|
|
İsmail BERK |
Yetkililere konuşma diyeti |
|
“Kodum mu oturturum” tavrının sadist ruhundan beslenmenin dönemi bitmeli artık. Benzer şekilde ruhî daralmanın “mazoşist” özelliklerini taşıyan çıkışlardan da kurtulmalıyız. Restleşme ve beraberinde dâvet çıkardığı sertleşme büyüleri ile senaryo geliştirmekten de çıkmalıyız.
Keskin sirke, küpüne zarar verir. Haşin bakışlar, itici söylemler, bölücü demeçler; önce failin dünyasını tahrip eder. Sonra çevreyi ve bütünlüğü.
Sağduyulu ve sakin düşünen devletlûleri özlüyorum. Beyanını doğru ifade eden, makamını aşmayan, yetkisini görevin ruhuna bağlı kalarak şahsî cebine koymayan yönetim ve yönetici profiline hasretim.
Ötekileştirmeden demokratikleştiren, berikileştirmeden özgürleştiren, bölmeden toparlayan vakur ve halkına karşı mütevazî rical arıyoruz. Devletin her kademesinde, gazetelerin her köşesinde, üniversitelerin her kürsüsünde, camilerin bütün minberlerinde akl-ı selim, mülâyemet ve kucaklayıcı bir üslûp bekliyoruz.
İndî, politik ve güdümlü senaryo kokan konuşmaların devri bitmeli artık. Müzakere kültürü masa başında olur. Farklılığın seslendirilmesi komisyonlarda, kurullarda, organlarda ve tanımlı toplantılarda sonuna kadar yaşanmalı. İstişârî sistemler, beşerî ve zihnî farklılıkların ortaklık oluşturmaları ve birbirini anlamaları için kurulur. Organlar, işbirliği içindir.
Bu niyetleri ve diyetlere hepimizin ihtiyacı var. Biraz diyet yapalım. Konuşmaların ülke sathındaki yankılarına dikkat ederek beyanın aslî unsurunu, makamın maksadında tutarak ve şahsîleştirmeden konuşma diyeti yapalım.
Demokratik ülke olma ölçüsü, kurumların sorumluluk sınırları ve bunu icra ederken diğerine duyduğu güven ve saygıdır. Demokratik teâmüllerde demoklesin kılıcı olmaz. Hep “Höt” deyici rolüne soyunan, dizayn eden ve kendini vazgeçilmez gören tahakküm temsilleri ve bîzar eden sığ gündem dayatmaları kabul edilemez.
Kemale ermeyi bekleyen demokrasimiz, sendelemese de hızlı adımlar atamıyor. Bunun kanileri, kendi manileri ile yetkinin süngüsünü kullandıkça ve işleyişi sıktıkça, karşı direnci tahrik ediyor ve gerdiriyor.
Bu oyuna gelmeden demokratik sabır içinde ilkeli, söylem farklılığının hududunu çizen ortak sorumluluk ile kucaklayıcı bir esintinin beyanları kulağımıza fısıldanmalı artık.
Ya da birileri gerdiriyorsa, siyasî senaryolara çapraz ateşle ortak vuruş merakında olan mahfiller varsa, suyun dümenine kapılıp tepki duvarını aşmanın, fanatik söylem geliştirmenin ve gerilimli platformlara çanak tutmanın anlamı yok.
Hungtingtoncu üslûpta hakkı savunmak, dünya barışını gölgeler. Muhalif ve menfî dünya bloğunun gizli arzularına hizmet eder. Zulme, ezilmeye, haksızlığa karşı çıkmanın maddî ve manevî unsurları doğru metotlarla yapılmalı. Sabrın zor sınavından geçmek bizim mesuliyetimizde.
Düğünler, mevlitler, taziyeler, törenler, yıldönümleri, ortak heyecanlar, millî günler ve kurdelalı açılışlar; insanların mutluluk kültürünün ve beraber yaşama bilincinin ortaklığa dönüştüğü sevinçleri öne çıkarmalıdır. Böylesi anlar, beraberliğe tahsis edilmiş zamanlardır.
