İki farklı görüntü vardı, siyahla beyaz gibi.
1 Mart günü AKP kulisinde yaşanan tabloyu alın tam tersine çevirin, işte size 5 Eylül tezkeresi öncesindeki hava.
1 Mart tezkeresinin görüşüleceği gün AKP grubu, tezkere konusundaki tavrını netleştirmek üzere toplanmıştı.
Tezkere Meclise sevk edilirken, bazı bakanlar karşı çıkmış, ancak tezkerenin gönderilmesine engel olmamak üzere imza atmışlardı. Tezkereye açıkça karşı çıkan bakan sayısı üçtü.
Tezkereye karşı çıkan Gönüllü Kültür Teşekküllerinin temsilcileri başta olmak üzere muhafazakâr kesim, TBMM’de kamp kurmuş, milletvekillerini, Amerikan işgalinin vebâline ortak olmama yönünde ikaz etmişlerdi.
Grup toplantısına girilirken bir bakan, tezkereye açıkça muhalefet eden bir gazetecinin kulağına eğilerek, “Biz ret oyu vereceğiz, çıkmayabilir” demişti. O dönem tezkerenin çıkmasını destekleyen Turhan Çömez’e, Abdurrahman Dilipak, “Doktor elini kana bulaştırma” diye seslenmiş, “Doktorlar bazen neşter kullanır” cevabı üzerine, “Ama bu işgalci kanı” diye uyarmıştı.
Hava farklıydı. Dün ise tereddütleri olanların dahi ikna edilmeye hazır beklediği bir ortam vardı. Cumhurbaşkanı Sezer’in karşı çıkması, Hizbullah başta olmak üzere taraflardan Türkiye konusunda bir itirazın gelmemesi, Başbakan Erdoğan’ın, “Hizbullah’ı silâhsızlandırmamız istenirse, askerimizi çekeriz” şeklindeki açıklamaları AKP milletvekillerinin üzerinde ikna edici bir etki yapmıştı. En çok da ABD ile ters düşmenin getireceği riskin yüksekliği, “Tezkere için de ters düşmeye değer mi?” kanaatinin hâkim olmasına sebep olmuştu.
İlginç ama gerçek, Lübnan Büyükelçisi’nin çabaları da etkili oldu. Lübnan’a asker gönderilmesine karşı çıkan Mehmet Dülger’in, “Lübnan Büyükelçisi ile yemekte birlikteydim. Türkiye’nin orada olması gerektiğini bir kez daha anladım” sözleri de bunun işaretiydi.
Konya Milletvekili Mustafa Ünaldı’nın, İsrail’e güven olmayacağı, bunun için İsrail’i rahatlatacak bir görüntü altında Lübnan’a asker gönderilmemesi gerektiği yönündeki değerlendirmesi üzerine Başbakan Erdoğan’ın, “Peki o zaman ne yapılmalı. Ne yapmamız lâzım. Bana onu anlat” diye üç kez üst üste müdahale etmesi de Erdoğan’ın bu kez tüm ağırlığını ortaya koyduğunun bir göstergesi. Ünaldı’nın, “Diplomasinin imkânları zorlanmalı” şeklindeki önerisine ise Erdoğan, “Başından beri bizim yaptığımız ne? Diplomasi ile yapılacak olanlar yapıldı” karşılığını veriyor.
Bir parti yöneticisine göre Erdoğan, milletvekillerini ikna etmek için tüm gerekçelerini sıralıyor. Hatta öyle ki, açıklanmasında sıkıntı olabilecek bazı görüşmelerini de milletvekilleriyle paylaşıyor. Erdoğan’ın hedefi tezkerenin geçmesi değildi. Zaten Meclise geldiğinde, “Bir risk beklemiyorum” dedi. AKP Grubundan en az fire ile geçirip, “liderliğini” göstermenin peşindeydi.
Ancak Başbakanın peşinde de başkaları vardı. Balıkesir’de sarf ettiği, “Askerlik yan gelip yatma yeri değildir” sözleri Erdoğan’ın peşini bırakmayacak gibi duruyor. Askerlik mesleğinin ele alındığı bir entelektüel platformda bu tür değerlendirmelerin yapılması yadırganmayabilir, ama şehit cenazelerinin ateş topu olup, milletin yüreğini yaktığı bir sırada, Lübnan’a asker gönderilmesi tartışmalarının yapıldığı bir dönemde, Erdoğan yine “Erdoğanlığını” yaptı.
Başbakan’ın bazen öyle fevri çıkışları oluyor ki, AKP’ye karşı muhalefet cephesi oluşturmak isteyen tüm güçlerin birleşerek yapamayacağı etkiyi yapıyor. Bu sebeple Erdoğan’ın rakibi yine kendisi demek yanlış olmaz.
Başbakan bu sözünün izaha muhtaç olduğunu fark etmiş olmanın etkisiyle Abdullah Gül ve Mehmet Ali Şahin’le yaptığı değerlendirmenin ardından gazetecilerin yanına gelerek “dinimizdeki şehadet makamının önemi”ni anlatan değerlendirmeler yaptı. Ancak öylesine köşeli sözü, böylesine yuvarlak değerlendirmeler karşılayamadı.
Başbakandan bir hafta önce de yardımcısı Mir Dengir Fırat da “Askerin görevi nedir, bu kadar askeri neden yetiştiriyor?” şeklinde değerlendirmeler yapmış, daha sonra yapılan ricalar sonucunda bu haber basında yer almamıştı.
Partinin lideri ve ikinci adamının bu sözlerini alt alta koyunca, AKP yöneticilerinin kendi aralarında bu tür değerlendirmeler yaptıkları anlaşılıyor.
Evlât acısı, şehit cenazesi o denli hassas bir konu ki, görüşünüz ne denli değerli olursa olsun, niyetiniz ne kadar hâlis olsa da kırk düşünüp, bir konuşulacak konu. Teröristin ateşinden çok bu sözler yaralayıcı olabilir. Tabu olsun demiyorum. “Vatan sağolsun” diye göğsünü geren şehit anneleri bugün, “Vatan sağolsun demiyorum” diyecek noktaya geldiyse, bunu tahlilini çok iyi yapmamız gerekiyor. Ancak o ayrı bir tartışma konusu. Üslupsuzluk yapıp, kan damlayan yüreklere tuz basmanın anlamı yok.
Kamyoncu reklâmında ne diyordu; “Ağzı olan konuşuyor”
Kamyoncu bile kaldıramazsa, bu tür çiğ sözleri şehit annesinin yüreği nasıl taşısın?
06.09.2006
E-Posta:
[email protected]
|