adamın burnundan düşmüş.
HABER
Hidro–mobil
TÜBİTAK yetkililerinden alınan bilgiye göre, gelecek yıl "Hidromobil 07" adıyla ilk hidrojen arabaları yarışı gerçekleştirilecek.
Dünyada güneş enerjisi gibi, hidrojen enerjisinin de araştırma ve deney aşamasında olduğunu dikkate alan TÜBİTAK, Türk araştırmacılarının başarılı ürünler ortaya koyarak, Türkiye'nin bu alanda öncü ülkeler arasında yer almasını hedefliyor.
Formula G yarışlarıyla birlikte gerçekleştirilmesi planlanan Hidromobil 07'nin, Ankara ya da İzmir'de yapılması öngörülüyor. Yarışma için son başvuru tarihi, 31 Aralık 2006 olarak belirlendi. (AA)
Günün Tarihi
Derya üzerinde bir zafer âbidesi
27 Eylül 1921: Adriyatik sâhillerinde (Yunan–İtalyan arası) yaşanan büyük Preveze Deniz Zaferi.
Haçlı Donanması Kumandanı Andrea Dorya ile Osmanlı Kaptan–ı Deryâsı Barbaros Hayreddin Paşanın yönettiği iki ordu Preveze açıklarında karşı karşı geldi. Günboyu devam eden muharebenin ardından, Haçlı donanması büyük kayıp ve perişaniyet içinde kaçarak kayıplara karıştı.
İşte, bu tarihten sonra Akdeniz bir "Osmanlı gölü" diye isimlendirilmeye başlandı. Osmanlı rakipsiz kaldı.
Yine bu tarihten sonra, Osmanlı leventlerinin denizlerdeki hakimiyeti giderek genişledi; okyanuslara yelken açılmaya başlandı.
Hızır Reis
Asıl ismi Hızır Reis olan Barbaros Hayreddin, bu büyük zaferden yaklaşık bir sene evvel "Kaptanpaşa"lık makamına atanmıştı.
Bu yeni vazifesini, 12 sene müddetle, yani vefat tarihi olan 1546 yılına kadar hakkıyla yapmaya çalıştı.
Osmanlı denizciliğinin en parlak devrini yaşatan Barbaros Hayreddin Paşa, Akdeniz sâhillerinde daha evvel Osmanlı'ya saldıran veya saldırmak için fırsat kollayan hemen bütün ülkelere sırasıyla gözdağı vererek onları sindirme yoluna gitti.
Tek tek çarpışmakla Barbaros'un üstesinden gelemeyeceklerini anlayan Avrupa devletleri, bu kez Fransa'nın teşvikiyle topluca herekete geçtiler ve denizden büyük bir taarruz harekâtını başlattılar.
Büyük bir iştahla giriştikleri savaşı kaybedince de, hayal kırıklığına uğradılar ve kendilerini toparlamak için uzun yıllara ihtiyaç duydular.
27.09.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Pasifizm dersleri |
|
Papa sadece geçmişle çelişmiyor, aynı zamanda kendi sözleriyle de çelişiyor. Sözgelimi, 11 Eylül sonrasında Papa John Paul’un gölgesinde Berlusconi’nin İslâmla ilgili iddialarına cevap vermiş ve Batı medeniyetinin İslâm medeniyetinden üstün olduğu iddialarını reddetmişti. Ama 5 yıl sonra Regensburg’daki konuşmasında tam aksine her yönden Hıristiyanlığa dayalı Batı medeniyetinin İslâmdan üstün olduğunu mukayese yoluyla ileri sürmüştür. Burada, akıl ve inanç arasındaki münasebeti ele alırken Yunan felsefesiyle bütünleşen Hıristiyan aklının Müslüman aklından üstün olduğunu da bilvesile ileri sürmüştür. İslam’da Allah iradesinin akla sığmadığını dolaylı olarak ifade etmiştir. Aslında buna bakarsanız Teslis sadece Müslümanların aklına değil, küllî akla da uymuyor. Hatta Yunan filozofları bugün dirilseler onlar bile böyle bir iddiayı akla ters kabul ederlerdi. Zaten Hıristiyan teologlardan başka kimse bunun aksini savunmuyor. Dolayısıyla akıl ile inanç arasındaki uyumu, Müslümanlardan ziyade Papa’nın kendisi ispat etmeye muhtaç, hatta mecburdur. Akla gelince evet Endülüs’te veya başka taraflarda İslam yönetimi altında Gazali veya İbni Hazm veya benzerlerinin kitaplarının yakıldığına dair rivayetler var. Müslümanlar arasında fikri ayrılıklara dair taassubun gölgesinde bu tür eylemlerin olması elbetteki muhtemeldir. Bununla birlikte, tarih içinde en çok ve sistematik olarak kitap ve özellikle de felsefe kitapları yakanlar Katoliklerdir. Reconquista’ devresinden sonra İspanya’da faaliyete geçen Engizisyon Mahkemesi tarihte görülmemiş bir şekilde felsefe kitapları yaktı. Moğolların Bağdat’ta yaptığını onlar Endülüs’te yaptılar. Dolayısıyla Engizisyon mahkemeleri sadece bir insani kıyım değil aynı zamanda kültürel de bir kıyımdır da. Sırpların Saraybosna’da yaptıkları gibi.