Memurundan amirine, öğrencisinden öğretmenine, cemaatinden imamına, çocuğundan babasına, kardeşinden abisine, işçisinden patronuna ve gencinden ihtiyarına hepimiz lütfen sevinç ve muhabbet kokan yaklaşımlar sergileyelim.
Tersini bundan böyle deneyenlerden olmayalım. Dinlerken gerildiğimiz etkili/etkisiz, yetkili/yetkisiz konuşmalara demokratik tepkimizi yansıtalım.
Muhabbet köprülerini vatandaşı ile kuracak devletin mehabetinden başlayarak, yeni eğitim öğretimde de sevgi odaklı bir kampanya açarak, bu coşku yükselişine hepimiz katkı yapabiliriz.
Husûmeti ve siyasî gayzı ademe mahkûm ederek demokratik muhabbetin kültüre dönüşmesi için hepimizin görevleri var. Haydi Bismillah.
29.08.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Nimetullah AKAY |
Ümitsizlik için sebep yok |
|
Zahiren meydana gelen hadiselere bakıp da hüküm vermemek gerekir. Unutmayalım ki, ayrıntılar daha fazla gerçekleri içinde barındırmaktadır. Olayların perde arkasında, geleceğimizi aydınlatan daha çok işaretler bulunmaktadır. Günlük hadiselerin gürültüsü bizi yanıltmasın, bizi gerçek insanlık vazifemizi yapmaktan men etmesin.
İki kişinin kavgasındaki manzaraya nazar ettiğimizde, güçsüz olanın daha çok gürültü çıkardığını, kendinden emin olan kişinin ise daha sakin bir vaziyette olaya müdahale ettiğini görürüz. Aynen bunun gibi, bugün dünyamızda fazla gürültü çıkaranların ve insanların dünya hayatını cehenneme çevirenlerin gerçekte güçlü oldukları yanılgısına düşmememiz gerekir. Güçlü olan insanlar, Kâinatın Sultanı olan Allah’a yönelenler, Onun emirleri dairesinde hayat sürdürenlerdir.
Eğer iman ve inancımızla, bu dünya hayatının esas mesele olmadığını biliyorsak, bu dünyada mazlûm insanlara dünyayı Cehenneme çevirenlerin, aslında onları Cennetlere gönderdiğini unutmamamız gerekir. Zira biliyoruz ki, asıl kaybedenler, dünya hayatının meşakkatini çekenler değil, dünyayı ebedî bir mekân gibi düşünerek, bütün insanî hasletlerini bu uğurda harcayan zalim insanlardır.
İslâmın nurlu ikliminde yaşayan insanların maddî âlemini küsufa uğratmaya çalışanlar, aslında dünyadaki geleceklerinden bile emin olmayan insanlardır. Çünkü ölüm, herkes gibi onların da yakasına yakın zamanda yapışacaktır. Hakikatte onlar artık bu dünyada bile kaybetmişlerdir. Onlar inançlarının gücünü kaybetmişlerdir. Onlar insanlıklarını kaybetmişlerdir. Biliyoruz ki, aklına, düşüncesine, imanına güvenmeyen insanlar kaba kuvvetle insanları hizaya getirmeye çalışmaktadırlar.
Kafalarının içi boş olan insanlar dünyanın maddî cihetinden medet beklemektedirler. Ama ehl-i İslâm öyle değildir, öyle olmamalıdır. Onlar, inancının âlemleri aydınlatan güzelliğini yaşantılarıyla herkese göstermek zorundadırlar. Bunu yapmadıkları için belki başlarına belâ ve musibetler yağmaktadır.
Bugün İslâmın aydınlığı her geçen gün biraz daha dünyamızı kaplamaktadır. Maddeten İslâm düşmanları dünyaya hâkim gibi görünüyorsa dahi, mânen İslâmın hakikatleri bugün hakimiyetini açık bir şekilde ortaya koymuştur.
