|
|
ÂYET-İ KERİME MEÂLİ
Tâ ki, ataları ikaz edilmeyip kendileri de bu yüzden gaflet içine düşmüş bir topluluğu Allah'ın azâbından sakındırasın.
Yâsin Sûresi: 6
|
15.09.2006
|
|
HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ
Üzerindeki bir zulmü def etmek uğrunda mücadele verirken öldürülen kişi şehiddir.
Câmi'ü's-Sağîr, c: 3, 3720
|
15.09.2006
|
|
Kur’ân’ın hakikî tercümesi mümkün değildir
Evet, nasıl İmam-ı Âzam demiş: “Lâ ilâhe illâllah, tevhide alem ve isimdir.” Biz de deriz:
Kelimât-ı tesbihiye ve zikriyenin, hususan ezanda ve namazda olanların ekseriyet-i mutlakası, âlem ve isim hükmüne geçmişler. Âlem gibi, mânâ-yı lügavîsinden ziyade, mânâ-yı örfî-i şer’îsine bakılır. Öyleyse değişmeleri şer’an mümkün değildir. Her mü’mine bilmesi lâzım olan mücmel mânâları, yani muhtasar bir meâli ise, en âmi bir adam dahi çabuk öğrenir. Bütün ömrünü İslâmiyetle geçiren ve kafasını binler mâlâyâniyatla dolduran adamlar, bir iki haftada, hayat-ı ebediyesinin anahtarı olan şu kelimât-ı mübarekenin meâl-i icmâlîsini öğrenmemesine nasıl mazur olabilirler, nasıl Müslüman olurlar, nasıl “akıllı adam” denilirler? Ve öyle heriflerin tembelliklerinin hatırı için o nur menbalarının mahfazalarını bozmak kâr-ı akıl değildir.
Hem Sübhânallah diyen, hangi milletten olursa olsun, Cenâb-ı Hakkı takdis ettiğini anlar. İşte bu kadar kâfi gelmez mi? Eğer mânâsına kendi lisanıyla müteveccih olsa, akıl noktasında bir defa taallüm eder. Halbuki günde yüz defa tekrar eder. O yüz defa, aklın hisse-i taallümünden başka, lâfızdan ve lâfza sirayet eden ve imtizaç eden meâl-i icmâlî, çok nurlara ve feyizlere medardır. Bahusus, tekellüm-ü İlâhî haysiyetiyle aldığı kudsiyet ve o kudsiyetten gelen feyizler ve nurlar çok ehemmiyetlidir.
Elhasıl: Zaruriyât-ı diniye mahfazaları olan elfâz-ı kudsiye-i İlâhiyenin yerine hiçbir şey ikame edilemez ve yerlerini tutamaz ve vazifelerini göremez. Ve muvakkat ifade etseler de, daimî, ulvî, kudsî ifade edemezler.
Amma nazariyât-ı diniyenin mahfazaları olan elfazlar ise, değiştirilmeye lüzum kalmaz. Çünkü nasihatle ve sair tedris ve talim ve vaazla o ihtiyaç mündefi’ olur.
Elhasıl, lisan-ı nahvî olan lisan-ı Arabînin câmiiyeti ve elfâz-ı Kur’âniyenin i’câzı öyle bir tarzdadır ki, kabil-i tercüme değildir, belki “muhaldir” diyebilirim. Kimin şüphesi varsa, i’câza dair Yirmi Beşinci Söze müracaat etsin. Tercüme dedikleri şeyler ise, gayet muhtasar ve nâkıs bir meâldir. Böyle meâl nerede; hayattar, çok cihetlerle teşa’ub etmiş âyâtın hakikî mânâları nerede?
