Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 06 Eylül 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Ali FERŞADOĞLU

İmân-îtikad



Bilgiler, objeler, nesneler, soyut kavramlar, düşünceler, hayal, tasavvur, taakkul, iz’an, iltizam gibi basamaklardan geçtikten sonra, en son merhale olan ‘imân-itikad’ teknesinde yoğrulur, kıvamını bulur ve kesin inanca, imana dönüşür. Burada yakîn/kesin bir kanaat söz konusudur. İtikat mertebesi; hüküm, karar verme hâlidir. Hüküm ise; yukarıda sıralanan merhalelerden geçerek kavramlar/mefhûmlar arasında doğru bağlar kurmaktır.

Evet, zihnin yedinci işlemi; “itikat”tır. Bir mesele hakkında zihnin ilk altı basamağı kazanında gerçek yönüyle pişer, işler; mesele aklen, kalben ve tecrübî olarak benimsenir, hissî, aklî ve tecrübî boyutları tahlil edilir, bir senteze ulaşılır. Yani, özümsenip biribiriyle münasebetleri sağlam, tutarlı bir inanç olarak ortaya çıkar ve bütün donanımlarıyla tasdik ile doğrulanır ve iz’an ile bir anlayış ve seviye kazanır. O takdirde bu yüksek iman hâli; tabiatı, huyu, karakter haline getirilebilir. Öğrenme, öğretim, zihnin bu yedi işlem modülü kullanılarak, dış dünyadaki inançlar, kabullenmeler, veriler ve sezgiler yoluyla zihinde inşa edilir; zihnî gerçeklik üretilir ve dünya bu gerçeklik üzerinden algılanır. İşte bu malûmatlar, kavramlar, semboller, roller ve çözüm şemaları şuuraltına yerleşir; kişi karar verme, algılama ve düşünme melekelerini oluşturur.

Artık iman, dimağın/zihnin bütün kademelerinden geçerek en üst seviyeye çıkarılarak güçlendirilmiş şuurlu bir bilgiden/ilimden oluşmuş bir olgu haline gelir. İslâmın istediği, öngördüğü şüphe ve vesveselerden arınmış tahkiki, gerçek iman budur.

Böylece, başta akıl, kalb, vicdân olmak üzere sâir duyu ve duygular vasıtasıyla objelerden gelen bilgi ve mesajlar; dimağdaki safhalardan süzülüp “cüz’î irâde/hür irâdenin” (kendi kendine karar verme ve serbestçe hareket etme gücünün) kullanılmasından sonra, Allah’ın istediği kulun kalbine ektiği bir nûr olur.1

‘İtikad-imânın gereği ise, salâbettir. Yâni, gerçeği bulduktan sonra ona sıkıca bağlanmaktır. Bilgi, nesne ve düşünce; yukarıda bahsedilen zihnî aşama, basamak ve eleklerden geçip ‘imân, itikad’ hâline gelirse, ondan ‘salâbet’, yâni, tam bir bağlılık, tam bir anlayış, tam bir iz’an, kavrayış durumu hâsıl olur. Dolayısıyla imân; bilgi, belge, deney, aklî, mantıkî delillere dayanan bir salâbetin, bir bağlılığın sonucudur.

İslâmiyet körü körüne dogmatik, mutaassıp bir inancı değil; salâbetli, tahkiki, hakikî bir imânı gerektirir. Yâni, gerçeği ilmî, yani aklî, mantıkî, tecrübî delillerle de bulduktan sonra ona sımsıkı yapışmayı gerektirir. Delil ve belgeleri, zihnin süzgecinden süzüp bir meseleyi kabul eden ve İslâmiyete giren samîmî bir Müslüman asla mutaassıp değil, salâbet sahibidir.

Tabiî ki, burada inanç haline gelen karar hüküm; kesin fakat doğru olmayan bir inanç da olabilir. Dolayısıyla iman, kalb, kabul ve irade ile ilgili bir sonuçtur. Bir meselenin böyle olduğu bilinir, ama, kabul edilmez, reddedilir. Buna küfri inadî de denir.

Dipnot:

1- İşârâtü’l-İ’câz, s. 46.

06.09.2006

E-Posta: [email protected] - [email protected].




Süleyman KÖSMENE

Şu an Cennet mevcut mudur?



Diyarbakır’dan okuyucumuz: “Şu an Cennet mevcut mudur? Mevcutsa, Cennette insan var mıdır? Şehitler Cennette midir? Yasin Sûresinde Habib-i Neccâr’ın şehit edilişi anında ‘Cennet’e gir!’ hitabına mazhar oluşu anlatılır. Öyleyse şu an Cennette insanın olduğu söylenebilir mi?”

Cennet şu an mevcuttur. Cenâb-ı Hakk’ın, “Rabbinizin mağfiretine ve genişliği göklerle yer kadar olan ve Allah’a karşı gelmekten sakınanlar için hazırlanmış bulunan Cennet’e koşun!”1 ve “Kâfirler için hazırlanmış olan ateşten sakının”2 hitab-ı İlâhîleri ile Cennetin de, Cehennemin de şu an var olduğunu ve insanlar için hazırlanmış bulunduğunu anlıyoruz. İmam-ı Gazali (ra), âyette geçen “üıddet” (=hazırlandı) kelimesinin mazi siygasından gelişini, Cennet ve Cehennemin hâlen yaratılmış ve mevcut bulunduklarına delil olarak zikreder.3 Kur’ân, Hazret-i Âdem (as) yaratıldıktan sonra, Hazret-i Havva ile birlikte Cennete yerleştirildiklerini ve orada kendilerine bir ağacın dışında diledikleri gibi yiyip içebileceklerinin emredildiğini beyan eder.4