İslâm dünyası zahiren kan ağlıyorsa bile, aslında ebedî hayatı kazanması babından sevinç içindedir. Yine İslâm dininin, hükümlerini bütün insanlığa kabul ettirmesi bizim için en büyük sevinç kaynağıdır. Bu geçici dünya hanında insanların rahat yaşaması veya sıkıntılar içinde kıvranması o kadar önem arz etmemektedir. Her inanan, inancının galip gelmesini istemekte ve asıl olanın ebedî hayatta huzuru bulmak olduğunu bilmektedir. O zaman neden ümitsizliğe düşelim ki?...
Bizler için dünyadaki bomba gürültülerinden önce, İslâm şuurunun âlemimizi ne kadar kapladığı önemlidir. Elbette mümkün olsa mânevî hayatımızla birlikte, maddî hayatımızın da huzur içinde geçmesini arzu ederiz. Ama bu mümkün olmazsa dahi, kendimizi mağlûbiyet psikolojisi içine sokmamamız ve ezilen insanlar olarak görmememiz gerekir.
Manevî hayatımızı zarara sokmayacak maddî kuvvete sahip olmak arzulanan bir sonuç olabilir. Ve bizler dünyanın da fitne ve fesattan arınmasını arzu ederiz. Ama şeytanların dünya üzerindeki faaliyetleri devam ettiği sürece buna gerçek mânâda muvaffak olmamız zor olabilir. O zaman biz önemli olanı kaybetmeyelim. Biz imanımızı sağlamlaştıralım ve insanların İslâm inancına yönelişinin bayramını yaşayalım.
Kısacası bugün zahiren Müslümanlar dünyanın en ezilen insanları durumunda olsa bile, İslâm dini dünyanın en parlayan inancı durumundadır. Bu duruma göre dünya başımıza yıkılsa bile önemli değildir. Çünkü bizler insanların dünyalarının değil, insanların ahiret hayatının kurtulması için çaba göstermekteyiz. Kısacık bir dünya hayatına mukabil, ebedî olarak saadetle yaşanacak bir dünyayı kazanmanın ne kadar büyük bir kâr olduğunu söylemeye gerek var mıdır?
29.08.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Sonsuz ihtiyaç, acz ve fakirliğimiz iman etmeye mecbur eder |
|
Dilini bilmediğiniz, yabancısı olduğunuz, üstelik düşmanlarla dolu bir ülkenin çok büyük demir-çelik fabrikasında düşününüz kendinizi. Hassas telekomünikasyon sistemleri, korkunç ocaklar, tehlikeli gaz ve maddelerle dolu depolar, dehşetli çarklar, karmaşık bölümler, girift yollar… Bu durumda ne yaparsınız, ne yapmalısınız? Elbette fabrika sahibine müracaat etmek ve vereceği rehbere uymaktır çare.
Dünyayı bir fabrika farz edebiliriz. Sonsuz derecede aciz, zayıf, fakir ve ihtiyaç sahibi olduğumuzu biliyoruz. Hastalık, âfât, olumsuz olaylara dek sayısız tehlikeler ve düşmanlarla karşı karşıyayız. Mikroskopla binlerce kez büyütülerek ancak görülebilen bir virüs, bir bakteri, bir mikroba mağlûp oluyoruz! Basit bir hastalık bizi yataklara seriyor, hatta ölümümüze sebep olabiliyor. Devamlı olarak dünyamız, yok oluşlarla çalkalanıyor. Bu müthiş yok oluşlarla, zevk, lezzet, huzur ve mutluluğumuzla birlikte sonsuzluk duygumuz da yerle bir oluyor.1 Nefsimiz, cesedimiz, insaniyetimiz, ömrümüz-yaşayışımız, vücûdumuz, belâ ve musîbetler, dünyada kalma süremiz ve peşinde koşuşturduğumuz lezzetler kararında kalmıyor.2
Şu halde, vücudumuza sahiplik dâvâsında bulunamayız! Çünkü, bizim san'at eserimiz değildir. Ancak, onda mükemmel işler döndüğünü biliyoruz. Öyle ise, biri tasarruf etmektedir. Öyle ise, onu hakikî sahibine tevdî etmeliyiz. Kendimize ait olmayan, fakat gözetimimize bırakılan “eşyaları”, sahiplerinin istediği tarzda kullanmıyor muyuz? Şu halde; bize emânet olarak verilen bedenimiz hakkında, nasıl böylesine keyfemâyeşâ (keyfimizin istediği gibi) hareket edebiliriz?
