Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 06 Eylül 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Görüş

Borçlardan kurtulduğumuz gece

“Allahım! Azâbından affına, gazabından rızana sığınıyorum. Senden yine Sana iltica ediyorum. Seni gereği gibi hamd etmekten âcizim. Sen, Seni sena ettiğin gibi ulusun.”

İslâm'ın mukaddes gecelerinden birisi de Kamerî aylardan Şaban ayının 15. gecesi olan Berat gecesi, yani mağfiret gecesidir. Bu gecenin kudsiyetini izah etmeden önce, berat kelimesinin anlamını vermek daha doğru olur.

Berat; Borçtan, isnat olunan bir suçtan ve bir hastalıktan kurtulmak demektir. Aynı zamanda devlet büyükleri tarafından verilen fermanlara da berat ismi verilir. Verilen vergiler karşılığında alınan makbuzlara da berat denir.

Müslümanlar da, Allah’a gönül verenler de bu gecede bir çok günahtan arınmış ve yüzleri ak olarak Allah’ın kurtuluş beratını almış olurlar.

Berat Gecesinin asıl kudsiyeti, bizi nefis muhasebesine davet etmektir. Müslümanlar bu gecelerde iç âlemine dönerek işlediği hayır ve şerrin muhasebesini yaparak ebedî yolculuğa hazırlanmalıdırlar. Nasıl ki; günlük hayatımızda bir tüccar geçen yılın sonunda, yeni yılın başında ticarî hayatının bir muhasebesini yapar, elde edilen sonuçlara göre kârda veya zararda olduğu anlaşılırsa, eğer kârda ise, aynı usûllerle ticaretini devam ettirir. Eğer zararda ise, zarar ettiği yanlışları belirler ve onların telâfisi için çalışırsa, o insan ticaretinde başarılı olur. Aynen bunun gibi, Berat Gecesinde de bir mü’min bir yıllık hayatının muhasebesini yapmalıdır. Elde edilen sonuçlara göre hareket ederse, o zaman kârlı bir hayatı elde etmiş olur.

Bu geceye kudsiyet veren olay, Dühân Sûresinde (44/3) Kur’ân’ın “mübarek bir gecede” indirildiği ifade edilmiş olmasıdır. Kur’ân-ı Kerimin iki türlü indirilişi söz konusudur. Birisi; Levh-i Mahfuzdan dünya semasına toptan, ikincisi, oradan da Kadir Gecesinde de Peygamberimize peyder pey indirilmesidir. Berat Gecesinde birinci hadisenin cereyan etmesidir.1

Berat Gecesi diğer gecelerden biraz daha farklı bir şekilde geçirilmeli, bu gecede daha fazla ibadet edilmeli. Hz. Peygamber’in (asm): “Allah Teâlâ (rahmetiyle) Şaban ayının on beşinci gecesi dünya semasında tecelli eder ve Kelb kabilesi koyunlarının kılları sayısından daha fazla kişiyi bağışlar.”2 buyurmuştur. Bir başka hadiste de Peygamberimiz (a.s.m.): “Şabanın ortasında gece ibadet ediniz. Allah o gece güneşin batmasıyla dünya semasında tecellî eder. Ve fecir doğana kadar, ‘Yok mu Benden af isteyen onu af edeyim, yok mu Benden rızık isteyen ona rızık vereyim, yok mu bir musibete uğrayan ona afiyet vereyim, yok mu şöyle, yok mu böyle!’ der”3 buyurmuştur.

Bu gecenin kutsiyeti noktasında Hz. Peygamberimizin bir durumunu Hz. Aişe (r.a.) şöyle naklediyor:

Hz. Peygamber, Berat gecesinde yatağına giriyor, sonra tekrar giyiniyor ve Medine kabristanlığına gidiyor. Orada mü’minler için duâ ettikten sonra, tekrar Hz. Aişe’nin yanına döndüğünde; “Ya Aişe! Bana Cibril geldi ve bu gece Şaban’ın on beşinci gecesidir. Cenâb-ı Hak bu gecede kendisinden başkasının bilmeyeceği kadar kullarını cehennemden uzak eder, fakat bu gece; Allah’a eş koşanların, kin ve düşmanlık besleyenlerin, sıla-ı rahmi terk edenlerin, ebeveyne isyan edenlerin, hayat ve ihtişamlarına mağrur olanların ve içki düşkünlerinin yüzüne bakmayacaktır.”4 buyuruyor. Bundan sonra Hz. Peygamberimiz Hz. Aişe’den ibadet etmek için izin istiyor ve namaz kılıyor. Namaz kılarken uzun müddet secdede kalıyor, o kadar ki, Hz. Aişe Peygamberimizin ruhunu teslim ettiğini zannediyor.

