İslâmın öngördüğü imân; genel, taklidî, sathî, yüzeysel, gelenek ve göreneğe dayalı değil; aklî/mantıkî, ilmî, vicdanî, kalbî delillere dayanan güçlü bir iman türüdür. Ki, insan ancak akıl ve bâliğ olunca mükellef, yani sorumlu olur. Bu da, aklî delillere dayanarak İslâmiyete girmeyi gerektirir.
Tahkikî imân; zihnin bilgi merhaleleri olan “tahayyül, tasavvur, taakkul, iz’an, tasdik, iltizamdan” geçtikten sonra oluşan ve “ilmel-yakîn (ilim seviyesinde), aynel-yakîn (gözlem, müşahede seviyesinde), hakkelyakîn (tecrübe ve yaşama seviyesinde)” mertebeleri bulunan imân, itikad, inançtır. Gerçek imân; akıl, ilim, fikir, araştırma, tahkik, tetkik, inceleme, gözlem, müşahede, sentez ve muhâkeme ile elde edilir.
Gerçek imana şöyle ulaşabiliriz: Aklî, mantıkî, ilmî inceleme, araştırma ve derin tefekkürle, kesin belge, bulgu ve delillere dayanarak ulaşılır. Her şeyi Allah’a dayandırmakla beraber, her şeyin üstünde bulunan Ulûhiyetin (İlâhlığın, yaratıcılığın) mühürlerini, Rubûbiyetinin (atomdan galaksilere, tüm kâinata kadar terbiye ediciliğinin) damgalarını ve kaleminin ince nakışlarını (yine atomdan kâinat sayfasına kadar her varlığın ayrı bir şekil, desende oluşunu); Onun sonsuz isim ve sıfatlarını bu yansımalarda okuyarak Onu bilmek, tanımak, Onu kabul etmek, Ona inanmaktır. Aynı şekilde, sair iman esaslarını da araştırıp, düşünüp, tefekkür süzgecinden geçirdikten sonra kabul etmektir.
Bu tür imân yalnız kuru bir bilgi/ilimle değil, yüksek bir tefekkür ile elde edilebilir. Evet, akıl, kalb, vicdan, idrak, şuûr gibi duyguların ve lâtifelerin de payı vardır. Nasıl ki, bir yemek mideye girse, o yemek muhtelif sinirlere, muhtelif bir surette taksim edilip tevzi olunuyor. İlimle gelen imân meseleleri dahi, akıl midesine girdikten sonra, derecesine göre ruh, kalb, sır, nefis, ve hâkezâ, lâtifeleri kendine göre birer hisse alır, emer. Eğer onların hissesi olmazsa böyle bir imân noksandır.1
İman-ı tahkikî ilmelyakinden hakkalyakine yakınlaştıkça daha yerinden oynatılamaz. Meselâ, “sekerat denen ruhunu teslim etme zamanında şeytan vesvesesiyle ancak akla şüpheler verip tereddüde düşürebilir. Ancak, tahkikî imana bir zarar veremez. Çünkü, tahkikî iman yalnız akılda durmuyor. Hem kalbe, hem ruha, hem sırra, hem öyle letaife sirayet ediyor, kökleşiyor ki, şeytanın eli o yerlere yetişemiyor. Öylelerin imanı yok olmaktan korunuyor.
Gerçek imana ulaşmanın bir yolu da keşif ve şahit olma ile gerçeğe ulaşmaktır. Bu yol ehass-ı havas denilen en yüksek seviyedekilere özeldir. Müşahadeye, görmeye dayalı bir imandır. Ki, pek çok imanı hakikatlerin yansımaları görülür.
Bir diğer tahkikî iman yolu da, vahiy sırrının feyziyle, delillere dayanarak ve Kur’ân’î metodu, yani, ispat ve tahkike dayalı bir tarzda akıl ve kalbin birleşmesiyle, hakkalyakin (bizzat içine girerek, yaşayarak anlama) derecesinde bir kuvvetle zaruret ve apaçık dereceye gelen bir ilmelyakinle iman hakikatlerini tasdik etmektir.
Bu ikinci yol, Risâle-i Nur’un esası, mayası, temeli, ruhu, hakikatidir.2 Yani, tahkikî imanı kazandıran bir sistemdir. Ve isteyen herkes, o eserleri mütalâa ederek, müzakere ederek veya dikkatle dinleyerek tahkikî imanı elde edebilir.
Dipnotlar:
1- Mektûbât, s. 318.;
2- Kastamonu Lâhikası, s. 18.
08.09.2006
E-Posta:
[email protected] - [email protected].
|