İman ile aynı zamanda sonsuz Kudret Sahibine tevekkül ile, olumlu ve ulvî meselelerde yükselme; felâket, musibet gibi olumsuz olaylardan ölüme kadar herşeye karşı müthiş bir direnme gücü elde edilir.
Güçlü iman sahibi; kâinatın Sahibinin sonsuz kudreti, ilmi, isim ve sıfatları bulunduğunu; her yerde hâzır ve nâzır olduğunu bilir. Meleklerin İlâhî kameramanlar gibi her söz, fiil ve hareketleri kaydettiklerine inanır. O takdirde de olumsuz fiil, söz ve hareketlerden kaçınır; ibadete, ilme, çalışmaya, nezaket ve nezahete yönelir. Bu da, istikamet, düzen, dayanışma ve yardımlaşmaya yöneltir.
İlâhî plan ve program olan kadere iman ise; planlı ve programlı bir hayat sürmemizi sağlar. Ahirete iman, haksızlık, zulüm, sefahet gibi olumsuzluklardan uzaklaşıp; adalet, merhamet, yardım, dayanışma, ibadet, zikir gibi olumlu faaliyetler içine girmemiz demektir.
Müslümanların ilmî, ekonomik ve teknolojik gelişme sağlaması da yine iman gücü nisbetindedir. Allah’a, Kitaplara (Kur’ân’a), Peygamberlere iman ile, teknolojinin en son sınırını çizen peygamberlerin gösterdiği mu’cizelerden ilham alarak ilmî ve teknolojik çalışmalara meyledilir.
Ve kezâ, İslâm şartları, ibadetler imanın gücü nisbetinde yerine getirilir. İbadetler ise, ferdî, ailevî ve sosyal düzeni, dayanışmayı, yardımlaşmayı otomatik olarak sağlar.
Ekonominin itici gücü de temelde imandır. Zira, Kur’ân’a ve getirdiklerine iman; zekâtı ihya ve faizden kaçınmayı gerektirir. İmanı güçlü olan; ekonominin itici gücü olan zekâtı verir; miskinlik ve sömürü vasıtası olan faize bulaşmaz. Bu da, ülkenin kalkınması, iş sahalarının açılması demektir.
Diğer İslâm şartlarını yerine getirenler, cemaatle namaz ve hacda olduğu gibi bir araya gelir; kaynaşır, danışır, fikir, kültür, tecrübe alışverişinde bulunur. Bu ise, terakkî, kalkınma ve zenginleşmek demektir.
Tarih buna şahittir. Müslümanlar İslâmiyete sarıldıkları zaman terakkî etmiş; uzaklaştıklarında da belâ ve musibetlere hedef olmuş; geri kalmışlardır.
Müslümanların yükselme dönemlerindeki eğitim sisteminde iman temel ders olarak ele alınır; tefekkür ve ibadetlerle pratiğe geçirilerek detaylı bir şekilde işlenerek özümsenirdi. Tahkikî iman, elde edildiğinde hayatın her katmanında, her safhasında, her söz, fiil ve davranışta tezahür eden bir sır olur. Ve o iman sahibi kâinata meydan okuyabilir! Tıpki Sasâni, Roma ve Pers medeniyetleri dahil tüm çapulcu Araplar, kendi kabilesi Kureyş, hattâ en yakın akrabaları, öz amcası cephe aldığı halde; yalnız başına, üstelik yetim olan ve hiçbir maddî gücü bulunmayan Peygamberimizin (asm), insanlığa barış, huzur ve mutluluk getirmesi, İslâmiyeti dünyaya hâkim kılması gibi.
Birkaç asırdır eğitim sisteminde (medrese, tekye ve zâviye dahil) iman şartları yalnızca okunup geçilir, üstünkörü öğrenilir ve eski dönemlerin anlayışı tekrarlanır oldu. Bunun yanında, teferruat meseleler, en ince detaylarına kadar işleniyordu. Hayatın bütününü ele alan ilmihal kitaplarına bakılsa, bu açıkça görülür. İman esasları sadece anlatılır ve geçilir; ibadet ve amelî/şekil yönü teferruatına kadar didik didik incelenirdi. Bugün de aynı sistem devam etmektedir. Oysa, ilmî ve teknik gelişmelere paralel iman esaslarının da bir zaviye kazanması gerekir. İtiraf edelim ki, imanın ne olduğunu tam olarak bilemediğimiz gibi, güçlü bir imanın çalışma, ilim ve tefekkürle nasıl kazanılabileceğinin de pek farkında değiliz.
Son birkaç asırdır içine düştüğümüz anaforlardan birisi iman zaafı olsa gerek. İman zaafı, hayatımızın tüm katmanlarına sirayet ederek bizi güçsüz kılmış. Bunu aşmanın yolu, imanı yeniden ele almak ve güçlendirmektir. Nisa Sûresi’nin 136. âyetinde, “Ey iman edenler, îmân ediniz!” tabiriyle iman edenlerin iman etmesine vurgu ve tahşidat yapılmasının sırrını kavramak gerekir.
26.08.2006
E-Posta:
[email protected] - [email protected].
|