Bilgiler, objeler, nesneler, soyut kavramlar, düşünceler, hayal, tasavvur, taakkul, iz’an, iltizam gibi basamaklardan geçtikten sonra, en son merhale olan ‘imân-itikad’ teknesinde yoğrulur, kıvamını bulur ve kesin inanca, imana dönüşür. Burada yakîn/kesin bir kanaat söz konusudur. İtikat mertebesi; hüküm, karar verme hâlidir. Hüküm ise; yukarıda sıralanan merhalelerden geçerek kavramlar/mefhûmlar arasında doğru bağlar kurmaktır.
Evet, zihnin yedinci işlemi; “itikat”tır. Bir mesele hakkında zihnin ilk altı basamağı kazanında gerçek yönüyle pişer, işler; mesele aklen, kalben ve tecrübî olarak benimsenir, hissî, aklî ve tecrübî boyutları tahlil edilir, bir senteze ulaşılır. Yani, özümsenip biribiriyle münasebetleri sağlam, tutarlı bir inanç olarak ortaya çıkar ve bütün donanımlarıyla tasdik ile doğrulanır ve iz’an ile bir anlayış ve seviye kazanır. O takdirde bu yüksek iman hâli; tabiatı, huyu, karakter haline getirilebilir. Öğrenme, öğretim, zihnin bu yedi işlem modülü kullanılarak, dış dünyadaki inançlar, kabullenmeler, veriler ve sezgiler yoluyla zihinde inşa edilir; zihnî gerçeklik üretilir ve dünya bu gerçeklik üzerinden algılanır. İşte bu malûmatlar, kavramlar, semboller, roller ve çözüm şemaları şuuraltına yerleşir; kişi karar verme, algılama ve düşünme melekelerini oluşturur.
Artık iman, dimağın/zihnin bütün kademelerinden geçerek en üst seviyeye çıkarılarak güçlendirilmiş şuurlu bir bilgiden/ilimden oluşmuş bir olgu haline gelir. İslâmın istediği, öngördüğü şüphe ve vesveselerden arınmış tahkiki, gerçek iman budur.
Böylece, başta akıl, kalb, vicdân olmak üzere sâir duyu ve duygular vasıtasıyla objelerden gelen bilgi ve mesajlar; dimağdaki safhalardan süzülüp “cüz’î irâde/hür irâdenin” (kendi kendine karar verme ve serbestçe hareket etme gücünün) kullanılmasından sonra, Allah’ın istediği kulun kalbine ektiği bir nûr olur.1
‘İtikad-imânın gereği ise, salâbettir. Yâni, gerçeği bulduktan sonra ona sıkıca bağlanmaktır. Bilgi, nesne ve düşünce; yukarıda bahsedilen zihnî aşama, basamak ve eleklerden geçip ‘imân, itikad’ hâline gelirse, ondan ‘salâbet’, yâni, tam bir bağlılık, tam bir anlayış, tam bir iz’an, kavrayış durumu hâsıl olur. Dolayısıyla imân; bilgi, belge, deney, aklî, mantıkî delillere dayanan bir salâbetin, bir bağlılığın sonucudur.
İslâmiyet körü körüne dogmatik, mutaassıp bir inancı değil; salâbetli, tahkiki, hakikî bir imânı gerektirir. Yâni, gerçeği ilmî, yani aklî, mantıkî, tecrübî delillerle de bulduktan sonra ona sımsıkı yapışmayı gerektirir. Delil ve belgeleri, zihnin süzgecinden süzüp bir meseleyi kabul eden ve İslâmiyete giren samîmî bir Müslüman asla mutaassıp değil, salâbet sahibidir.
Tabiî ki, burada inanç haline gelen karar hüküm; kesin fakat doğru olmayan bir inanç da olabilir. Dolayısıyla iman, kalb, kabul ve irade ile ilgili bir sonuçtur. Bir meselenin böyle olduğu bilinir, ama, kabul edilmez, reddedilir. Buna küfri inadî de denir.
Dipnot:
1- İşârâtü’l-İ’câz, s. 46.
06.09.2006
E-Posta:
[email protected] - [email protected].
|