Hz. Peygamberimiz secdede şöyle duâ ediyordu: “Allah’ım! Azâbından affına, gazabından rızana sığınıyorum. Senden yine Sana iltica ediyorum. Seni gereği gibi hamd etmekten âcizim. Sen, Seni sena ettiğin gibi ulusun.”5 Hz. Aişe, Hz. Peygambere secdede iken yaptığı duâyı hatırlatınca;

“Ya Aişe! Onları öğrendin mi?”

“Evet yâ Resûlallah!”

“O halde bunları hem öğren, hem de başkalarına öğret. Çünkü bana bu duâyı Cebrail (a.s.) öğretti” buyurmuştur.

Bir kısım âlimlerin, kıblenin Kudüs’teki Mescid-i Aksâ’dan Mekke’deki Kâbe istikametine çevrilmesinin hicretin ikinci yılında Berat Gecesinde vuku bulduğunu kabul etmeleri de geceye ayrı değer kazandırmaktadır.6

Berat Gecesi, bir çok hususiyeti içerisinde toplayan bir gecedir. Bu gecede memur meleklere insanların bir yıl içerisinde işleyecekleri fiillerle ilgili dosyaların tevdi edileceği “Katımızdan bir emirle, her hikmetli işe o gecede hükmedilir.”7 âyeti ile buna işaret edilmektedir.

Rızıklarla ilgili dosya Mikail’e (a.s.), harplere, depremlere, sâikalara ve çöküntülere ait olaylarla ilgili dosya Cebrail’e (a.s.), vefat edeceklerle ilgili dosya Azrail’e (a.s.), diğer işlerle ilgili dosya İsrafil’e (a.s.) verileceği bildirilmiştir. Hatta rızıklar, eceller, zenginlik, fakirlik, doğum ve ölümler hep bu gecede takdir edilir. O yılın hacıları dahi bu gecede kaydedilir. Herkesin ve her şeyin o sene içerisindeki mukadderatı tesbit edilir. Hatta sokakta yürüyen insanın ve doğacak neslin bile.8

Denildi ki: “Berât” Gecesine has beş haslet vardır:

1) Her mühim iş o gece tefrik edilir.

2) O geceki ibâdetin fazîleti büyüktür.

3) Rahmet-i İlâhiye feyezân eder.

4) Mağfiret gecesidir.

5) O gece Resûlullaha (a.s.m) şefaat hakkının tamamı verilmiştir. Çünkü Resûl-i Ekrem (a.sm.) Şa’ban’ın 13. gecesi ümmeti hakkında şefaat istemiş, bu şefaatin üçte biri verilmiş, 14. gecesi yine istemiş, üçte biri daha verilmiş, 15. gecesi talep etmiş, bu gece şefaatin tamamı ihsan buyurulmuştur. Bu şefaatten mahrum olanlar Allah’tan, devenin ürküp kaçtığı gibi kaçanlardır. Âdat-ı İlâhiyedendir ki, bu gece “zemzem” kuyusunun suyu artar. Şa’ban’ın yarısına gecesine “Mübârek, Berât, Sâk (berât, ferman), Rahmet” isimleri verilmiştir. (Şeyhzâde, Râzi, Ebussuud).

Dipnotlar:

1- Elmalılı, c.5, s.4293-4285. 2- Tirmizi, “savm”, 39. 3- İbn Mace, “İkame”, 191. 4- et-Terğib ve’t- Terhib; c.2, s.118. İbn Mâce, c.1, h:1390. 5- et-Terğib ve’t-Terhib, c.2, s.242. 6- İslâm Ansiklopedisi, c.5, s.475. 7- Dühân Suresi, 44/4. 8- Safvet’ü-Tefâsir, c.3, s.171.