Cehennemin sonradan halk edileceğini söyleyen Mutezile imamlarının yanlış ve galat içinde olduklarını beyan eden Bediüzzaman Hazretleri (ra); Cennet ve Cehennemin şu an mevcut olduğunu ve hatta dünyamızla yakın ilgili bulunduğunu; Cenâb-ı Hakk’ın göklerin âhirete bakan yıldızlarına kemal-i hikmetiyle Cennetten nur, Cehennemden de nâr ve hararet verdiğini kaydeder.5 Yıldızların iki âlemi de gördüklerini ifade ederek6, “Ecel ve kabir nasıl insanı beklediği gibi” der, “Cennet ve Cehennem de insanı bekliyor ve gözlüyor.”7

Ancak Bediüzzaman (ra), Cehennemin hâl-i hazırda tamamıyla sakinlerine münasip bir tarzda genişçe açılıp yayılmadığını8; çünkü kâinatın da, birbiriyle karışık yoğrulmuş olan zıtlardan ayrıştırmak için derin bir ameliyata uğrayacağını; kötülük, şer ve zararlı maddelerin bir tarafa çekilmesiyle Cehennem'in; iyilik, hayır ve faydalı maddelerin de diğer tarafa çekilmesiyle Cennetin tamamlanacağını ifade eder.9 Dolayısıyla kıyamet ve diriliş günü ile beraber başlayan haşir ve mahkeme-i kübrâdan sonra, Cennet ve Cehennem cinlerle ve insanlarla doldurulacaktır.

Ölmüş insanlar şimdilik kabir hayatındadırlar; yani âlem-i berzahtadırlar. Kabir hayatında, amelleriyle orantılı bir şekilde Cennet hayatına mahsus bir lezzet veya Cehennem hayatına mahsus bir azap tadarlar ve mahkeme-i kübrâyı beklerler.

Şehitler ölü değildirler; diri ve hayattadırlar. Cenâb-ı Hak, “Allah yolunda öldürülenlere ölüler demeyin. Onlar diridirler, fakat siz hissetmezsiniz” buyurur.10 Şehitler kabir ehlinin üstünde bir hayat tabakasındadırlar. Burası da âlem-i berzah olmakla beraber; kedersiz ve zahmetsiz bir hayattır. Şehitler ölüm acısını tatmamışlardır ve diridirler.11

Yasin Sûresinde şehit edilmiş olan Habib-i Neccâr’a12, Fecir Sûresinde imanla olgunlaşmış nefse “Cennetime gir!” hitabı13; Hicr Suresinde Allah’a karşı gelmekten sakınanlara14, Kaf Sûresinde Allah’a yönelen ve görmediği Rahman’dan korkanlara15 “Cennete selâmetle girin!” hitabı gaybî birer emirdir. Cenâb-ı Hakk’ın hitabı ezelîdir. Âlem-i gaybta zaman kavramı, geçmiş ve gelecek mefhumu, dün, bugün ve yarın zaman-değer dilimleri yaşadığımız âlemdeki değerlerden çok farklıdır. Şehitler âlem-i berzahta da Cennetin nimetlerinden istifade ederler. Bu ezelî hitaplar mü’minlerin, şehitlerin, müttakîlerin, sâlihlerin Cennet’e mahşerden sonra girecekleri hakîkatı ile çelişmez. Bu müjdenin, şehitlere bu dünyayı terk etmeleri ile beraber hemen verilmiş olması, onların dünya hayatlarını ve canlarını Allah rızası için hak yolda feda ettiklerinden dolayı Cenab-ı Hakk’ın merhamet ve şefkatine mazhar oldukları içindir.

Dipnotlar:

1- Âl-i İmrân, 3/133, 2- Âl-i İmrân Sûresi, 3/131, 3- İhyâ, 1/296, 4- Bakara Sûresi, 2/35, 5- Mektûbât, 15, 6- a.g.e., S.25, 7- Sözler, S. 83, 8- Mektûbât, S. 15y, 9- İşârâtü’l-İ’câz, S. 194, 10- Bakara Sûresi, 2/154, 11- Mektûbât, S. 12, 12- Yâsin Sûresi, 36/26, 13- Fecir Sûresi, 89/30, 14- Hicr Sûresi, 15/46, 15- Kaf Sûresi, 50/34.

06.09.2006

E-Posta: [email protected]




Abdil YILDIRIM

Allah ile kul arasına girenler



Dindarların hayatına müdahale etmek isteyenlerin en çok kullandıkları cümle, “Allah ile kul arasına kimse giremez” cümlesidir. Bunlar dinî muhtevalı vaaz ve nasihattan hiç hoşlanmazlar ama, kendileri de halka fetva vermekten de geri kalmazlar. Gazetelerinde, kitaplarında, konferanslarında, sohbetlerinde mutlaka dinî bir konuda fikir yürüterek, Allah ile kul arasına kendileri girmiş olurlar. Hani bazı cadde ve sokaklarda trafik işaretleri vardır. Altında “taşıt giremez” yazar. Yanında da “emniyet araçları hariç” gibi yazılarla, bazı kurumlara ait araçların bu yasak kapsamının dışında olduğu belirtilir. Onun gibi “Allah ile kul arasına kimse giremez” diyen bazı yasakçılar da, “bizler hariç” dercesine, her zaman kendilerini bu kuralın dışında tutarlar.