***
Papa’nın, Manuel 2’nin dilinden savunduğu tezin ikinci ayağını ise İslam’ın kılıçla yayılması iddiası oluşturuyordu. Bu hususta Ceyda Karan’a katılmamak mümkün mü? Semavi dinlerin (Yahudilik elbette ırk temelli olduğundan yayılmacılık barındırmıyor) pagan bulduğu kültürlere şiddet yoluyla yayılmasının vakti zamanında mubah görüldüğünü, Aztekleri ‘barbar’ diye katleden Hıristiyanları, kutsal toprakları fethe çıkan Haçlıları, engizisyonu, Papalığın 2. Dünya Savaşında Hitler rejimini—hadi Nazilerle işbirliği yaptı demeyelim—en hafifinden ‘görmezden gelmesini’, Latin Amerika’daki zulmü gören Katolik din adamlarının bizzat Vatikan tarafından cezalandırılmasını... Bu durumda ‘akılcı’ ve şiddeti reddeden Hıristiyan Batı düşüncesini ara ki bulasın! Ya da şöyle diyelim, "İslamiyetin Katolik Kilisesinden alacağı pasifizm dersleri ne ola ki?”
Papanın İslâm ve kılıçtan bahsederken daha berrak bir zeminden ve nezih geçmişten hareket etmesi ve dolayısıyla temkinli olması beklenirdi. Dolayısıyla bu yakıştırması tarihî gerçekleri pas geçtiği gibi sataşma ve saldırı boyutu da taşımaktadır. Halbuki, bugün dahi sadece ABD’de 11 Eylül’den sonra bile yılda 20 bin kişi Müslüman oluyor. Bırakın zorlamayı, bu ülkede Müslüman olmak için teşvik edici atmosfer bir yana, engelliyici bir atmosfer bulunuyor. Karşı baskıya ve vebalı muamelesi görmeyi göze almaya rağmen Müslüman oluyorlar. Demek ki kimse zorla Müslüman olmuyor, bilakis gönül rızası ve hoşnutluğuyla Müslüman oluyorlar. Tam aksine, İslâma bu kadar çullanılmasına rağmen insanlar kendi iradeleriyle Müslüman oluyorlar diye Batı’da müthiş bir telaş hatta panik var. Bizzat Papa’nın Regensburg’daki konuşmasını bu korkunun tetiklediğine dair iddialar var. Kendisinden sonra eşi de rahmet-i rahmana kavuşan merhum Ahmed Deadat’ın hısımı Suudlu İsam Müdir Vatikan içinde üst rütbeli 30 din adamının İslam’ı seçtikleri için Papa’nın bu mahut kışkırtıcı konuşmasını yaptığını ileri sürüyor ( Eş-Şa’b gazetesi, 24/9/2006).
***
Tarihte kılıç zoruyla Müslüman olmuş bir tek millet gösterilemez. Papa’nın konuşmasından sonra insafa gelen birçok solcu bile bunun altını çiziyor. Bunlardan birisi olan Abdulmuti Hicazi, aynen Orhan Pamuk’un sonunda İslâmla terörün bağdaştırılmasına karşı çıkması gibi İslâmın kılıç zoruyla yayıldığı iddialarının saçma olduğunu ifade etmiştir. İslâmî fetihler başka, insanların kılıç zoruyla Müslümanlaştırılması daha başkadır. Müslümanlar, İran, Irak, Şam, Mısır, Kuzey Afrika ülkeleri, Endülüs’e kılıç zoruyla girmişler, ama bu ülke halklarının Müslüman olmaları için kılıç kullanmamışlardır. Mısır ve Şam gibi bölgelerde İslamlaşma süreci yüzyılları almıştır. Fethinden sonra Müslümanlar Mısır gibi ülkelerde inanç olarak en az iki yüzyıl azınlık durumunda yaşamışlardır. Garaudy, Yusuf İslam, Morris Beacart hepsi kendi rızalarıyla Müslüman olmuşlardır ve fiiliyatlarıyla ve hayatlarıyla kılıç iddialarını çürütmektedirler.