Halil Elitok- Emekli Müftü

06.09.2006


Millî Eğitim okullara neden müdür tayin edemiyor?

Ülkemizde örgün ve yaygın eğitimdeki genç ve yetişkinlerin eğitiminden birinci derecede yetkili ve sorumlu olan Millî Eğitim Bakanlığı, son zamanlarda yönetimi altındaki okullar ve eğitim kurumlarına müdür tayin edemiyor. Bu kurumlarının pek çoğu “müdür yetkili” vekiller tarafından yönetiliyor.

Bilindiği gibi bir kurumun müdürü, o birimdeki işlerin yürütülmesinde ilk ve birinci derecede yetkili ve sorumlu kişi demektir. Böyle bir göreve talip olanlar, sorumluluk almaktan çok, kazandığı yetkileri kullanmak istese de, yapabileceği bir yanlış iş, onu sorumlu olmaktan tabiî ki kurtaramaz. O halde, bu görevler için talip olanlar arasından her bakımdan çok iyi bir seçim yapmak, devlet hizmetinde de, özel sektör birimlerinde de büyük önem taşır. Millî Eğitim Bakanlığına bağlı bütün eğitim kurumlarını da müdürler yönettiğine göre, yıllardan beri bakanlığın müdür tayinlerinde doğruyu yapmak ve bu görevlere lâyık olanları bulmak için çaba sarf ettiği biliniyor. Ne var ki, hak edenin de etmeyenin de, başka bir ifadeyle lâyık olanın da olmayanın da bu görevlere talip olması, bakanlığın işini zorlaştırıyor. Hele, “siyasî tasallut” denilen “partizan baskılar,” bakanlığın işini daha da zorlaştırıyor.

Özellikle İstanbul Millî Eğitim Müdürlüğünde görev yaptığım yıllarda, bu baskılarla çok karşılaşmıştım. Boşalan bir okulun müdürlüğüne, kimi zamanlarda en az 20-30 kişi talip oluyor, bazen bu sayı çok daha fazla olabiliyordu. Atamalarda siyasî baskıların yoğun olduğunu bilen adayların bazıları, bu görevler için yeterli olmadıklarını bildikleri halde, onlar da aynı yolu deneyip, üzerimizde böyle bir baskıyı oluşturabiliyorlardı. Meselâ, üniversite mezunu bir öğretmen, bir liseye müdür olabilmek için, iktidardaki partinin ilçe teşkilâtında çalışan ilkokul mezunu bir odacının bastırıp, “tavassut” için kullandığı kartını önüme koyunca, doğrusunu isterseniz hiç şaşırmadım. Ben itibar etmesem de, halk arasında “torpil” olarak adlandırılan bu gelenek böyle gelmiş, böyle gidiyordu.

Geleneği kimse bozamadı

1989-91 yılları arasında Millî Eğitim Bakanlığı yapan merhum Avni Akyol, bu geleneği bozmak istedi. Hazırlattığı bir “İdareci Atama Yönetmeliği” ile, her dereceli eğitim kurumlarında yönetici olmak isteyenler için, böylece bazı ölçüler ortaya koydurdu. Sadece bu ölçülere uyanların başvuruları istendi ve onların arasından yine belirlenen niteliklere göre seçim yapılması bir kurala bağlandı.

İlginçtir ki, koyduğu kuralları yine bakan bozdu ya da bozmak zorunda bırakıldı. Çünkü, siyasî baskılarla olsun, dostluk ilişkileriyle olsun, kanunları zorlayanların, yönetmeliklerle baş etmesi zaten çok kolaydı. Uygulama, kısa sürede yozlaştı ve ortadan kaldırıldı.

1990’lı yıllarda, okul ve eğitim kurumlarına müdür atamalarında ne yazık ki, objektif ölçüler kullanılamadı. Lâyık olanlarla birlikte, lâyık ya da yeterli olmayanlara da müdürlük görevi verildi. Lâyık olanlar, okullarını başarı ile yönetirken, öğrenciler bundan tabiî ki kazançlı çıktı. Aksi durumda olanların hataları ise, öğrencilere ve velilerine fatura edilerek, zararını onlar çektiler. AKP işi ciddiye aldı, ama...