Meselâ, başörtüsü yasakçıları bunların başında gelir. Başörtüsü, Allah ile kul arasında olan bir inanç meselesidir. Bazı insanlar inançlarının gereği olarak başlarını örterler. Böylece Allah ile aralarındaki mesafeyi kısaltıp O’na yaklaşmaya çalıştıklarına inanırlar. Bunu yaparken de kimseyi rahatsız etmedikleri gibi, kimseye “siz de başınızı örteceksiniz” diye bir zorlamada bulunmazlar. Ama Allah ile kul arasına girmeye meraklı olan bazıları, “hayır, başınızı örterseniz suç işlemiş olursunuz” diyerek,kamuya ait alanlarda başörtüsü takmayı yasaklıyorlar. “Başörtüsü irticadır” diyerek, insanların inancını irtica ile itham ediyorlar.

Bir Müslüman bayan, Allah’ın bir emrini yerine getirmek suretiyle Allah’a yaklaşmak istiyor, fakat yasakçılar araya girerek bu yaklaşmaya engel oluyorlar. Ondan sonra da “Allah ile kul arasına kimse giremez” diyorlar. Öyle ise siz de girmeyin efendim, çıkın aradan.

Bazıları da namaz kılanların sayısındaki artıştan rahatsız oluyor.

Diyanet İşleri Başkanlığının yaptırdığı bir ankete göre, ülkemizde Cuma namazı kılanların sayısı 13 milyon, bayram namazı kılanların sayısı ise, 20 milyondan fazlaymış. Bu rakamlar her sene artış gösteriyormuş. İran’da bile bu kadar namaz kılan insan yokmuş. “Yoksa şeriat devleti kuruldu da haberimiz mi yok?“ diyenler oluyor. (Enis Berberoğlu, Hürriyet, 2.9.2006)

Namaz ve oruç gibi temel ibadetler, kulun Allah’a yaklaşmasına vesile olan en önemli ibadetlerdir. Peygamber Efendimizin (asm) ifadesiyle, insanın Allah’a en yakın olduğu an, secde anıdır. Yine Efendimiz (asm) “Namaz mü’min’in miracıdır” buyurmuşlardır. İnsan ancak namaz ile Rabbinin huzuruna çıkar, arasındaki mesafeyi kısaltır. Ama bundan rahatsız olan ve namaz kılanların sayısındaki artışı, irticanın ayak sesleri olarak kabul edenler, insanların kalbine evham ve tereddüt barikatları kurarak Allah ile kulun arasını açmak istiyorlar. Yani Allah ile kul arasına giriyorlar.

Bırakın, insanlar istedikleri kadar namaz kılıp oruç tutsunlar, yaklaşabildikleri kadar Allah’a yaklaşsınlar. Lütfen araya kimse girmesin.

Bazı doğru sözler, yanlış kişilerin ağzına düşünce çarpıtılıyor ve yanlışlara vesile ediliyor. Evet, Allah ile kul arasına kimse giremez, yani hiç kimse Allah ile kulun arasını açmaya çalışamaz. Ancak şeytanların böyle bir misyonu vardır. Ama Peygamberler tebliğleri ile, mürşitler ve mücedditler de irşadları ile, kulu Allah’a yaklaştırmaya çalışırlar. Aradaki engelleri kaldırıp. kalplerdeki gafleti dağıtmaya, hidayet yolunu aydınlatmaya, yani kulu Allah’a yaklaştırmaya gayret ederler. Onun için iki dost arasındaki muhabbeti artırmaya çalışan üçüncü şahıslara “dostlar arasına niçin giriyorsun” denilmez.

İnsanları inanmaya ve ibadet etmeye teşvik edenlerin gayretleri, Allah ile kul arasına girmek değil, Allah ile kul arasındaki engelleri kaldırmaktır. Allah yolunu haram, günah, isyan ve nisyan gibi kirlerden temizlemektir. Onlara “siz aramıza girmeyin, engelleri kaldırmayın” denilmez. Belki aradaki mesafeyi kısaltıp engelleri kaldırdıkları için onlara teşekkür edip minnettar olmak gerekir.

06.09.2006

E-Posta: [email protected]




Davut ŞAHİN

Rock’ın Coke



Haberin veriş tarzına bakın, gençlerimiz ne hale gelmiş, görün.

Gazeteler yazmış:

“Rock’n Coke Müzik Festivalinin ilk gününde 510 prezervatif satıldı. Müşteriler ise, 16 ilâ 23 yaşındaki gençler ve aralarında kızlar da var.”

Dahası:

165 gram esrarla yakalanan 20 kişi ise gözaltında...

Peki nerede yapılıyor bu Rock konseri?

Hezarfen Havaalanı’nda.

Yani,

Tarihe “ilk uçan Türk” olarak adını yazdıran bir bilim adamının adını taşıyan yerde.

Şimdi, bazı Türk gençleri, 165 gram esrarla “uçuyor.”

İnançtan yoksun, ahlâktan yoksun.

*

Hadi, organize eden firmanın ismini de verelim:

Coca Cola!

Yani, bir Amerikan şirketi.

Malûm, Coca Cola, altı aylık dönemi zararla kapattı... Ekonomi sayfaları, Coca Cola’nın ilk çeyrekte 3 milyon 539 bin YTL kâr, ancak ikinci üç aylık dönemde 11 milyon 980 bin YTL zarar ettiğiniaçıkladı. Yani şirketin altı aylık zararı: 8 milyon 442 bin YTL oldu.

Coca Cola, gençleri avlayarak mı zararını telafi etmeye çalışıyor?

Bu soruyu bir yere kaydedin!

Geçelim.

*

Deniliyor ki, festivalde jandarma 500 personelle “güvenlik önlemi” aldı.

Peki, uyuşturucu bu güvenlik ağından nasıl sızdı?

Hem nasıl “güvenlik” ise, sefahat diz boyu!

Tamam, müzik evrensel bir dil.

Peki, uyuşturucu ve sefahatin bıraktığı tahribat “evrensel” mi?