27.09.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Serdar MURAT |
Kırılma noktası |
|
Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral İlker Başbuğ’un, “irticai tehdidinin kaygı verici boyutlara ulaştığı” yolundaki uyarısı, “cemaat ve tarikatların devrim karşıtlığının odağı haline geldiği” yönündeki öngörüsü, Hakkari’de pankart açıp yürüyen askerlerin, “Ne yani tanklar mı yürüseydi” şeklinde takdim edilmesi gibi asker cenahından üst üste gelen konular Başbakan Erdoğan’ın konuşmasını zorunlu hale getirmişti.
Zaten, “Genelkurmay’ın nabzını tutan” bazı gazeteciler de öyle düşünmüş olmalı ki, Erdoğan’ın konuşmasını dinlemek üzere AKP Grup toplantısına gelmişlerdi.
Başbakan 301. madde konusunda da sağda solda açıklamalar yapmış, ancak AKP grubunu dahi tatmin etmemişti.
Başbakan, İlker Paşa’nın açıklamaları henüz tazeliğini korurken, Başbakan Erdoğan, yorum yapmaktan kaçınmış, ancak bozulduğunu da hissettirmişti.
AKP grubunda bu konuya değindi Erdoğan. Ancak, “Bu ülkenin meselelerinin çözüm yeri TBMM’dir” demekle yetindi. Elbette ki yalın kılıç konuya girmesi beklenmiyordu. Rahatsızlık ifade eden ve çare mercii olarak Meclis’i göstermek yerinde bir tavırdı. Ancak Erdoğan, istediği takdirde rahatsızlığını daha başka cümlelerle de ortaya koyabilecek birisi. Şöyle bir değinip geçmesi tatmin edici olmadı.
Kavga için ellerini ovuşturan bir zihniyetin sahibi olarak söylemiyorum bunları elbette ki. Her defasında gerginliklerden uzaklaşıp, sağduyu içinde hareket edilmesi için çağrı yapıyorum. Ancak işler giderek ciddî bir noktaya doğru gidiyor. AKP kulisinde buna benzer kaygıları taşıyan milletvekilleri az değildi.
İlker Paşanın konuşmasını yorumlayan, “akredite gazeteciler” de zaten aynı uyarıyı yapmıyor mu? Orduda AKP iktidarına karşı üslûp değişiyor. Bu zaten Büyükanıt Paşanın gelmesiyle birlikte beklenen bir şeydi. Yüksek Askeri Şûrânın teamüllerini dahi yok saymak suretiyle Büyükanıt Paşayı atamış olsa da AKP kadrolarında zaten böyle bir beklenti vardı. Kuliste konuşulan, korkulan oluyor mu?
Cumhurbaşkanı Sezer’in 1 Ekim’de Meclisi açış konuşmasında, Genelkurmay Başkanı Büyükanıt’ın ise 2 Ekim Pazartesi günü Harp Akademilerinde yapacakları konuşma ile yeni dönemin işaretlerini verecekleri belirtiliyor. Şimdiden böyle bir beklenti oluştu.
İlker Paşa’nın hedefinin AKP iktidarı olduğu açık. Bu durumda Erdoğan’ın kararlı bir duruş ortaya koyması gerekiyordu. Çünkü bu iş bir kırılma noktasına yaklaştı. Yeni bir süreç başlatılmak istendiği açık. Hakkari’de tanklar yürütülmeyip, “Belediye bölücülük yapma, temizlik yap” pankartları ile çöp toplanması, Kara Kuvvetleri Komutanı Başbuğ’un “devrimlerin askere dayanarak gerçekleştiğini, ancak Atatürk’ün devrimlere Türk ulusunun sahip çıkması”nı istediği hatırlatması, sivilleri tepki göstermeye dâvet eden cümleleri başlatılmak istenen bir sürecin işaretleri. Peki bu süreç nasıl olacak? 28 Şubat gibi post modern bir darbe ile mi karşı karşıya kalacağız.
Her sürecin aktörleri de, dinamikleri de farklıdır. Ancak asker destekli sivil kalkışma gibi bir arayışın olduğu belli. 28 Şubat süreci için de öncelikle ”Silahsız Kuvvetler” göreve çağrılmamış mıydı? Medya’nın tahrikleri eşliğinde apoleti takan siviller sokağa dökülmemiş miydi?
