1990’lı yılların en meş’um teorisi “medeniyetler çatışması” idi. Bu kategorik bir yaklaşımdı. Bir değerler bütünü olan medeniyetler durduk yerde birbirleriyle neden çatışsınlar? Sonra meseleye kategorik gözle bakmak, genelleştirmeci bir yaklaşımdır, genelleştirme ise indirgemeciliktir ve basitleştirmektir. Taraftar ve aleyhtar şeklindeki kategorik yaklaşımlara bendeniz kategorik olarak karşıyım. Zira hakikat çoğu kez parçalanmış ve atomize olmuş bir haldedir. Parçaları orayı buraya yayılmıştır. Dolayısıyla kategorik düzlem derinlikten yoksun ve cahilâne olduğu gibi, aynı zamanda da kutuplaştırıcıdır. Medeniyetler çatışması 1990’lı yılların en meş’um teorisi ise, 11 Eylül’ün getirdiği ifrazatlardan birisi olan-maalesef-Şiî-Sünnî eksenli yeni kutuplaşma alanıdır. Neoconlar, 11 Eylül’den sonra İslâm içi dahilî hesaplaşma öngörmüşlerdi. Zaten İran-Irak savaşında da aynı noktayı alevlendirmişlerdi. Meseleyi Arap-Acem, yani modern bir Şuubiye kavgasına benzetmişlerdi. Öyle miydi? Hayır. Öyleyse Türk askerinin Lübnan’a gitmesini de bu perspektiften değerlendirin. O sıralarda İran, Irak’ı veya Saddam rejimini mürted olarak görüyordu. Saddam rejimi de karşı tarafı Mecusîler olarak değerlendiriyordu. Ve bugün ABD’nin hem kaşıdığı, hem de geride bıraktığı boşlukta, maalesef yine tarihin karanlık yüzü ortaya çıkmaya başladı. 2005’te Ürdün Kralı II. Abdullah Washington Post gazetesine verdiği demeçte, oluşmakta olan bir Şiî üçgeninden ve ekseninden bahsetti. İşgalle birlikte İran nüfuzu yeniden Irak’a dönerken, alevlenen Sünnî-Şiî rekabetiyle birlikte Sünnî kesimlerde ‘Amerikan süngüsüyle birlikte yeni Safevîler Bağdat’ta’ söylemlerine rastlanır oldu. Şiî kesimler de kendileri açısından karşı kutbu Yeni Emevîler olarak adlandırmaya başladı.
***
Bu kutuplaşma el’an devam ediyor ve Hizbullah direnişi ve onu izleyen olaylarla birlikte Lübnan cephesinde yeniden nüksetti. Bu dönemde Türk askerlerinin Lübnan’a gitmeleri gündeme gelince, eski hassasiyetler yeniden kaşınmaya başlandı. Fransız askerleri gelirken kimse ‘Fransa, sömürgesi Lübnan’a yeniden dönüyor’ demezken, Şiî kesimlerin bazı sözcüleri, ‘Yeni Osmanlılar Lübnan’a dönüyorlar’ demeye başladılar. Bu kategorik yaklaşımlara zıddından baktığınızda da, bu söylemin Şiî veya yeni Safevî eksen bağlamında söylendiğini anlıyorsunuz. Meseleyi düzünden veya tersinden kategorize etmek yanlış olduğu gibi, maalesef bu sonuçları da doğurur. Kategorik bakmak; ötekileşmek ve ötekileştirmektir. Ötekine yönelik bütün nefret mevrusatıyla birlikte, tarihi yeniden yüklenmek kimseye fayda getirmez. Öyleyse, bugünün olaylarına tarihin kategorisinden bakmayalım. Bu anlamda, Safevîlerin manevî kurucusu Cebel-i Amil’li Ali Karaki ile onun karşıtı olan Ebu’s Suud’un mirasını ve ikilemini günümüze taşımaya lüzum yok. Bunlar hem geride kaldı, hem de geride kalmalı. Aksi taktirde tarihin keskinliklerini günümüze taşımanın veya yansıtmanın kimseye zerre kadar faydası olmayacaktır. Bundan dolayı, bazı kutsal değerleri siyasî nüfuz devşirmelere alet etmeyelim. Bırakın İsrail’e karşı direniş geniş eksenli kalsın. Hamas Sünnî ve Hizbullah Şiî olarak kategorize edilmesin. Dışarıdan böyle değerlendirilmemesi gerektiği gibi, dâvânın sahipleri de böyle değerlendirmemeli. Direniş üzerinden başka amaçlara veya emellere hizmet etmemeli ve başkaların hakkına, hukukuna da riayet ederek, genel dengelere dikkat etmeli.