AKP iktidarı, daha Bakan Erkan Mumcu’nun zamanında bu konuyu ciddî olarak ele aldı ve okul müdürü adaylarının öncelikle sınavdan geçirilmesini bir yönetmeliğe bağladı. Yönetmelik uygulanırken bazı değişikliklere uğradıysa da, müdür tayinlerinde oldukça objektif ölçüler kullanıldı ve siyasî istismara katiyen izin verilmedi.

Daha önceki iktidarlar zamanında, İHL ve İlâhiyat Fakültesi mezunlarına özellikle bu görevler verilmezken, AKP iktidarı bu ayrıcalığı ve haksızlığı ortadan kaldırdı. Bu arada, onlara da görev verilince, haksız bir “yaygara” koparılıp, sanki bu görevlere sadece ve öncelikle onlar atanıyormuş gibi kasıtlı ve yanlış haberler yapıldı. Bakanlık son olarak, 4 Mart 2006 tarihli Resmî Gazete’de yayınlanan “Millî Eğitim Bakanlığı Eğitim Kurumları Yöneticilerinin Atama ve Yer Değiştirmesi”ne ilişkin yönetmelikte yeni bir değişiklik yaparak, adayların ayrıca sözlü sınava (mülâkata) alınmasını hükme bağladı.

Yönetmeliğin bu hükmünün iptali için bir Eğitim Sendikasının Danıştay’da açtığı dâvâda, yüksek mahkemenin 2. Dairesi’ndeki nöbetçi mahkeme, yürütmeyi durdurdu. Daha sonra ve büyük ihtimalle, bu hüküm iptal edilecektir. Sözlü sınavda objektif ölçülerden uzaklaşılıp, (yani kayırmacılık yapılıp) böylece yazılı sınavda başarılı olanların haklarının yeneceği, kararın gerekçesi olarak gösterildi.

Yüksek mahkemenin bu kararı, daha önceki örneklerde olduğu gibi, bakanlığın yönetmelikleri hukuka uygun gerekçelerle düzenleyememesinden ileri geliyor. Ya da, yasal bir zemine oturtulması gereken işlerin, yönetmelik hükümleriyle halledilmek istenmesi, işleri çıkmaza sokuyor.

Oysa, yönetmeliğin hazırlanmasında noksanlıklar olsa da, müdür atamalarında bakanlığın böyle bir yönteme başvurmasını hem doğru bir yaklaşım, hem de onun tabiî bir hakkı ve yetkisi olarak görmek gerekirdi. Keşke, yönetmelik doğru hazırlanabilse ve herkese doğru anlatılabilseydi.

Daha önceki uygulamalar

Uzun yıllar görev yaptığım ve Türkiye’nin “arakesit”i olan İstanbul Millî Eğitim Müdürlüğünde, okul müdürlerinin seçimi, tamamen İl Millî Eğitim Müdürlüğünün yetkisi ve sorumluluğundaydı.

Gerçi, o yıllarda adaylar yazılı bir sınava tabi tutulmazdı, ama bir okul müdüründe olması gereken nitelikler önceden belirlenir, talip olan herkeste bu niteliklerin ne kadarının olup olmadığı iyice araştırılırdı. Var olanlarda bu niteliklerin her biri “puan”a dökülür, yarışma en yüksek puanı toplayan ilk üç kişi arasında yapılırdı.

İlk değerlendirmede en yüksek puanı aldığı halde, yapılan sözlü sınavda (mülâkat) idareci olma vasfı taşımadığı anlaşılan ya da öyle olduğuna kanaat getirilen kimsenin yerine, diğerlerinden biri pekâla müdür olabilirdi. Mülâkatın anlamı da zaten buydu.

Bu yöntemle seçtiğimiz okul müdürlerine karşı ne sözlü bir itirazda bulunan, ne de yargıya başvuran bir tek kişi olmamıştır.

