|
|
ÂYET-İ KERİME MEÂLİ
Çünkü Allah onlara mükâfatlarını eksiksiz verecek ve üstelik lûtfuyla daha fazlasını da ihsan edecektir. Şüphesiz ki O çok bağışlayıcı, kullarının mükâfâtını fazlasıyla ericidir.
Fâtır Sûresi: 30
|
01.09.2006
|
|
HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ
Kim din kardeşini tevbe ettiği bir günahtan dolayı ayıplarsa aynısını işlemedikçe ölmez.
Câmi'ü's-Sağîr, c: 3, 3701
|
01.09.2006
|
|
Tesettür, kadını zillet ve sefaletten kurtarıyor
—Dünden devam—
Malûmdur ki, insan sevmediği ve istiskal ettiği adamların nazarından sıkılır, müteessir olur. Elbette açık saçıklık kıyafetine giren güzel bir kadın, bakmasına hoşlandığı nâmahrem erkeklerden onda iki üçü varsa, yedi sekizinden istiskal eder. Hem tefahhuş ve tefessüh etmeyen bir güzel kadın, nazik ve serîü’t-teessür olduğundan, maddeten tesiri tecrübe edilen, belki semlendiren pis nazarlardan elbette sıkılır. Hattâ işitiyoruz, açık saçıklık yeri olan Avrupa’da çok kadınlar, bu dikkat-i nazardan sıkılarak, “Bu alçaklar bizi göz hapsine alıp sıkıyorlar” diye polislere şekvâ ediyorlar. Demek, medeniyetin ref-i tesettürü hilâf-ı fıtrattır. Kur’ân’ın tesettür emri fıtrî olmakla beraber, o maden-i şefkat ve kıymettar birer refika-i ebediye olabilen kadınları, tesettür ile sukuttan, zilletten ve mânevî esaretten ve sefaletten kurtarıyor.
Hem kadınlarda ecnebî erkeklere karşı, fıtraten korkaklık, tahavvüf var. Tahavvüf ise, fıtraten, tesettürü iktiza ediyor. Çünkü, sekiz dokuz dakika bir zevki cidden acılaştıracak sekiz dokuz ay ağır bir veled yükünü zahmetle çekmekle beraber, hâmisiz bir veledin terbiyesiyle, sekiz dokuz sene, o sekiz dokuz dakika gayr-ı meşrû zevkin belâsını çekmek ihtimali var. Ve kesretle vâki olduğundan, cidden şiddetle nâmahremlerden fıtratı korkar ve cibilliyeti sakınmak ister. Ve tesettürle, nâmahremin iştahını açmamak ve tecavüzüne meydan vermemek, zayıf hilkati emreder ve kuvvetli ihtar eder. Ve bir siperi ve kalesi, çarşafı olduğunu gösteriyor.
Mesmûâtıma göre, merkez ve payitaht-ı hükümette, çarşı içinde, gündüzde, ahalinin gözleri önünde, gayet âdi bir kundura boyacısı, dünyaca rütbeten büyük bir adamın açık bacaklı karısına bilfiil sarkıntılık etmesi, tesettür aleyhinde olanların hayâsız yüzlerine bir şamar vuruyor!
Lem’alar, 24. Lem’a, s. 256, Y.A.N.
—Devam edecek—
Lügatçe:
istiskal: Ağır görme, huzurundan hoşlanmama.
tefahhuş: Fuhşa girme, ahlâksızlık.
tefessüh: Bozulma, kokuşma.
serîü’t-teessür: Çabuk müteessir olan, çabuk üzülen.
semlendirmek: Zehirlemek; kirletmek.
ref-i tesettür: Tesettürün kaldırılması.
hilâf-ı fıtrat: Yaradılış maksadına zıt.
tahavvüf: Korkuya düşme, korkma.
hamî: Himaye eden, koruyan, sahip çıkan.
|
Bediüzzaman Said NURSİ
01.09.2006
|
|
Teşhircilik cesaret değil, esaret
Geçenlerde bir gazete sütununda, kadın açısından gayr-ı fıtrî hallerin sözcülüğünün yapıldığına şahit olduk. Sözkonusu yazının yazarı, kadının, güzelliğini kocasının dışındakilere teşhirini, ‘Kadın bilinçlendikçe teşhir duygusu da artıyor’ şeklinde yorumlamaktan çekinmiyor, bununla da yetinmeyip dinî inançların kadını sevmediği, onunla mücadele ettiği, hatta daha ileri giderek kadının, bir gün, inanca karşı zafer kazanacağı gibi iddialarda bulunuyordu. Güya kadını yüceltmek adına sarfettiği bu sözleriyle, aslında kadını bayağılaştırıyor, adileştiriyor ve kadını şehevî duygularının esiri olmasıyla övüyordu.