Kırılma noktasını bu yüzden önemsemek gerekiyor. 28 Şubatçıların yayınlanan anılarında da görüyoruz ki, o süreçte Başbakan Necmettin Erbakan dirayetli hareket edebilse, DYP parçalanmasa ve Refah Partisi kadroları darbecilere malzeme vermeyecek kadar basiretli olabilselerdi süreç farklı olurdu.
AKP iktidarı şimdi böyle bir noktada duruyor.
Son bir nokta Başbakan Erdoğan grupta çok önemli ve detaylı açıklamalar yaparken, Başbakan Yardımcısı Abdullatif Şener, dış kuliste, Erdoğan’ın konuşmasını duyamayacağı bir noktada, bir gazeteci ile sohbet etmeyi tercih ediyordu.
Düşündüm. Bir süredir şarap uzmanlığına soyunan Şener, Erdoğan’dan mı rahatsızdı, başlatılmak istenen süreçten dolayı tedirginlik mi duyuyor du? Ya da sıkılmış, şöyle bir hava mı alıyordu? İzaha muhtaç bir durum...
27.09.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Müslümana da saygı |
|
“Müslüman Türkiye” Ramazan ayını idrak ederken, ‘bir kısım medya’ da ister istemez bu konulara yer ayırmaya başladı. Samîmî olup olmadıkları bir tarafa, hemen her gazetede ‘Ramazan sayfası’ yer alıyor. İnkâr etseler de, tek başına bu davranışları bile “Müslüman Türkiye” gerçeğini kabullendiklerini gösterir.
Spor dünyasında yaşanan bir gelişme, Türkiye’deki iki yüzlü tavırları bir defa daha ortaya koydu. Hadise şöyle: 1 Ekim’de oynanması gereken Sivasspor-Ankaraspor maçı, Yahudi futbolcunun talebi üzerine başka bir tarihe alınmış. Sivasspor’un Balili isimli İsrailli oyuncusu “Yom Kippur’da (Kefaret Günü/Yahudilerin bayramı) biz hiçbir faaliyette bulunmayız, oruç tutup duâ ederiz. Maç tarihinin değiştirilmesini istiyorum” diyerek ‘ilgililer’e müracaat etmiş. ‘İlgililer’ de bu talebi haklı görüp, iki takım arasında oynanan maçı başka bir tarihe almışlar. (Posta, Milliyet, vd., 26 Eylül 2006)
Bu gelişmeye ‘kartel’ cephesinden farklı yaklaşımlar yapılıyor. Bir gazeteye göre bu durum ‘Laik Türkiye’ye yakışmazken (Mehmet Y. Yılmaz, Hürriyet, 26 Eylül 2006), başka bir gazeteye göre ise “İnanca saygı”nın göstergesi. (Posta, 26 Eylül 2006)
Böyle bir karara karşı çıkanların korkusunu anlamak lâzım. Onlara göre ‘ilgililer’in bu kararı, “Müslüman futbolcu”ların da başka taleplerde bulunmalarına yol açabilir, korkuları bu!
Yakın geçmişe baktığımızda bu kararla çelişen çok sayıda uygulamaya şahit olunmuştur. Meselâ, futbolcuların ‘oruç’luyken ‘performans’ları düştüğü ileri sürülerek, ‘oruç tutmaya yasak’ getirilmek istenmiştir. Tamam oruç tutan futbolcular iyi top oynayamayabilir. Ama bunun çaresi, futbolculara oruç tutmayı yasaklamak mı olmalıdır? Niçin, varsa başka alternatifler düşünülmez? Başka alternatifleri düşünen ve dile getirenler susturulur, suçlanır, damgalanır?
Yaşanan son örnek, gerçekte de örnek ve emsal olmalı, “Müslüman futbolcu”ların talepleri de dikkate alınmalıdır. Böyle yapılmakla kıyamet kopmayacağı gibi, futbol kulüpleri de iflâs etmez.
Türkiye’ye giydirilmek istenen ‘laiklik elbise’sinin, dünyadaki başka ‘laik elbise’lere benzemediği ortada. Meselâ, laikliğin vatanı olduğu ifade edilen Fransa’daki (ki, Türkiye de Fransa’yı örnek almıştır) uygulama bile Türkiye’dekinden daha ‘iyi’dir. Bunun en önemli göstergelerinden biri, Fransa’daki devlet ya da özel üniversitelerde (Fransa’daki özel ilköğretim okullarında da başörtüsü yasağı yoktur!) başörtüsü yasağı uygulanmazken, Türkiye’deki durum gözler önündedir. Bu çelişki, Türkiye’de laikliğin yanlış anlaşıldığının ve uygulandığının en çarpıcı göstergesidir.