Sanki bir tapınaktaymış gibi kafalarını, bir o yana, bir bu yana sallayan gençler, yağmur altında evrensel bir müzik dinlediğini mi sanıyordu yoksa?

Merak ediyorum;

500 güvenlik görevlisi, çocuklarımızı o halde izlerken ne hissetti?

Kendi kültürüne bu denli yabancı bir nesil, bir sonrakilere acaba ne miras bırakabilecek endişesi taşıdılar mı?

Orada dikilip, onları kontrol etmek yerine, her kalbe bir güvenlik görevi dikmeyi düşündüler mi acaba?

Bu gençlerimize ne oldu da “ahlâk” konusunda “sukut” etmiş.

Kendi kültüründen uzak, çepeçevre kuşatılmış “ahlâksızlık” erozyonuyla yüzyüze.

Eğitim kurumlarında “başörtülü” fotoğraf kabul etmeyen zihniyet, her sene yapılan bu “iğrenç konser”le acaba “huzur” duyabiliyor mu?

Sözün kısası:

Çürük, sefih bir gençlik mi istiyordunuz?

Alın başınıza çalın!

06.09.2006

E-Posta: [email protected]




Serdar MURAT

Tezkere izlenimleri



İki farklı görüntü vardı, siyahla beyaz gibi.

1 Mart günü AKP kulisinde yaşanan tabloyu alın tam tersine çevirin, işte size 5 Eylül tezkeresi öncesindeki hava.

1 Mart tezkeresinin görüşüleceği gün AKP grubu, tezkere konusundaki tavrını netleştirmek üzere toplanmıştı.

Tezkere Meclise sevk edilirken, bazı bakanlar karşı çıkmış, ancak tezkerenin gönderilmesine engel olmamak üzere imza atmışlardı. Tezkereye açıkça karşı çıkan bakan sayısı üçtü.

Tezkereye karşı çıkan Gönüllü Kültür Teşekküllerinin temsilcileri başta olmak üzere muhafazakâr kesim, TBMM’de kamp kurmuş, milletvekillerini, Amerikan işgalinin vebâline ortak olmama yönünde ikaz etmişlerdi.

Grup toplantısına girilirken bir bakan, tezkereye açıkça muhalefet eden bir gazetecinin kulağına eğilerek, “Biz ret oyu vereceğiz, çıkmayabilir” demişti. O dönem tezkerenin çıkmasını destekleyen Turhan Çömez’e, Abdurrahman Dilipak, “Doktor elini kana bulaştırma” diye seslenmiş, “Doktorlar bazen neşter kullanır” cevabı üzerine, “Ama bu işgalci kanı” diye uyarmıştı.

Hava farklıydı. Dün ise tereddütleri olanların dahi ikna edilmeye hazır beklediği bir ortam vardı. Cumhurbaşkanı Sezer’in karşı çıkması, Hizbullah başta olmak üzere taraflardan Türkiye konusunda bir itirazın gelmemesi, Başbakan Erdoğan’ın, “Hizbullah’ı silâhsızlandırmamız istenirse, askerimizi çekeriz” şeklindeki açıklamaları AKP milletvekillerinin üzerinde ikna edici bir etki yapmıştı. En çok da ABD ile ters düşmenin getireceği riskin yüksekliği, “Tezkere için de ters düşmeye değer mi?” kanaatinin hâkim olmasına sebep olmuştu.

İlginç ama gerçek, Lübnan Büyükelçisi’nin çabaları da etkili oldu. Lübnan’a asker gönderilmesine karşı çıkan Mehmet Dülger’in, “Lübnan Büyükelçisi ile yemekte birlikteydim. Türkiye’nin orada olması gerektiğini bir kez daha anladım” sözleri de bunun işaretiydi.

Konya Milletvekili Mustafa Ünaldı’nın, İsrail’e güven olmayacağı, bunun için İsrail’i rahatlatacak bir görüntü altında Lübnan’a asker gönderilmemesi gerektiği yönündeki değerlendirmesi üzerine Başbakan Erdoğan’ın, “Peki o zaman ne yapılmalı. Ne yapmamız lâzım. Bana onu anlat” diye üç kez üst üste müdahale etmesi de Erdoğan’ın bu kez tüm ağırlığını ortaya koyduğunun bir göstergesi. Ünaldı’nın, “Diplomasinin imkânları zorlanmalı” şeklindeki önerisine ise Erdoğan, “Başından beri bizim yaptığımız ne? Diplomasi ile yapılacak olanlar yapıldı” karşılığını veriyor.

Bir parti yöneticisine göre Erdoğan, milletvekillerini ikna etmek için tüm gerekçelerini sıralıyor. Hatta öyle ki, açıklanmasında sıkıntı olabilecek bazı görüşmelerini de milletvekilleriyle paylaşıyor. Erdoğan’ın hedefi tezkerenin geçmesi değildi. Zaten Meclise geldiğinde, “Bir risk beklemiyorum” dedi. AKP Grubundan en az fire ile geçirip, “liderliğini” göstermenin peşindeydi.

Ancak Başbakanın peşinde de başkaları vardı. Balıkesir’de sarf ettiği, “Askerlik yan gelip yatma yeri değildir” sözleri Erdoğan’ın peşini bırakmayacak gibi duruyor. Askerlik mesleğinin ele alındığı bir entelektüel platformda bu tür değerlendirmelerin yapılması yadırganmayabilir, ama şehit cenazelerinin ateş topu olup, milletin yüreğini yaktığı bir sırada, Lübnan’a asker gönderilmesi tartışmalarının yapıldığı bir dönemde, Erdoğan yine “Erdoğanlığını” yaptı.