***
Kimilerine göre potansiyel bir Sünnî eksen var. Suudi Arabistan, Mısır, Ürdün ve Türkiye gibi. Bu aslında gerçek değil, sadece bir tasavvur veya siyasî mühendislik projesidir. Buna mukabil, bölgede bir de Şiî eksen vardır ve ABD’nin Irak’ı işgaliyle birlikte yoğunluk kazanmıştır. Bu eksen de başta İran olmak üzere kısmen Irak ve siyasî ayağı olarak Suriye ve Hizbullah eksenli Lübnan’ın güneyini kapsıyor. Robert Kaplan bu hususta şunları söylüyor: “Elle çizilmiş sınırları kaldırın, geriye yalnızca Şiî-Sünnî ayrımları kalır (NYT, 6/9/2006).” Bu bağlamda Türk askerinin Lübnan’a gitmesi Şiî nüfuz bölgesine Sünnî gücü olarak değerlendiriliyor. Bu kategorilendirmeyi başta İsrail yapıyor. Bir de Şiî unsurlar arasında böyle bakanlar var. İkisi de tasavvurun ötesine geçmiyor. Fadlallah’ın Osmanlılara karşı haklı olarak çekinceleri var, ama tarihî kategarizasyonu aştığından Türk askerinin gelmesine itirazı yok. Bu sağlıklı bir yaklaşım. Ama bu saplantıyı aşamayanlar Türkiye’deki müzmin muhaliflerle birlikte kafayı Türk askerine takmış durumdalar. Maalesef bunun sözcülüğünü de Lübnan’lı dostumuz Muhammed Nureddin yapmaktadır. Nureddin meseleye kategorik olarak bakıyor, bu bakış açısı itibarıyla Cumhuriyet gazetesi ile aynı muhalif zeminde buluşabiliyor. İkisinin de kategorik karşı oldukları husus, Türkiye’nin yeni bir Osmanlı olması. Bu bir tasavvur olmasına rağmen, onlar buna hakikat payesi veriyorlar ve kategorize ederek tarihî kutuplaşmaları canlandırıyorlar. Böylece Türkiye’yi Ortadoğu’dan mahrum etmek istiyorlar. Buna kimin hakkı var? Hayâlî Osmanlı karşıtlığının arkasında mefhum-u muhalifi yatar. Bunun da ne anlama geldiğini herkes biliyor. Acaba Şiî nüfuz alanı olarak gördükleri yere Türkiye’yi sokmak istemiyorlar mı? Türkiye Hizbullah’a yönelik belirli taahhütler altına girmişse ve buna riayet edecekse, bundan rahatsız olmanın âlemi var mı? Ve aynı kesimler acaba Endonezya veya Malezya gibi ülkelerin asker sevkine karşı çıkıyorlar mı? Çıkmıyorlarsa, bölge ülkesi olan Türkiye’nin eksisi nedir ?
Tarih tarihseldir ve tarihte kalmalıdır. Bizim için ibret aynasıdır ve ders alırız. Onun ötesinde olumsuzluklarını veya kutuplaşmalarını öne çıkarmak cahiliyet sloganlarını canlandırmak mesabesindedir. ‘Lübnan bataklık, Türkiye gelmesin’ diyenler asıl o taktirde bataklığı kendileri oluşturmuş oluyor ve ateşle oynamış oluyorlar. Herkes başkasının varlığını içine sindirsin.
15.09.2006
E-Posta:
[email protected]
|