* İç içe yaşadığımız belâ ve musibetlere gelince; dünya her an çalkalanmakta, unsurlar harekete geçmekte ve tabiat olayları hayatımızı sarsmaktadır. Ve mütemadiyen ruhumuzu rencide edip kanatmıyorlar mı?
* Bütün gücümüzle kucaklamaya çalıştığımız dünya ise bir misafirhanedir ve biz onda çok kısa zaman duracak bir misafiriz. Misafirlik müddeti göz açıp kapayıncaya kadar gelip geçmiyor mu?
* Dünyaya ve nefsimize yönelik lezzetlere gelince: Dünyevî, nefsî, maddî lezzetler ise, kısmete bağlıdır.
Acaba bu fabrikadan sağ-salim nasıl kurtulabilir; düşmanlarımızdan nasıl korunabilir; ihtiyaçlarımızı nasıl karşılayabilir; acz ve fakrımızı nasıl giderebiliriz? Düşmanları def etmenin, ihtiyaçları karşılamanın yegâne yolu, bu unsurların, daha doğrusu kâinatın sahibi Kadir-i Mutlak’a dayanmak değil mi? Onun sonsuz kudretini, yardımını, şefkatini iman ve duâ ile talep etmekle bu handikaplar aşılmaz mı?
Evet, ancak Ona sığınarak olumsuz olaylara karşı direnme gücü gösterilebilir. Eğer hakikî imana ulaşılmazsa, bunların azabından yeryüzü dar gelir. Peşinde olunan huzur ve mutluluk, gerçek zevk, lezzet bulunamaz. Çünkü, insan ruhu ve kalbi âfât, sıkıntı, problem, hastalık ve olumsuzluklara asla dayanamaz. Hayatın gerçeklerini kabul edip, ona göre vaziyet almanın, gerçek lezzet ve zevki tatmakla birlikte onları sonsuzlaştırmanın en kısa, en ucuz, en rahat, en keskin, en emin yolu imân değil mi? Başka bir yol var mı?
Dipnotlar: 1. Şuâlar, s. 58-60.; 2. Mesnevî-i Nûriye, s. 101-102
29.08.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Büyük günah ve nikâh |
|
“E” rumuzlu okuyucumuz: “Büyük günah işleyen birisi dînden çıkmış olur mu, evli ise nikâhı düşer mi? Nikâh tazeletmesi gerekir mi?”
Adına kebâir de denilen; adam öldürmek, kumar oynamak, içki içmek, anneye ve babaya âsi olmak, zinâ yapmak, iftirâ atmak, gıybet etmek, yalan söylemek, yalan yere yemin etmek, yalancı şahitliği yapmak, hırsızlık yapmak... vs. gibi büyük günahlar hiç şüphesiz hem toplum hayatı açısından, hem de kişinin îman ve ibâdet hayatı açısından çok vahim sonuçlar doğuran ve aynı zamanda seyyiât olarak da bilinen, kötülüğü herkesçe teslim edilmiş davranış şekilleridir.