Çok yakın zamanda bir konuşma yapan Yargıtay Başkanı Osman Şirin de, “Laikliğin tarifini doğru/düzgün yapalım” anlamında görüşler beyan etmedi mi? O halde, lakiliği ‘dine baskı aracı’ olarak görmekten vazgeçmek gerekir.
Türkiye ve dünya gerçekleri, “Laik bir ülkede din, maç erteleme gerekçesi olamaz” diyenleri (M. Y. Yılmaz, Hürriyet, 26 Eylül 2006) haklı çıkarmıyor.
“Müslüman Türkiye”de, “Müslüman futbolcular”a da saygı lütfen...
27.09.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Cemaatler ve TSK |
|
Ülkenin yeniden 28 Şubat benzeri bir ortama sürüklenmek istendiğini düşündüren gelişmelerin arttığı bir ortamda, bazı TV kanallarında tarikat ve cemaatlere dair yapılan—ve birine Mehmet Kutlular’ın da katıldığı—tartışmaların, oluşturulmaya çalışılan havaya uymadığı görülmüştü ki...
Kara Kuvvetleri Komutanı Org. İlker Başbuğ konuştu. “Türk devrimine direniş hareketi”ni “irtica ve gericilik” olarak niteleyen Org. Başbuğ, adeta o programlarda yapılan değerlendirmelere cevap verircesine, “Bazı kesimler kabul etmese de, irtica tehdidi kaygı verici boyutlara ulaşmaktadır” dedi.
Başbuğ, cemaatlerle ilgili “sosyolojik” bir analiz de yaparak, “toplumların cemaatleşmeye itilmesi”ni, küreselleşmenin, devletlerin geniş kitleleri koruyan sosyal devlet vasfını giderek zayıflatmasına bağladı.
Ve cemaatlerle 677 sayılı kanunun yasakladığı tarikatları, “devrime karşı hareketlerin odağı” olarak niteledi.
Halbuki tarikatlar devrimlerden önce de var olan ve kökleri yüzyıllar öncesine uzanan tarihî oluşumlar.
Dolayısıyla, en azından tarikatlar açısından, “Küreselleşme sosyal devleti zayıflattığı için ortaya çıktılar” iddiasında bulunmanın mantıkî ve ilmî bir geçerliliği yok ve olamaz.
Cemaatler de, Başbuğ’un ima ettiği tarzda, sosyal devletin zayıflamasına bağlı olarak ortaya çıkan “sosyoekonomik” organizasyonlar değil. Asıl misyonları, devletin laiklik adına din eğitimini ortadan kaldırması üzerine doğan manevî boşluğu doldurmak.
Meselâ bu cemaatlerin önde gelenleri olan Nurculuk da, Süleymancılık da Atatürk döneminde ortaya çıktılar. O zaman “küreselleşmenin zayıflattığı sosyal devlet” mi vardı?
Peki, M. Kemal’in dahi devrimleri yaptıktan sonra “Manevî bataryaları boş bıraktık” itirafında bulunduğu biliniyorken, ısrarla işin bu cihetini görmezlikten gelerek “devrime karşı direniş”ten söz etmenin ve laikliğin tartışılmasından rahatsız olmanın izahı ne?
Başbuğ, “Türk devrimine karşı” yürütülen girişimlere karşı mücadelenin öncelikle kültür, eğitim ve öğretim alanlarında verilmesi gerektiğini ifade ediyor. İyi de, seksen senedir yapılanlar da bunlar değil mi zaten?
Aslında söylenecek çok şey var. Ama şu an için öncelikle şunu vurgulamak gerekiyor:
Yıllardır süregelen bunca haksız itham ve muameleye rağmen yapıcı çizgilerinden şaşmayıp hizmetlerini sürdüren cemaat ve tarikatların, mübarek Ramazan günü, her fırsatta milletin içinden çıktığını tekrar eden ordunun üst düzey bir komutanınca bir kez daha rencide edilmesi tam anlamıyla bir talihsizliktir.
Milletin içinden çıkan bir ordunun komutanı, milletin milyonlarca ferdinin mensup olduğu cemaat ve tarikatları incitmemeliydi.
Gerçi bu söylem sadece Başbuğ’la da sınırlı değil. Demokratlığıyla övünen ve mutedil tavrıyla takdir toplayan Hilmi Özkök bile geçen yıl Harp Akademilerinde yaptığı konuşmada cemaat ve tarikatlara yüklenmişti.
Yani, kurumsal bir yanlış söz konusu.
Bu vahim yanlış düzeltilmediği müddetçe Türkiye’nin huzur bulması mümkün değil.
27.09.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|