Dilini bilmediğiniz, yabancısı olduğunuz, üstelik düşmanlarla dolu bir ülkenin çok büyük demir-çelik fabrikasında düşününüz kendinizi. Hassas telekomünikasyon sistemleri, korkunç ocaklar, tehlikeli gaz ve maddelerle dolu depolar, dehşetli çarklar, karmaşık bölümler, girift yollar… Bu durumda ne yaparsınız, ne yapmalısınız? Elbette fabrika sahibine müracaat etmek ve vereceği rehbere uymaktır çare.
Dünyayı bir fabrika farz edebiliriz. Sonsuz derecede aciz, zayıf, fakir ve ihtiyaç sahibi olduğumuzu biliyoruz. Hastalık, âfât, olumsuz olaylara dek sayısız tehlikeler ve düşmanlarla karşı karşıyayız. Mikroskopla binlerce kez büyütülerek ancak görülebilen bir virüs, bir bakteri, bir mikroba mağlûp oluyoruz! Basit bir hastalık bizi yataklara seriyor, hatta ölümümüze sebep olabiliyor. Devamlı olarak dünyamız, yok oluşlarla çalkalanıyor. Bu müthiş yok oluşlarla, zevk, lezzet, huzur ve mutluluğumuzla birlikte sonsuzluk duygumuz da yerle bir oluyor.1 Nefsimiz, cesedimiz, insaniyetimiz, ömrümüz-yaşayışımız, vücûdumuz, belâ ve musîbetler, dünyada kalma süremiz ve peşinde koşuşturduğumuz lezzetler kararında kalmıyor.2
Şu halde, vücudumuza sahiplik dâvâsında bulunamayız! Çünkü, bizim san'at eserimiz değildir. Ancak, onda mükemmel işler döndüğünü biliyoruz. Öyle ise, biri tasarruf etmektedir. Öyle ise, onu hakikî sahibine tevdî etmeliyiz. Kendimize ait olmayan, fakat gözetimimize bırakılan “eşyaları”, sahiplerinin istediği tarzda kullanmıyor muyuz? Şu halde; bize emânet olarak verilen bedenimiz hakkında, nasıl böylesine keyfemâyeşâ (keyfimizin istediği gibi) hareket edebiliriz?
* İç içe yaşadığımız belâ ve musibetlere gelince; dünya her an çalkalanmakta, unsurlar harekete geçmekte ve tabiat olayları hayatımızı sarsmaktadır. Ve mütemadiyen ruhumuzu rencide edip kanatmıyorlar mı?
* Bütün gücümüzle kucaklamaya çalıştığımız dünya ise bir misafirhanedir ve biz onda çok kısa zaman duracak bir misafiriz. Misafirlik müddeti göz açıp kapayıncaya kadar gelip geçmiyor mu?
* Dünyaya ve nefsimize yönelik lezzetlere gelince: Dünyevî, nefsî, maddî lezzetler ise, kısmete bağlıdır.
Acaba bu fabrikadan sağ-salim nasıl kurtulabilir; düşmanlarımızdan nasıl korunabilir; ihtiyaçlarımızı nasıl karşılayabilir; acz ve fakrımızı nasıl giderebiliriz? Düşmanları def etmenin, ihtiyaçları karşılamanın yegâne yolu, bu unsurların, daha doğrusu kâinatın sahibi Kadir-i Mutlak’a dayanmak değil mi? Onun sonsuz kudretini, yardımını, şefkatini iman ve duâ ile talep etmekle bu handikaplar aşılmaz mı?
Evet, ancak Ona sığınarak olumsuz olaylara karşı direnme gücü gösterilebilir. Eğer hakikî imana ulaşılmazsa, bunların azabından yeryüzü dar gelir. Peşinde olunan huzur ve mutluluk, gerçek zevk, lezzet bulunamaz. Çünkü, insan ruhu ve kalbi âfât, sıkıntı, problem, hastalık ve olumsuzluklara asla dayanamaz. Hayatın gerçeklerini kabul edip, ona göre vaziyet almanın, gerçek lezzet ve zevki tatmakla birlikte onları sonsuzlaştırmanın en kısa, en ucuz, en rahat, en keskin, en emin yolu imân değil mi? Başka bir yol var mı?
Dipnotlar: 1. Şuâlar, s. 58-60.; 2. Mesnevî-i Nûriye, s. 101-102
29.08.2006
E-Posta:
[email protected]
|