Başbakan’ın bazen öyle fevri çıkışları oluyor ki, AKP’ye karşı muhalefet cephesi oluşturmak isteyen tüm güçlerin birleşerek yapamayacağı etkiyi yapıyor. Bu sebeple Erdoğan’ın rakibi yine kendisi demek yanlış olmaz.

Başbakan bu sözünün izaha muhtaç olduğunu fark etmiş olmanın etkisiyle Abdullah Gül ve Mehmet Ali Şahin’le yaptığı değerlendirmenin ardından gazetecilerin yanına gelerek “dinimizdeki şehadet makamının önemi”ni anlatan değerlendirmeler yaptı. Ancak öylesine köşeli sözü, böylesine yuvarlak değerlendirmeler karşılayamadı.

Başbakandan bir hafta önce de yardımcısı Mir Dengir Fırat da “Askerin görevi nedir, bu kadar askeri neden yetiştiriyor?” şeklinde değerlendirmeler yapmış, daha sonra yapılan ricalar sonucunda bu haber basında yer almamıştı.

Partinin lideri ve ikinci adamının bu sözlerini alt alta koyunca, AKP yöneticilerinin kendi aralarında bu tür değerlendirmeler yaptıkları anlaşılıyor.

Evlât acısı, şehit cenazesi o denli hassas bir konu ki, görüşünüz ne denli değerli olursa olsun, niyetiniz ne kadar hâlis olsa da kırk düşünüp, bir konuşulacak konu. Teröristin ateşinden çok bu sözler yaralayıcı olabilir. Tabu olsun demiyorum. “Vatan sağolsun” diye göğsünü geren şehit anneleri bugün, “Vatan sağolsun demiyorum” diyecek noktaya geldiyse, bunu tahlilini çok iyi yapmamız gerekiyor. Ancak o ayrı bir tartışma konusu. Üslupsuzluk yapıp, kan damlayan yüreklere tuz basmanın anlamı yok.

Kamyoncu reklâmında ne diyordu; “Ağzı olan konuşuyor”

Kamyoncu bile kaldıramazsa, bu tür çiğ sözleri şehit annesinin yüreği nasıl taşısın?

06.09.2006

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Kanlı provokasyon



Hükümetin başından beri tam olarak ele alamadığı demokratik inisiyatifi özellikle son bir yıl zarfında neredeyse tümüyle elden kaçırmasına paralel olarak bulanan genel atmosferin her çeşit provokasyonlara açık bir ortamı da beraberinde getirdiği yolundaki endişemizi zaman zaman dile getirmiştik.

Terör saldırılarındaki tırmanış, bunun düşündürücü göstergelerinden yalnızca biri.

Üç buçuk ay önce gerçekleştirilen Danıştay saldırısı da, geçmişte benzerlerine defalarca şahit olduğumuz, özellikle laik-antilaik çatışmasını kızıştırmayı hedefleyen, çok profesyonelce tezgâhlanmış bir provokasyondu.

O menfur olayın ardından zihinlerde beliren, ama seslendirilmeyen kaygı şuydu:

12 Eylül öncesinde aynı silâhla sabah sağcıların, akşam solcuların vurulması gibi, şimdi de önce Danıştay hakimlerini vurdurtan mihrakların, ardından “karşı cenah”ta bir başka hedefe yönelmeleri söz konusu olabilir miydi?

İsmail Ağa Camii emekli imamı Bayram Ali Öztürk Hocanın, Pazar sohbetinden sonra camide uğradığı suikast sonucu katledilmesi, maalesef bu kaygıyı haklı çıkarıyor.

Karanlık amaçları uğruna gözünü kan bürümüş provokasyon çeteleri yine iş başında.

Aynı cemaatin önde gelen seçkin isimlerinden Hızır Ali Muratoğlu Hoca da sekiz sene önce, 28 Şubat kasvetinin iyice koyulaştığı günlerde benzer şekilde katledilmiş, olayın faili olmakla suçlanan kişi yıllar sonra yakalanmış, ama işin arkaplanı aydınlatılamamıştı.

Şimdiki cinayette daha sinsi bir tezgâh kurulmuş. Hedef seçilen hoca öldürtülürken, katil de camiye birlikte geldiği suç ortaklarınca katlediliyor ve bu iş “linç” olarak gösterilmek suretiyle cemaate mal edilmek isteniyor.

Bu yolla hocanın katli ikinci plana itildiği gibi, önde gelen bir mensubunu böylesine acı bir şekilde kaybetmenin şokunu yaşayan cemaate bir darbe daha vurulmaya çalışıyor.

Yetmiyor; bu tip olaylar için hazırda bekletilen birtakım “kadrolu uzmanlar” piyasaya sürülerek “cemaat içi veya cemaatler arası hesaplaşma, liderlik kavgası, kadın kız meselesi” gibi uydurma senaryolar seslendiriliyor.

Yine yetmiyor; cenaze namazına katılan on binlerce insanın kılık kıyafeti bir kez daha ağızlara sakız edilip “devrimler” edebiyatı yapılarak bir yerler tahrik edilmek isteniyor.

Bir taşla bu kadar kuş vurmak doğrusu herkesin harcı değil ve olamaz da. Yeter ki, vicdan denen değer tümden rafa kaldırılsın!

Ama iç içe geçirdikleri bunca tahrike rağmen ortaya çıkan tablo gösteriyor ki, karanlık tezgâhçılar yine umduklarını bulamadılar.

Bayram Ali Hoca şehadet mertebesine erişti. Abdullah Ustaosmanoğlu Hocanın Fatih Camii avlusundaki “Burası hesaplaşma değil, helâlleşme yeridir, provokatörlerin içimizde yeri yok” diye seslendiği cemaat de acısını içine gömerek, akıl almaz tahrikleri müthiş bir sabır, vakar ve sağduyu ile boşa çıkararak çok çetin ve zorlu bir imtihanı başarıyla verdi.