Bakanlık yetkilerini kullanamıyor

Okul ve eğitim kurumlarının yönetilmesinden, birinci öncelikle Millî Eğitim Bakanlığı sorumludur. Bu kurumların yanlış yönetiminden meydana gelen her olayda, zararın faturası bu Bakanlığa kesilir. Bütün devlet kurumlarında olduğu gibi, bu bakanlık da geçerli olan mevzuat hükümlerine uymak zorundadır. Ancak, kamu yönetiminde her fiilin kanunlarda tam ve açık olarak karşılığı yoktur. Bu gibi durumlarda, kanunların uygulanmasına yön veren yönetmeliklerle, idarenin mevzuata aykırı olmamak şartı ile ayrıca “takdir hakkı ve yetkisi” vardır.

Bakanlık işte bu olayda, okul müdürlerinin, yazılı sınavda ölçülemeyen niteliklerini ölçmek ve daha lâyık olanı bu görevlere getirebilmek için, ayrıca sözlü bir sınav yapılmasını yönetmelik hükmüne bağlamış ve eylemi bir takdir hakkı ve yetkisi olarak görmüştür. Bunun hukuka aykırı hiçbir yönü yoktur. Bu hakkın ve yetkinin kötüye kullanılacağı ise, tamamen bir “varsayım” dır.

İnsanları yönetmek, yani “idareci” olmak, çok bilgili olmaktan ziyade, insan ilişkilerini ve toplumsal ilişkileri iyi bilmekle mümkündür. Bunun başında da, kişinin kazandığı “tecrübe”ler gelir. Tecrübelerin bilgi ile pekişmesi, insanı daha kâmil ve daha verimli hale getirir. Bütün bunları, bir yazılı sınavın sonucuna bakarak anlamak ise, mümkün değildir. İşte, mülâkatın bir anlamı da budur.

Alınan son bilgilere göre, Bakanlık valiliklere gönderdiği bir talimatla, yapılacak yeni bir açıklamaya kadar okullara müdür tayini işlerini durdurmuş görünüyor.

Şimdi, çok uzun yılların kazandırdığı tecrübeye dayanarak söylüyorum. “Sadece yazılı bir sınavın sonucuna bakılarak bu görevlerin dağıtılması, kat'iyen doğru ve objektif olamaz.” Bakanlığın, okullara müdür atamalarındaki bu zorunlu ve haklı sebepleri iyi anlatarak, yargıdan “vize” alabileceğini umut ve temenni ediyorum.

Naci Akay (E.) İstanbul Mill

06.09.2006


Herşeye rağmet barış

Farklı olayları gündeme getirmek amacıyla yılın değişik günlerinde bazı faaliyetlerin yapıldığı hepimizin bildiği bir husustur. Aslına bakılırsa, söz konusu olayların hiçbiri bu faaliyetler vesilelerle “tam anlamıyla” vurgulandığı söylenemez.

Mesâla, var oluşumuzun önemli sebepleri olan anne ve babalarımız için yılın sadece bir gününü tahsis etmenin yeterli olmayacağı bellidir. Ancak, “Tamamı elde edilemeyen, büsbütün de bırakılmaz” kuralınca bu tür faaliyetleri hoş görür; “Hiç yoktan iyidir” deriz. Yoksa dünyaya gelmemize vesile olan, bizleri büyütüp yetiştirmek her türlü fedakârlığa katlanan, yemeyip yediren, içmeyip içiren, yediren giydiren ve bizler için her çeşit sıkıntıya katlanan anne ve babamızı yalnızca yılın bir gününde hatırlamak ne denli yeterli olur.

Barış gibi önemli bir konu için de yılın bir veya iki gününü tahsis etmemizin yeterli olmayacağı apaçık bir husustur. İster II. Dünya Savaşının başladığı tarih olan 1 Eylül’ü Dünya Barış Günü olarak esas alalım, ister BM’nin kabul ettiği 21 Eylül Uluslar arası Barış ve Ateşkes Gününü dikkate değer bulalım; sonuçta barış gibi hayatî bir konuyu yılın bir-iki gününde vurgulamanın kâfi gelmeyeceği kanaatindeyiz.

Barış, hayatımızın ana gayesi olmalı; hedeflerimizin ilk basamağını teşkil etmeli ve her nefes alıp verişimizde hayalimizde canlanmalı…

Her şeyden önce çok özel olan ve bize özgü bulunan o “çok özel” dünyamızda kendimizle barışmalı ve iç dünyamızla hiç, ama hiçbir problemimiz bulunmamalıdır. Kendimize değer vermeli ve hak ettiğimiz standartta kendimize yaklaşmalı ve kendi kendimizi iyi bir muhatap kabul etmeliyiz.