Bu ve buna benzer sözlerin, kadının ahlâkını bozarak topyekûn bir toplumu ve milleti çökertmek emelinde olan ifsat komitelerinin maksatlarına hizmet ettiğini söylemek zor olmasa gerek. Bu tür fikir sahipleri, güya kadının kendi güzelliklerini cömertçe teşhir ederek gerçek hürriyetine kavuştuğunu iddia ediyor. Halbuki bu tür düşünenlerin tam aksine Bediüzzaman “Sefahet ve rezaletteki hürriyet, hürriyet değildir. Belki hayvanlıktır, şeytanın istibdadıdır. Nefs-i emmâreye esir olmaktır” der.
Aslında, daha çok önceleri, Bediüzzaman “Kadın, kendi güzelliklerini göstermeye fıtraten çok meyyal olmasından, seve seve o fitneye atılır, baştan çıkar” diyerek, ahirzaman kadınının teşhirciliğine dikkat çekmiş, eserlerinin pek çok yerinde bu meseleyle ilgili ikaz ve derslerde bulunmuş, hatta özel olarak kadınlar için Hanımlar Rehberi isimli bir eser bile neşretmiştir. İfsat komitelerinin elinde oyuncak olan günümüz kadınının bu hakikatlere şiddetle ihtiyacı olduğu aşikâr.
Yazık ki modern insan, kendince hürriyeti, hiçbir sınır tanımamakta arıyor hâlâ. Ama “Hiçbir sınırlamanın altına girmeyeceğim” derken, kendi hayvanî hislerinin, heveslerinin, kısacası nefsinin esiri olduğu gerçeğini de atlıyor...
Bediüzzaman, sınırsız hürriyetin ‘sınırsız vahşet’ olduğuna dikkat çekerek, hürriyeti sınırlamanın ‘insaniyet’ açısından zarurî olduğunu söyler. Zira insan, duygularına sınır koymazsa, kendisine ve başkalarına zarar verebilecek yaratılıştadır. Böyle bir durumda, ‘kuvve-i gadabiye’ denilen öfke duygusuyla insanlık dışı vahşetleri işleyebileceği ve ‘kuvve-i akliye’siyle sapkın fikir akımlarına kaynaklık edebileceği gibi, ‘kuvve-i şeheviye-yi behimiye’ denilen ‘cinsel ve hayvanî’ duygularıyla da nice rezalet ve sefahetleri irtikab edebilir. ‘Fıtrat ve insanlık dini’ olan İslâm ise, beşerin bu duygularını terbiye altına alarak, insanı ‘insan’ yapmakta, onu gerçek değerine yüceltmektedir. “İman, insanı insan eder” cümlesi de, bu mânâyı ifade ediyor olsa gerek.
Öyleyse kendisini açık saçıklıkla teşhir eden kadın, bu haliyle, hürriyet, cüret ve cesaretini değil, bilâkis nefse esaretini ilân etmektedir.
Aslında kadının, sadece kendi vicdan ve fıtratını dinlemesi bile, ona doğru ipucunu verecektir. Zira psikolojik bir tesbittir ki, kadın zayıf, nazik, himayeye muhtaç, yabancı erkeklere karşı yaratılış itibariyle korkak ve çekingen olduğundan, sadece bu yönüyle bile ‘teşhîr’e değil, ‘testîr’e, yani zinetini örtmeye, gizlemeye muhtaçtır.