Allah, Bayram Ali Hocaya rahmet eylesin, İsmail Ağa cemaatine sabr-ı cemîl ihsan etsin, tuzakçıların tuzaklarını başlarına geçirsin...

06.09.2006

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Karışık bir durum



Türkiye, son günlerde Lübnan gündemine kilitlendi. İç politikayı unutturacak derecede kamuoyunun tartıştığı konu asker gönderip göndermeme meselesi. ABD’nin İsrail üzerinden Lübnan’a yaptığı saldırı ve tahribin bütün ağırlığı dururken, BM Barış Gücünü Güney Lübnan’a yerleştirmeye hazırlanıyor.

ABD menşeli Ortadoğu oyununun yeni bir aşamasına sürüklendiğimiz kesin. Burada Hizbullah’a yönelik silahsızlandırma ile birlikte İsrail’i Suriye ve İran tehdidi karşısında güvenceye alan bir plan görünüyor.

BM’nin 1701 sayılı kararı, tartışmalı konulara açık bir pozisyonda İsrail’i caydırıcı bir nitelikte değil. Bizi, barış gücünün teşekkülünde ABD’nin AB ülkelerine biçtiği rolün yanına konumlandırıyor. İçinde yer aldığımız uluslararası birliklerin zorunlu yardımcılığına itiyor.

Bu gidişat sağlıklı mı? Elbette ki değil.

Başka çare ufukta görünüyor mu? O da belirsiz.

BM’nin girmemesi, Lübnan’ı rahatlatacak mı? Ayrıca Lübnan hükümetinin asker istediği göz önüne alınırsa; BM Barış Gücü, istenmeyen zorunlu bir tercih oldu. Ululararası gücün Ortadoğu’da konuşlandığı üçüncü bölge oluyor.

Bu şartlarda Türkiye ne yapmalı? Bizim cevabını aramamız gereken soru bu. Gitsin/gitmesin tezlerinin kendine göre haklılık boyutları var. İktidar ve muhalefet gözlüğüyle baktığımızda çok sağlıklı sonuçlara ulaşamıyoruz. Reel politik cepheden incelediğimizde devletin genel eğilimi ve iktidara tavsiyesi, silahlı çatışmaya girmeyeceğimiz bir bölgeye asker göndermemiz yönünde.

Siyasi demeçlerin tribüne seslenen gürültülerini yok sayarsak, aklıselim bir nazarla daha farklı açılardan olayı irdelemekte fayda mülahaza ediyorum.

BM barış gücü kapsamında başka ülkelere asker göndermek, İsrail’in sınırındaki bir ülkeye asker göndermekten farklıdır ve daha risklidir. Bu riski almaya değer mi? Bizi zorlayan amil nedir? Gerçekten Müslüman bir coğrafyada komuta kademesi bizde olan inisiyatif güç olarak özellikle İsrail’e karşı caydırıcı bir kuvvetimiz olabilecek mi? Bu mümkünse eyvallah. Değilse, üstlendiğimiz rol bizi uzun vadede çıkılmaz bir hal alan Ortadoğu’nun fasit girdabına atar mı?

Herkesle her konuda yakınlaşma pratikliğimiz sağlam bir zemine oturmadığı ve güvenebileceğimiz müttefikler olmadığı takdirde nasıl bir sürpriz bizi bekliyor?

Özellikle ABD’ye ödenmeye çalışılan bir diyet sezinleniyor. BM aracı kuruluş olarak taşeronluğun ihalesi ile meşgul. Batının asker göndermesi ne kadar doğalsa, uzak diğer ülkelerin ve İslam dünyasının göndermesi de o kadar gerekli.

Türkiye için aynı şartlar geçerli mi? Konumu, iç dengelerdeki kuvvetler ayrılığı, komşuları ile oturmayan münasebetleri ve doğu-batı dengesinde tanımsızlığı ve ekonomik zafiyeti, kırılmaları hızlandıracak adımlardan uzak durmasını salık veriyor.

Bıçağın iki keskin yüzü var. İkisi de bizimle hem var, hem yok mesabesinde. Dinen ve hissen Lübnan ve Filistin’le beraberiz. Sistem ve kayıt dışı siyaset dengesinde İsrail’le müttefik kabul edilecek kadar anlaşmalarımız var. Böylesi ikircil bir psikolojinin kotlarını taşıyoruz.

Uluslararası şemsiyenin bize düşen kısmında su akıyor, delik var. Daha önce çekiç güçle Irak sınırında 36. paralelde yaşadıklarımız ortada. Bitmeyen PKK terörü karşısında sakin düşünme melekelerinde zorlanan bir Türkiye; sahilleri birbirini gören komşuların işine fazla karışmamalı. Takatı buna uygun değil. Hele söz getirip götürme işi düzeyi iyi korunmalı.

Hülasa karışık bir durum. İçinde bulunduğumuz ittifakların zorlaması ve gelecekte Ortadoğu’da inisiyatif alma isteği, riskli de olsa asker göndermeyi öne çıkarıyor.

Biz Ortadoğu’nun beklentisiyle mi gidiyoruz, yahut ABD’nin eklentisiyle mi, veyahut kendi öz irademizle mi? Galiba üçü de var. Hayırlısı Allah’tan.

