Önceki asırlara dair bilgilerimiz tarihçilerin bize bildirdikleriyle sınırlı olduğu için, geçmişe dair yorum yapmakta zorlanabiliriz, ama şurası bir gerçek ki, içinde bulunduğumuz asır bir “kerhen” asrı.
İşimizi sevmiyoruz, ama ekmek parası.
Okulumuzu sevmiyoruz, ama puanımız orayı tuttu. Ya da en iyi iş imkânına sahip okullardan birisi, ne yapalım!
Tiyatrocuyuz, ama tiyatroda para yok, o yüzden faturalarımızı ödemek için dizilerde oynamak zorundayız.
Kaliteli program yapmayı biz de isteriz, ama kaliteli programlar reyting almıyor, o yüzden böyle pespaye bir yayıncılığı mecburen yapıyoruz.
Oturduğumuz semti sevmiyoruz, ama başka yerdeki kiraları ödeyecek gücümüz olmadığı için, başka çaremiz yok.
Oturduğumuz şehirden şikâyetçiyiz, stres, trafik, insanlıktan nasibini almamış komşular v.s. Ama ne yapalım, başka şansımız yok.
Hepsi tamam, hepsine eyvallah. Ama eğer sevmediğiniz şehir, fethi Peygamber müjdesine konu olmuş, her hükümdarın hayalini kurduğu, her taşında eşsiz bir tarihî miras yatan, dünyanın en güzel şehirlerinden biriyse, İstanbul’sa, mecburiyetlerinize dair ezberlerinizi yeniden gözden geçirmenizi dilerim.
Altın kafeste olan kuş gibi, vatanınız için yanıp tutuşabilirsiniz; ama bu şehrin özünde altından çok değerli madenler var. Ruh var, mânâ var, salt taş olmayı aşmış tarih var.
Bu şehri sevmemenize sebep olan hiçbir şey, şehrin kendisinden kaynaklanmıyor; insanların başının altından çıkıyor.
Ve neden bu şehirde sorunlar hiç bitmek bilmiyor dersiniz? Çünkü insanlar böylesine güzel, böylesine sevilmeyi hak eden bir şehri sevmiyor. Sevgisiz büyüyen çocukların, en tehlikeli insanlar olarak aramızda dolaşması gibi, sevgisiz gelişen şehirler de birer suç başkenti olabiliyor.
Siz ondan nefret ettikçe, o nefrete lâyık bir hal almaya başlıyor.
Çiçeklerin bile sevgiyle büyüdüğünden söz ederken, koskoca bir şehri nasıl sevgisiz bırakabilirsiniz?
13.07.2006
E-Posta:
[email protected]
|