Ama maalesef, bir çok şeyin aslından uzaklaştırılarak dejenere edildiği günümüzde, ifsat komitelerinin kasıtlı baş hedefi olarak kadın da fıtratından uzaklaştırılmaya çalışılıyor. Günümüz kadını, sefih medeniyetçe zihnine telkin edilen fikirler ve kulağına üflenen aldatıcı desiseler sebebiyle fıtratın sesine kulak veremez olmuştur.
Öyleyse bazılarının ifade ettiği gibi “Kadın bilinçlendikçe teşhir duygusu da artıyor” değil, tam aksine “Fıtratından uzaklaştıkça, yani bilinci/şuuru felce uğradıkça, ifsat edildikçe teşhir duygusu da artıyor” denilebilir.
Haberlerden okuduğumuz kadarıyla Türkiye’de aşırı teşhirciliği hayat tarzı haline getiren bazı kimselerin, bulundukları çevre tarafından nefret damgası yiyerek dışlanmış olmaları da, fıtrat gerçeği olarak karşımızda duruyor ve Bediüzzaman’ın şu tesbitini teyid ediyor: “Şeriat dairesinden hariç olan hürriyet, ya istibdat veya esaret-i nefis veya canavarcasına hayvanlık veya vahşettir. Böyle lâübaliler ve zındıklar iyi bilsinler ki, dinsizlikle ve sefahetle sahib-i vicdan hiçbir ecnebîye kendilerini sevdiremezler ve benzetemezler. Zira mesleksiz ve sefih sevilmez.”
Evet, herşeyde olduğu gibi teşhirciler ve onların sözcüleri de, kaçıp durdukları fıtrat ve vicdanlarının seslerini dinleseler, hakikati bulacaklar.
|
İsmail TEZER
01.09.2006
|
|
Fâdıl
Allah (c.c.), Fâdıl’dır, Zü’l-Fadl’dir. Yani, Cenâb-ı Hak sonsuz fazilet ve sınırsız bereket sahibidir, hadsiz üstün ve yücedir, üstünlüğüne sınır yoktur, yüceliği sonsuz kemâldedir, şân ve şerefte eşsizdir, lütuf ve ihsânı boldur, rahmet ve bereketi sonsuzdur, ikram ve cömertliği nihâyetsizdir. Cenâb-ı Hak, dilediği kullarına üstünlük, hidâyet ve fazîlet lütfeder.
Cenâb-ı Hakkın mutlak hayır, iyilik, lütuf, ihsan, kerem ve fazîlet sahibi olduğunu bildiren Zü’l-Fadl ve bu ismin ism-i fâil şekli olan Fâdıl isimleri Peygamber Efendimiz (a.s.m.) tarafından Cevşenü’l-Kebîr’de zikredilmiştir.1 Kur’ân’da bu ismin Zü’l-Fazl şekli geçer.
İlgili âyetleri inceleyelim:
“Allah Zü’l-Fadl’dir, Azîm’dir.”2 “Şüphesiz Rabbin insanlara karşı Zü’l-Fadl’dir. Fakat, onların çoğu şükretmezler.”3 “Allah âlemlere karşı Zü’l-Fadl’dir.”4 “Allah mü’minlere karşı Zü’l-Fadl’dir.”5
Cenâb-ı Hakkın maddeden uzak ve yüksek, kaydın sınırlamasından ve cismin karanlığından yüce ve temiz olduğunu beyan eden Bedîüzzaman, Zât-ı Akdes’in irâdesinin “sınırsız,” kudretinin “kayıtsız,” ilminin “her şeyi kuşatmış” ve diğer sıfatlarının hepsinin kayıtsız, hudutsuz, mutlak üstünlük içinde ve hiç durmadan yapılıp değiştirilen kâinata hâkim olduklarını kaydeder.6
Bediüzzaman’a göre, Cennet mü’minlere sırf fazl-ı İlâhî ile ikrâm edilir; Cehennem ise amel karşılığı, yani Allah’ın adâletinin gereği olarak verilir. Çünkü, kötülüklerde sebep nefis olduğundan, nefis cezâya, yani karşılık görmeye müstehaktır. Hasenâtta ve iyiliklerde ise sebep doğrudan Allah’tan ve illet de Allah’tan olduğundan, insanın iyiliklerde hakkı yoktur. Mü’min, yaptığı iyiliklerin sevabına yalnız îmân ve niyetle sahip olur. Bundandır ki, hiç kimse Allah’a karşı hak dâvâ edemez. Mü’min, “Mükâfâtımı isterim!” diyemez; ancak “Fazlını beklerim!” diyebilir.7
Cenâb-ı Hak, insanın hizmetine karşı alabildiğine bereketli ve cömert bir lütuf ve fazl içinde mükâfât vereceğini vaat etmiştir. Cenâb-ı Hakkın vaadine îmân ve îtimat etmelidir.8