06.09.2006

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Zıtlar dünyasında Türkiye



Olaylara zaviyelerin kesiştiği noktadan bakmak gerekiyor. Bir noktaya hapsolmak görüntü ve gerçek kaybına neden olacaktır. Lübnan tezkeresinin akibeti ne olursa olsun bu mesele tali bir meseledir. Bununla birlikte Türkiye mutlaka aktör olarak Ortadoğu’da rol almalıdır. Aksi bütün düşünceler fantazidir. Burada iki hususa dikkat etmek gerekiyor. Bunlardan birisi ahlâkî zemin, Hangi yönde hareket ederseniz edin mutlaka bu hareket iyi niyet ve samimiyet üzerine yükselmeli. Başka aktür ve faktörlerin hesabını ve aynı zamanda hakkını da dikkate almalıdır. Yani yapıcı olmalıdır. Aksi takdirde maksadının aksiyle tokat yemeğe mahkumdur. Sözgelimi Saddam Hüseyin ABD ile iki defa muvazaa yaptı ve iki de darbe yedi. Bunlardan sonuncusu ölümcül darbe oldu. Birincisinde, İran devrimine karşı özellikle 1982-1983 yıllarında işbirliği yaptı. İkincisi de, yine April Glaspie’nin yani baba Bush idaresinin işmarlarıyla birlikte 1990 Ağustos’unda Kuveyt’i işgal etti.

Bu iki muvazaa sonucunda ABD’den iki darbe yedi. Bunlardan ilki 1991 yılında Saddam güçlerinin Kuveyt’ten sürülmesi ve çıkarılması oldu. Yetmedi. 10 yıl sonra ikinci darbe geldi. 1992 yılında Abromowitz baba Bush’dan Bağdat’a kadar gidilmesini istemişti. O da ‘Müttefiklere söz verdik bundan ötesini şimdilik yapamayız’ diye neoconların 1992’deki planını dondurmuştu. Bu planı uygulamak oğluyla birlikte yine neocon ekibe ve Wolfowitzgillere düştü. İki işbirliğine karşı iki darbe. 1991-2003. Bundan dolayı yaptığımız bütün eylemler ahlâkî zeminde olmalı. Niyet ve amaç halis olmalıdır. Aksi takdirde sadece kendimizi kandırmış oluruz.

***

Bunun ötesinde Mevlânâ’nın ifadesiyle dünyamız zıtlar dünyasıdır. Zıtlar olmasa tarihte hareketlilik olmaz. Şeytan olmazsa imtihan ve terakki olmaz. Günah ve şüphe bir yönüyle aşağıya bakarken bir yönüyle yukarıya batar. Zıtlar arasındaki boşluklardan da fırsatlar doğar. Ancak fırsatları değerlendirirken insan yine centilmen olmalı. Fırsatçılık yaparsa eninde sonunda bu yine bumerang etkisiyle kendisini vurur. Ama zıt ve çelişkiler olmazsa dünyada bir tek yaprak bile kımıldamaz. Bu kanunu en iyi bilenlerden birisi Mevlana Celaleddin Rumi olmuştur. Bundan dolayı arifler “Eşya zıddıyla kaimdir ve onunla bilinir” derler. Bugün Ortadoğu’da tezadların yumağı. İsrail olmasa ve Kürt meselesi İngilizler tarafından çözüme kavuşturulmuş olsaydı yine durağan bir Ortadoğu ile karşılaşırdık. Bunun sonucu herkes kendi yağıyla kavrulur ve kendi varlığıyla avunur ve iktifa ederdi. Ama İsrail dinamizme ve harekete sevk ediyor. Hegel ve Necip Fazıl’ın dediği gibi. Bundan dolayı gelecekte İslâm Birliği diye bir hadise olacaksa bunun nedeni İsrail olabilir. Fırsatlar, avantajlar konjonktüreldir. Zamanla avantaj dezavantaj haline gelebilir. Dolayısıyla İngilizlerin İslâm dünyasını parçalayarak tezadlar üzerine kurması bir müddet sonra sistemi işlemez hale getiriyor, bu da yeni bir sistem ihtiyacını beraberinde getiriyor.

***

Saddam’dan sonra İran da Saddam’ın yanlışına düşmüştür. Hatemi’nin Yardımcısı Ebtahi “Biz olmasaydık Afganistan ve Irak düşmezdi” demiştir. Saddam açısından ‘men dakka dukka’ denilebilirse de bu ilişkiyle birlikte İran ahlaki bir kirlenme içine girmiştir. Bunun öncesi de İrangate adındaki sarmal skandaldır. Ali Ekber Rıdai ismindeki İranlı diplomat bu ilişkilerin manhiyetiyle ilgili şunları söylemiştir: “Biz Amerikalılara minnettarız zira Irak’ta, Afganistan’da hatta Lübnan’da önümüzü açtılar. Suriyeliler Lübnan’dan çekildikten sonra oradaki nüfuzumuz daha da artmıştır. Petrol fiyatlarının artması da cabası...”

Unuttuğu bir nokta var Afganistan ve Irak gibi tampon devletlerin tasfiye edilmesiyle birliktke sıranın kendisine gelmesi. ABD ve İsrail’le karşı karşıya gelmeleri. Bu noktada İran’ın hesapları çok da sağlıklı değil. Muttaki ABD’nin saldırı gücünün sonuna geldiğini söylüyor. Doğrudur, ama unuttuğu bir nokta var. Bush gibilerin çılgınlığı ve karasal işgal yerine havadan İran’ı yıllarca geriletecek bir darbe gücüne daima haiz olmaları. Nejad da kitleler nezdinde kahraman haline gelmesine rağmen hikmetten yoksun gözüküyor. Hüccetilerden birisi olarak soyut bir mesele olan Mehdiyet meselesini somut bir mesele haline getirmesi mantığın basitliğine işaret ediyor. USA Today gazetesinin dünkü başlığı ise şudur: “KHatami: US Needed ın Iraq”: ABD’ye Irak’ta ihtiyaç var ve çıkarları paylaşabiliriz demektedir. Hatemi paslaşmacı, Nejad ise Bush gibi kendi halinde Huccetiyecidir. Peki bütün bunlarla neyi anlatmaya çalıştık: Tezadlar olmazsa Türkiye Ortadoğu’ya dönemez. Zıtlıklar yükseliş ve düşüşlerin nedenidir. Türkiye fırsatçı olmadan yapıcı olarak bu tezadlar arasında rol alabilir ve almalıdır.