Kimisi bazen bir aile fâciâsına, kimisi bazen bir toplumun top yekûn mânevî buhran ve mahviyetine kadar götüren, ama her birisi muhakkak fertlerin ahlâkî dejenerasyonuna sebep olan büyük günahların en ortak ve en dehşetli özelliği; her birisinde küfre gidecek bir yolun bulunması, tevbe ve istiğfar edilmediği takdirde bir mânevî yılan gibi kalbi ısırması ve kalbi siyahlandırmaya başlaması, hattâ siyahlandıra siyahlandıra tâ îmân nûrunu çıkarıncaya kadar kalbi katılaştırmasıdır. Kalp günah işleye işleye letâfetini kaybettiği ve katılaştığı takdirde, günah yazan meleklerin varlığı kendisini rahatsız eder, Cehennem’in inkârına doğru içinde şeytânî bir vesvese ve meyil oluşmaya başlar. Cehennemin olmadığına dâir içinde küçük bir şüphe belirse veya bir demagoji dinlese, büyük bir bürhan ve delil gibi sarılmak ister ve Allah muhafaza küfre kadar kendisini sürükleyebilir.1
Fakat; büyük günah işlemiş olan birisi Allah’ın haram dediklerini haram olarak bildiği, öylece îman ettiği ve inkâra yeltenmediği takdirde mü’mindir; dînden çıkmaz; dinden çıkmadığı için nikâhı düşmez. Nikâhı düşmediği için nikâh tazeletmesine gerek yoktur. Çünkü nikâhı sahihtir.
Bu mes’ele geçmişte Mu’tezile mezhebi ile Ehl-i Sünnet mezhepleri arasında çok münakaşa konusu olmuş; Mu’tezile mezhebi, büyük günah işleyen birisinin îman dâiresinden çıkacağına hükmetmiş; ancak bu hüküm Ehl-i Sünnet mezheplerince eleştirilmiş, itibar edilmemiş, yanlış ve isâbetsiz görülmüştür. Meselâ, İmam-ı Azam, Fıkhü’l-Ebsat adlı eserinde günah işleyenlerin kâfir olduğu idiâsını reddetmiştir. Bedîüzzaman Hazretleri de, “Bir günah-ı kebîre ile îmandan çıkmadığı gibi; şems garbtan tulû etmediğinden tevbe kapısı açıktır”2 diyerek, Mu’tezile’nin hükmünün isâbetsiz olduğunu kaydetmiş ve günah-ı kebîre işleyenin nasıl mü’min kalacağını insanın fıtratına inerek îzah etmiştir.
Bedîüzzaman (ra) bu bağlamda, insanda hissiyât gâlip olsa aklın muhakemesini dinlemeyeceğini, heves ve vehmin hükmedeceğini; his, heves ve vehmin ise hâzır bir lezzeti Cennet’teki gâyet büyük bir mükâfâta tercih edeceğini; hazır bir sıkıntıdan, ilerideki Cehennem azabından ziyade çekineceğini; çünkü tevehhümün, his ve hevesin ileriyi görmediğini, nefis de yardım ettiği takdirde îmânın mahalli olan kalp ve aklın susacağını ve mağlup olacağını; şu halde büyük günahları işlemenin “îmansızlıktan” gelmediğini; his ve hevesin galebesiyle, aklın ve kalbin mağlûbiyetinden ileri geldiğini beyan ve ispat etmiştir.3
Eskiden beri büyük günah işleyenlerin, ne olur ne olmaz diyerek nikâh tazeletme yoluna gitmeleri, Mu’tezilenin bu yanlış hükmünden, bir şuur altı tezahürü olarak kaldığı söylenebilir. Ancak yanlış bir tezahür ve isâbetsiz bir hassasiyet olduğunu hemen belirtmeliyiz. Çünkü nikâh irtidat ile, dinden çıkmak ile, küfre girmek ile, inkâr etmek ile düşer, âmennâ; ama inkâr etmedikçe günah işlemiş bir Müslüman dinden çıkmış olmaz ki nikâhı düşmüş olsun! Nikâhı düşmeyen birisinin ise nikâh tazeletmesine hiç gerek yok. Yani onun mes’elesi eşiyle kendisi arasında değil; Rabb’i ile kendisi arasındadır. Zâten bu kişinin içinde bulunduğu vicdan azabı ve kalbî muhasebesi de, inkâr etmediğinin, mü’min olduğunun ve kendisini îman ve İslâmiyet ölçüleri içerisinde sorguladığının delilleri değil midir?