Mektubat, s. 326-327
Lügatçe:
alem: İşaret, sembol.
tekellüm-ü İlâhî: Allah’ın kullarıyla konuşması.
zaruriyât-ı diniye: Dince yapılması mecburî olan işler. İman edilmesi zarurî olan dinin esasları.
elfâz-ı kudsiye-i İlâhiyenin: Mukaddes İlahî lâfızlar.
nazariyât-ı diniye: Dinin nazarî, ilmî, fikrî kısımları.
mündefi’: Gidermek, yerine getirmek, atlatmak.
lisan-ı nahvî: Arapçanın bir vasfı. Nahve ait dil. İntizam ve kaidelere bağlı belâgat dili.
teşa’ub: Şubelere ayrılma, bölüm bölüm olma.
|
Bediüzzaman Said NURSİ
15.09.2006
|
|
SORULARLA RİSALE-İ NUR
Büyük günahlar
Soru: Yedi büyük günah hangileridir?
Kebâir çoktur; fakat ekberü’l-kebâir ve mûbikat-ı seb’a tâbir edilen günahlar yedidir: Katl, zina, şarap, ukuk-u vâlideyn (yani kat-ı sıla-i rahim), kumar, yalancı şehadetlik, dine zarar verecek bid’alara taraftar olmaktır.
Barla Lâhikası, s. 178
Soru: Büyük günahları işleyen bir mü’minin imanı gider mi?
Nefs-i insaniye, muaccel ve hazır bir dirhem lezzeti, müeccel, gaip bir batman lezzete tercih ettiği gibi, hazır bir tokat korkusundan, ileride bir sene azaptan daha ziyade çekinir.
Hem insanda hissiyat galip olsa, aklın muhakemesini dinlemez. Heves ve vehmi hükmedip, en az ve ehemmiyetsiz bir lezzet-i hazırayı ileride gayet büyük bir mükâfâta tercih eder. Ve az bir hazır sıkıntıdan, ileride büyük bir azâb-ı müeccelden ziyade çekinir. Çünkü tevehhüm ve heves ve his, ileriyi görmüyor, belki inkâr ediyorlar. Nefis dahi yardım etse, mahall-i iman olan kalb ve akıl susarlar, mağlûp oluyorlar. Şu halde, kebâiri işlemek imansızlıktan gelmiyor, belki his ve hevesin ve vehmin galebesiyle akıl ve kalbin mağlûbiyetinden ileri gelir.
Lem’alar, s. 80
Lugatçe:
azâb-ı müeccel: İleriye bırakılan, tehir edilen azab.
bid’a: Dinin aslına uymayan, sünnete aykırı olan âdet ve uygulamalar.
ekberü’l-kebâir: Büyük günahların en büyükleri.
hissiyat: Hisler, duygular.
kat-ı sıla-i rahim: Akrabayla ilişkiyi kesmek.
kebâir: Büyük günahlar.
lezzet-i hazıra: Peşin lezzet.
mahall-i iman: İman yeri.
muaccel: Peşin, hemen verilen.
mûbikat-ı seb’a: İnsanı felâkete götüren yedi büyük günah.
müeccel: Sonraya bırakılan, tehir edilen.
tevehhüm: Vehmetme, kuruntu yapma, yok olanı var sanma.
ukuk-u vâlideyn: Ana babaya itaatsizlik.
|
15.09.2006
|
|
Kâşif
Allah (c.c.), Kâşif’tir. Onun için gayb ve gizlilik söz konusu değildir. Allah bilinmeyeni bilir, görünmeyeni görür, işitilmeyeni işitir, gizlilikleri keşfeder, güzellikleri açar. Kalbin sıkıntılarını giderir. Kalpleri İslâmiyete açar, hidâyet nûru lütfeder, ruhlara inkişaf verir ve gönülleri ferahlatır.
Peygamber Efendimizden (a.s.m.) nakledilen1 Kâşif ismi Kur’ân’ın da zikrettiği isimlerdendir.