Sosyal hadiselerin bir değil, birçok sonuçları olur. Muhalefetin BOP’u gerekçe göstererek istinkaf etmesinin bir sonu yoktur. BOP şimdiden ABD ve İsrail saldırılarının geride bıraktığı enkaz altında kalmıştır. Belki de 5-10 yıl sonra ABD bölgede varolmayacaktır. Ama fantastik muhalefete bakacak olursak ABD’den sonra da hâlâ BOP’a ayarlı politikalardan bahsediyor olabiliriz. Dünya onların zannettiklerinden hızlı dönüyor ve ABD ekseni etrafında değil. Onu yönlendiren birçok zıt eksen var. Önemli olan onun muhassalasıdır ve meselelere buradan bakabilmektir.

06.09.2006

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Harp okulunda ‘İslâm” mecmuası



Türk Silâhlı Kuvvetlerinde görev yapan ‘son din subayı’ emekli ilahiyatçı yarbay Sami Kocaoğlu, ‘görev hatıraları’nı anlatmış. Dikkat çeken hatıralarından biri de, harp okulunda ‘İslâm’ mecmuası/dergisi satmış olması: “1950’lerde ‘İslâm’ adlı bir mecmua vardı. Yirmi-otuz tane koltuğumun altına alır, içeride harp okulu öğrencilerine satardım.”

Kocaoğlu’nun anlattıklarının bugün yapılması mümkün değil, ama anlattığı hadiselerin yaşandığı dönemlerde de bu hadiseler TSK tarafından ‘problem’ olarak görülmemiş, yani ‘irtica’ kavgası yapılmamış. (Yeni Aktüel, 31 Ağustos-6 Eylül 2006)

TSK’da bir dönem “din subayı” kadrosunun olduğu ve bu kadroda bazı subayların görev yaptığı biliniyor. Tabiî bu kadro sadece TSK’da değil, dünyanın pek çok ordusunda bulunan bir kadro ve görev. Ancak TSK’nın kuruluşunda var olan bu kadro, son dönemlerde sadece ‘sefer zamanı’ aktif hale gelmek üzere pasif kalmış, her hangi bir subay bu görevle görevlendirilmemiş.

İmam Hatip Lisesi Mezunları ve Mensupları Derneği (ÖNDER) geçtiğimiz aylarda “Dünya Ordularında Din Subaylığı” adlı geniş bir dosya hazırlamış ve dosyayı sitesinde yayınlamıştı. (İlgi duyanlar için adres: http://www.onder.org.tr/uploads/File/dinsubaylari.doc)

Raporda ifade edildiğine göre, şu ülkelerde “din subayı” görev yapıyor: “Arjantin, Avustralya, Belçika, Brezilya, Şili, Danimarka, Almanya, Ekvator, El Salvador, Finlandiya, Fransa, Yunanistan, İngiltere, Iran, İsrail, İtalya, Kanada, Kenya, Kolombiya, Güney Kore, Madagaskar, Malta, Nepal, Yeni Zelanda, Hollanda, Norveç, Avusturya, Pakistan, Paraguay, Peru, Filipinler, Polonya, Portekiz, İsviçre, İsveç, Sierra Leone, İspanya, Sri Lanka, Güney Afrika, Tayland, Trinidad ve Tobago, Amerika Birleşik Devletleri, Merkezi Afrika Cumhuriyeti. Mısır, Bahreyn, Bangladeş, Benin, Bolivya, Burkina Faso, Dominik Cumhuriyeti, Yemen, Kamerun, Katar, Kuveyt, Fas, Umman, Ruanda, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri.”

Yine rapora göre, şu ülkelerde ise böyle bir yapılanmaya rastlanmıyor: “Cezayir, Makedonya, Çin (Halk Cumhuriyeti), Gabon, Gambiya, Gine, Guinea-Bissau, Hindistan, İzlanda, Japonya, Yugoslavya, Küba, Türkiye, Tunus, Lübnan, Panama, Senegal, Tayvan, Tanzanya,Togo, Uganda.”

Emekli din subayı yarbay Kocaoğlu’nun verdiği bir başka bilgi de, Işıklar Askeri Lisesinde ilk mescidi, Teoman Koman’ın açmış olması. 28 Şubat’ın öncü isimlerinden olduğu belirtilen Koman’ın, okul koridorlarında namaz kılanları görünce, “O görüntüler kalksın, sivil asker kim namaz kılacaksa gelsin burada kılsın” diyerek mescid açtırdığı aktarılıyor. (Yeni Aktüel, 31 Ağustos-6 Eylül 2006)

Aynı dergiye açıklama yapan ÖNDER Başkanı Yusuf Ziyaettin Sula’nın verdiği bir bilgi de çok dikkat çekici. Sula, hazırladıkları raporu Cumhurbaşkanı, Başbakan, Milli Savunma Bakanı, Genelkurmay Başkanı ve dört kuvvet komutanına gönderdiklerini hatırlatıp şöyle demiş: “Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül, Org. Fevzi Türkeri ve Org. Yaşar Büyükanıt zarfı bile açmadan geri dönderdi.” (agd.)

Milli Savunma Bakanının böyle bir şey yapmasını anlamak mümkün mü? Bu bilgiye, “kullanılmamış, manşet olması gereken bir haberi” gözüyle de bakabiliriz.

06.09.2006

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahaddin YAŞAR

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004