Bu durumda günahkâr bir Müslüman’ın nikâh tazeletmek yerine; tevbe ve istiğfara ehemmiyet vermesi, yaptıklarından gerçek mânâda pişman olması, kalben gerçekten nedâmet duyması, bir daha aslâ yapmayacağına dâir Cenab-ı Hakk’a söz vermesi, günahı kul hakkını içeriyor ise helâlleşmesi ve bundan böyle kötülüklerden uzak durması; kendisinin Cenab-ı Hak tarafından bağışlanması için önemli adımlardır.
Yoksa sadece yüzeysel olarak nikâh tazeletme yoluna gitmesi, kendisini bu günahtan arındırmayacağı gibi; bütün nazarlarını nikâhın selâmetine tahsis ettiği ve Allah’ın af ve mağfiretini unuttuğu için, daha vahim ve daha dehşetli bir hatâ içine düşmüş olacağını da, aslâ akıldan uzak tutmamalıdır. Selâmlar...
Dipnot:
1- Lem’alar, s. 15; 2- Hutbe-i Şâmiye, s. 89; 3- Lem’alar, s. 80.
29.08.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Serdar MURAT |
1 Mart fobisi |
|
Cumhurbaşkanlığı seçimi şimdiden AKP’nin iç dinamiklerinde etkili olmaya başladı. AKP iktidarı sadece cumhurbaşkanını seçmeyecek. Onun hemen ardından başbakanını ve genel başkanını seçip, milletvekili seçimlerine gidecek.
Tüm dikkatler cumhurbaşkanlığı seçimleri üzerine odaklanıyor, ama Özal ve Demirel örneğinde yaşandığı gibi, iç sancı Çankaya konusunda değil, parti genel başkanlığı mücadelesinde yaşanıyor.
Cumhurbaşkanlığına hazırlanan Erdoğan, Başbakanlık için gün sayan Abdullah Gül ve parti üzerinde etkinlik iddiası olan Bülent Arınç şimdiden pozisyon almaya başladılar.
Bunun en bariz örneği Lübnan’a asker gönderme konusunda yaşanıyor.
1 Mart’ta ABD’nin istediğini yerine getiremeyen iktidar, Lübnan konusunda, “büyük biraderi” memnun edecek her türlü formüle evet diyor. Cumhurbaşkanı Sezer, Lübnan’a asker gönderilmesine karşı olduğunu açıklıyor henüz hükümet kanadından ses çıkmadan Meclis Başkanı, Sezer’e asker gönderme konusunda bir “yetkisinin bulunmadığı”nı hatırlatıyor. Meclis Başkanı, Cumhurbaşkanı’na “yetkin yok ne konuşuyorsun” anlamında cevap veriyor.
Lübnan’a asker gönderme kararını bu Meclis alacak.
Meclis Başkanı ise daha tezkere Meclise sevk edilmeden ihsas-ı reyde bulunuyor.
1 Mart tezkeresinin çıkması için var gücüyle bastıran o sırada parti genel başkanı olan Erdoğan’dı. Abdullah Gül Başbakan olarak ciddî bir durumla karşı karşıya olduğumuz gerçeğinden hareket ederek, tezkere sürecini gerçekçi bir şekilde yönetti. Artılarını ve eksilerini kararı alacak olan milletvekillerinden gizlemedi. “Tezkerenin geçmemesi dünyanın sonu değil” şeklindeki değerlendirmesi vicdanlarına söz dinletemeyen vekillerin gönül huzuru ile oy kullanmalarına imkân sağladı.
Meclis Başkanı Arınç ise her tavrıyla ABD’nin Irak’a müdahalesine, müdahale sırasında Türkiye topraklarına 70 bin Amerikan askerinin konuşlanmasına, Kuzey’den cephe açılmasına karşı olduğunu ortaya koydu.