Cenab-ı Kâşif-i Kadîr şöyle buyurmaktadır: “Allah sana bir sıkıntı verse, Ondan başka kâşif (sıkıntıları gideren, kalbi açan ve ferahlatan) yoktur. Sana bir hayır verirse, kimse onu engelleyemez. O, her şeye Kadîrdir.”2
Tohum ve çekirdekler denilen sandukçaların içerisine kudretiyle ve sadece “Ol!” emriyle milyonlarca kantar gıda yerleştiren ve bu latîf sandukçalarda sayılamayacak kadar nîmetleri depolayan Cenab-ı Hakkın her şeye bedel, kadir ve kâfî olduğunu kaydeden3 Bedîüzzaman, tohumların açılmasının, filizlerin büyümesinin, hayatın inkişâfının ve hayattan zorlukların ve tehlikelerin giderilmesinin ancak Allah’ın kudretiyle mümkün olduğunu beyan eder.4
(Risale-i Nur'da Esma-i Hüsna)
Dipnotlar:
1- Mecmuatü’l-Ahzab, 2: 257
2- En'am Sûresi: 17
3- Şuâlar, s. 83
4- A.g.e., s. 65
|
15.09.2006
|
|
Münâcâtü'l-Kur’ân
KEHF:
1. Ey kulu Muhammed’e (a.s.m.), Kendisinde hiçbir tezad ve eğrilik bulunmayan dos doğru Kitabı indiren! (1)
2. Ey hükümranlığına kimseyi ortak etmeyen! (26)
3. Ey Zülkarneyn’e ihsanda bulunan ve ona her şeye ulaşmak için bir sebep veren! (84)
|
15.09.2006
|
|
Risâle-i Nur, Kur’ân’la tedavi ediyor
Risâle-i Nur müellifi Bediüzzaman Said Nursî, öyle bir mücâhid-i İslâmdır ki ve telifâtı Risâle-i Nur öyle uyandırıcı ve öyle halâskâr ve öyle fevkalâde ve cihangir bir eserdir ki, din aleyhindeki bütün o komitelerin bellerini kırmış, mezkûr muzır ve habîs faaliyetlerini akamete dûçâr ve dinsizlik esaslarının temel taşlarını, param parça etmiş ve köküyle kesmiştir. Ve İslâmî ve imânî fütûhâtı, perde altında kalbden kalbe inkişaf ettirmiş ve Kur’ân-ı Azîmüşşânın hâkimiyet-i mutlakasına zemin ihzar etmiştir.
Evet, Risâle-i Nur o tahribâtı Kur’ân’ın elmas hakikatleriyle ve Kur’ân-ı Kerîm’deki en kısa ve en müstakîm bir tarîkle tâmir ve o yaraları Kur’ân-ı Hakîmin eczahâne-i kübrâsındaki edviyelerle tedâvi ediyor ve edecektir.
|
15.09.2006
|
|
Göz
Göz, bir hassedir ki, ruh bu âlemi o pencere ile seyreder. Eğer Cenâb-ı Hakka satmayıp, belki nefis hesâbına çalıştırsan, geçici, devamsız bâzı güzellikleri, manzaraları seyr ile şehvet ve heves-i nefsâniyeye bir kavvat derekesinde bir hizmetkâr olur. Eğer gözü, gözün Sâni-i Basîrine satsan ve Onun hesâbına ve izni dairesinde çalıştırsan, o zaman şu göz, şu kitâb-ı kebîr-i kâinatın bir mütâlâacısı ve şu âlemdeki mu’cizât-ı san’at-ı Rabbâniyenin bir seyircisi ve şu küre-i arz bahçesindeki rahmet çiçeklerinin mübârek bir arısı derecesine çıkar. Sözler, s. 32
***
Gözün nuru, nur-u imanla ışıklanırsa ve kavileşirse, bütün kainat gül ve reyhanlarla müzeyyen bir cennet şeklinde görünür. Gözün gözbebeği de, balarısı gibi, bütün kâinat safhalarında menkuş gül ve çiçek gibi delillerinden, bürhanlarından alacağı ibret, fikret, ünsiyet gibi usare ve şıralarından vicdanda o tatlı imanlı balları yapar. Eğer o göz küfür zulmetiyle kör olursa, dünya, genişliğiyle beraber bir hapishane şekline girer. Bütün hakaik-i kevniye, nazarından gizlenir. Kâinat ondan tevahhuş eder. Kalbi ahzan ve ekdar ile dolar.
İşârâtü’l-İ’câz, s. 72
|
15.09.2006
|
|
|
|