Bu—asla—kendi kendimizi övüp göklere çıkarma olarak algılanmamalı. Zaten böyle bir yanlışı makul olan hiç kimse işlemez. Kendimize değer vermek, gerçek konum, sınır ve durumumuzu bilmekten geçer. İç dünyamızda kendimizle barışık olmamız pek çok sıkıntıyı ortadan kaldırır. Evet, barış deklarasyonu ilân edeceğimiz ilk alan ve muhatabımız kendi şahsiyetimizdir. Böylece, yaptığımız vazifeleri severek ve isteyerek yaptığımızdan, iç huzurumuz artacak; içteki huzur dışa ve çevreye yansıyacak ve maddî-manevî alanlarda başarı söz konusu olacaktır.

Ayrıca bu bildirgenin muhatapları arasına yakın çevremizi almayı da ihmal etmeyelim. Çevremizde bulunan maddî-manevî her şeye sevgi, barış ve umut nazarıyla bakmak bizi azımsanmayacak derecede rahatlatır. Yaratılanı Yaratan’ından dolayı hoş görüp olumlu taraflarını öncelikle görmek ve olumsuzlukların ortadan kaldırılmasına katkıda bulunmak gerçek barış ortamının doğmasını netice verir.

Yakın çevremizde yer alan çoluk-çocuk ve yakınlarımıza karşı sorumluluklarımızın farkında olarak hayat sürdürmemiz; onlar için yapmamız gereken bir takım vazifelerin varlığından haberdar olarak hareket etmemiz; çevremizde yer alan her şeye karşı mesuliyetimizin idrakinde olmamız apayrı bir barış ufkuna sahip olmamızı sağlayacaktır.

Sokağımızın temizliğinden, etrafımızdaki yeşilin korunmasına varıncaya kadar; canlı-cansız bütün varlıkların hayat hakkına saygılı adına pek çok sorumluluğumuzun olduğunu bilmemiz bizlere apayrı bir barış kapısı açacaktır.

Kaldı ki, çevremizde yer alan “insan” ise, hiçbir gerekçe ona düşmanlık yapmamız konusunda bize haklı destek olmayacaktır. Herşeyden önce “düşmanlık” fikrine “düşman” olmamız lâzımdır. Zalim ve cebbar yaratıkları “insan” kategorisi dışında mütalaa etmemiz gerektiğini bu vesileyle ayrı dipnot olarak düşelim. Onların da er-geç hak ettikleri son ve sonuç ile karşılaşacakları hususundaki inancımıza da halel getirmeyelim.

Barış söz konusu olduğu ve olabildiği sürece savaş kavramının “hayal “dahi edilmemesi gerektiğini vurgulayalım.

İsmi bile barış ve emniyeti ifade eden İslâm dini her vesileyle sevgi, barış ve huzuru telkin ve tavsiye etmiş ve sürekli olarak şiddetin her türlüsünün karşısında yer almıştır. İstibdat ve baskının her türlüsünü telin eden dinimiz, barış ve kardeşlik vurgusunu toplumun bütün katmanlarına yaymıştır.

Birbirine güvenen, karşılıklı saygı ve sevgi içerisinde bulunan bireylerin yaşadığı bir toplum meydana getirmek, İslâmın ana ve öncelikli hedefleri arasında yer almıştır.

Üyelerinin birbirlerini koruyup kolladığı bir aile oluşturmak; kendileri için istedikleri güzellikleri komşusu için de isteyen fertlerin sayısını çoğaltmak; ağacı, hayvanı ve tabiatı koruyan insanların adedini arttırmak; insanlar, toplumlar ve devletler arası barıştan yana tavır takınan bir beşeriyet elde etmek… İslâmın çağlar boyu savunduğu, savunmaya devam ettiği ve edeceği ana ilkelerdendir.

Her alanda barışın esas alındığı bir dünyaya sahip olmamız dileğiyle…

Y. Doç. Dr. Cüneyt Gökçe

06.09.2006

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 
 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004