O sırada tezkere karşıtları, ışıkları yakıp söndürme eylemi yapıyordu. Şimdi ne oldu? Gerekçeler daha mı ikna edici? Hayır. Konjonktür farklı.
AKP’nin içinde bulunduğu Çankaya, başbakanlık ve seçim süreçleri tezkere karşısındaki pozisyonları da belirleyici oluyor.
Tüm hesap ABD’ye ters düşmemek.
Çankaya’ya çıkmak isteyen Erdoğan bir yol kazası istemezken, başbakanlığa hazırlanan Abdullah Gül de ikinci bir çizik yemek yerine, desteklenen adam olmak istiyor. Bülent Arınç ise genel başkanlık ve başbakanlık konusunda iddialı olduğunu göstermek için bu oyunda baştan saf dışı kalmak yerine gücünü ABD’nin taleplerinden yana koyuyor.
Buna 1 Mart’ta istemeyerek ABD’ye ters düşen Erdoğan, Gül ve Arınç’ın günah çıkarması diyebiliriz.
AKP’nin iç dinamikleri işliyor ve üç önemli isim de bu kez “1 Mart fobisi” ile hareket ediyorlar. İbret verici bir durum. İbretlik bir eğilip, bükülme seremonisi...
Sorarım onlara 1 Mart’ta tezkere geçip, Türkiye üzerinden Irak’a cephe açılsa, 70 bin Amerikan askeri limanlarımızı ve topraklarımızı kullansa, Türkiye’ye de ancak 15 kilometre içeride asker bulundurmaya izin verseler ve işgalden bu yana Irak iç savaşının bir parçası olsa, bugün AKP tek başına iktidara aday olacak desteğe sahip olabilir miydi?
“1 Mart şeref belgesi” sayesinde halkla mutabakatları yenilendi.
Yıllarca siyonist rejim sloganları ile İsrail düşmanlığını körükleyerek siyaset yapan Erbakan, iktidar olduktan sonra en fazla anlaşmayı İsrail’le imzalamıştı. Aynı kökten gelen AKP’de İsrail’e “hayat öpücüğü” olacak işlere imza atıyor.
29.08.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Kadını ifsad projesi (1) |
|
Size önceki günkü (27/8/2006) gazetelerden bir demet alıntı takdim ediyorum. Birisi kadınların kendilerini teşhir etmelerinin onların bir zaferi olduğuna dair. İkincisi de, aynı durumun kadın onur ve haysiyetini hezimete uğrattığına dair. Takdir sizin ve bu takdir, sizin hangi cenahta olduğunuzu da belirleyecek. Yazının birisi Özkök’ün, ‘Teşhirci kadının nihai zaferi’ başlıklı yazısından. Sadece kısa bir bölüm: “Rodos sokaklarını gezerken ister istemez kadınları da gözlüyorum.(...) Düşünüyorum. Acaba kadın bilinçlendikçe teşhir duygusu da artıyor mu? Başka bazıları ise kadının bilinçlendikçe örtündüğünü iddia ediyor. Ben şunu biliyorum: İnançlar kadını sevmiyor. Hatta ona düşman... O nedenle şuna inanıyorum: Bu çağın en büyük mücadelesi, inanç ile kadın arasında olacak. Ve kendim kadar eminim ki bu savaşı kadın kazanacak... Öyle yaparken dünyaya da çok şey kazandıracak...”
Aslında Ertuğrul Özkök’ün çok cesur dediği teşhire eskiler, ‘Bu ne cesaret’ diye mukabele ederlerdi. Cesaret şimdi zemin kaybına uğradı. Şimdi cesaretin cahilcesi makbul.