İnsanın, kâinatın hemen her birimine muhtaç ve alâkadar olduğunu ve ihtiyaçlarının âlemin her tarafına dağılmış, arzularının da ebediyete kadar uzanmış bulunduğunu beyan eden Bedîüzzaman, bir çiçeği isteyen insanın koca baharı da istediğini; bir bahçeyi arzu ettiği gibi ebedî Cenneti de arzu ettiğini; bir dostunu görmeye muhtaç ve arzulu olduğu gibi, Cemîl-i Zülcelâli de görmeye muhtaç ve arzulu bulunduğunu; başka bir menzilde bulunan sevdiklerini görmek ve ziyâret etmek için o menzilin kapısını açmaya muhtaç olduğu gibi, berzâha göçmüş yüzde doksan dokuz dostlarını ziyâret etmek ve ebedî ayrılıktan kurtulmak için koca dünyanın kapısını kapayıp âhiret kapısını açacak, dünyayı kaldırıp âhireti yerine kuracak ve koyacak bir Kadîr-i Mutlakın dergâhına ilticaya da muhtaç olduğunu kaydeder.
Bediüzzaman’a göre, şer ve tahrip cihetinde nihâyetsiz cinâyet işleyebilen, îcat ve hayırda da iktidarı pek az ve cüz’î olan insanoğlu, enaniyeti bırakmalı, hayrı ve vücudu doğrudan Cenâb-ı Haktan istemelidir. Çünkü, insan şerden, tahripten ve nefse güvenmekten vazgeçtiği ve istiğfar ederek tam kul olduğu anda, “Allah kötülüklerini iyiliklere çevirir”9 âyetinin sırrına—Allah’ın izniyle—mazhar olacak, nihâyetsiz şer kabiliyeti nihâyetsiz hayır kabiliyetine inkılâp edecektir. Böylece insan ahsen-i takvim kıymetini alacak ve alâ-yı illiyyîne, en yüksek mertebeye çıkacaktır. Seyyieyi ve günahları bir iken bin yazmak, iyilikleri ise bir yazmak veya hiç yazmamak adâlet olduğu halde; bir günahı bir yazması, bir iyiliği bazen en az on, bazen yetmiş, bazen yedi yüz, bazen yedi bin yazması, Cenâb-ı Hakkın lütuf, fazl ve kereminden başka bir şey değildir. Şu halde, Cehenneme girmek amel karşılığıdır ve tam adâlettir. Cennete girmek ise sırf Allah’ın fazl ve keremiyle mümkün ve vâki olacaktır.10
(Risâle-i Nur’da Esma-i Hüsna)
Dipnotlar:
1- Mecmuâtü’l-Ahzab, 2: 254; 2- Cum’a Sûresi: 4; 3- Neml Sûresi: 73; 4- Bakara Sûresi: 251; 5- Âl-i İmran Sûresi: 152; 6- Sözler, s. 559; 7- Lem’alar, s. 134-135; 8- Mektubat, s. 221-222; 9- Furkan Sûresi: 70; 10- Sözler, s. 290
|
01.09.2006
|
|
Münâcâtü'l-Kur'ân
BAKARA
1. Ey yeri döşek, semâyı tavan yapan, gökten su indiren ve bu su vâsıtasıyla türlü meyveler çıkaran! (22)
2. Ey yerde ne varsa hepsini bizim için yaratan, sonra irâdesini semâya yönelten ve onu yedi kat olarak sağlamca tesviye ve tanzim eden! Ey her şeyi hakkıyla bilen! (29)
3. Ey Âdem’e bütün isimleri öğreten, sonra onları meleklere arz eden! (31)
4. Ey semâvatta ve yerde ne varsa Kendisine âit olan! (116)
5. Ey birşeyi yaratmak istediği zaman, ona sâdece “Ol” diyen ve o da oluveren! (117)
6. Ey tevbe edenleri ve maddî-mânevî kirlerden temizlenenleri seven! (222)
7. Ey gerçek hayat sahibi olan ve mahlûkata hayat veren! Ey her şeyi ayakta tutan ve Kendisini ne uyku, ne de uyuklama yakalamayan! Ey kürsüsü semâvat ve arzı içine alan, onları koruyup gözetmek Kendisine ağır gelmeyen! Ey yüce ve büyük olan! (255)
|
01.09.2006
|
|
Dinsizlik fikrini Risâle-i Nur mağlûp eder
Dinsizleri mağlûp etmek için, yeni tahsili de yapalım diyenler veya yapanlar, Nur Risâlelerini devam ve sebatla mütâlâa ederek, bu hedeflerine vâsıl olurlar ve çare-i yegâne de budur. Hem böylelikle mektep mâlûmâtları da maarif-i İlâhiyeye inkılâb eder.
