Gariptir ki, göğsümüzde dolu dolu olduğunu söylediğimiz imanın derli toplu, ilmî veya fikrî tanımını yapamadığımız gibi; onu tahkîke çıkarıp geliştirmenin, yükseltmenin metodlarını da pek bildiğimiz söylenemez.
İman ve şartları, İlahiyat fakültelerinde bile yalnızca okunup geçilen, üstünkörü öğrenilen bilgilerle tekrarlanıyor. İtiraf edelim ki, imanın nasıl bir güç kaynağı olduğunu tam olarak bilemediğimiz gibi, güçlü bir imanın çalışma, ilim ve tefekkürle nasıl kazanılabileceğinin de pek farkında değiliz.
İmân yalnızca, dil ile “Kabul ediyorum, inanıyorum” sözünü seslendirip kalben kuru ikrardan ibâret midir? Yoksa dimağımızın merhalelerinde yoğrulan ve bilgi boyutlarında oluşan muhteşem bir güç kaynağı mıdır? Sadece “İnanıyorum!” sözünden ibaret bir iman, olsa olsa taklidî bir imanın tanımı olabilir.
Akıl, kalb, vicdan ve ilim ile irtibatlı; insana, duygularına, kâinata, eşyaya, olaylara bir anlam yükleme ve yüce bir anlam kazandırma olan İslâm imânıyla, pratikten kopmuş sâir inançları karıştırmamak gerekir.
Psikoloji açısından genel inanç; dış dünyayı idrak etme sonucunda zihinde oluşan bir anlayış biçimi; idrak, duyu organları yoluyla objelerin (nesnelerin) kalitelerinin ve münâsebetlerinin farkına varılmasıdır.1 “Farkına varma” ise, dış dünya ile insan zihni arasındaki bir etkileşim sonucu ortaya çıkan yorumdur. Bu yorum, zan ya da bir delile dayanarak benimsenmesinden ibârettir.2
Terim olarak iman; hak dini, aklî, mantıkî ve naklî belgelere dayanarak anlama, kabul etme, tasdik etme ve İslâm’ın, inanılması gerekli olan altı imân esaslarına inanmaktır. Istılâhî tarifine gelince: Mânevî sahaya, gayba (metafiziğe, görünmeze) inanma; Allah’ı, Onun vahiyle bildirdiklerini kabul etme, onlara bağlanma ve böylece Allah’ın emri altına girmekten doğan emniyet duygusudur. İmân, kâinatın tesadüfen değil, sonsuz kudret ve ilim sahibi bir varlığın yaratması ile meydana geldiğine inanan kişinin; onun tesadüfen yok olmayacağına, dolayısıyla Allah’tan başka kimsenin onu yok edemeyeceğine, O’nun garantisi altına girdiğine olan güvenidir.3
Bediüzzaman’ın naklettiği, Sa’dı Taftazânî’ye göre imân; Cenâb-ı Hakkın, istediği kulunun kalbine, kul hür irâdesini kullandıktan sonra koyduğu bir nurdur. İmânın kabul, tasdik (doğrulama), iz’an (yüksek bir anlayış), iltizam (taraf olma), nûr, kuvvet (enerji kaynağı) olduğunu söyleyen Bediüzzaman, onu çok çeşitli boyutlarıyla ele alarak muhteşem tarifler getirir:
Resûli Ekrem’in (asm) tebliğ ettiği dinin zarûrîyatını, temel prensiplerini detaylı, zarûriyatın dışındakileri özetle tasdik etmek, doğrulamak, kabul etmekten meydana gelen bir nur, bir ışıktır.
İman, Şemsi Ezelîden ihsan edilmiş sonsuz mutluluktan bir parıltıdır. Ve o parıltıyla, insanın vicdanında bulunan bütün emel, arzu, meyil ve istidatların (potansiyel yeteneklerin) tohumları bir tuba ağacı gibi gelişmeye başlar, ebed memleketine doğru hareket eder, gider.
Ona îman etmek, şânı büyük Kur’ân’ın ders verdiği gibi, o Hâlıkı sıfatları, isimleriyle bütün kâinatın şahitliğine dayanarak kalben doğrulamak ve elçileriyle gönderdiği emirleri tanımak ve günah ve emre muhâlefet ettiği vakit kalben tevbe edip, pişmanlık göstermektir.4
Yarınki yazıda da, iman ilmini adeta şiirleştirerek bize sunan Bediüzzaman’ın, imana sonsuzluk ufuklarında açtığı ıstılâhî yaklaşımlarını birlikte takip edelim.
Dipnotlar:
1. Prof. Dr. Sabri Özbaydar, Psikoloji, s. 26.; 2. O. Hançerlioğlu, Felsefe Sözlüğü, s. 151.; 3. Prof. Dr. Süleyman Hayri Bolay, Felsefî Doktrinler ve Terimler Sözlüğü, Akçağ, Ank., 7. bask., 1997, s. 215.; 4. Emirdağ Lâhikası, s.199.
01.09.2006
E-Posta:
[email protected]
|