İkinci alıntı ise, ‘Hacı’ dizisinde canlandırdığı ‘şuh güzel kadın’ Sevil karakteri ile beğeni toplayan Sema Öztürk’e ait. Ertuğrul Özkök’ün teşhir cesaretiyle ilgili yazdığı yazıyla Şebnem Özuzcan’ın Bugün gazetesinde Sema Öztürk’le yaptığı röportaj aynı gün yayınlandı. İkisi, kadın ve modernizm bağlamında iki zıt tezi ve kutbu temsil ediyor. ‘Aslında çok utangacım. İltifat edilse kızarırım’ diyen Sema Öztürk’ün kontra tespiti ise şöyle: “Artık erkekler ‘kadın kadın’ diye koşuşturmuyor, dolaşmıyor. Aksine kadınlar erkeklerin üzerine atlıyor...” Bundan dolayı erkekler aldattıkça, arkalarındaki kadın sayıları kabarıyor, artıyor. Kadınlar da öyle. Şöhret arayanlar, aldatanlar veya kendisiyle aldatılanlar kervanına katılıyor. Hatta kahraman oluyorlar. Mehmet Ali Erbil, Kaya Çilingiroğlu ve Pınar Altuğ gibi... İsimler sadece örnekleme babından, burada sadece bir durum tespiti yapıyoruz.
***
Aslında birinci tez, ne kadın, ne de erkek tezi. Olsa olsa kadını ifsad projesi olsa gerek. Hadis-i şeriflerde ahirzamanda gelecek olan dehşetli zatı iki taifenin izleyeceği belirtiliyor. Bunlardan birisi bazı kadınlar, diğeri de bazı Yahudiler. Bazı kadınlar veya teşhirci taife olsa olsa ifsatçıların içtimaî projesi olabilir. Kimi Yahudiler de siyasî projesi. Kadınların teşhirci vaziyette plaj kıyafetleriyle sokaklarda dolaşmaları kadınları kıymetten sakıt ediyor. Değerli mücevherler kutu ve sanduka içinde saklanır. Aksi tutumlar kadını metalaştırıyor. Yine ahirzamandaki ictimaî yapıyla ilgili hadislerde kayyım (sürüye bir horoz) rolündeki bir erkeğin güdümünde 50 kadının olacağı haber veriliyor. Sözgelimi, ülkemizde bazı kazanova tipli adamlar hayatlarına 500 kadının girmesiyle övünüyor.
Teşhirin getirdiği mebzuliyet ise, doymuşluk ve tatminsizlik hissini uyandırıyor. Hisleri tehyic edeceği yerde, öldürüyor. Zaten sosyolojik bir kaide şöyledir: Bir şey haddini aştığında ve uç noktaya vardığında tersine döner. Dolayısıyla şehvet açlığı tetiklendiği oranda, cinsel iştahın kaçmasıyla sonuçlanabilir. Bu, cinsel serbestinin uç noktasına vardığı günümüzde, neden üçüncü cinslerin (eşcinseller) arttığının da izahıdır. Bunun sonucunda uç noktalarda ve sapmalarda tatmin aranıyor. Teşhir veya kadınların dişilik yerlerinin sergilenmesi karşı cinslerin bazısında gusyan duygusunu uyandırırken kimilerinde başka duygular uyandırıyor. Bu da kimisinde cinsel soğukluğa yol açıyor ve buna günümüzde cinsel anoreksiya/cinsel iştahsızlık diyorlar. Böylece cemiyette cinsel kimliksiz tipler ortaya çıkıyor. Dinî aidiyet ve siyasî aidiyet yoksunluğundan sonra bir de cinsel aidiyet yoksunluğu. Baş gösterdi. Bunun sebebi büyük çapta teşhirci kadınlardır.
***
Tatminsizlik insana en büyük cezadır. Mutsuzluğun ikinci ifadesidir. Tatminsizlik, aşırı bolluğun sonuçlarından birisidir. Dolayısıyla acip ve acaip zamanda kadının kabından çıkarılması ve fıtratından uzaklaştırılması modern zamanlarda ifsad komitelerinin en büyük projesidir. Özkök’ün dediği gibi, bu bir zaferse, bu kadınların değil, onları bu şekilde teşhire sevk edenlerin zaferidir. Bu, kadın ayağında başlayan ve erkeği de içine çeken insanın tümden inhiraf etmesi ve yoldan çıkmasıdır.
29.08.2006
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|