|
01.09.2006
|
|
Tefânî
Ehl-i tasavvufun mâbeyninde fenâ fi’ş-şeyh, fenâ fi’r-resul ıstılâhatı var. Ben sofî değilim. Fakat onların bu düsturu, bizim meslekte fenâ fi’l-ihvân suretinde güzel bir düsturdur. Kardeşler arasında buna tefânî denilir. Yani, birbirinde fâni olmaktır. Yani, kendi hissiyat-ı nefsaniyesini unutup, kardeşlerinin meziyat ve hissiyatıyla fikren yaşamaktır.
Lem’alar, s. 224
|
01.09.2006
|
|
Allah beni ihmal etmez
Abdulvahid bin Zeyd anlatıyor:
Bir deniz yolculuğunda gemimiz fırtınaya tutuldu. Kendimizi yakında bulunan bir adaya zor attık.
Ada sahiline demir attık ve adada dolaşmaya başladık.
Adada puta tapan bir adam vardı. Ben:
“Neden puta tapıyorsun? Bu ne fayda verir?” dedim. Adam bana:
“Siz kime taparsınız?” dedi. Ben:
“Her şeyi yaratan Allah’a ibadet ederiz” dedim. O:
“Bunu size kim bildirdi?” diye sordu. Ben:
“Allah bize peygamber gönderdi. O söyledi” dedim. O:
“O peygamber şimdi nerededir?” dedi. Ben:
“O şimdi vefat etti. Allah’a kavuştu” dedim. O:
“Ondan hiçbir alâmet kaldı mı?” dedi. Ben:
“O bize Allah’tan bir Kitap getirdi. İşte yanımızdadır” dedim. O:
“O kitabı bana gösterir misiniz?” dedi.
Kur’ân-ı Kerim’i ona gösterdim.
“Bana biraz okur musun?” dedi.
Ona biraz okudum. Ben okudukça o ağlamaya başladı. Ben okumayı bitirince:
“Bu sözü duyana gereken, bu sözün sahibine asi olmamasıdır” dedi.
Ardından Müslüman oldu.
Ona Kur’ân’dan bazı sûreleri ve bazı önemli dinî bilgileri öğrettik. Sonra yatsı namazını birlikte kıldık ve yattık.
O yatmadı ve gece sabaha kadar namaz kıldı. Ben talebelerime:
“Bu Müslüman oldu. Sıkıntı çekmesin. Aramızda biraz para toplayalım, verelim” dedim.
Bir parça para topladık ve götürdük. Adam:
“Bu nedir?” dedi. Biz:
“Paradır. Bunu kabul et. Sıkıntı çekmezsin” dedik. Adam:
“Lâ ilâhe illallah. Ben daha önce de bu adadaydım; Allah’ı bilmezken ve puta taparken, Allah beni ihmal etmedi, beni korudu. Ben şimdi O’nu tanıyorum. Şimdi beni ihmal eder mi? Benim buna ihtiyacım yoktur” dedi.
(Evliyalar Ansiklopedisi, 2/18)
|
Süleyman KÖSMENE
01.09.2006
|
|
|
|